-Bergama, Akhisar, Salihli, Alaşehir-
“Bergama’daki,
Zeus Sunağı’nı çalarak Berlin’e götüren kişi Carl Human isimli bir Alman
mühendistir. Carl Human, 1865 yılında Bergama karayolunun yapımı için
Anadolu’ya gelen Alman bir mühendistir.”
Rüştü Kam
Pergamon (Bergamos,
Bergama)
Bergama şirin bir kasaba. Aslında tarih kokan şirin
bir kasaba demek daha doğru olacak. Nüfusu 100.000 (2017) civarında. Otobüsle Pergamon
Sunağı’nın eteğine kadar ulaşabildik. Sonrasında yaya olarak tırmanışa geçtik. Pergamon
ovaya hâkim bir tepeye (Akropol Tepesi) kurulmuş. Kale ve sunak da bu tepeye
inşa edilmiş. Paulus’un mektup gönderdiği üçüncü kilise de bu tepeye yapılmış.
“Antikçağın 200.000 nüfuslu bir şehri Pergamon. O
çağın yaklaşık 200.000 tomarlık Kütüphanesi’ne sahip bir ilim merkezi. Aynı
zamanda sağlık merkezi. Parşömen de burada icat edilmiş.
Antik Pergamon ile
yeni Bergama’yı kıyaslamak mümkün değildir. Yeni Bergama köy gibi kalır.
Kale bölgesinde, M.Ö.
II. ve III. yüzyılda hüküm süren, Attalos krallarının sarayı ve silah depoları burada
bulunuyormuş. Ayrıca II. Eumenes'in (M.Ö. 197-159) hükümdarlığının başlarında
inşa edilen ünlü Pergamon Kütüphanesi de burada inşa edilmiş. Pergamon Kütüphanesi
ile, M.Ö. 295 yılında kurulan ünlü İskenderiye Kütüphanesi arasında büyük bir
rekabet varmış. Mısır'ı yöneten Helen kralları papirüs ihracatını yasaklayınca,
Pergamonlular, koyun, keçi ve diğer hayvanların derilerini ince tabakalar
haline getirip kirece batırarak kendi kağıtlarını (Parşömen) icat etmişler. Parşömen: Üzerine yazı
yazmak ve resim yapmak için özel olarak hazırlanmış hayvan derisidir.
Tepenin yamacına
oyularak yapılan Bergama tiyatrosu II. Eumenes'in (M.Ö. 197-159) hükümdarlığı
sırasında inşa edilmiş. 10.000 izleyici alabiliyor. Antik dünyanın en dik amfi
tiyatrosudur.”
Rehber Serdar bu
bilgileri verdikten sonra Bergama’yı ziyaretimize sebep olan sunağın hikayesine
getirdi sözü: “Zeus Sunağı II.
Eumenes tarafından yaptırıldı (M.Ö. 230). 36 x 34 metrelik yapı, savaşan
devleri ve tanrıları resmeden 120 m uzunluğunda ve 2.3 m yüksekliğinde bir
frize/ duvar süsüne sahipti. Zeus Sunağı, Pergamonluların
Galatlara karşı kazandıkları büyük zaferin anısına, tanrılar tanrısı Zeus adına
yapılmış Helenistik dönemin en görkemli yapıtlarındandır. Zeus Sunağı bugün Berlin'de sergilenmektedir.
Bergama kralları aynı zamanda Tanrı oldukları
için halk onlara tapardı. Bu anlayış Roma döneminde de aynen devam etti. Bundan
dolayı, burada yaşayan Hıristiyanlar büyük baskılar altındaydılar. Hatta Antipas adında genç bir inançlı, etrafında toplanan genç
Hristiyanlarla birlikte imparatora tapmadıkları için şehit edilmişlerdi. St.
John mektubunda, Pergamon’lu Hıristiyanları, kendilerine acımasızca yapılan bu
baskılara boyun eğmeyip inanmayı bırakmadıkları için över.
İnananların içinde baskılara dayanamayıp dirençleri kırılanlar da vardı.
Onlar ilahlara kurban edilen etlerden yiyorlar ve pagan zevkleri ve cinsel
serbestliği teşvik eden Nikolas’ın sapkın görüşlerine tabi oluyorlardı.
