7 Mayıs 2020 Perşembe

ZEKÂT -Berlin’den yükselen çığlık-

Ha-ber.com internet sayfasındaki köşemde 2011 yılında zekât konusunu işlemişim. Aradan 9 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanlarda bir değişme, gelişme olmuş mu, ona birlikte bakalım. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar ne âlemde bir görelim. Sadece, davetlerde fotoğraf çektirmekle mi meşguller, yoksa bu üç sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymuşlar mı, bakalım:

Maddeye tamahkâr olmamak lazımdır

Ramazan ayının içindeyiz. Bu ay Kur’an’ın indiği aydır. Bu ay kendimizi, bizlere helal kılınan yiyeceklerden, içeceklerden ve de helalimizden tutmamız gereken aydır. Bu ay reddi kelam etmemiz gereken aydır. Bereketli bir aydır. Oruç ayıdır. Oruç, bizden önce gelenlere de farz kılınmıştır. Amaç arınmaktır. Kişinin kendisini eğitmesidir. Aç kalarak, susuz kalarak ve de cinsellikten uzaklaşarak, reddi kelam etmesidir. Buyruk böyledir. “ Ey imân edenler, oruç sizden öncekilere yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındığı gibi, size de yazılı bir kanun haline getirilerek farz kılındı. Umulur ki, Allah'a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınır, azaptan, sağlığınızın bozulmasından, hastalıklardan korunur, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarınıza ve özgürlüklerinize sahip çıkarak şahsiyetli davranır, dinî ve sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz. (2/183 Bakara Suresi, çeviri; Ahmet tekin)

Ayrıca, zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar da genellikle bu ayda verilir. Mali yükümlülükler de kişinin eğitimiyle ilgilidir. Mali yükümlülükler konusunda Müslüman bilinçli olmalıdır. Müslüman sadaka olarak sayılan bu yardımları nereye ve niçin verdiğinin şuurunda olmalıdır. Zekâtın nerelere verileceğini özellikle madde madde sayarak belirleyen Allah, miktarını belirlememiştir. Yerel otoriteler tarafından belirlenmesi öngörülmüş olmalıdır. Peygamberimiz tarafından belirlenen miktar %2.5 iken bugün bu miktar yukarıya doğru çekilmelidir. %5 olmalıdır %10 olmalıdır. Buyruk şöyledir:

Zekât malları ancak;
temel ihtiyaçlarını gideremeyen yoksulların, hiç çalışamayacak durumdaki hasta, yatalak, yaşlı, özürlü ve benzeri düşkünlerin,
Zekât toplamak ve dağıtmakla görevli memurların,
İslâm’a yeni giren veya girmesi umulan kişilerin, yani gönülleri İslâm’a ve Müslümanlara ısındırılması gereken kimselerin,
Başkalarının boyunduruğu altında ezilen işçi, hizmetçi, esir ve kölelerin,meşrû yöntem ve amaçlarla borçlanmış olup da, elinde olmayan sebeplerle sıkıntıya düştüğü için, acil paraya ihtiyacı olanların,
Allah yolunda çarpışan mücahitlerin, İslâm’ı anlamak, öğrenmek, öğretmek, duyurmak için yola çıkmış ama ihtiyaç içinde olanların,
Ve evinden yurdundan uzak düşmüş, memleketine dönemeyecek şekilde yolda kalmış kimselerin hakkıdır.
Bu düzenleme, bizzat Allah tarafından konulan ve hepinizin uyması gereken bir yasadır. Allah, her şeyi bilendir; sonsuz ilim ve hikmetiyle en mükemmel kanunları koyan bir hakîmdir.
O hâlde, gücünüz yettiğince bu yasaları uygulamalı, birtakım çıkar hesaplarıyla buna engel olmaya çalışan ikiyüzlüleri iyi tanımalısınız.” 9/60 Tevbe Suresi, çeviri; Mahmut kısa).

Ancak Müslümanlar bugün zekât verilecek yerleri tek maddeye indirmişlerdir. Birinci ve ikinci maddeyi birleştirerek yapmışlardır bunu. Diğer 6 madde sanki gizli bir el tarafından sansürlenmiştir.

Kur’an’ın detaylandırarak anlattığı zekât, mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına da çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Müslüman önce bulunduğu çevredeki insanlardan sorumludur. Buyruk şöyledir: “
Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.” (2/Bakara Suresi 215, çeviri; Muhammed Esed)

Dolayısıyla yardımlarınızı yaşadığımız yerin dışına çıkarmak için kapımıza gelenlere sakın itibar etmeyelim. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyelim.

Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî  otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. 

Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Onların kimliklerini korumak için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edelim.

Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel çalıştırıyorlar ve onların maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Bu yardımların ne kadarı yerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz.

Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bugüne kadar onlara verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türkiyeliler üzerinden yapalım.  4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızı esas alarak hesabımızı yapalım.  

Almanya’da tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor

Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor.  
Şimdi sonuca bakalım; Filistin’i ayağının üzerine kaldırabildik mi, kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtardık, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalktı, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözdü?
Yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke daha katılıyor…

Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini onlara Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bize. Yarın bir başkası çıkacak.

Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere o paralar gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor, mühimmat alınıyor. Silahları satan emperyalistler, alanlar ise genelde Müslüman ülkeler, gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsünler (!) diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. 

Filistin’e, yıllardan beri yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar. 

Perde arkasında dönen dolapları görmek lazım. Avrupa’da yaşayan bizlere ne Türkiye, ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor, ne de içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM de yardım gönderiyor oralara. Bizlere sahip çıkan yok. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı Allah önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz! O ateşin başında, acımasız/sert, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen, emrolunduklarını yerine getiren melekler vardır. ”(66/ 6 Tahrîm Suresi, çeviri; Bayraktar Bayraklı)
Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli bir nesil olarak yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki: ”Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştirin.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredâtının hazırlanmasında dahlimizin olabileceği bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Kültür merkezleri kurmalıyız.

Ölüm haktır, dünya fanidir

İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını vermiştir ALLAH elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir.

Berlin’de yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. 

Biz güzel olmak istemiyoruz, güzeli görmek istiyoruz. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O`nun yoludur. Gerisi angaryadır.

Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi

Afrika ülkelerini Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. 

Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek kısa yoldan Cennetin(!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…” diye tafralarından yanlarına yaklaşılmıyor. Çocuklarınızın durumu nasıldır diye sormaya gerek bile yoktur. Nasıl olduğu bellidir.

Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak 

Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar/putlar  olan Cehennem azabı (66/6 Tahrim Suresi, çeviri Mustafa Öztürk)” ndan korkan bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar vahimken, göz önündeyken,  bu vurdumduymazlık niyedir. 
Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün Almanya İçin Altarnatif (AFD) Partisi ve Sarrazin gibiler kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”(10/100 Yunus Suresi, çeviri; Yaşar Nuri Öztürk)

Pislik; 
-kaos demektir, 
-anarşi demektir, 
-aşağılanma demektir, 
-tepelenme demektir, 
-kölelik demektir, 
-açlık demektir, 
-sefalet demektir, 
-gözyaşı demektir, 
-kan demektir…

Halkı Müslüman olan ülkeler pislik içindedirler bugün? Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. 

Bu paralarla Almanya’da neler yapılabilirdi

1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu. 
2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi.  
3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. 
4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, 
5. Hastaneler yapılırdı. Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi 
6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. 
7. Ehl-i Kitab’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. 
8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. 
9. Çocuk yuvaları açılırdı. 
10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. 
11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almanca’ya çevrilirdi. Almanca’dan da Türkçe’ye. 
12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek kültür ve araştırma gezileri düzenlenirdi.
13. Türkçe dil kursları açılırdı, 
14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. 
15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da, yine bu fondan karşılarlardı. 
16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu, televizyon kanalları kurulurdu, radyo yayın merkezleri kurulurdu v.b. Böylelikle zekât ayetinden sansürlenen o 6 madde de işlerlik kazanırdı.

Sonuç:

1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 40 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcı’nın elinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakınından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir.  

2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Allah onlara yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle donattı. Onlar kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar/çıkamadılar. Devlet iyi yönetilmedi. Halk da kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan şey, kuraklık gibi doğal afetler değil. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep, uluslararası kapitalizmin ülkenin tarım sektörünü çöküntüye uğratmış olmasıdır. Allah elbette bu insanlara yardım etmemizi ister bizden. Ancak onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini öncelikle ister. 

3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100 Euro zekatımızın olduğundan hareket edelim. 100:8=12,50 eder. 
“1-Fakire   12,5+
 2-Miskine 12,5= 25 yapar.  Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. 

Ancak, kalan %75’den direk olarak fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır:

1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumların payıdır. 

2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerin, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 

3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır (zekât memurları). Zekâtı Müslümanlardan oluşan bir konseyin kurduğu kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de o kurum yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır.

4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların payıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin)

5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak için bir paydır. İçine her türlü faaliyet girer. (Fi sebilillah)

6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(9/Tevbe Suresi 60)

Ve bu payların yaşanılan yerin/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. 

Oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. 

Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek kendi evimiz yanar. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım.

Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afgan halkı, Suriye halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Bor’un pazarı geçmiştir. Eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir.

Unutmayalım;
bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
Yazımı Mustafa İslamoğlu’nun şu tespitiyle sonlandırmak isterim:
“Davası olanın, destekçisi Allah’tır.
Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur.
Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar
Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur.
Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir.
En etkili davet temsildir.
Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.
Gerçek davetçi, ‘Bize gel diyen değil, kendine gel diyendir.’”

