Bir taraftan bölgelerdeki
çalışmalar, teşkilat çalışmaları, öbür taraftan fetva heyeti ile yapılan
tartışmalar, hiç boş vaktim yok, el-ayak çekilince çalışmak daha verimli olduğu
için geceleri çalışmayı tercih ediyorum. Uyumak için zaman ayıramıyorum desem
abartılı olmaz. Genel Merkez bana
oldukça keyif vermeye başladı; Avrupa ülkelerini geziyorum, yeni simalar
tanıyorum, gençlerle birlikte olabiliyorum, tartışabiliyoruz. Berlin’de
kendilerini bile aşamamış hoca isimli gurur abideleriyle ve de hayatında iki
tane tükenmez kalem bitirmemiş, ayakkabısının kaç numara olduğunu bilmeyen
sorumsuz sorumlularla, kifayetsiz muhterislerle geçirdiğim yıllara acımaya
başladım. Onlardan Köln’de de var elbet. Fetva heyetindekiler onların birebir
kopyeleri. Sanki Milli Görüş Teşkilatları bir adım ilerisini göremesin diye
özene bezene seçilmiş tipler bunlar, insana güven de vermiyorlar.
Kıyafetleriyle, duruşlarıyla, mimikleriyle, konuşmalarıyla herbiri birer
müzelik desem onlara hakaret etmiş sayılmam. Bu böyledir.
Ev arıyorum, bulamıyorum, yani
istediğim gibi bir ev bulamıyorum. Şehrin dışına çıkmak gerekiyor, o da bana
uymuyor. Üçbuçuk milyonluk bir şehir olan Berlin'den gelen birisi için şehrin
dışı cazip değil. Bazı arkadaşlar ev satın alıyorlar, benim öyle bir imkânım da
yok. Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ve Ali Yüksel birer villa satın almışlar.
Anlatılanlara göre sefer Ahmetoğlu’nun (Malak) kirasını da Genel Merkez
ödüyormuş. Genel Merkez’in misafirleri onun evinde kalıyorlarmış, böylelikle
otele ödenecek para ona kira olrak ödeniyormuş, 4 odalı mı 5 odalı mı neymiş.
Otelde ağırlanmayıp da Sefer Hoca(!)nın evinde ağırlanan kaç misafiri oluyor
Genel Merkez’in onu soran yok.
Ben de bilmiyorum “gülüm”
Köln’ün yabancısıyım, ev arıyorum bulamıyorum,
söz verenler de sanırım eve aramıyorlar. Arasalardı bulabilirlerdi. Aradan bir
hayli zaman geçti, anladım ki, bana verilen ikinci söz de rafa kaldırılmıştı. Çünkü
benden sonra gelen Şener Şentürk’e hemen ev bulundu. Ali Yüksel getirmiş Şener
Şentürk’ü Genel Merkez’e. Hatta Abdullah Yüksel’e Eğitim Başkanlığı’nda çalışması
için tavsiyede de bulunmuş, o da hayır diyememiş. Aynı odada 3 masa var. Abdullah
Yüksel’in yüzü giriş kapısına bakıyor, Şener Şentürk’ün ve benim yüzüm bahçeye
bakıyor. Şener Şentürk konuşmayı sevmeyen bir yapıya sahip. Masada oturur,
kendine göre bir şeylerle meşgul oluyormuş gibi yapar ve akşam olunca da
geldiği gibi gider. Bir gün sordum Abdullah Yüksel’e; ‘Hocam Şener Bey ne iş
yapıyor burada?’ Ben de bilmiyorum gülüm.’ dedi omzunu çekerek. Benden sonra
teftiş kuruluna kaydırılmış. Genel Merkez’de işe adam değil de adama iş
bulunuyor. Fetva heyeti üyeleri başta olmak üzere bunlardan bazılarını yazabilirim;
Seyfullah Öztürk, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz, Münip Hoca, Ali Rıza Sarı v.b.
Arada dolaşanlar da var, onları saymam gerekmiyor.
Birden fazla eş ile evlilik
O hafta Fetva heyetiyle, imam nikâhı
ve birden fazla eş ile evliliği tartıştık: Benim konuya baktığım yerden
bakılamıyordu, bakmıyorlardı. Çok önemli bir konu olduğu için üzerinde ısrar
ediyorum, ama ısrarlarıma itibar edilmiyordu. Nisa Suresi’nin üçüncü ve yüz yirmidokuzuncu
ayetlerini, tekrar tekrar okudum ve üzerine basa basa açıklamaya çalıştım ama maalesf
görüşlerim reddedildi:
“Bu sure Medenî’dir. Uhud Savaşı’ndan
sonra nazil olmuştur, öncesinde de Bedir Savaşı vardır. Bu savaşlarda esir
alınan bayanlar vardır, ayrıca eşleri şehit olmuş dul kadınlar vardır. Bunların
çocukları da vardır. Ayet yetimlerin hakkını korunması ve sosyal dengenin
kurulması için nazil olmuştur. İkişer, üçer, dörder diye verilen rakamlar
yukarıya doğru devam eder gider, sınır da konulmamıştır. Evlenecek kişinin;
ihtiyaç sahibi olmaması, güvenilir olması, adalet sahibi olması gerekir. Bu tespitleri
kamu otoritesi yapacaktır. Evlenecek olan kişi de bu otoriteye müracaat
edecektir. Gerekli tetkikler, araştırmalar yapıldıktan sonra karar mercii yine
otoritedir. Böyle bir evliliğin adaleti sağlamak kaydıyla önü açılacaktır.