İşte bu bağlamda Vahiy yazarı mektubunda, Pergamon kilisesine seslenmiş
imanında devamlı olanları takdir etmiş, imanlarından taviz verenleri ise
uyarmıştır:
“Bergama’daki
topluluğun meleğine yaz. İki ağızlı keskin kılıca sahip olan şöyle diyor:
`Nerede yaşadığını biliyorum; Şeytan’ın tahtı oradadır. Yine de adıma bağlı
kalıyorsun. Aranızda, Şeytan’ın yaşadığı yerde öldürülen sadık tanığım
Antipa’nın günlerinde bile bana iman ettiğini inkâr etmedin. Ne var ki, sana
karşı birkaç sitemim var. Aranızda Balam’ın öğretisine bağlı kalanlar var.
Putlara sunulan kurbanların etini yemeleri ve cinsel ahlaksızlıkta bulunmaları
için İsrail oğullarını ayartmayı Balak’a öğreten Balam’dı. Aynı
şekilde sizin aranızda da Nikolas yanlılarının öğretisine bağlı kalanlar var.
Onun için tövbe et! Yoksa senin yanına tez
gelir, ağzımdaki kılıçla onlara karşı savaşırım.
Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne dediğini
işitsin. Galip gelene, saklı man’dan vereceğim. Ayrıca, ona beyaz bir taş ve bu
taşın üzerinde yazılı olan yeni bir ad, Balam’dan başka kimsenin bilmediği bir
ad vereceğim.” (Vahiy 2:12-17)
Açıklama
2:12 Bergama yüksek kule ya
da mükemmel evlilik anlamına gelir. Bu mektup,
Rab’bi iki ağızlı keskin kılıca sahip olan olarak sunar.
İki ağızlı keskin kılıç, O’nun toplulukta kötülük yapanları yargılayacağı
(16.ayete bakın) Tanrı’nın sözüdür (İbr.4:12).
2:13 Bergama,
imparatora tapınan sapık bir tarikatın Asya’daki merkeziydi. Bu nedenle
buraya Şeytan’ın tahtı denir. İmanlılar topluluğu,
etrafının puta tapanlar tarafından çevrilmesine, hatta üyelerinden biri
olan Antipa’nın Rab İsa’ya tanıklığından dolayı şehit
edilmiş olmasına rağmen, Mesih’e sadık kalmıştı. O, imparatora tapınmayı
reddeden olarak bilinen ilk Asyalı’ydı.
2:14-15 Ne var ki Rab, imanlılar topluluğuna, yanlış
öğretiler yayan kişilerin toplulukta öğretmeye devam etmelerine izin verdikleri
için sitem etmek zorunda kalır. Balam’ın ve Nikolas’ın öğretisine bağlı kalanlar vardı. Balam’ın öğretisi putlara sunulan
kurbanların etini yemeyi ve fuhuş yapılmasını onaylıyordu.
Ücret karşılığı vaaz verme uygulamasına da gönderme yapmaktaydı (Say. 22-25 ve
31.bölümler).
Nikolas’ın öğretisi ise tanımlanmaz. Birçok Kutsal Kitap uzmanı, bunların lütuf altında
olanların putperestlik ve cinsel günah işleme konusunda serbest olduklarını
öğreten ahlâksızlar olduklarına inanır.
2:16 Gerçek
imanlılardan tövbe etmeleri beklenir. Tövbe ettikleri
takdirde, aralarındaki kötü öğretmenleri de atabileceklerdi. Yoksa Rab bu kötü
kişilere karşı savaşacaktı.
2:17 Söz
dinleyen kutsallar, Ruh’un kiliselere ne dediğini işitmelidir. Galip gelene, saklı man ve beyaz bir taş verilecektir.
Bergama’daki galip gelen, yerel kilisedeki yanlış öğretiye göz yummayı reddeden
bir Tanrı çocuğu olabilir. Ancak saklı man ve beyaz taş nedir?
Man, Mesih’in
kendisini simgeliyor olabilir. Putlara sunulan yiyeceğe karşı göksel yiyecekten
söz ediliyor olması da olasıdır (14.ayet). Saklı man, “O’nunla
tatlı ve gizli bir birliktelik” olabilir. Beyaz taş birkaç
şekilde açıklanmıştır. Kanıtlanan suçsuzluğun bir işaretiydi. Atletizm
yarışmasındaki zaferin bir simgesiydi. Ev sahibinin konuğunu karşılarken
gösterdiği bir jestti. Ama bunun, Rab tarafından ifade edilen bireysel bir
takdir olduğu bellidir. Alford, yeni adın Tanrı
tarafından kabul edilmeyi ve yüceliğe giden unvanı belirttiğini söyler.