Rüştü KAM





5 Mayıs 2020 Salı

ORUÇ VE KEFÂRET 2020

-Dinin belirli yasaklarının ihlâli durumunda yapılması istenen malî veya bedenî ibadet, İslâm Ansiklopedisi’nde böyle tarif ediliyor kefâret-
Rüştü KAM
Kefâret; sözlükte “örtmek, gizlemek, inkâr etmek” mânasındaki küfr kökünden gelen kefâret (keffâret) günah ve hataları örtücü, telâfi edici kurban, sadaka, oruç gibi davranışları ifade etmektedir. Kefâret kelimesinin Arapça’ya, “günahları telâfi etme, ortadan kaldırma” anlamına gelen İbrânîce kappârâ ve onun kökü olan kipperden geçtiği ileri sürülmektedir.
Kefâretin kaynağı konusunda dinler arasında farklılıklar vardır. Bazı dinlerde, Tanrı’nın yapılan yanlışı telâfi etmeye yönelik emri ve günaha düşenlerin vicdanı kefâretin kaynağı olarak görülmektedir.
Kefâretin kaynağını sadece toplumsal felâket ve hastalıklardan kurtulma arzusuna dayandıran inançlar da vardır. Bu anlayışın en belirgin örneklerine ilkel kabile inançlarında rastlanır. Aslında birçok dinde toplumun başına gelen felâket ve hastalıklar, insanların Tanrı’nın istemediği bir işi yapmak suretiyle O’nu öfkelendirmesinin sonucu olarak görülür. Bu öfkeyi toplumdan uzaklaştırmak, Tanrı ile yeniden barışmayı sağlamak ve O’nun nimetlerinden mahrum kalmamak maksadıyla çeşitli kefâret eylemleri yapılır. Bu eylemler yalvarma, takdimeler sunma, kurbanlar kesme ve günahları kurban olarak seçilen hayvanlara yükleme ritüelleri şeklinde icra edilmektedir.
Hinduizm, günahı dünyanın nizamına karşı işlenmiş bir suç diye gördüğü ve onu hastalık gibi sirayet edici maddî bir şey olarak algıladığı için kefârete oldukça fazla önem vermiştir.
Hinduizm’de dolunayla başlayarak bir ay süreyle oruç tutmak, bazı kutsal ırmaklarda yıkanmak, hac mekânlarını ziyaret etmek, fakirlere yardımda bulunmak gibi kefâret uygulamaları vardır.
Zerdüştîliğe göre günah işlememek günahın kefâretini ödemekten daha iyidir. Fakat kişi bir defa günah işlediyse yapacağı en iyi şey vakit geçirmeden kefâretini ödemektir. Samimi bir duyguyla yerine getirilen kefâret Ahura Mazda (Baş Tanrı) ile insan arasındaki ilişkiyi yeniden düzeltir. Kefâretin en pratik yollarından biri yatmadan önce kısa bir tövbe duası okumaktır. Diğer bir uygulamaya göre günahkâr kişi Dastur adını alan rahibin önünde günahlarından tövbe eder. Ayrıca çeşitli hayırlarda bulunmak da kefâretin gerekli şartlarındandır.
Japon halk dini Şintoizm’de kötülük, kirlilik olarak algılandığı için kötülüğün çaresinin de tövbede değil arınma ve temizlenme ritüellerinde olduğuna inanılmaktadır. Şintoizm’de kefâret maksadıyla yapılan âyinlerden biri de mâbeddeki sunağa tanrılar için takdimeler bırakmaktır.
Konfüçyüsçülük öğretisinde ise her günahın mutlaka karşılığının görüleceği belirtilmektedir. Bu sebeple günah işleyen kişi günahının karşılığını ödeyerek telâfide bulunmalıdır.
Yahudiliğin ilk dönemlerinde kefâret gününde başrahibin idaresinde çeşitli arınma âyinleri yapılmakta ve kurbanlar takdim edilmekteydi. Başrahip kendisi ve ruhban teşkilâtı için günah itirafında bulunarak kurban sunmakta, ardından toplumun günahlarına kefâret olacak âyinlere başlamakta, bu amaçla getirilen iki tekeden kura ile seçilen birini toplumun günahları için kurban ettikten sonra elini “günah keçisi” denilen diğer keçinin başına koyarak toplumun günahlarını ona yüklemekteydi. Daha sonra günah keçisini mâbedin kapısına çıkarıp görevlilere teslim etmekteydi. Böylece bu görevliler de günah keçisini çöle sürüp günahları toplumdan uzaklaştırmış olmaktaydı (Levililer, XVI).
Hıristiyanlık, kefâreti, sadece fert veya toplumun işlediği günahları affettirmeye yönelik bir davranış olarak değil aynı zamanda Hz. Âdem’den gelen “aslî günah”ın Hz. Îsâ tarafından ortadan kaldırılması olarak görmektedir (Matta, XXVI/26-28; Markos, VIII/31; X/33-34, 45).
Hıristiyanlığa göre insanlığın atası Âdem’in işlediği ilk günah ve onun cezası olan ölüm bütün nesillerine sirayet etmiştir (Romalılar’a Mektup, V/12, 19).
Doğrudan doğruya Tanrı’ya karşı işlenen böyle ağır bir günahı ancak Tanrı’nın kendisi giderebilirdi. Bu sebeple Tanrı biricik oğlu Îsâ’yı insan şeklinde yeryüzüne göndermiş, Îsâ insanlığın günahlarına kefâret, tek ve gerçek kurban olarak kendisini sunmak suretiyle insanlığı aslî günahın tahakkümünden kurtarmış, Tanrı ile insanlık arasında barışı tesis etmiştir.
Bu kurtuluş ve barış ortamına kavuşmak ancak Îsâ’ya iman ederek vaftiz olmakla mümkündür. Vaftizle kişi, Îsâ’nın kefâretiyle oluşan inâyete iştirak ederek bundan pay almakta, böylece aslî suçtan ve diğer günahlarından arınmaktadır (Telfer, s. 18).