Adaletten şüphe edilirse o evliliğe müsaade edilmeyecektir. Ancak adaletin
sağlanması için kişi bütün gücüyle çatlarcasına çalışılsa da bunun mümkün
olamayacağı yine ayette belirtilir ve kadınlardan birinin mağdur edileceği
endişesiyle “tek eşle” evlilik emredilir. Bu emri veren Allah’tır, Adaletin
sağlanamayacağını söyleyen de Allah’tır, ‘Tek evlilikle yetinin.’ Emrini veren
de Allah’tır. Yani birden fazla eş ile evlilik normal şartlarda yasaktır.
Kur’an böyle der.” şeklinde yaptım açıklamayı.
Genel Merkez’deki hocalardan
bazıları, iki eşliymiş meğer. Yani ben arı kovanına çomak sokmuşum. Genel
Sekreter Ali Yüksel başı çekiyormuş, Ali Rıza Sarı, Yusuf lşık, Erdoğan
Karadeniz iki eşli hocalardanmış. Ali Yüksel sonradan bir hanım daha aldı ve
oldu 3 eşli.
Bölgelerde de varmış bunlardan. Ali
İhsan Halisçi, İbrahim Selimoğlu, Necmettin( Hidayet) Kaya… Benim bilmediğim kimbilir
daha ne kadar var. Cami başkanlarından ve cemaatten de birden fazla eş ile evli
olanlar varmış. Benim sorumlusu olduğum Stutgart bölgesinde, yanında
çalıştırdığı kız ile ikinci evliliği yapan dernek başkanı bile varmış.
Hatta Genel Sekreter Ali Yüksel, bir
gazetecinin iki eş ile zor olmuyor mu? Sorusuna şu şekilde cevap verebiliyordu:
“Birden fazla eş almanın üç şartı vardır, bu şartları yerine getirenler
evlenebilir; vakit, nakit, kudret.”
Kudretini bilemem ama vakit ile nakdin nereden, nasıl bulunduğunu
sorgulamak gerekirdi, cemaat sorguluyordu da, Genel Merkez bu konuda irade
ortaya koyamıyordu. Bölgeleri dolaşırken cevap vermekte zorlandığım sorular
arasında mutlaka Ali Yüksel ile ilgili olanlar olurdu: Bindiği BMW marka
navigasyonlu arabası,-navigasyon o zamanlar daha yeni takılıyordu arabalara.
Aramızda espri konusu bile olmuştu Ali Yüksel’in navigasyonu; “biliyor musunuz,
Ali Hoca’nın arabası konuşuyormuş -ve eşleri.
Kur’an mahkûm edilmişti
Fetva heyeti ile yapılan tartışmalarda,
zamanla belirli bir anlayış seviyesi yakalayabileceğimizi düşünüyordum, olmadı,
tartışmalar ithamlara dönüşmeye başladı. Ön kabullerden vazgeçilemiyordu. Yaptığımız
oturumlar, ‘Cemaat arasında sıkıntı doğuran konuları nasıl olur da çözeriz?’
düşüncesiyle değil de ‘Nasıl olur da Rüştü Hoca’yı masadan uzaklaştırırız?’
düşüncesiyle yapılıyor gibiydi.
Oysa yaşadığımız ülke Avrupa ve bu
ülkelerde azınlık olarak yaşayanlar da Müslümanlar. Peygamberimiz’in kurduğu
Medine Site Devleti’nden itibaren 1923 yılına kadar Müslümanlar otorite idi. Üç
kıtada otoriteleri hissediliyordu. Verilen fetvalar otoritenin inancından
kaynaklanan adalet anlayışına göre veriliyordu.
1923 yılından sonra otorite değişti,
coğrafya değişti, şartlar değişti. Bilhassa 1961 yılından sonra Müslümanlar Avrupa’ya
işçi olarak göç başladı. Dolayısıyla Hristiyan topluluk içinde azınlık olarak
yaşamaya başladılar. Onların inançlarından ve sistemlerinden kaynaklanan adalet
anlayışı ile yönetilmeye başlandılar. Devran dönünce azınlık durumunda kalanlar
Müslümanlar oldu. Yeni bir fıkıh da oluşturamadılar. İster istemez dini konularda
eski anlayışlarını devam ettirdiler, hatta bu anlayışların savunuculuğunu
yaptılar. Eski elbiseler yeni bünyeye uymamasına rağmen inatla giydirmeye
çalıştılar. Allah’ın’ ata –baba dininden uzak durun!’ buyruğuna rağmen böyle
yaptılar: “Onlara, ‘Allah'ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ derler. Peki, ataları bir şeye
akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler (o zaman da mı uyacaklar?)’