Bu, kilisenin devlete tamamen bağlı olduğu
Konstantin’den hemen sonraki dönemi temsil eder. Bu tarihlerde binlerce kişi
ismen Hıristiyan oldu ve kilise, putperest uygulamalara göz yumdu.
Mektupta, sadık kalan Hristiyanlara dünyanın sunduğu geçici zevklerle
değil kalıcı ve doyurucu olan Tanrı Kelamı’yla doyurulacakları vaadi veriliyor.
Zeus Sunağı’nın beş basamaklı temelleri bugün
halen Bergama Akropolü’ndeki yerinde durmaktadır. Bu muhteşem yapının
içerisindeki sunak masasına tam 20 basamaktan oluşan bir yükseltiyle
çıkılıyordu. Sunağı her yanıyla sarmalayan kabartmaların toplam uzunluğu 120
metredir ve toplam sayısı 118’dir. Tüm bu kabartmalar ve eşsiz süslemeler,
Menekrates, Dioyades, Orestes gibi ustalar tarafından yapılmıştır.
Zeus Sunağı, Carl Human isimli bir Alman
mühendis tarafından çalınarak Berlin’e götürülmüştür (1878). Carl Human, 1865
yılında Bergama karayolunun yapımı için Anadolu’ya gelen bir mühendistir. Bu
tarihlerde; dönemin Avrupa ülkeleri tüm dünyada büyük bir arkeoloji soygunu
yarışındadır (1833-1914). Dünyanın dört bir yanına yollayıp finanse ettikleri
maceraperest ve arkeoloji tutkunu gezginleri bu amaç için kullanıyorlardı. Ve
tabii ki Carl Human da bu soygunculardan biridir. Human, görev yaptığı süre
boyunca enerjisini ve dikkatini Zeus Sunağı’na adamıştı.
Bergama’da eski ve göze batmayan küçük bir ev
kiraladı. Ardından durumu Prusya Müzeler Müdürü Alexander Conze’ye bildirdi.
Human, Conze’nin önerisiyle 1871 yılında kalıntıların olduğu alanda gizli gizli
kazılar yapmaya başladı ve yaptığı kaçak kazılar sonucu ne bulduysa bunları
gizliden gizliye Almanya’ya yollamayı başardı.
Halka, yol yapımı için sürekli taş
ihtiyacının olduğunu söyleyen Human, oluşturduğu kalabalık ekip sayesinde gece-gündüz
çalışarak katırlar ve develer ile sandıklanan her tapınak parçasını Çandarlı Körfezi’ndeki
Alman gemilerine taşımayı başardı. Fakat bu devasa sunağın taşınma işlemi o
kadar zorluydu ki; taşıma işleminde kullanılan katırların ve öküzlerin çektiği
kağnıların tekerlekleri, üzerinden geçtikleri köprüyü sonradan kullanılamaz
hale getirmişti.
Sunak Almanya’ya taşındıktan sonra bölgede
bir kazı yapmak amacıyla Alman hükümeti Osmanlı devletinden formaliteye dayalı
bir kazı izni aldı. Oysa kaçak kazılar sonrası sunak çoktan Almanya’ya
taşınmıştı bile. Günümüzde Zeus Sunağı’nı topraklarımızdan çalan Almanlarla
giriştiğimiz hiçbir hukuk mücadelesi devam ediyor. Aynı şekilde Anadolu
topraklarından sayısız tarihi eser çalan İngiltere ile de hukuk mücadelesi devam
ediyor.”
Pergamon
Antik Kenti’ni ve Berlin’deki Pergamon Müzesi’ni görmüş Türkiyeliler olarak
kalbimiz parçalandı. Temelleri halen Bergama’da, aslı ise Berlin Pergamon
Müzesi’nde bulunan ünlü Zeus Sunağı, ait olduğu topraklardan gerçek anlamda
kesilip, kopartılıp, çalınmıştır. Gasp edilmiştir.
10 dakikalık fotoğraflama süresinden sonra Bergama
şehrine indik. Raşit Ürper bizi bekliyordu şehir meydanında. Hoş-beşten sonra şehrin
eski belediye başkanı olarak Bergama ile ilgili bilgiler verdi bize: “Bu önünde
durduğumuz tren istasyonunu
andıran esrarengiz bina, Bergama'nın merkezinde Viktorya döneminden kalmadır. Kızıl Avlu olarak
adlandırılan bu yapı aslında Mısır tanrısı Serapis için kırmızı tuğlalardan
inşa edilmiş bir tapınaktır (bazilika). II. yüzyılın başlarına ait olan tapınak
farklı renklerdeki mermerlerle kaplanmıştır. Serapis Tapınağı antik çağdan
kalma en büyük yapıdır. Tapınağın altından Selinos Çayı (Bergama Çayı)
geçmektedir. Selinos Çayı’nın geçtiği
tüneller üzerine inşa edilen evler için halk, “ne yerde ne gökte” tabirini kullanır. Çay, Kızıl Avlu diye
bilinen Bazilika’ya yakın bir yerde bu iki antik tünele girip kaybolur. Tünellerin
son bulduğu yerden bakınca gerçekten evler ne yerde ne de gökte gibi görünür.