İslâm’da kefâret, dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimsenin hem ceza hem de Allah’tan mağfiret dilemek maksadıyla yükümlü tutulduğu köle âzat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve giydirme gibi malî veya bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır. Kefâret, işlenen kusurlu davranış, hata ve günah dolayısıyla Allah’tan af ve mağfiret dileme mânasına geldiğinden geniş anlamıyla tövbenin bir türüdür. Kişiyi gönüllü olarak şahsen olgunlaştırmayı ve eğitmeyi, bu vesileyle ayrıca sosyal yapının da güçlendirilmesini hedef alır.
Kur’an’da kefâret kelimesi üç âyette dört defa geçmekte olup bunlardan kısastan söz eden âyette, yapılan bağışlamanın ya da malî fedakârlığın işlenen günah için kefâret olacağı bildirilir (el-Mâide 5/45).
Diğer âyetlerde bilerek yapılan yeminin (el-Mâide 5/89) ve ihramda iken avlanma yasağını ihlâlin cezası açıklanır (el-Mâide 5/95).
Ancak Kur’an’da kefâret kavramına atıf bundan ibaret olmayıp hacda tıraş olmak, hatâen adam öldürmek ve zıhâr yemini gibi belirli kural ve hak ihlâlleri halinde de kefâret kelimesi kullanılmaksızın bu mahiyette bazı yükümlülükler getirilir (el-Bakara 2/196; en-Nisâ 4/92; el-Mücâdile 58/2-4).
Ayrıca Kur’an’da genel bir anlatımla, işlenen günahların ve yapılan kötülüklerin Allah hakkına taalluk eden kısmının tövbe, iyi davranışlar, iman ve sâlih amelle bağışlanıp örtüleceği sıkça tekrarlanır ve müminlerin de böyle dua etmesi öğütlenir (Âl-i İmrân 3/193, 195; en-Nisâ 4/31; el-Mâide 5/12, 65; el-A‘râf 7/153; el-Enfâl 8/29; Hûd 11/114; et-Tegābün 64/9).
Bu âyetlerde kullanılan “tekfîr” kalıbının dinî terminolojideki kefâret kavramıyla hem kök hem anlam birliği vardır.
Oruç Kefâreti
Kur’an’da yer almayıp Hz. Peygamber tarafından vazedilen oruç bozma kefâreti, herhangi bir mazereti bulunmaksızın Ramazan orucunu kasten bozan kimseye gereken kefâreti ifade eder. İslâm’ın beş temel şartından biri olan oruç ibadetini yerine getirmekte zorlanan kimselere bir dizi kolaylık ve ruhsat getirilmiş, ayrıca kasten oruç tutmayan veya başladığı orucu meşrû bir mazerete binaen bozan kimseye de tutulmayan orucu kazâ etmesi imkânı tanınmıştır. Bu ruhsat ve imkânlardan sonra başladığı ramazan orucunu hiçbir mâkul ve haklı görülebilir sebep yokken bilerek ve isteyerek bozan kimsenin durumu ağır bir kusur ve suç kabul edilmiş, böyle kimselere, bu hatalı davranışlarından dolayı Allah’tan af dileyebilmeleri için biri yine oruç cinsinden olmak üzere üç tür ibadetten biri kefâret olarak öngörülmüştür. (Geniş bilgi için bkz., TDV. İslâm Ansiklopedisi, Kefâret Maddesi)
İslâm Ansiklopedisi’nin verdiği bu bilgilerden anlaşıldığına göre hem vahye dayalı olmayan dinlerde hem de vahye dayalı olan dinlerde kefâret uygulaması vardır. Tanrı’ya karşı işlenen bir suçun telafi edilmesi için uygulamalardır bunlar. Suçlu sayılan kişiyi cezalandırma yöntemleridir.
Oysa Kur’an, yemin, zıhar, kâtil, hac ve umre ibadetlerindeki kefâretten bahsederken, kişinin hür iradesiyle iftar etmesini/orucunu bozmasını dışarıda bırakır. Fakat geleneksel fıkıh kitaplarımızda orucunu bile isteye bozan Müslümana verilecek cezadan özel başlık altında bahsedilir. Çünkü, bu kişi günah işlemiştir. Bu günahtan kurtulabilmesi için Ramazan ayından sonra kesintisiz olarak 60+1=61 gün oruç tutacaktır.
Bu anlayış sözü edilen dinlerden esinlenerek oluşmuş bir anlayıştır. O dinlerde işlenen her suça kefâret cezası veriliyorsa biz de vermeliyiz anlayışı.
Hüküm Koyucu, her ne sebeple olursa olsun orucunu bozan Müslüman için 1 gün kaza etmesini buyurduğu halde, Peygamberimiz de bu yolu takip ettiği halde bu böyledir. Sonradan bu yol terkedilmiş ve Hüküm Koyucu’ya kendi dinini öğretme küstahlığına soyunulmuştur.
Burada Allah adına, O’nun kullarına işlemediği bir suçtan dolayı ceza vermek gibi bir zulüm vardır. Böyle bir zulmün, Allah’ın dinine fatura edilmesi manidardır. Oysa, Hüküm Koyucu’nun hükmü oldukça açıktır:
” İçinizden her kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca daha sonra oruç tutsun.” (2/Bakara Suresi 184; çeviri Mustafa Öztürk)
Allah rızası için oruç tutan Müslümanın, öyle veya böyle, hiçbir mazereti yokken orucunu bozması mümkün değildir. Mazereti vardır ki, orucunu bozmuştur, iftarını yapmıştır.
Oruçlu bir Müslüman, özel durumuna göre, kendini mazeretli görürse, mazeretli sayarsa, orucunu bozar/ iftarını yapar. Bu ruhsattır ve mazeretli Müslümana Allah tarafından verilmiştir.
Kur’an’ın buyruklarına göre Müslüman, ibâdet yapıp yapmama konusunda hürdür. İbâdet bu hürriyet içerisinde yapılırsa bir anlam kazanır. Allah kimsenin başına bekçi tayin etmemiştir, peygamberi de dahil. Buyruk şöyle, “Biz seni, onlar üzerinde koruma memuru, denetçi ve inzibat olarak görevlendirmedik. Sen onların adına Allah'a karşı savunma yapamazsın; Allah adına onların üzerinde zor da kullanamazsın.”(6/En’am 107; çeviri, Ahmet Tekin)