(Bakara 170)
Şartlara göre Kur’an’ın yeniden
yorumlanması gerektiğini söyleyenlere mezhepsiz denildi, reformist denildi,
onlar itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. ‘İçtihat kapısı kapalıdır.’ denilerek,
Kur’an mücmel (anlaşılmaz) bir kitaptır.’ denilerek gelenekler yaşatılmaya çalışıldı
ve Kur’an mahkûm edildi. Kur’an ‘Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik
içinde bırakırım’ derken, geleneğin savunucuları, aklını çalıştıranları da
mahkûm etmeye başladı. Oysa Avrupa ülkelerinde Kur’an’ın yeniden yorumlanması
gerekiyordu. Yaşanabilir bir İslâm ihtiyaç haline gelmişti ve bu ihtiyacın
karşılanmaması halinde Müslümanların kendi dinlerine yabancılaşmaları an
meselesiydi. Öte taraftan İslâm’ı lisan-ı halleriyle içinde bulundukları topluma
anlatabilecek Müslüman bir topluluğun oluşması da gerekiyordu.
Fetva heyetindeki zevat bu durumu
anlayacak anlayışta değildi. Yaş itibarıyla bu meseleleri anlayamayacakları gibi,
önceden verdikleri fatvalardan da geri adım atamıyorlardı. ‘Halk ne der bize?’,
anlayışı yapacakları yeni çalışmaları engelliyordu. Mahalle baskısından
korkuluyordu. Eskilerin korunmasını ibadet aşkıyla yapanlar da vardı. İşte ben
böyle bir heyetle tartışıyordum. Bu tartışmakonularından bazıları kısa sürede
uygulama alanı buldu, ancak hâlâ çözülememiş olanlar çoğunlukta.
Hakikatı haykırmak
“Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor
diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın“ benden
başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne
yapsın“ dediği gibi Daniel de Foe’nun, hakikati tek başıma haykırdım
ve sonuçta ben kazandım. İkinci kez kırmızı kartla saha dışında kalmama rağmen
ben kazandım. Bugün geldiğim yerden bakıyorum da, arkadaşların çoğu söylediklerimi
uygulamaya başlamışlar. Bu kazanç değil de nedir? Bu durum teşkilatımın geleceği
için sevindiricidir elbet, ben olduğum gibi göründüm ve göründüğüm gibi de oldum
ve böyle yapmaya da devam ediyorum.
Sitem
Rüştü Hocam, hakkını helal et, biz
hata ettik veya hepimiz hata ettik, bazı şeyleri tam olarak o zaman
anlayamadık, ama zamanla yanlışımızı anladık; gel kucaklaşalım ve bundan sonrası
için hep birlikte bütün gücümüzle çalışalım demek çok mu zordur, ey Milli
Görüşçüler(!)?
Şeytan hata yaptı, ama hatasını
kabul edip tövbe etmedi; Şeytan olarak yaşamına devam etti. Âdem de hata yaptı,
ancak hatasını anlayıp tövbe etti, hatasından geri adım attı ve peygamber oldu.
Kur’an kıssalarından hisse almak ve Âdemleşmek çok mu zordur ey Milli
Görüşçüler(!)?
Nikâh ibadet değildir
Ben başladım
mayınlı arazide yürüneye. Mayınlara basmadan ne kadar yürüyebileceksem o kadar
yürüyebildim. “Nikâh ibadet değildir, akittir. Akdin dinlisi dinsizi olmaz.
Herhangi bir hukuk sisteminin kabul ettiği akit nikâh için geçerli olan
akittir. Burada önemli olan nikâhı kıyan kişinin kimliği değildir, yapılan
akdin kamu otoritesi tarafından kabul edilip edilmediğidir. Allah’ın istediği
nikâh işte bu nikâhtır. Resmiyet arz eden bütün nikâhlar İslâm'ın kabul ettiği
nikâhtır. Adı "dini nikâh" veya "imam nikâhı" olduğu halde
resmi bir bağlayıcılığı olmayan nikâhları İslâm kabul etmez. Resmi makamlar
tarafından onaylanmayan evlilikler, genellikle kadınları mağdur eden
evliliklerdir. Bazı aileler çocuklarını nişanlayınca hemen dini nikâh yapılmasını
istiyorlar. Gençlerin, rahatlıkla konuşmaları gezip dolaşmaları için gerekli
görülüyor bu nikâh. İyi niyetli olmayan erkekler bu nikâhı fırsat bilerek imam
nikâhlı eşiyle(!) ilişkiye girebilir, hatta bu konuda imam nikâhlı eşini(!)
zorlayabilir. Bu durumda kız mağdur olabilir, kız tarafı sıkıntıya girebilir. İşin
bu tarafı hiç düşünülmüyor.