Halkın bu evler için ne yerde ne gökte demesi bundandır.”
Hemen sonra yemeğe geçtik, Bergama’ya özel
yemeklerin hazırlandığı bir restorandayız. Neler yiyeceğimiz önceden söylenmiş
başkan Ürper tarafından. Çorbayı çoğumuz atladı. Bergama Çığırtması ile
başladık yemeye. Çığırtma Bergama'nın en tanınmış yemeklerindenmiş. Özellikle
yaz sofralarının baş ucu yemeğiymiş. Bergama mutfağının vazgeçilmezi olan
patlıcan yemeği, adını, zeytinyağında patlıcanların çığırta çığırta
kızartılmasından alırmış. Çığırtma, domatesle ya da yoğurtla birlikte
kahvaltılar dahil olmak üzere her öğün severek tüketilirmiş. Biz de çığırta
çığırta yedik çığırtmayı. Lezzetliydi. Yanında ekşi mayalı köy ekmeği de vardı.
Arkasından Bergama köftesi geldi. Köftenin
özelliği; sarmısaksız, baharatsız ve ekmeksiz olmasıymış. Sadece kıyma ve un
ile yoğrulurmuş, odun ateşinde pişirilirmiş. Yanında da zeytinyağlı piyaz var.
Ege mutfağı deyince akla hemen onun adı gelir; zeytinyağı, zeytinyağı…
Doymasına doyduk hem de tıka-basa doyduk. “Ancak
Bergama’nın Çam Fıstığı tatlısını yemeden olmaz” dedi başkan Ürper. Başkanımı
kırmak olmazdı.
Fıstıklar Kozak Yaylası'ndan geliyormuş ve yörenin
önemli geçim kaynaklarındanmış. İlk defa yiyeceğimiz bir tatlı; çam fıstığı
tatlısı. Pahalı bir tatlıymış. Oldukça da lezzetli. Raşit Ürper’in bu
ziyafetinin tadı gerçekten damağımızda kaldı. Yemekte İlçe Milli Eğitim Müdürü
Mehmet Kiraz da vardı.
Teşekkür faslından sonra Rehberimiz 1 saatlik
serbest zaman verdi. Herkes bir tarafa dağıldı. Başkan Raşit Ürper bizleri
Bergama’nın esnafıyla tanıştırmak istedi. Kabul ettik. Daldık çarşının içine. Bergama’nın
mahalleleri nostalji severler için bir rüya şehir; her yer dizi seti gibi. Tabelaların tasarımından, eski usul
kahvehane sandalyelerine, kapı önünde oturan mahalleliye, dükkanının önüne
“Kunduracı Ahmet” gibi ismini yazan esnafına, kefeli terazi kullanan
bakkalından, pedallı dikiş makinası kullanan terzisine, birçok şey bozulmadan
ve estetik duygusunu koruyarak, çocukluğumuzdaki gibi yaşamaya devam ediyor. Ne güzel.
Ayak üstü tanışma yetmiyor Anadolu insanına.
Çay kahve ikram etmek istiyorlar. Zamanımızın az olduğundan bahisle bir daha
gelirsek telafi etmek üzere ayrılıyoruz çoğu esnaftan. Bir yer var ki oradan
ayrılamadık. Küçük bir kahve. Bergama’nın ileri gelenleri otururmuş orada. Bu
sefer mazeret beyanımız işe yaramadı. Çay üzerine çay ve derin denilebilecek
konularda sohbet. Konuların birini bırakıp öbürüne geçiyoruz. Kısa zamanda çok
şey dinledik ve çok şey anlattık. Konudan konuya atladık. Ve sonunda istemeye
istemeye vedalaştık Bergama esnafıyla. Başkanım bizleri uğurlamak için arabaya
kadar geldi.
Bergama’nın antik çağdaki ihtişamına ulaşması
için yapılması gereken çok iş var. İşin bir ucundan tutularak herkes üzerine
düşeni yapmalıdır. Bunun için de birileri irade beyanında bulunmalı ve besmele
çekilmelidir dedik ve ayrıldık güzel Bergama’dan ve Raşit Ürper’den. Elveda Başkanım,
elveda Bergama.
Hedef Akhisar. St.Paulus’un IV. Mektubu oraya
gönderilmiş. Akhisar’a varıncaya kadar Bergama konuşuldu otobüste. Yapılanlara
kızanlar, öfkelenenler oldu. Bilhassa Bergama Sunağı’nın Berlin’e götürülmesi
kabul edilemezdi.
Ve kaptan Sezgin’den “Kırmızı buğday türküsü.”
Hikayesi şöyle: Yunan
işgali sırasında, Bergama'nın Bölcek-Sarıcalar köyleri arasında yaşanan bir
çatışmadan sonra, Kuvayı Milliye saflarında dövüşen Arap Ali Osman Efe adına
yakılmış. Kırmızı Buğday türküsüne ilham veren olayın yaşandığı
yer Bergama’ymış. Türkünün sözlerini yakanlar Bergamalı kadınlarmış; bestesini
yapan kişi ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ayasköy'de müezzin olan bir din
görevlisiymiş:
‘Kırmızı buğday ayrılmıyor secinden,
Mevlâm versin güzellerin gencinden.
Kim ayrılmış ben ayrılam eşimden.
Yörü dilber salma saçın sürünsün,
Açıver cepkeni elmas gerdan görünsün.
Yol üstüne kura koymuş leğeni
Ben istemem mavi şalvar giyeni.
Ben isterim setre pantol giyeni.
Yörü dilber salma saçın sürünsün,
Açıver cepkeni elmas gerdan görünsün’…
Kaptan Sezgin, gezdiğimiz şehirden ayrılınca
veya o şehre girmeden önce mutlaka o yöre ile ilgili bir türkü hazırlıyor.
Yolculuk sırasında da o seçtiği türküyü otobüsün içine vererek şehrin ve o
yörenin hafızalarda yer etmesini sağlıyor. Sağ olasın Sezgin Kaptan. Ve geldik
Akhisar’a.
Thyateira/Akhisar
“Akhisar Manisa’nın şirin
bir ilçesi. Yeşili bol. Geçmişi parlak. IV. Kilise burada yapılmış. Akhisar antik çağda ürettiği mor kumaşlarla ünlü bir kenttir. Akhisar şehri Lidyalılar tarafından kurulmuş, sonrasında sırasıyla
Makedonlar, Galatyalılar ve Bergama kralları tarafından ele geçirilmiştir.
Kökboyasından elde edilen mor boya Akhisar'da 19. yüzyılın sonlarına kadar
kullanılmaya devam etmiştir. Bölgedeki diğer bir önemli iş kolu parlak tunç
üretimidir. Parlak tunç, arıtılmış tunç veya bakır ile çinko alaşımından oluşan
bir madendir.
O zamanlar, Akhisar’da ticaret yapmak isteyen
esnafın mutlaka bir loncaya üye olmaları gerekiyordu. Lonca toplantılarında
fuhşiyat ve her türlü ahlaksızlık serbest idi. Kendisini peygamber olarak
tanıtan İzabel adındaki kadın bu partileri organize ediyordu. Pagan İzabel,
fuhşu kiliseye sokmak istiyor ve putlar adına kesilen hayvanların etini de inananlara
zorla yedirmeye çalışıyordu. Lonca üyesi olan inançlılar bunları yapmazlarsa
üyelikleri sonlandırılıyordu. “Ya meslek grubunun özel
putperest ibadetlerine ve eğlencelerine uyarsın ya da çevresiz kalırsın.”
(Vahiy 2:20)
Bugün (2017) orada kilisenin sadece yeri belli. Birkaç
da temelini belli eden temel taşı var. Etrafı çevrilmiş. Kapıda bekçi kulübesi
var. Kulübede kimseler görünmüyor. İçeriye girip resim çekmemiz gerekiyor. Bu
kadar yol geldik resim çekmeden olmazdı. Ben çitin üzerinden atlamaya çalıştım
ve de başardım. Birkaç adım atar atmaz, bir ses; “dur” ve “dön geriye”! dedi. Döndüm,
seslenen, resmi kıyafetli bir kişi, bekçi olduğu belli. “Yasak kardeşim
giremezsin buraya, çık dışarı!” Bekçi
kardeş, maksadımız yasağı delmek değil. ‘Berlin’den geliyoruz ve 7 kiliselerin
izini sürüyoruz. Buraya kadar gelmişken fotoğraf çekmeden gitmek olmaz’, dedim.
Durumumuzu detaylı bir şekilde anlatmaya çalıştım. Bu arada çitin dışındaki yol
arkadaşlarım da söze katıldılar. Yoldan geçen halk da olup bitenleri merakla
izlemeye başladı. Sokak tiyatrosu gibi. Neden sonra, iyi niyetimizi anlayan
bekçi yumuşadı, telefonla araması gereken yerleri aradı. Sadece fotoğraf çekmek
için izin verildi. Böylece IV. Kilisenin temellerinin fotoğrafı da çekilmiş oldu.
Kilisenin bulunduğu yer koruma altına alındığına göre ilerde kilise aslına
uygun olarak yapılacaktır diye düşündük.
Akhisar’daki Kiliseye yazılan mektupta şu ifadeler
kullanılmış: “Thyateira'daki kilisenin meleğine yaz.
Gözleri alev alev yanan ateşe, ayakları parlak tunca benzeyen Tanrı'nın Oğlu
İsa, şöyle buyuruyor: Yaptıklarını, sevgini, imanını, hizmetini, sabrını
biliyorum. Son yaptıklarının ilk yaptıkların aştığını da biliyorum. Ne var
ki, bir konuda sana karşıyım: Kendini peygamber diye tanıtan İzabel adındaki
kadını hoşgörüyle karşılıyorsun. Bu kadın öğretisiyle kullarımı saptırıp fuhuş
yapmaya, putlara sunulan kurbanların etini yemeye yöneltiyor. Tövbe etmesi
için ona bir süre tanıdım, ama fuhuş yaptırmaktan tövbe etmek istemiyor.
Bak, onu
yatağa düşüreceğim; onun yaptıklarından tövbe etmezlerse, onunla zina edenleri
de büyük sıkıntıların içine atacağım. Onun çocuklarını salgın hastalıklarla
öldüreceğim. O zaman bütün kiliseler, gönülleri ve yürekleri denetleyenin ben
olduğumu bilecekler. Her birinize yaptıklarınızın karşılığını vereceğim.
Ama size,
yani Thyateira'da bulunan öbürlerine, bu öğretiyi benimsememiş, Şeytan'ın sözde derin
sırlarını öğrenmemiş olanların hepsine şunu söylüyorum: Ben gelinceye dek sizde
olana sımsıkı sarılın. Üzerinize bundan başka bir yük koymuyorum.
Ben
Babam'dan aldığım yetkiyle, galip gelene, yaptığı işleri sonuna dek sürdürene olağanüstü yetkiler
vereceğim. Demir çomakla onları güdecek ve çömlek gibi kırıp
parçalayacaktır.
Kulağı olan, Ruh'un kiliselere ne dediğini işitsin. “ (Vahiy 2:18-29)
Akhisar’daki Hıristiyanlardan bazıları, peygamber olduğunu iddia eden İzabel
adındaki kadına karşı koyamadılar. St.John mektubunda bu kadını izleyenlerin
cezalandırılacağını söylüyor ve onlara İsa Mesih’in dönüşünü beklemelerini
tavsiye ediyor. Ve Salihli.
Sardes /Sart, Salihli
Sardes Antik Kenti, M.Ö. 1400
senesinde kurulmuştur. Sardes, Lidya Krallığı'nın başkentidir. Sart’ta kazılar sırasında Lidya ve
Arami dillerinde yazılmış bir yazıt bulunmuştur. M.Ö. IV. yüzyıla ait bu
yazıtta, 'Sefarad' ismine rastlanmıştır. İberya ve Kuzey Afrika kökenli olan
Sefarad Yahudileri'nin ismi buradan gelmektedir.
Şehrin ortasından Paktolos
çayı akar. Bu nehir kente yalnızca su değil, altın da taşımıştır. Bugün bilinen
madeni para yani sikkenin doğum yeri Sardes’tir. M.Ö. VI. yüzyılda kral Kroesus şehrin ortasından
akan Paktolos çayında altının var olduğunu keşfeder. Çıkarılan bu altın tozları altın işleme evlerinde işlenirdi. Paktolos nehrinin taşıdığı altın, Lidya’yı, yüzyıllık
bir zaman diliminde Anadolu’nun en güçlü devleti haline getirdi. Şehir, kent
planlaması konusunda kusursuzdu. Şehir, Mezopotamya dışındaki en büyük savunma
duvarı ile çevrelenmişti. Lidya şehrinin dükkanları, kütüphanesi, sütunlu
caddesi, Sinagog’u, Gymnasium’u, Hamam’ı, Artemis tapınağı ve altın arıtma
evleri günümüze kadar gelmiştir.
Sardes antik kentine
gelindiğinde ilk dikkati çeken, görkemli yapı Gymnasium’dur. Arkasında hamam ve
termal havuz mevcuttur. Hemen Gymnasium’un güneyinde Roma imparatorluk
döneminden kalan Sinagog vardır. Sütunlu bir giriş avlusu ile bir ana mekândan
oluşan Sinagog, yaklaşık bin kişilik kapasiteye sahiptir. Ana kapıdan giriş
yaptığınızda yer mozaikleri, çeşme ve çeşme etrafındaki sütunları görürüz. Ön
avlunun ortasında bulunan orijinal mermerden yapılmış vazo görünümlü yapı,
cemaatin ayin öncesi ellerini yıkadıkları bir tür çeşme olarak kullanılmış.
Ayrıca Sardes antik kentindeki Artemis tapınağı dünyanın en büyük ve en iyi
korunan tapınaklarından birisidir. Tapınağın iki sütunu hiç zarar görmeden
günümüze kadar gelmiştir.
İncil’in vahiy bölümünde,
Hristiyanlığın batıya yayılmasında önemli bir yer teşkil eden Batı Anadolu’daki
7 kiliseden beşincisi burada, Sardes’tedir.
Tapınağın bitişiğinde yer alan moloz taştan
ve tuğladan yapılmış olan kilise, Artemis Tapınağı’nın terk edilmesinden sonra IV.
yüzyılda inşa edilerek, 600’lü yılların başına kadar Hristiyan ibadethanesi
olarak kullanılmıştır. Ancak, şehrin zenginliği,
debdebesi, altının sıcak yüzü Hristiyanları da sarhoş etmiş ve gündelik
hayatlarında Tanrı’yı aramaz hale gelmişlerdir. Bundan dolayıdır ki; Sardes’e
gönderilen mektupta Hristiyanlar için uyarılar vardır: “Tanrı’nın yedi
ruhuna ve yedi yıldıza sahip olan buyuruyor; senin yaptıklarını biliyorum.
Yaşayan topluluk olarak isim yapmışsın, ama ölüsün. Uyan! Geriye kalan ve ölmek
üzere olan şeyleri güçlendir. Çünkü Tanrı’nın önünde senin işlerinin
tamamlanmamış olduğunu gördüm. Bu nedenle neler aldığını, neler işittiğini
hatırla. Bunları yerine getir, tövbe et, uyar! Eğer uyanmazsan ve uyarmazsan,
ben hırsız gibi geleceğim. Sana hangi saatte geleceğimi sen bilemeyeceksin. Ama
Sardes’te, aranızda giysilerini lekelememiş olan birkaç kişi var ki, onlar
beyazlar içinde benimle birlikte yürüyecekler. Babamın ve O’nun meleklerinin
önünde o kişinin adını açıkça anacağım. Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne
dediğini işitsin.” (Vahiy 3:1-3)
Sardes Kilisesi
mensupları, o kadar dünyevileşmişlerdir ki; St. John’un onlara gönderdiği mektupta
İsa onları “ölü” olarak nitelendirmektedir.
Velhasıl, Sardes’te keşfedilen altın,
Sardes’in başına bela olur. Kısa süre içinde bütün krallıklar tarafından
duyulur ve kem gözler Sardes’e çevrilir. M.Ö. 546
senesinde Sardes’in fethedilemez olarak ün yapan kalesi Persler tarafından
fethedilir. Sardes Persler’in eline
geçince, Sardes hazineleri bugünkü adıyla İran’a taşınır.
Sardes daha
sonra Büyük İskender
tarafından işgal edilir. Bu dönemde Sardes’in nüfusu 100.000’e
ulaşmıştır.
Sardes XIV. yüzyılda
Türklerin eline geçmiştir. 1910’dan 1914 yılları arasında Amerika burada
kazılar yapmıştır. Artemis Tapınağı dahil olmak üzere, bini aşkın Lidya
dönemine ait olan mezarı çalmıştır. Çalınan eserler bugün New York Metropolitan
Müzesi’ndedir.
Serdes’in tarihi kütüphanesi ve tarihte
bilinen ilk tiyatro kalıntıları gün yüzüne çıkarılmayı beklemektedir.
Philadelphia (Alaşehir- Manisa)
Filedelfiya M.Ö. 189 yılında kurulmuştur. Bizans'tan
Osmanlı'ya, pek çok kültüre ve Hıristiyanlığın yedi kilisesinden birine ev
sahipliği yapan şehirdir Filedelfiya. Alaşehir ismini Yıldırım Beyazid
koymuştur. Âlâ şehir.
Filedelfiya adı; şehrin
kurucusu olan Bergama Kralı II. Attalos Philedelphos’un “kardeş severlik”
olarak tanımlanan, Philedelphos adından gelir. Filedelfiya 'kardeş sevgisi' demektir. Adında dostluk geçen dünyadaki ilk kenttir Filedelfiya.
II. Attalos buraya
Makedonyalı Kogamastal göçmenlerini yerleştirmiştir. M.S. 17’de refah ve bolluk
içerisinde olan şehir, bir deprem felaketine uğramış, büyük hasar görmüştür.
Fakat Roma imparatoru Tiberius şehri yeniden inşa ettirmiştir.(M.S. 18-35).
Filedelfiya çeşitli
tapınakları ve ibadet yerleri ile bilinir. Şehir eski zamanlarda şarabı ile
meşhurdu ve burada şarap tanrısı Dionysos’a tapınılırdı.
Kuruluşundan bu yana Filedelfiya her zaman ticari, dini ve siyasi açıdan
önemini hiç kaybetmemiştir. Tarihi İpek Yolu üzerindedir. Filedelfiya'da, (Alaşehir),
uçsuz bucaksız üzüm bağları vardır. Tüm dünya pazarlarında, sofralarında ve
marketlerinde gerçek bir sultan olmayı bileğinin hakkıyla elde etmiş sultaniye
(Sultanin) üzümü Alaşehir’indir.
Ortalama 300
bin ton üzümün yetiştirildiği bu bereketli topraklarda, üzüme bağlı ciddi bir
endüstri ve iş alanı da oluşmuş bulunuyor.
Sultaniye
üzümünün yanısıra, Alaşehir Ekmeğini, Alaşehir Kapamasını da unutmamak gerekir.
M.S.
40 yıllarında Hristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Antik Filedelfiya Kenti'nin Hıristiyan geçmişinden geriye kalan
tek iz, sadece Bizans kilisesinin harabeleridir. St. John adına yapılan
kilisenin altı sütunundan üçü hâlâ ayaktadır.
Lidya ve
Frigya illerinin kültür merkezi olması düşüncesiyle kurulan şehir, bünyesinde
önemli bir Yahudi kolonisi de barındırmıştır.
Filedelfiya’daki imanlılar sayıca azlardı fakat imanları kuvvetliydi. Hristiyanlık
dinine kuvvetli bir imanla bağlı olmaları Paganların ve özellikle şehirde
yaşayan Yahudilerin dikkatinden kaçmamıştır. Kendilerine dinlerinden
vazgeçmeleri konusunda ikazların yapılmasına rağmen gösterilen direnç,
Yahudileri korkutmuştur. Sonrasında yapılan korkunç işkenceler, imanlıları yine
de dinlerinden vazgeçirememiştir. Filedelfiya Siesean
Kilisesi’ne gönderilen VI. Mektup şöyledir: “Bak,
Şeytan’ın havrasından olanları, Yahudi olmadıkları halde Yahudi olduklarını
ileri süren yalancıları öyle perişan edeceğim ki, gelip senin ayaklarına
kapanacak ve benim seni sevdiğimi anlayacaklar. Tez geliyorum! Tacını kimse
elinden almasın diye sahip olduğuna sımsıkı sarıl. Galip geleni Tanrı’mın
tapınağında bir sütun yapacağım.” (Vahiy 3:7-13)
Filedelfiya Hristiyanlarına gönderilen mektupta,
gösterdikleri bu dirençten dolayı insan gözüyle güçsüz görünen bu kilise
cemaatine hiç kimsenin kapatamayacağı açık bir kapı müjdesi veriliyor.
Sıkıntılı günlerinde sabır ve özveri sergilediklerinden ötürü takdir ediliyorlar.
Ve bu kilise halkına iki ödül vaat ediliyor: Gelecekte gerçekleşecek olan
denenme saatinden muaf olacaklar; yani İsa’nın ikinci
gelişiyle beraber gelecek olan sıkıntılı dönemi tecrübe etmeyecekler ve Tanrı
onları kendi tapınağında veya hizmetinde sarsılmaz bir sütun/direk yapacaktır.
Devam edecek