Katı’ut-tarik (yol kesen, eşkiya) Kur’an’da kendisine delil bulamayınca, Kefârete delil olarak şu hadisi gösterir:
– Bir adam Peygambere gelerek” Mahvoldum!”dedi,
– Peygamberimiz; Seni mahveden şey nedir ?
– Adam; Ramazan da hanımımla ilişkide bulundum.
– Peygamberimiz: Köle azâd edebilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Altmış fakiri doyurabilir misin ?
– Adam: Hayır.
– Peygamberimiz: Adama biraz hurma vererek al bu hurmaları dağıt dedi.
– Adam: Bizden fakiri var mı ki ben bu hurmaları dağıtayım?
– Peygamberimiz: Güldü ve adama, git bunları ailene yedir dedi.”(Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Prof.Dr.İbrahim Canan c.9 s. 529)
Bu hadis ışığında kefâreti ilim adamları değerlendirmiş ve şu sonuçları elde etmişler:
1- İmam Hanefi, kasten bozulan orucunu bozan kişiye 61 gün ceza verilir, demiş.
2- İmam Şafiî, keffâret sadece, kendi isteğiyle cinsi münasebet yapan erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir, kadının kaza yapması gerekir, demiş.
3- İmam Malik, hadisteki sıra takip edilir, demiş.
4- İmam Nevevî, keffâret erkeğedir, kadına hiçbir şey gerekmez demiş. Çünkü keffâret mehir gibidir, mehir de erkeğe mahsustur, demiş.
5- İmam Hanbel, kadına da erkeğe de kefâret gerekir, demiş.
6- Bazı âlimler de sadaka vermek yeterlidir, demiş. Avf ibn. Malik el-Eşcai, Abdullah ibn. Rihem bunlardandır.
(Fıkh-us Sünne c.II s.47-48, Seyyid Sâbık; çeviri Tayyar Tekin. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi c.III s. 173, Prof.Dr.Vehbe Zuhayli;çeviri Ahmet Efe…, Kütüb-ü Sitte Muhtsarı Prof.Dr.İbrahim Canan c.9 s. 530)

Sonuç:
1- Kefâret, ilim adamlarının çoğunluğunun ortak görüşüne göre orucu bozan diğer hususlarla ilgili değildir. Sadece cinsel ilişki ile ilgilidir ve de erkek için geçerlidir, kadın için geçerli değildir. Her ne sebeple olursa olsun oruç bozulduğu zaman, güne gün, oruç tutmakla farz yerine getirilmiş olur. Fetva bu yöndedir.
2- Kefâretin umûmîleştirilmesi ve farz hükmünde görülmesi Allah adına hüküm koymak olur, yanlıştır. O sahabe ile Peygamberimiz’in konuşmalarının sonunda hurmalar o sahabeye kaldı. Adam cezalandırılma yerine mükâfatlandırıldı. Peygamber’in huzuruna eli boş gelen adam, eli dolu olarak geri döndü ve Peygamberimiz’i de keyiflendirdi.
3- Orucu kendi hür iradesiyle bozan/iftar eden bir Müslüman için verilen kefâret cezası, İslâm’dan önceki dinlerden esinlenerek Müslümanların literatürüne katı-ut tarik tarafından özellikle sokulmuş olmalıdır.
Dolayısıyla orucunu hür iradesiyle bilerek ve isteyerek bozan kimse için kefâret cezası yoktur. Kur’an bu konuda tamamen suskun kalmıştır.
Hüküm Koyucu, kişi tutamadığı o orucu Ramazan ayından sonra kaza edecektir, demişse; sonrası ‘kraldan çok kralcı olmak’ anlamına gelir…