Cumhuriyet’ten
önce nikâh kıyma yetkisi imamlarda ve müftülerde idi. Bu açıdan imamın veya
müftünün imzasını taşıyan nikâh belgesi resmi belge niteliğindydi ve bu nikâhın
adı, nikâhı kıyan kişiye atfen imam nikâhı olarak biliniyordu.
Cumhuriyet'le birlikte bu yetki, belediyelere verildi ve bu yeni düzenlemeyle
adı resmi nikâh oldu. Gelecekte yetki, Diyanet işleri Başkanlığı
bünyesinde, tekrar İmamlara verilirse o zaman bu nikâha yine imam nikâhı
denilebilir, ancak o zaman resmiyet arzeder. Şimdi değil.
İmam nikâhına
dayalı olarak yapılan birden fazla evliliklerde de aynı durum söz konusudur. Keyfi
olarak yapılan bu evlilik İslâm'ın kabul ettiği evlilik değildir. Birden fazla
eşle evlenmek için resmi makamların onayı şarttır. Şöyle demek daha doğru
olacaktır, birden fazla eş ile evliliklerde müsade ve yönlendirme, ihtiyaç
tespiti ve araştırma resmi makamların görevidir. Yukarda da anlattığım gibi,
Allah bir eşliliği esas kabul etmiş birden fazla eşliliği ise şarta bağlı
olarak kamu otoritesinin yetkisine bırakmıştır.
İmam nikâhı,
kadın konusunda zaafı olan insanların işine gelen bir nikâhtır, İslâm Allah'ın
gönderdiği son İlahi dindir. Bütün İlahi dinlerde olduğu gibi bu dinde de kural
koyucu Allah'tır. Dinin mensuplarına düşen de bu kurallara uymaktır. Şahsi
çıkarlarını ön planda tutan insanlar, Allah'ın koyduğu kurallara uymak istemezler.
Bundan dolayı da, kendi koydukları kuralları çıkarları zedelenmesin diye
insanlara, Allah adına dayatırlar. Allah'ın ve O'nun peygamberinin ne dediğinden
çok, tarihe mâl olmuş âlimlerin/atalarının-babalarının dediklerine kulak
verirler. "Allah'ın buyruğu ile Peygamber'in sözü çakışırsa hangisini
tercih edersiniz?" diye sorulan soruya; ‘Tabii ki Resul’ün sözünü veya
mezhep imamlarının sözünü tercih ederiz: Çünkü biz Kuran'ı anlayamayız.’ diye
cevap verirler. Nikâh konusu da bu konulardan biridir. İyi niyetli olmayan
Müslümanlar bu nikâh sayesinde yaptıkları gayrimeşru evliliklere meşrûiyet
kazandırmaya çalışırlar.
İslâmiyet, bir
erkeğin birden fazla eşle evlenmesine ancak zorunlu durumlarda izin verir.
Savaş hali, doğal felaketler ve benzeri olaylarda tek başına kalan kadına sahip
çıkılması için buna izin verilir. Günümüzde bu gerekçelere itibar edilmez
olmuştur, dolayısıyla hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan keyfi evlilikler
yapılmaya başlanmıştır. Bu evlilikler geçersizdir, Kur’an bu evlilikleri
onaylamaz. Bu konu suiistimal ediliyor.’ dedim ve sözü Hayrettin Karaman’a
bıraktım: "İslâm'da nikâh (evlenme akdi), fıkıh konularının tasnifi içinde
ibadetlere değil, dünya hayatını düzenleyen hükümler (muâmelât) bölümüne girer.
Bir satım, bir kira akdi, dinle ilişkisi bakımından ne ise bir nikâh akdi de
odur. Resmî nikâh ayrıca kayıt altına alındığı için evlilik hukukunu koruması,
güvence altına alması bakımından dinin amacına daha da uygundur. İçinde
yaşadığımız şartlarda yalnızca dinî denilen nikâh ile yetinmek, dinin önem
verdiği evlilik hukukunu korumak için yeterli olmadığından bununla yetinmemek
gerekir. Müslüman'ın bir nikâhı vardır; o nikâh, dünya hayatını da düzenleyen
dininin, meşru ve makbul gördüğü, ilgili kaynaklarda tanımladığı, unsur ve
şartlarını açıkladığı nikâhtır. Bu şartlar ve unsurlar arasında imam
yoktur."
En çok anlatmakta zorlandığım
konulardandı bu konu. Sözüm bittiğinde rahatladım. Anlatacaklarımı anlatmıştım,
olacaklar olacaktı, olacak olan olurdu. Muhataplarımın içinde birden fazla eşi
olan hocalar vardı. İkinci eşini imam nikâhıyla alan hoca. Bu açıklamaları
kabul ederler mi? Etmezler, etmediler zaten…
Sakal-ı Şerif
Sefer Ahmetoğlu (Malak), bir gün bir
şişe ile geldi icra kuruluna, yanılmıyorsam bu şişeye 1.000 DM da para
verdiğini söyledi. Çok ucuza aldığı içinde övüldü, övündü. Daha sonra da
teşkilatın dergisine (Milli Görüş) şişeyi de yanlarına alarak Ali Yüksel ile birlikte
kapak olmuşlar. O zamanlar Ali Yüksel Şeyhülİslâm idi. Avrupa’nın Şeyh-ül İslâm’ı.
Sarığı ve cübbesi de vardı. Bir dernek Ali Yüksel’in kanına girmiş, onun da
hoşuna gitmiş olmalı ki, kendisine Şeyhul İslâm payesi verilmiş. “aklınızı
çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım” demiş Allah, O istediği kadar
desin Şeyhu-l İslâm’dan daha mı iyi bilecek(haşa). Ve karşınızda Avrupa’nın
Şeyhu-l İslâm’ı Ali Yüksel. Her kula nasip olamayacak bir paye… Müslümanların
Müslümanlara ve Müslümanların kendi inançlarına verdikleri zararı 9 köy bir
araya gelse veremezmiş ya, işte bu insanların teşkilata verdiği zarar da aynen o
kabildendir.
O dergiyi icraya getirdi Ali Yüksel
ve nasıl güzel çıkmış mıyız? Diye de sordu. İcra kurulu üyelerinin yağlama
yıkama faslından sonra ben söz aldım ve aynen şu cümleyi kullandım: “Şeyh-ül
İslâm kıl tüccarlarına alet olmamalıdır.”
Neden kıl tüccarı dedim Sefer Ahmetoğlu’na (Malak) kısaca açıkladım.
Ortam tabiatıyla gerildi, tartışmalar hararetlendi ve sonunda tüccarlar bu
raundu da kazandılar. Yıllarca Müslümanlar o kılın etrafında dolandılar
durdular, ta’zimde de bulundular o şişenin içindeki kıla. Peygamber sevgisini
canlandırıyorlarmış. Özellikle Ali Yüksel ve Sefer Ahmetoğlu başka hiçbir günah
işlememiş olsalar bile, bu kıl tüccarlığından dolayı girdikleri günah onlara yeter
de artar bile...
Liderinin ağır sanayiden, Milli
sermayeden, Milli Ekonomiden, Milli Harp Sanayiinden, İslâm Birliği’nden, İslâm
Dinarı’ndan bahsettiği bir teşkilatın Genel Sekreteri ve Fetva heyeti üyesi kıl
tüccarlığı yapıyor. Ondan sonra da %1.6 ‘ya düşüyorlar. Sonra da neden böyle
oldu? sorusu soruluyor. Cevapları da hazır; “Yahudiler, Avrupalılar,
Amerikalılar, İngilizler olmasaydı biz bu duruma düşmeyecektik…”
Toplantıdan sonra Abdullah Yüksel
(Yüksel haşal) beni yine lahmacuncuya götürdü ve dedi ki: ‘O sözü
söylemeyecektin.’ Neden söylemeyecektim hocam? Ali Hoca çok kindardır. Bu
söylediklerini hiç unutmayacaktır, birgün mutlaka senden intikamını alacaktır.”
Abdullah Yüksel’in dediği, oldu. Ali Yüksel Genel başkan olur olmaz, ilk icraat
olarak beni Genel Merkez’den uzaklaştırdı ve Sefer Ahmetoğlu’nu Dortmund’dan
Genel Merkez’e getirdi.
Sevsinler sizi…
Aradan Yıllar geçti Berlin’e geldi
iş için Ali Yüksel, o çok sevdiği dostları kapısını bile çalmazken, yine ben
sahip çıktım kendisine, Muzaffer Güven’i evinden çıkardım ve oraya Ali Yüksel’i
yerleştirdim. Genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra da Erbakan Hoca’nın İsviçre
bankalarındaki, Amerikan bankalarındaki dolarlarından ve altınlarından
bahsetmeye başladı.
Zeki Bina’nın (Allah rahmet eylesin)
evindeki toplantılarda benim Milli Görüş’çü olmadığımı söyleyen ve bana
hakaretler yağdıran İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural da, görevine son
verildikten sonra Erbakan’ın dolarlarından bahseder hale gelmişti. Ali Yüksel
ile aynı şarkıyı söylüyorlardı o zamanlar Berlin’de. Çok iyi düet yapıyorlardı.