29 Nisan 2020 Çarşamba

UZUN GÜNLERDE ORUÇ 2020

MÜFTÜ EMEKLİSİ CENGİZ KESİMLİ'NİN BERLİN İLAHİYATÇILAR DERNEĞİ’NE CEVAP YAZISINA CEVAPTIR (2020)
Eskişehir Müftülüğünden emekli olduktan sonra bir Hac şirketi kurarak, hacca ve umreye müşteri taşıyan ve böylece Müslümanların sırtından para kazanmaya devam eden sevgili Cengiz'im. Konunun hassas olması sebebiyle sosyal medya üzerinden dünyanın her tarafından E-Mailler ile sorular alıyorum. Çoğu hakaret dolu ve küfür içerikli ve aşağılayıcı bir üslupla yazılanları cevaplamıyorum; bilgi almak amacıyla yazılanları cevaplıyorum. Bir de senin gibi eski dostların yazdıklarına aynı üslupla yazılmasına rağmen itibar ederek cevaplıyorum. Vaktimin olmamasından dolayı cevabını geciktirdim...
Ali Tekkoyun, Halil Yavuz ve Halil Şahan'da senin grubundan müftüler ve İlahiyatçılardır, onlara da cevap yazdım.
İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü mezunları için Facebook sayfasında açılan "Zümre-İ Muhabbet" ve "Ankara Okulu" gruplarının sayfalarında yazılarım yayınlanıyor, onların desteklerini alıyorum. Ayrıca "www.dibace.net" ve "www.ha-ber.com" internet sayfalarında yazılarım yayınlanıyor. "www.rustukam.blogspot.de" bloğumda da. Takipçi sayım 130 bin civarında.
Hani diyorsun ya sizler marjinalsiniz diye; güneş balçıkla sıvanmıyor sevgili Cengiz. Asıl sizler gün güne marjinalleşiyorsunuz haberiniz yok.
Sevgili Cengiz’im,
Orucun başlama ve bitiş zamanını getirdin yine güneşin doğmasına ve batmasına bağladın ya. Tarih içinde bu konuyla ilgilenen bu konuları kendisine dert edinen İslâm alimlerinden de örnekler verdin ya. Sevgili kardeşim ben o yazılanları biliyorum ki; onların bıraktıkları yerden konunun yeniden ele alınması gerektiğini savunuyorum, sadece savunmuyorum gerekçelerini de açıklıyorum.
Oysa ben senden, sana ait bir açıklama bekliyordum. Nakilcilik yapmanı istemiyordum. Bu konuyla ilgilenenler o nakilleri zaten bilirler. Tereciye tere satmanın anlamı nedir?
Sevgili Cengiz’im.
Şöyle deseydin olurdu ve seni tutarlı bir müftü emeklisi olarak kutlardım. "Kutuplarda yaşayan Müslümanlara oruç farz değildir, çünkü şartlar oluşmamıştır" deseydin evet alnından öperdim.
Oruca başlamanın ve bitirmenin şartı, güneşin doğması ve batması ise orada güneş doğmuyor ve batmıyorken. Onlar için bu şarttan vazgeçerek 'takdir' ile oruçlarını tutabileceklerini söylüyorsun ya; paradoks derler buna Cengiz’im. Eğer prensibini bozduysan "Uzun günleri olan yerler" için de bozacaksın. Onlar içinde "takdir" usulünün yolunu açacaksın.
Sevgili Cengiz’im;
Kur'an bütünlüğü içinde Allah Müslümanlar için kolaylık prensibini esas alır. Bırakınız Kur'an bütünlüğünü Bakara suresini 184. ayetinde Allah, "Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez" (çeviri, Mustafa Öztürk) buyurur. Oruç ayetinin içinde buyurur bunu. Buna rağmen kolaylık yolunu kapatıp zorluk yolunu hangi mantıkla açıyorsun anlamak mümkün değil. Dinin Sahibi ‘ne kafa tutmak değil midir bu yaptığın sevgili Cengiz’im. Bu işi ben Sen'den daha iyi bilirim demek değil midir bu yaptığın. (Hakka suresinin 44-47'inci, Nahl Suresinin 116'ıncı ayetleri okumalısın)
Akşam ve geceyi aynı kelimeyle açıklamaya devam ediyorsun. Türkçe ‘de de akşam demek gece, gece demek akşam demek değildir. "Mese ve ışeü" kelimesiyle "Leyl" kelimesine aynı manayı vermenin ve özellikle oruç için bu anlamı benimseme gayreti içinde olmanın altında yatan inadın sebebi nedir Cengiz’im.
Açlık konusunda, bilhassa az yemek konusunda teşvikler vardır. Ama susuzluk öyle değildir. Susuzluğun verdiği tahribat çok fazladır. Vücudun %90'ının su olduğunu düşünürseniz ve de beynin %70’inin su olduğunu düşünürdeniz, susuzluğun vücuda verdiği tahribatı anlayabilirsiniz.
Oruç, aç kalmak, susuz kalmak ve cinsel ilişkiden uzak durmak olarak anlaşılıyor tarafınızdan. Terk-i Kelam da var olmalı o şartların içinde. -Malayani konuşmalar, hakaret içeren sözler, aşağılamalar, küfürler, yalan gibi-. Maşallah Müslümanların Ramazan ayı içinde en çok yaptığı ameller, kötü ameller değil midir bunlar. Başta zat-ı âlileriniz olmak üzere..." Hani insan oruçlu iken kendini tutacaktı ...Hani birisi sataşırsa "ben uçluyum" cevabını verecekti...
Sevgili Cengiz’im,
"Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" (2/Bakara ,195, Çeviri Diyanet İşleri Başkanlığı) ayetinin anlamı nedir, üzerinde hiç düşündün mü?
Sevgili Cengiz’im,
Uzun günleri olan yerlerde insanlar 18-22 saat oruç tutmak zorunda kalıyorlar, çoğu da oruç tutmuyor işinin oruç tutmaya müsait olmamasından dolayı, gücü yetmiyor. Senin için cız etmiyor. Bunlar için kılın bile kıpırdamıyor. Orucu sevap kazanmaya getirip dayayabiliyorsun. Arınmayı, sorumluluk sahibi olmayı, kişinin oruç ile eğitimini hiç düşünmüyorsun. Orucun fakir fukarayı düşünmek için farz kılındığını söylüyorsun. Peki Cengiz’im o zaman fakirler niçin oruç tutuyorlar? Oruç fakirlere niçin farzdır?
Allah bütün ruhsatları açıkladıktan sonra, "oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (çeviri, Diyanet İşleri Başkanlığı) derken sizler gibi Müftülerin yüzünden bu insanlar daha hayırlı olan bu ameli yerine getiremiyorlar. Ramazan’ın bereketinden istifade edemiyor bu insanlar. Sana bir tavsiyem var, bir ay boyunca iş elbiselerini giy ve bir inşaatta amele olarak çalış veya bir fırında veya haddehanede, veya tarlada veya fabrikada veya dönercide çalış...Ve bunu Ramazan ayında yap...Sonra da otur şapkanı önüne koyarak düşün...Belki o zaman emekçilerin halinden anlarsın. Belki o zaman susuzluğun halinden anlarsın. O ilahiyatçı arkadaşlardan öğretmenlik yapan Halil Şahan "Berlin'de kaç kişi oruçtan öldü" diye sorabiliyor. Akla ziyan bir soru.
Sevgili Cengiz’im,
İslam’ı Maalesef Katolikleştirdiniz, onlar dinlerini kiliseye hapsetti, sizler de camiye. Sokakta-cadde din yok. İşyerinde din yok. Kilisenin Hristiyanlara Endülijans belgesi/senedi sattığı gibi Cennet satıyorsunuz. Ne kadar zorlanırsa insanlar o kadar sevap alacaklar. Hatta bu sevabı mukabele okuyarak alacaklar, mevlit okutarak alacaklar 22 saat oruç tutarak alacaklar, çünkü ona göre sevabı fazla olacak değil mi Cengiz’im... Kabahat sizlerin de değil, sizleri yetiştirenler de. Diyanet İşleri Başkanlığı'nda. Oruçla ilgili konuları sadece Diyanet'in memurlarına bıraktıkları için bu gibi kısır fetvalar üretiliyor. Üniversite hocalarına ve de sağlıkla ilgili akademisyenlere bu konuda danışılmıyor, onların görüşleri alınmıyor.
Rusya'da bu yapılıyor. Ruslar Müftüler Konseyi kurmuşlar ve o konseye uzman olan sağlıkçıları çağırmışlar (17.07.2013). Onlara “bir insanın açlık ve susuzluk açısından sağlıklı olarak hayatını devam ettirebilmesi için süre ne kadar olmalıdır" sorusunu yöneltiyorlar. 12 saattir cevabını alınca da karar veriyorlar. "Mekke-Medine'deki süre esas alınacaktır" fetvası veriliyor. Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı bu yola neden baş vurmaz anlaşılabilir gibi değildir. Veya Bayraktar Bayraklı 'nın teklifine kulak verilmelidir. "Orucu mart ayına sabitleyelim "her sene mart ayında oruç tutarak "Uzun Günler “sorunu ortadan kalksın...
Sevgili Cengiz’im,
bir de bilerek ve isteyerek oruç bozana "61 gün keffâret cezası meselesi var" diye yapmışsın. Allah'tan korkun be Cengiz’im. Adam bir gün bile oruç tutamamış sen ona 61 gün oruç tutturacaksın...
Sevgili Cengiz’im,
bu konuda ne ayetten ve ne de hadisten bir deliliniz var. Cinsel ilişki ile ilgili bir hadis delil olarak gösteriliyor ki; evlere şenlik bir delil. Sadece Hanefi mezhebi bu hadisi delil olarak almış deniyor. Aklı ön planda tutan, hadislere fetvalarında yer bile vermeyen Koca İmam'a böylesine bir iftira akla ziyandır.
Şafii Mezhebi bu hadise dayanarak "keffâret sadece zina yapan erkek içindir kadın için değildir, çünkü cinsel ilişkide aktif olan erkektir, kadın erkek tarafından zorlanmıştır" demiştir.
Diğer iki mezhep ise sırasıyla uygulanabilir demişlerdir. Yani sonunda af vardır...Kalkıp da bu hadisin, İslâm da keffâret vardır şeklinde bir cümle ile hüküm olarak ortaya konulması komediden de öte bir şeydir.
Şayet Hanefi Mezhebi'ne ait olan bu görüş İslâm'ın görüşü ise; Şafii, Hambeli ve Maliki Mezheplerini İslâm'ın neresine koyacaksın. Yoksa onlara İslâm dışı mezhepler mi diyeceksin.
Sevgili Cengiz’im,
sana verdiğim değerden ötürü bu cevabı yazdım. Yoksa senin şartlanmış, kiraya verilmiş kafanı kiralayandan kurtarmak için değil...Bu saatten sonra da düzenceni netleştireceğine dair bir ümidim yok...
Seni eskiye dayanan dostluğumdan dolayı kırmamak için özel gayret sarf ettim. Buna rağmen seni üzecek bir kelime kullandıysam şimdiden özür dilerim...Selam ve dua ile…
Rüştü Kam

20 Nisan 2020 Pazartesi

ORUÇ 2020

Kitabımız Kur’an Ramazan ayında indirilmiştir. Âdem Peygamberimizden beri devam edegelen bir dinin (İslâm Dini) son kitabıdır. Mükemmeldir. Anlaşılır bir Kitaptır. Belirli bir zümrenin, grubun, milletin değil herkesin kitabıdır. Okunsun ve anlaşılsın diye indirilmiştir. Allah kelâmı olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Hem kendisi hakkında hem de içeriği hakkında şüphe yoktur (Lâ raybe fîh). Bu ifade Kur’an’ın ifadesidir.
-“Bu kitabın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğinde hiçbir şüphe yoktur.” (2/Bakara 2; Çeviri Suat Yıldırım)
-“Bu Kitap’ın indirilişi, hiç şüphe yok ki âlemlerin Rabb’indendir...” (32 /Secde 2-3; Çeviri Muhammed Esed)

Oruç işte bu Kitap’ta farz kılınmıştır. Buyruk şöyledir: “Ey Mü’minler! Günahlardan sakınıp arınmanız, sorumlu ve duyarlı bir Mü’min olmanız için oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” 2/Bakara 183; Çeviri Mustafa Öztürk)

“Oruç size de farz kılınmıştır” buyruğunun hemen arkasından farz kılınışın sebebi olarak “arınmanız, sorumlu ve duyarlı bir Mü’min olmanız” içindir, vurgusu yapılmaktadır. Amaçlanan; oruç tutarak günahlardan arınmamızdır. Sorumlu ve şuurlu bir Mü’min olduğumuzun şuuruna varmamızdır. Yani Mü’min, bir aylık süre içinde kendisiyle sıkı bir hesaplaşmanın içine girecektir. Sorumluluklarını hatırlayacaktır, günahlarıyla yüzleşecektir ve sonrasında orucu niçin tutması gerektiğinin şuuruna varacaktır. Bu yüzleşmeden sonra nasuh (samimi ve içten) bir tövbe yapacaktır, Yaratıcı’dan af/özür dileyecektir. Böylece arınacaktır. İşte, orucun amacı budur.
Orucun amacının içinde aç kalmak, susuz kalmak, cinsellikten uzaklaşmak yoktur. Aç kalmak susuz kalmak, cinsellikten uzaklaşmak amaca ulaşabilmek için alınması gereken ön tedbirlerdir, baş vurulan vasıtalardır. Tedbirler abartılmamalıdır, vasıtalar amaç haline getirilmemelidir. Eğer abartılırsa, araçlar amaç haline getirilirse sağlık açısından zararlı olabilirler.

Tedbirlerin abartılmaması, araçların amaç haline getirilmemesi için, Kur’an Müslümanları uyarır ve onlara kolaylıklar önerir: “Bu farz oruç (sürekli olarak değil) başı-sonu belli bir süre zarfında, (Ramazan ayı boyunca) tutulur. İçinizde her kim (Ramazan ayında) hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca daha sonra oruç tutsun. (Hasta veya yaşlı olmadıkları halde), oruç tutmaya dayanamayan kimseler ise tutamadıkları her gün için bir fakiri doyuracak kadar fidye versin. Fidye miktarını gönlünden koparak artırırsa, kendisi için elbet çok daha hayırlı olur. Bununla birlikte, orucun manevi değerini düşünürseniz, (fidye ödemek yerine) oruç tutmanın mutlak hayrınıza olduğunu anlarsınız.” (2 Bakara 184, Çeviri Mustafa Öztürk)

Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kur'an, onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta olan veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola kılavuzladığı için Allah'ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulmaktadır. (2 Bakara 185; Çeviri Yaşar Nuri Öztürk)

(Gündüz) tutulan oruçtan sonraki gece boyunca kadınlarınıza yaklaşmanız helaldir: Onlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir elbise gibisiniz. Allah bu konuda kendinizi sıkıntıya sokacağınızı bilir; bu yüzden O size mağfireti ile yönelmiş ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi öyleyse onlara yaklaşabilir ve Allah'ın sizin için uygun gördüğünden yararlanabilirsiniz ve gecenin karanlığından tanyerinin aydınlığı fark edilinceye kadar yiyip içebilirsiniz. Sonra gece çökünceye kadar oruca devam edersiniz. Ama mescidlerde itikafta iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır: O halde bu sınırları ihlal etmeyin; [İşte] böylece Allah mesajlarını insanlara açıklıyor ki O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olabilsinler. (Bakara 187; Çeviri Muhammed Esed)

Kur’an’ın bu ifadelerinden anladığımız şudur ki;

1-    Orucu sağlıklı olanlar tutacaktır. Hasta olanlar tutmayacaktır. İyileşince tutacaklardır. Kronik hastalığı olanlar hiç tutmayacaktır.

2-    Yolculuk yapanlar orucu erteleyebileceklerdir.

3-    Yaptıkları işten dolayı oruç tutmaya güç yetiremeyenler maddi olarak yeterli birikime sahiplerse “fidye” vereceklerdir. Fidye; fakir-fukarayı görüp gözetmek için verilir. Hastanın kendisi fidye almaya layık bir Müslüman ise, bu durumda sadece dua edecektir.

4-    Oruçlu kalınacak süre, güneşin doğmasının hemen öncesinden itibaren gece karanlığına kadardır. Güneşin doğması ve batması orucun şartlarından değildir. Orucun süresi, insanların işe gitme ve işten gelme saatleri göz önünde bulundurularak tayin edilmiş olmalıdır. “Tan yerinin ağarmasından gece karanlığına kadar” ifadesinin kullanılması gözden kaçırılmamalıdır. Yoksa, güneşin doğmasıyla imsak ve güneşin batmasıyla da iftar ediniz denirlirdi.

5-    Bu sürenin dışında kalan zamanlarda alınan tedbirlerden vazgeçilecektir. Hayat normale dönecektir.

6-    Oruç, Ramazan ayı boyunca tutulacaktır. Ayın dünyanın etrafındaki hareketine göre 29 veya 30 gün sürebilir.

Kanun koyucu oruç ibadetiyle ilgili kuralları böyle koymuştur. Oruçlu kalınacak süre içinde, hiçbir yiyecek yenilmeyecek, içecek içilmeyecek, cinsel ilişki kurulmayacaktır. İnsan onuru zedelenmeyecek, yalan söylenmeyecek, hoşgörü sahibi olunacak, muhtaç olanlar görüp gözetilecektir. Bu kuralların koyulduğu coğrafya, Hicaz bölgesidir. Özelde Medine’dir. Medine gece ile gündüzü eşit olan bir bölgedeki şehirdir. Hitap, özelde o bölge insanınadır. O bölgenin dışında yaşayan Müslümanlar oruç ibadetinin süresini o bölgedeki süreyi takdir ederek kendi bölgelerine uyarlayacaklardır.

Müslümanlar, bilhassa süre açısından Medine şartlarını gözardı ederek oruç tutarlarsa hem kendilerine zarar verirler hem de oruç ibadetinin amacının dışına çıkmış olurlar. Bu durumda Yaratıcı’yı unutkanlık, bilgisizlik ve zulüm sıfatları ile töhmet altında bırakmış olurlar.

İlim sahiplerinin, kanaat önderlerinin, yöneticilerin Yaratıcı’ya karşı dürüst olmaları gerekir. Kur’an’ın buyruklarını akıl ile işleyerek insanlığın istifadesine sunmak onların görevidir. İnsanların içinde bulundukları şartlar göz önünde bulundurularak bu çalışma yapılmalıdır. İnsanlar ibadetlerini zorlanmadan gönül rahatlığıyla yapmalıdırlar. Çok sevap kazanmanın veya iyi bir Müslüman olmanın yolu ibadetleri zorlaştırarak yapmaktan geçmez. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’ın ibadetler için kolaylaştırıcı ve çözüm sunan bir kitap olması, onun yaşanabilir olmasını sağlayan en önemli hususlardan biridir.

Kur’ân ibadetler konusunda yapması gerekeni yapmış, tanınabilecek kolaylıkları tanımıştır. Bu şekilde İslam’ı yaşanabilir hale getirmiştir. Allah’ın kolaylıklar olarak Müslümanlara sunduğu imkanlar, yapılması gerekenin nasıl yapılacağını bilmekle alakalıdır. Önemlidir. Eğer bunlar bilinmezse yapılması gerekenler yapılmaz ve yapılanlar ibadeti ibadet olmaktan çıkarır ve ibadet çileye dönüşür.

Mesela;

1-    Uzun günleri olan yerlerde veya kutuplarda yaşayan Müslümanlar Medine’deki oruç süresini esas alarak oruçlarını tutmalıdırlar. Bu süre yaz-kış değişmez. Yazın da kışın da yaklaşık 14 saattir. Öyleyse orucun süresi de yaklaşık 14 saat olmalıdır.

2-    Böyle yapılmazsa, Allah yarattığı diğer bölgeleri(kutupları ve gündüzü uzun olan coğrafyaları) unutmuş olur; oysa Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah unutkan değildir.

3-    Böyle yapılmazsa, Allah Hicaz bölgesinde yaşayan insanları koruyup kollamış olur. Onlara 14 saat oruç tuttururken, diğer bölgelerde yaşayan insanlara 19, 20 saat oruç tutturarak kendi koyduğu adalet ilkesini zedelemiş ve onlara zulüm yapmış olur. Oysa Allah adalet ilkesini ayakta tutmak ister, zalim değildir.

4-    Böyle yapılmazsa, Hicaz Bölgesi dışındaki (kutuplar ve gündüzü uzun olan coğrafyalar) Müslümanlara, şartlar oluşmadığı için oruç farz değildir denilmelidir ki; bu da mümkün değildir. Çünkü “oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin için de farz kılınmıştır” buyruğu genele şamildir.

5-    Bu durumda fetva şöyle olmalıdır; zamanları tam teşekkül etmeyen coğrafi bölgelerde yaşayan Müslümanlar Medine’yi esas alarak oruçlarını takdir ile tutmalıdırlar. Bu durumda fetva böyle olmalıdır.

İbadetleri basite indirmek gibi bir niyetim yoktur. Aksine daha fazla Müslümanın Ramazan ayının bereketinden istifade etmesi için bir çabam vardır. Aynı maksadı hadislerde yapılan uyarılarda da görmek mümkündür. Örneğin Allah Resûlü’nün şu sözü dinde itidalin önemini açıkça ifade etmektedir: “Dinde aşırı davranmaktan sakınınız. Muhakkak ki sizden öncekiler aşırılıkları sebebiyle helak oldular.” (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330)

Kulun, uzun ve bıktıran bir ibadetin sonunda usanmış bir ruh haliyle Allah’a münacatta bulunması Peygamberimiz tarafından doğru görülmemiştir. Böylesi bir psikoloji ile yapılan ibadetin ve duanın Allah katında makbul olması pek de mümkün olmasa gerektir.

İslam’da ibadetin temel ilkelerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Birinci sıraya isteklilik ve samimiyet konmalıdır. İkinci sıraya gösterişten uzak olmayı koymak gerekir. Üçüncü sıraya da kolaylık ve güç yetirebilirlik konulmalıdır. Bu sıralama Allah’ın buyruklarına uygun bir sıralama olsa gerektir.

İslam dini kolaylık dinidir. Zira Peygamber Efendimiz “Bu din her şeyiyle kolaylıktan ibarettir. Kim amellerim eksiksiz olmasın diye kendini zorlarsa din mutlaka ona galip gelir ve neticede o kişi ezilip büsbütün amelden kesilir. O hâlde istikâmet üzere dosdoğru gidin ve itidalli olun! Yapmak istediğiniz ameli tam olarak eksiksiz bir şekilde yerine getiremezsiniz. Siz gücünüz yettiği kadar mükemmele yaklaşmaya gayret edin! Böyle yaparsanız size müjdeler olsun! Zîrâ amellerin azına da pekçok ecir vardır.”(Buhârî, Îmân, 29) buyurmuştur.

Prof.Dr. Mehmet Said Hatipoğlu,
Prof.Dr. Hayri Kırbaşoğlu,
Prof.Dr. İlhami Güler,
Prof.Dr. Mehmet Azimli,
Prof.Dr. İsrafil Balcı,
Prof.Dr. Şaban Ali Düzgün,
Prof.Dr. Ömer Özsoy,
Prof.Dr. Süleyman Ateş,
Prof.Dr. Bayraktar Bayraklı,
Prof.Dr. Mustafa Öztürk,
Diyanet İşleri Başkanlığı,
Berlin İlahiyatçılar Derneği,
Rusya Federasyonu Müftüler Konseyi,
Musa Carullah Bigiyev
Gürer ve Dürer yazarı Molla Hüsrev gibi İslâm âlimlerinin fetvaları da bu yöndedir.

Sözü, sözün Sahibi’ne bırakarak yazımızı sonlandıralım; “…Allah, sizin için kolaylık ister, zorluk istemez…” (2 Bakara 185, çeviri Şaban Piriş)


Berlin İlahiyatçılar Derneğinin hazırladığı İmsakiye 2020’yi istifadelerinize sunuyorum. Allah orucunuzu kabul eylesin.