Yıllarca işte bu insanlar Milli
Görüş’ü savundular(!) ve benim gibi menfaat çarklarına çomak sokan gerçek Milli
Görüşçülerin de görevine son verdiler. Nail Dural şimdilerde şeyh olmuş ve bir
tarikatın Avrupa temsilciliğini yapıyormuş. Ali Yüksel de Ak Parti’nin
kaymağını yedi ve üst düzey bürokrat olarak emekliye ayrıldı. Sevsinler sizi…
Strazburg
Strazburg’ta
Eğitim kampındayım. Bölge başkanı Mevlüt
Sançar, Ordulu. Hocalara saygılı ve oldukça mütevazı bir başkan. Ben onun
gibisine rastlamadım teşkilatta. Gençlerin davetlisi olarak oradayım. Cojep International adında bir dernek var. Genel Başkanı Ali Gedikoğlu, Antalyalı bir delikanlı, Antalya yörüklerinden olmalı. Gayretli
ve üretken. Etrafında da aynı kendisi gibi üretken ve aktif gençler var. Fevzi
Akın, Veysel Filiz, Sedat Öz, Murat Ercan, Tuncay Sağlamer, Sebahattin
Yeşiltaş, Sıddık Polat, İsmail Çetin, Ömer Faruk Şentürk ve ismini
sayamayacağım birçok yiğit genç var orada. Bilgiye susamış gençler bunlar.
Akıllarını kiraya vermeyenlerden, sorgulayanlardan. Tam aradığım gençler. O “sarp
yokuş” a tırmanmayı hedeflerine alan gençler bunlar. Gözleri çakmak
çakmak. Seminerde anlatılanlar yetmiyor bunlara veya bazı konular tam olarak
akıllarına yatmıyor, teneffüslerde, yemek masasında, nerede bulurlarsa orada hemen
toplanıveriyorlar etrafıma, soru yağmuruna tutuyorlar beni. Ben o gençleri çok
sevmiştim, kanım kaynamıştı onlara. O gençlerin bana olan yakınlıklarını
hazmedemeyen bazı hocalar özellikle de Sefer Ahmetoğlu(Malak) benim
anlattıklarımı konu ederlermiş, ‘Yanlıştır Rüştü Hoca’nın anlattıkları ona
itibar etmeyin.’ derlermiş, bundan dolayı da gençler imtihan ederlerdi sanki beni,
sorularından anlardım ne yapmak istediklerini.
Yanılmıyorsam 3
kez aynı amaçla gittim Strazburg’a. Her seferinde mutlu dönerdim Strazburg’tan.
Anlattıklarımı anlayan, provoke etmeden sonuna kadar dinleyen bir gençlik vardı
karşımda.
Genel Merkez’den
ayrıldıktan sonra da ilişkilerimiz devam etti. Zaman zaman Ali Gedikoğlu ile
iştişareler yapardık telefon aracılığıyla. Onun da arası o kadar iyi değildi
Genel Merkez’le. Sorguluyorlardı çünkü. Oysa itaat etmeliydiler, eyvallah demeliydiler,
biz de varız, bizler de birşeyler düşünüyoruz dememeliydiler…
Strazburg’ta
konser
Genel Merkez’den
ayrıldıktan sonra bir kez daha gittim Strazburg’a. Ümit Akkaya ile birlikte
Tasavvuf Musikisi konseri verdik orada. O konser ilk ve son konserim oldu.
Keşke o sahneye ilahi söylemek, marş okumak için çıkmasaydım. Sesim güzeldir,
okuyuşumda da problem yoktur, dinleyenleri ağlattığım zamanlar çok olmuştur. Askerde
de askeri gazinoda korodaydım, türküleri de güzel söylerim. Erzincan’ın
soğuğuna dayanamayıp, atmıştım kendimi askeri gazinoya.
Ama Strazburg’ta
sahneye çıkarak ilahi ve marş söylemek bana hiç yakışmadı. Ben o gençlere
kürsüden seslenirken, onlara yön vermeye çalışırken sahnede ilahi söylemem çok
ağırıma gitti. Sebep olanlar utanmalıydı benim o durumuma ama ben utandım. Strazburg’tan
sonra Ümit Akkaya çok yalvardı ‘Gel bırakma sahneyi’ diye ama yapamadım.
Pazarcılığa başladım, rızkımı oradan temin etme yoluna gittim. Ne kadar büyükmüşüm
ki, koskoca Avrupa’ya suğdıramadılar beni. Benim Strazburg’ta sahneye çıktığımı
duyan Genel merkez’deki kifayetsiz muhterisler, ‘Rüştü Hoca şarkıcı olmuş’
diyerek benimle alay etmişler… Arkasına da eklemişler ‘Olacağı buydu zaten.’ diye.
Ne diyeyim, yapılacak bir şey yok…
Ümit Akkaya
bana kasetler/CD ler yapmıştı, kendi kasetleri/CD leri de vardı. Hepsi satıldı Strazburg’ta,
paramızı da aldık. Devam ettirseydik sahneye, bugün çok paramız olurdu
herhalde, ünlü de olurduk belki. Çünkü saz eşliğinde ilahi söylemek, marş
söylemek yavaş yavaş moda oluyordu o zamanlar. O çalışmaların altına da imzayı
birlikte atmıştık Ümit Akkaya ile Berlin’de TFD Televizyonu’nda.
Ben o gençleri
çok sevmiştim. Hâlâ da seviyorum. Selam olsun Strazburglu sevgili yiğit gençlere.
Lyon
Lyon’da da bir
anım var. Önemli bir anı. Bütün bölgelerde, gittiğim her yerde, teşkilat çalışmasını
yaptıktan sonra 15-20 dakika süren kısa bir konuşma yaparak, Kur’an’ı anlayarak
okumanın öneminden bahsederdim. Bu arada uydurma hadislere de değinirdim.
Lyon’da da sünnetimi uygulamaya aynen devam ettim. Program bittikten sonra bir
genç kız yaklaştı bana, “Özel görüşebilir miyiz?” dedi. Bir odaya çekildik ve
başladı kız konuşmaya. Çarfşaflı bir kız. Hukuk okuyormuş. Yaptığım konuşmadan
dolayı beni biraz övdükten, koltuklarımı kabarttıktan sonra, ‘Hocam ben bu dine
inanmıyorum biliyormusun’ dedi. Bir an şoke oldum; ‘Peki bu çarşaf nedir’
dedim. ‘Bu çarşafı giymesem babam bana para vermez ‘ dedi.
Tabi bu şok edici
ifadelerden sonra anlaştık o kızla. Bu dine inamıyorum derken, mevcut
piyasadaki dine demek istemiş. Uydurma hadislerle kendisini aşağılayan dinden
bahsetmiş bana. Oldukça heyacanlıydı. Makineli tüfek gibi hiç ara vermeden
konuşuyordu. Birkaç tanesini okudu kabul etmediği o hadisleri:
-“İnsanın insana secde etmesi uygun olsaydı, kadının kocasına
secde etmesini emrederdim.”[3293-Tirmizî]
-"Nefsim kudret elinde olan Allah’a
(Zât-ı Zülcelâl'e) yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde
kadın davetine icabet edip yatağa gitmese, kocası ondan râzı oluncaya kadar
semada olan (melekler) ona beddua ederler." [Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu
Dâvud, Nikâh 41, (2141)]
-“Kocanın vücudu irin(yara) olsa, kadın da o yarayı diliyle
yalayarak temizlese yine de
kocasının hakkını ödeyemez. ” (Müsned, V 239)
Kız
haklıydı
Kız
haklıydı. Böyle bir dine gerçekten inanılmazdı. Hele Fransa’da hukuk okuyan
birisiysen hiç inanılmazdı. Kız da inanmamış zaten. Ben bu sıkıntıları fetva
heyetindekilere anlatabilseydim, Avrupa’daki Müslümanların geldikleri yer çok daha
farfklı olacaktı. Ama olmadı. Gücüm yetmedi…
Osman
Yumakoğulları değişimden yana olan bir genel başkan idi. Çalışmalarımda benim
önümü açan kişiydi o. Çoğu zaman benim için paratoner görevi yaptı. Bana ilk
defa kırmızı kart gösteren Osman Yumakoğulları’dır. Ancak Genel Merkez’e
geldiğimde anladım ki o, yan hakemlerin kurbanı olmuş.
Genel
başkanlar
Daha
sonra Ali Yüksel genel başkan oldu, keşke olmasaydı, onun döneminde Milli Görüş
gerileme dönemine girdi. Ondan sonra gelen Mehmet Erbakan Milli Görüş’ü
şahlandırmak istedi ama ona da dinozorlar mani oldu. Bir kulp taktılar ve genel
başkanlıktan uzaklaştırdılar. Yusuf lşık(vekâlet) döneminde hızla inişe
geçildi, Yavuz Çelik Karahan döneminde ise çöküş hızlandı. Yavuz iyi bir
icracıdır, verilen görevi yapar, bunun için gerekirse uyku bile uyumaz. Dur
durak dinlemez. Ancak üretken olmadığı için bir şey yapamaz, patinaj eder hep.
Genel başkanlık ona birkaç numara büyük geldi. Kurmayları Oğuz Üçüncü ve
Mustafa Yeneroğlu çalışkan insanlardı, Alman mentalitesini de iyi bilen
gençlerdi, teşkilatı bir yerlere getirebilirlerdi ama lokomotifsiz tren
yerinden bile kıpırdayamıyor. Vagonları ne kadar yeni ve modern olursa olsun…
Kemal Ergün döneminde ise Milli Görüş yerlerde sürünüyor. Sanki teşkilata Ezher
damgası vurulmaya çalışılıyor gibi…
Genel
Kurul Konuşmaları
Osman
Yumakoğulları ile komşu olduğumuz için zaman zaman sohbet imkânları buluyorduk.
Genel kurul yaklaştıkça telaşlanıyordu Yumakoğulları, Avrupa’nın herbir
yanından gelen insanlara mesaj vermek istiyordu. Abdullah Yüksel (Yüksel Haşal)
“hocam bu genel Kurul’da konuşmanı biz hazırlayalım müsaade edersen” dedi bir
akşam sohbet arasında. Memnuniyetle kabul etti. Tabii ki konuşmayı hazırlayacak
olan bendim. Gençlerden bir ekip kurdum. Üniversitede okuyan gençlerdi bunlar.
Metin ilhan, Sami Alphan ve Muhittin….-Muhittin’in Türkiye’de bir üniversitede
hoca olduğunu duydum- önce geçen genel kurullarda neler konuşulmuş onları gözden
geçirdik. Baktık ki, felaket, hem de ne felaket. Hayıflandım ve dedim ki
gençlere, ”yazık, Adama neler söyletmişler.” Camide vaaz eden üçüncü sınıf bir hocanın
konuşması gibi. Genel başkan, genel kurullarda o kalabalıklara maalesef hikâye
anlatmış.
Kolları
sıvadık gençlerle. Metin İlhan bilgisayarın başındaydı. Allah selamet versin
geleceğe damgalarını vurabilecek kapasitede gençlerdi bunlar. Bu vesileyle
hepsine bir daha teşekkür ediyorum bu yazım aracılığıyla. Önce bir plan
hazırladık, bu plan dâhilinde hangi mesajlar verilecekse sırasıyla önce
araştırdık, tespitlerde bulunduk, hedef kitleyi analiz etmeye çalıştık ve sonra
da başladık yazmaya.
Divan
başkanıyım
İlk
konuşmayı Antwerpen’de/ Belçika’da yapılacak olan Genel Kurul için hazırladık. Orada
ben aynı zamanda divan başkanıydım. Misafir konuşmacılara divan olarak 3 er
dakika konuşma süresi verdik. Bütün misafirler bu süreye dikkat ederek
konuşmalarını yaptılar. Sıra Şeyh Kıbrısi’ye geldi. Aynı süreyi ona da verdik. Ancak
o konuşmasını uzattı. Uyardım, uyarıma riayet etmedi. İkinci uyarımdan sonra
Erbakan Hocam’dan bana bir pusula geldi, ‘Şeyh Kıbrısî’ye müdahale etme’
yazıyordu pusulada. Ben de Erbakan Hocam’a cevaben bir pusula yazdım; ‘Sayın
Hocam, çok kıymetli misafirlerimiz var, her birisi ötekinden kıymetlidir,
Kıbrisi’nin onlardan farkı olmasa gerektir. Sonra bir de zaman sıkıntımız
vardır. Dolayısıyla bu emrinizi yerine getiremeyeceğim, saygılarımızla/ Divan’.
Ben
pusulayı yazdım ama aynı zamanda da heyacanlanmaya başladım. Hocadan azar yemek
de vardı. Divandaki arkadaşlarım başta Eyüp Fatsa olmak üzere beni ikaz da
etmişlerdi. ‘Hoca’ya böyle yazı mı yazılır?’ diye. Ben izlemeye başladım
pusulanın sonucunu ve hocaya bakıyordum pür dikkat.
Hoca
pusulayı okudu, bana baktı ve başıyla onayladı beni. Ve ben hemen Şeyh Kıbrisi’ye
son uyarımı yaptım, Hocamdan aldığım cesaretle biraz sert bir uyarı oldu ama
sonuç alıcı bir uyarıydı.
Osman
Yumakoğulları’nın sonradan bana anlattığına göre, Erbakan Hoca ilk defa konuşmasından
dolayı kendisini tebrik etmiş. O gün otelde o da bana teşekkür etti, çok sıcak
bir teşekkürdü; “Rüştü Hocam, benim siyasi kariyerimi kurtardın, teşekkür ederim”
dedi ve o bildik babacan tavrıyla sarıldı, kucakladı beni. Tabiatıyla bizler de
mutlu olduk.
İkinci
Genel Kurul konuşmasını yine aynı ekip hazırladı. Frankfurt’ta yapılmıştı genel
kurul. Bir ara yanıma Gazeteci Ruşen Çakır yaklaştı ve sordu; “Fethullah
Gülen’in Avrapa yapılanması hakkında ne dersin?” dedi. Alâkasız gibi geldi bu
soru bana o gün, garipsemiştim o soruyu. Demek ki, Türkiye’de bilinen bir
yapılanma vardı ve onun Avrupa’da uzantısı var mı diye araştırlıyordu. Erbakan
Hoca özel sohbetlerinde onların dış bağlantıları hakkında konuşmalar yapardı, bilgiler
verirdi bizlere, oradan bilirdik biz onların kimlere hizmet ettiğini. Ancak
Ruşen Çakır’ın bilgi toplamasına mana verememiştim. 2015 yılında yapılan darbe
girişimiyle tamamen öğrendik kimlere hizmet ettiklerini… Ancak 22 sene sonra.
11.
Genel Kurul’da yapılan konuşmanın içeriğine bakarak, 22 sene önce yaptığımız
tespitler bugün gelinen noktadan bakıldığında ne kadar isabetliymiş ona siz
karar verin. Burada Antwerpen konuşmasını yayınlamak isterdim ama bulamadım, Osman
Yumakoğulları’nın Frankfurt konuşması şöyleydi:
Devam
edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder