8 Temmuz 2020 Çarşamba

EHL-İ KİTAP İLE EVLİLİK


20:59 - 05/11/2002
Ehl-i Kitap, kendisine kitap gönderilen toplum demektir. Yahudi ve Hristiyan gibi vahyin muhatabı olan din mensuplarına “Ehl-i Kitap” denir. Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Kitaba bazı konularda, ayrıcalıklar tanır. Mesela, onlardan kız almak ve onlara kız vermek caizdir ve kestiklerini yemek helaldir. (Maide, 5/5)

Kur’an, onlara şöyle seslenir: “Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızdaki müşterek bir kelimeye gelin!…” (Âl-i İmran, 3/64)

Başka bir ayette ise şöyle dedenir: “Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitapla en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin: Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de İlahımız birdir. Ve biz, yalnız O’na teslim olmuş kimseleriz.” (Ankebut, 29/46)

Bu ayette, Ehl-i kitap, iki kısımda mütaala edilmektedir:
1. Zalim olanlar.
2. İnsaflı olanlar.

Bu ayırıma Müslümanlar da dahildir. Onlar da Ehl-i Kitaptır ve onların da zalimi ve insaflı olanı vardır. Allah, insaflı olan Ehl-i Kitapla en güzel bir şekilde ilişki içine girilmesini istiyor. Kur’an bir tespit daha yaparak, Hristiyanların Yahudilere nispetle İslam’a daha yakın olduğunu bildiriyor: “Yahudi ve müşrikleri mü’minlere en çok düşmanlık yapan kimseler olarak bulacaksın. ‘Biz Hristiyanız.’ diyenleri de, mü’minlere sevgide en yakın kişiler olarak bulacaksın. Çünkü, onların içinde bilgin keşişler ve ruhbanlar var ve bir de onlar büyüklenmezler.” (Maide, 5/82)

Günümüzde, Hristiyan ülkelerde Müslümanların daha rahat bir şekilde yaşadığı bir gerçektir. Müslümanlar bu ülkelerde dinlerini yaşayabiliyorlar, İslamî faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. İnsaflı olan Ehl-i Kitapla en güzel mücadeleyi emreden Cenab-ı Hak, şu ayetle de onların zalim kısmıyla ilgili hükmünü bildiriyor: “Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir.” (Âl-i İmran, 3/113) der.

Bu açıdan bakılınca Onların hepsini aynı kategoriye koymak yanlış olur. Böyle bir anlayış Kur’an’a ve tarihi realiteye de uygun düşmez. Nitekim, Ehl-i Kitaptan kız almak ve Ehl-i Kitaba kız vermek, onlarla insani ilişkilerde, sosyal faaliyetlerde bulunmak, birlikte yemek-içmek, Kur’an’ın buyruğudur.

Hz. Peygamber (s), İslam’ın Mekke döneminde bazı Müslümanları Hristiyan bir ülke olan Habeşistan’a göndermiş ve orada rahat edeceklerini söylemiştir. Medine döneminde ise, hem Yahudi hem de Hristiyanlarla diyaloğa girmiştir.

1961 yılında Avrupa’ya işçi olarak ayak bastık. Aradan 57 yıl geçti. Çocuklarımız büyüdü, meslek sahibi oldular. Onlar artık Avrupalıdır. Alman arkadaşları var, birbirlerine aşık da oluyorlar. Müslüman bir erkek Hristiyan bir kıza aşık olabildiği gibi, Hristiyan bir erkek de Müslüman bir kıza aşık olabiliyor. Evleniyorlar.

Kız, nikahının Papaz tarafından kıyılmasını isterken, erkek de nikahının İmam tarafından kıyılmasını isteyebiliyor. Tarafların istekleri insan hakkı açısından değerlendirildiğinde gayet normaldir. Aksi düşünülemez. Ehl-i Kitapla evliliklerde din değiştirme şartı yoktur. Kur’an böyle bir şart bildirmemiştir. Böyle bir şart yoksa nikahı da taraflar kime kıydırmak istiyorsa ona kıydırabilirler.

Buraya kadar tamam. Ancak bu evlilikten doğacak çocuk kimin dinine göre yetiştirilecek denilirse cevabım şöyle olur: Hristiyan olan Hristiyan kültürüne göre Müslüman olan da Müslüman kültürüne göre çocuklarını yetiştirmelidirler. Çocuk 18 yaşına gelince de kendisi seçimini yapmalıdır.

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için, bundan sonrasında bu türden istekler çok olacaktır. Almanya’daki dini cemaatler gelecekte sıkıntı doğuracak olan bu sorunları masaya yatırıp şimdiden çözüm üretmelidirler.


MÜSLÜMANLIĞIMIZDA SAMİMİ OLURSAK ÇÖZÜLEMEYECEK HİÇBİR SORUNUMUZ YOKTUR


  • Sevgili Selami Balkan ve sevgili Şinasi hoca ve de sevgili Mustafa İnan;

    hislerinizle hareket ediyorsunuz, aklınızı kullanmıyorsunuz ve delilsiz yazıyorsunuz. Hisleriniz aklınızı perdeliyor.

    1-Mümtehine suresi 10 ve Bakara 221 müşriklerle ilgilidir ve hem kadına hem de erkeğe yasaklamalar getirmektedir. Bu ayetler Ehl-i Kitap ile evliliğe yasak getirmemektedir. Yani, iki taraflı olarak Müşrikler ile evliliğe yasak getirmektedir.
    Mümtehine suresinin 10. ayeti Hudeybiye anlaşmasından sonra inmiştir. Ayeti anlayarak okursanız bu tarihten sonra Mekke'den Medine'ye gelen ve Müslüman olduğunu söyleyen kadının test edilmesi ve Müslüman olduğuna kanaat getirilirse geriye Mekke'ye gönderilmemesi gerektiği anlatılmaktadır. Çünkü eski kocasıyla evliliği haramdır artık. Müslüman olduğu kesindir.

    2-Bakara suresinin 221. ayeti de Müşriklerle evliliği yasaklamaktadır. Hem kadına hem de erkeğedir bu yasak. Müşrik; ilahların ortaklığına inanan kişi demektir. Allah'ın yanına yardımcı ilahlar koyan kişi. Kafir Allah'ın varlığını bildiği halde yokmuş gibi davranarak o varlığı gizleyen o varlığın üstünü örten, bilgi karartması yapan kişilere denir.
    Bilgi karartması yapan, delilleri karartan kişiler Müslümanların içinde de vardır.
    Şinası hocanın dediği gibi kürsüden halka hitap eder, öne geçer namaz kıldırır, şeyhtir, alimdir, makam sahibidir, işte Allah'ın buyruklarının üstünü örten, hakikatları söylemeyen, gizleyen bu Müslümanlara da, makam ve mevki sahibi kişilere de kafir denir. Bugün, Namaz kılan ve kıldıran kafirler oldukça fazladır. Bu durumda inandığı varlığın buyruklarını gizleyerek yaşam alanından kaldıran Müslüman adıyla anılan erkek veya kadın da birbiriyle evlenemezler. İnanıyorum demek yetmez. İnancın ispat edilmesi gerekir.

    "Ehl-i kitap (Ehlü’l-kitâb) tamlaması “ilâhî bir kitaba inananlar” anlamına gelir. Buna göre müslümanlara da Ehl-i kitap denilebilir. Ancak Kur’an dışındaki ilâhî kitaplarda yer almayan bu terkip, terim olarak müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahibi din mensupları için kullanılır.

    Ehl-i kitap tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de, hepsi de Mekke döneminin sonları ile Medine döneminde inen âyetlerde olmak üzere otuz bir defa geçmektedir. Daha önce nâzil olan iki âyette ise (en-Nahl 16/43; el-Enbiyâ 21/7) aynı anlamda “ehlü’z-zikr” tabiri kullanılmış ve bununla, Tevrat ile İncil hakkında doğru ve yeterli bilgisi olan Ehl-i kitap âlimleri kastedilmiştir. Ayrıca Kur’an’da yahudiler için “yehûd”, hıristiyanlar için “nasârâ” kelimeleri çokça kullanılmakta (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “Yehûd”, “Nasârâ” md.leri), sadece hıristiyanları ifade eden “ehlü’l-İncîl” terkibi de yer almaktadır (el-Mâide 5/47). Diğer taraftan Kur’an’da Ehl-i kitap “kendilerine kitap verilenler” (el-Bakara 2/101, 144, 145; Âl-i İmrân 3/19, 20, 100, 186), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (el-Bakara 2/121, 146) ve “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” (Âl-i İmrân 3/23; en-Nisâ 4/44) şeklinde de ifade edilmektedir. “Kendilerine ilim verilenler” (el-İsrâ 17/107; el-Hac 22/54; Sebe’ 34/6) ifadesiyle de Ehl-i kitabın kastedildiği rivayet edilmiştir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 120; XXII, 44). İslâm literatüründe ayrıca Ehl-i kitap yerine “kitâbî” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir." (TDV İslam Ansiklopedisi, ilgili madde)

    3- Nisa suresinin 3. ayeti, zina eden erkekle zina eden kadının ancak birbirleriyle evlenebileceklerini düzenler. "Zina eden erkek ancak zinakâr veya müşrik bir kadınla evlenir, zina eden kadınla da ancak zinakâr veya müşrik bir erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır."

    Ehl-i Kitap erkek ile evliliğe karşı çıkanlar bu ayet hakkında suskundurlar. Zina eden erkekler alkışlanmaktadır bugün Müslüman toplumda, "erkektir yapar" denir. Kadının zina yapanına da"orospu" denir. Müslümanlar konuya böyle yaklaşırlar. Zina yapan oğullarını evereceklerinde erkek eli değmemiş kız ararlar. "Temiz aile kızı". Temiz olmayan aile oğluna temiz aile kızı arar. Paradokstur. Müslümanlar bu konuda suskundurlar. Nedendir dersiniz? Müslümanların söylediklerinde ve uygulamalarında samimi olmaları gerekir.

    4-Maide suresinin 5. ayeti Ehl-i Kitap ile ilgili münasebetleri düzenlemektedir. Birlikte yenilip içilecek, oturup kalkılacak, insani ilişkiler devam ettirilecektir. Karşılıklı evlilik de yapılabilecektir. Ehl-i Kitap kadınlar ile evlenilebileceğinin altı çizilirken, Ehl-i Kitap bir erkekle evlenilemeyeceği hakkında bir hüküm yoktur. Yani Müslüman bir kız Ehl-i Kitap bir erkekle evlenebilir. Kur'an'da bu evliliğe mani bir hüküm yoktur. Eğer olsaydı bu ayette de yukardaki ayetler gibi, hem kadına hem de erkeğe yasak getirilirdi.

    Mustafa İnan kardeşimiz de işi Türklüğe getirip dayamaktadır. Türk örf ve adetleriyle veya bir ırkın sahip olduğu örf ile dinin buyruklarını karıştırmamak lazımdır. Benim örfüm böyle bir evliliğe onay vermez diyebilirsiniz, bu sizin kabulünüzdür, ancak din bu evliliğe manidir diyemezsiniz. Dinin sahibi Allahtır. Ya kabul edersiniz ya da reddedersiniz. Ancak ayetleri manipüle edemezsiniz. Nahl suresi 116 ve benzeri ayetler böyle bir deforme manidir.

    Bugün, Müslümanların başına gelenler Allah'ın buyruklarını manipüle etmelerindendir. Dünyanın her yerinde akan kan Müslümanın kanı. Irzına geçilen kadın Müslüman kadınlar. Allah'ın Müslümanlara garezi mi vardır. Yoksa Allah kullarına niçin yardım elini uzatmasın ki. Bu buyruk Allah'ın buyruğu değil midir. "....Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur."(Enfal 65)

    Demekki bugün Allah Müslümanlara yardım etmiyor. Neden yardım etmiyor üzerinde düşünmek gerekmez mi?
    İslam ülkelerinin içinde bulunduğu hal bilgimiz dahilindedir. Olup bitenler gözümüzün önünde olup bitmektedir. Kendi kabahatimizi örtmek için suçluyu Müslümanların dışında aramak yanlış olur. Ben derim ki; lütfen Kur'an'ın buyruklarına sarılalım, örf ve adetlerimizi dinin buyruklarının yerine koymayalım.

    İşe zina eden erkeklerle zina etmeyen kızlarımızı evlendirmeyerek başlayalım...Erkeklerin kaçamaklarını görmezden gelmeyelim, samimi olalım. Öz eleştiri yapalım...Delikanlı olalım...Kendimizle yüzleşelim...İnanın o zaman her şey yoluna girecek...İşte o zaman Allah bizden memnun olacak ve yardım etmeye başlayacaktır.
    Allah'a emanet olunuz
    Rüştü Kam

28 Haziran 2020 Pazar

TANRIYI KIYAMETE ZORLAMAK / MELHAME-İ KÜBRA 2020


“Müslümanlar tıpkı Hıristiyan Evanjelistler gibi bir an önce Mesih’in gelmesini ve Mehdinin zuhur etmesini istemekle Tanrıyı kıyamete mi zorlamak istiyorlar?”

Grace Hallsell’in “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak” isimli eserini okursanız, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmek isteyenlerin asıl amacını anlarsınız. Kutsal kitap metinleri de bu anlayışı güçlendirecektir.
Kitapta, ‘Hristiyan Evanjelistlerin Amerikan Yahudileri ve İsrail sağı ile aralarında nasıl bir ittifak kurulduğu, Hristiyanlar için Kudüs’ün ve İsrail’in önemi, kıyamete doğru İsa’nın (Mesih) yeryüzüne dönerek kendilerini nasıl kurtaracağı, Kudüs’ün başkent ilan edilmesiyle, Süleyman Mâbedi’nin Mescid-i Aksa’nın yerine yeniden inşa edileceği anlatılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlarının veya önemli devlet kademelerinde bulunmuş olan bürokratların konuyla ilgili dikkat çekici açıklamaları yer almaktadır.’
Bugün Kudüs, ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak ilan edilmiştir. Süleyman Mâbedi için çalışmalar ise hızlı bir şekilde devam etmektedir.
Kitapta; Amerika’daki fanatik Hristiyanların kıyamete yakın bir zamanda, tanrı olduğuna inandıkları İsa’nın yeniden yeryüzüne geleceği, bu sürecin hızlandırılması için de dünyanın kaos içine sokulması gerektiği tezi savunulmaktadır. Evanjelistlerin inançlarına göre İsa, Ortadoğu’da zuhur edeceği için bu coğrafyanın bir an önce kaosa sürüklenmesi gerekmektedir.
Kaos ve kargaşa sonrasında Tanrı İsa yeniden dünyayı teşrif edecek ve kendisine inanan Hristiyan Evanjelistleri kurtaracaktır.
Hristiyan Evanjelistlerin amaçları ile Yahudi Fundamentalistlerin amaçları bu noktada örtüştüğü için birbirleriyle geçici olarak iş birliği yapmaktadırlar.
Evanjelistlere göre Kudüs, Evanjelizmin merkezi haline getirilecektir. Bu Tanrı’nın isteğidir. Tanrı’nın bu isteği gerçekleştikten sonra, İsa Mesih gelecek ve içinde Müslümanların da olduğu büyük bir ordu ona karşı savaşacaktır. Bu savaşta İsa Mesih onları “Megido Dağı”nda yani Armegedon’da yenecektir.”
Müslümanların inancına göre bu savaşı Müslümanlar kazanacaktır. Çünkü İsa Müslümanlarla birlikte olacaktır.
Mehdi ve Mesih’in geleceği inancı, İslam’ın ilk yüz yılı hariç sonraki yıllarda Müslümanların başına musallat olan bir inanç haline gelmiştir. Mehdî kelimesi Literatüre, “Kıyamete yakın geleceği ve Müslümanları kurtaracağına inanılan kişi” olarak geçmiştir. Ne yazık ki, hem Şia mezhebi ve hem Ehl-i Sünnet mezhepleri, Evanjelistlerin tesirinde kalarak Mehdi ve Mesih’in gelmesini inanç esası haline getirmişlerdir.
Ancak hepsinin Mehdi anlayışı farklıdır. Kimi Müslümanlar mehdilerini Şam’a indirirken, kimi Müslümanlar İstanbul’a kimisi de Roma’ya indirmektedir. Yani muhal farz bir mehdi gelse diğerleri bu mehdinin kendi bekledikleri Mehdi olmadığını ileri sürerek asla ona itaat etmeyeceklerdir.
Tarih boyunca ortaya çıkan mehdiler hep bu akıbetle karşılaşmışlardır. Kütüb-i Sitte’de Geçen uydurma Mehdi hadislerinden bazı örnekler:
... Ümmü Seleme şöyle demiştir: Resulullah (s)'i şöyle buyururken işittim: "Mehdi benim ailemden, Fatıma'nın oğullarındandır." (Sünen-i Ebu Davud, Cilt No. 14, Sayfa No. 402, 4284)
... Nihayet Meryem oğlu İsa iner ve Müslümanların emiri (Mehdi) ona:” Gel, bize namaz kıldır.” der. Bunun üzerine İsa: “Hayır, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer bir kısım üzerine emirlersiniz” der. (Sahih-i Müslim, c. 1, s. 209)
... Ali b. Ebi Talib, Rasulullah (s) in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. Dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa bile, Allah benim Ehl-i Beyt’imden bir adam (Mehdi) gönderecektir. O dünyayı, (daha önce) zulümle olduğu gibi adaletle dolduracaktır. (Sünen-i Ebu Davud, cilt no. 14, sayfa no. 402, 4283)
Ebu Hureyre şöyle demiştir: Resulullah (s) buyurdu ki: "Hayatım yed'inde olan Allah'a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsan'ın adil bir hakim olarak sizin içinize inmesi muhakkak yakındır. O, salibi (haçı) kıracak, domuzu ödürecek, cizyeyi kaldıracaktır. (O zaman) mal o kadar çoğalıp taşacak ki, hiç kimse mal kabul etmez olacaktır. (Sahih-i Müslim ve Tercemesi, Mütercim: Mehmed Sofuoğlu, İrfan Yayınevi, İstanbul 1972, c. 1, s. 206)
Ebu Said El-Hudri’den rivayet edilmiştir; dedi ki: "Peygamberimiz’den sonra bir hadise baş göstermesinden korktuk ve Resulullah'a sorduk, buyurdu ki: “Ümmetimde Mehdi vardır; çıkacak ve beş veya yedi veya dokuz yaşayacaktır."
Ebu Said diyor ki: "Bu müddet nedir?" diye sorduk ve Rasul- i Ekrem "senedir!" buyurdu ve şöyle devam etti: "İnsan ona gelecek ve "ey Mehdi! bana da ver, bana da ver!" diyecek; Mehdi de onun esvabını taşıyabildiği kadar dolduracaktır." (Sünen-i Tırmizi Tercemesi, Hadis No: 2333, Mütercim: Osman Zeki Mollamahmutoğlu, Yunus Emre Yayınları, c. 4, s. 92-93)
Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Mehdi benim neslim dendir. O açık alınlı ve ince burunludur. Dünyayı zulümle dolduğu gün adaletle dolduracak ve yedi sene hüküm sürecektir." (Ahmed, b. Hanbel II-291, III-17) (Süneni Ebu Davud Terceme ve şerhi cilt. 14, Şamil yayıncılık, K. el-Mehdi (35), s. 404)
İslam tarihi boyunca gelen mehdilere ve mesihlere baktığımızda çok farklı mehdi tipolojileri ortaya çıkmaktadır. Bu hususla alakalı “Mehdi Tipolojileri” isimli geniş bir makale kaleme alan Prof. Dr. Sönmez Kutlu, tarihi süreçte kurtarıcı bekleme inanışının, Hristiyan Evanjelistler yanında İslam mezhepleri ve alt grupları, Sufi oluşumlar, çağdaş dinî hareketler ve siyasi İslamcılar arasında farklı şekillerde kendine yer edindiğini ortaya koymuş ve özetle bugüne kadar gelen Mehdi ve Mesih tipolojilerini beş başlık altında incelemiştir.
Kutlu, Kabileci ve Asabiyetçi Mehdi Tipolojisi başlığı altında Haşimiler, Emevîler, Süfyanî ve Abbasî Mehdilerini örnek göstermiş, Mitolojik Mehdi Tipolojisi çerçevesinde ise Gulat-ı Şia, İsmaililik, Dürzilik örnekliğinde meseleyi izah etmiştir.
Vahdet-i Vücudçu (Sufî) Mehdi Tipolojisinin ise İbni Arabi ile temsil edildiğini dile getiren Kutlu, bu tipolojinin kendinden sonra gelen bütün tasavvuf akımlarını tesiri altına aldığını ileri sürmüştür. Sembolik Mehdi Tipolojisi altında ise Hindistan’da zuhur eden Mirza Gulam Ahmet ve Kadiyanilik ile birlikte ülkemizde Said Nursi ve Nurculuğu ve onların açılımını yapan Fethullah Gülen ve Gülencilik akımını örnek göstermiştir.
Islahatçı Mehdi tipolojisi altında ise Afrika’daki Senusilik, Cemalettin Afgani ve Pakistan’da Mevdudi örnekliğini anlatmıştır.
Kutlu’ya göre, Tarihte hangi tipoloji ile ortaya çıkarsa çıksın bütün Mehdi ve Mesih hareketleri, Müslümanların sorunlarını asla çözememiş aksine problem üzerine problem oluşturarak Müslümanların kan ve gözyaşı dökmelerine sebep olmuşlardır.
Mesih ve Mehdi’nin kıyamete yakın yeniden gelmesi, Kur’an ve sahih Sünnet’ten asla referans alamayacak bir meseledir. Bu mesele, İslam kültürüne Kur’an’ın inzalinden iki asır sonra sokulan bir hezeyandır.
Kur’an gibi bir Mehdi ortada durur iken, süper Mehdi ve Mesih arayışına giren Müslüman, gündüz güneş varken, gece olduğu vehmine kapılıp mum ışığıyla aydınlanmaya veya yol bulmaya çalışan zavallıya benzer.
Mehdî inancı, Aliya İzzet Begoviç’in deyimi ile “atılım, üretim, gelişim ruhunu felce uğratan büyük bir tembelliğin” adıdır. Bu hurafeye destek olarak ortada dolaştırılan “hadis patentli” sözlerin bütünü ise asla Resulullah’a ait değildir ve uydurmadır.”
Tarihte, Kral Davud soyundan gelen Yahudilerin “beklediği Mesih”, Evanjelist Hristyanların “beklediği İsa Mesih”, Şii Müslümanların “beklediği” kayıp 12. imam olan Mehdi, Sünni Müslüman cemaatlerin “beklediği” Mehdi şaşılacak derecede birbirine benzemektedir.
Yeni Zelanda’da iki camiye saldıran cani, Hristiyanlığın kutsal saydığı birçok göstergeye atıf yaparken en önemli göndermeyi İsa Mesih anlayışına yapmıştı.
Hristiyan teolojisinde Mesihçi öğretileri ön plana çıkaran en önemli mezhep Evanjelistlerdir. Evanjelistler, dünya politikalarının dinlerden ve kültürlerden ayrı düşünülemeyeceğinin, uluslararası ilişkilerde en az ekonomi kadar önemli olduğuna inanırlar. Dünya siyasetinde bu derece önemli olan bu inanç grubunun ne olduğunu ve hangi dinamikler üzerinde yükseldiğine baktığımızda karşımıza ilginç bilgiler çıkıyor.
Evanjelistler kimdir?
Evanjelistler, Hz. İsa’nın ilk havarilerine verdikleri ‘gidin’ ve ‘deyin ki’ ifadelerini referans alan bir mezhebin üyeleridir. Hristiyanlığın misyonerci yüzünü temsil ederler. Evanjelistler, kendilerini Tanrı’nın askerleri, O’nun Krallığı’nın kurucu öncüleri olarak görürler. Evanjelistlerin temel düşüncesi, İsa Mesih’in ikinci gelişine dünyayı hazırlamak ve bu gelişi hızlandırmaktır. Bu hususta hiçbir katliamdan kaçınmazlar. Bu katliamlar “Tanrıyı kıyamete zorlamak” hedefine kilitlidir. Evanjelistler, Eski ve Yeni Ahit’e tümüyle inanırlar.
Evanjelistler, ABD’nin hangi şartta olursa olsun,
İsrail’i desteklemesi gerektiğini savunurlar.
Evanjelistler’in Amerika Birleşik Devletleri’nin varlığı ile doğrudan ilgisi vardır. ABD’nin varlığını ‘kutsal şehir’ inancıyla açıklayan Evanjelistler, “Tanrı” tarafından çizilen kaderin dışına çıkılamayacağına inanırlar. Bu kaderi hızlandırmak için Hristiyanların ellerinden geleni yapması gerektiğini savunurlar. “İyi” ile “kötü” arasındaki büyük savaşla gelecek olan kıyameti ve Mesih’in gelişini hızlandırmak için tüm dünyanın hızla Hristiyanlaştırılması gerektiğine inanırlar. Seçilmiş insanlar olduklarına inandıkları Yahudilerin, vaad edilmiş bir son hikayesinde ana görevli olacaklarına inandıklarından onların desteklenmeleri gerektiğini düşünürler. Evanjelistler, ABD’nin hangi şartta olursa olsun İsrail’i desteklemesi gerektiğini savunurlar. Onlara göre “Tanrı’nın Krallığı” Yahudilerin Hristiyan olması ve Mesih’in Kudüs’e inmesiyle olacaktır. Yahudiler ancak böylece Arz-ı Mev’ud’a kavuşabileceklerdir. Bu ise sıkı bir Evanjelist olmakla yakından ilişkilidir.
ABD başkanları Ortadoğu bölgesi başta olmak üzere çatışmaları politik bir tavır içinde yönlendirir. Bu politik tavrın zemininde dinsel kıyamet hazırlığı senaryosu yatar. 1985 yılında ABD başkanı seçilen George W. Bush sıkı bir Evanjelisttir. Beyaz Saray’a çıktıktan sonra “Tanrı ve Başkan bize İsa’yı Ortadoğu’ya getirme şansı doğurdu. Bu bana verilen bir emirdir!” ifadelerini kullanmıştır.
ABD'nin son başkanı D. Trump'ın da sıkı bir Evanjelist olduğu hemen herkesin malumudur. Kudüs'ün başkent ilanı projesinde tören öncesi Evanjelist yemin töreni ve ritüellerinin yapılmış olması ve bu törende baş aktörün Trump olması dikkat çekicidir. Bugün sadece ABD’de 70 milyonu aşkın Evanjelistin varlığından söz edilir. İkinci sırada 50 milyon civarında Evanjelist ile Brezilya gelir. Evanjelistlerin Amaçları Irak’ı Ortadoğu’da Evanjelizmin merkezi yapmaktır ve İncil’de sözü edildiği gibi dünyanın bütün kavimlerini burada toplamaktır.
Armageddon Savaşı
Bugün Evanjelist Hristiyanlar, Yahudi fundamentalistlerle el ele vererek ‘öldürmeyeceksin!’ emrine muhalefet etmişler ve kutsal kaynaklarından aldıkları referansa dayanarak öldürmeyi seçmişlerdir. Ancak öldürürlerse, Arz-ı Mev’ud hayalleri gerçekleşecektir. Amaç, kıyameti çabuklaştırarak bütün bir dünyayı -Yahudiler dahil- Hristiyanlaştırmaktır.
Yeni Zelanda (2019) olayını bu bilgiler üzerinden okuduğumuzda Evanjelistlerin sadece Müslümanlar için değil, bütün dünya için nasıl bir tehdit oldukları görülebilir.
Evanjelistlere göre, dünyadaki ama özellikle Ortadoğu'daki büyük karışıklıklar sonucu 'Kurtarıcı Mesih' gelecek ve tüm kâfirlere galebe çalacaktır ki buna Hristiyanlığı kabul etmeyen şimdiki (şimdilik) Yahudi dostları da dahildir. Bu anlamda ABD'de Trump'ı, "Tanrı'nın gönderdiği ve görevlendirdiği" bir Başkan olarak gören insan sayısı oldukça fazladır.
Evanjelistler, Kudüs kararıyla Mescid-i Aksa ve çevresinin yıkılıp yerine "Süleyman Mâbedi" nin inşasını hızlandırmak istemektedirler. Mesih ancak bu mâbed inşa edildikten sonra gelecektir. İsrail de aynı inanca sahiptir. Eğer Mescid-i Aksa yıkılıp yerine Süleyman Mâbedi inşa edilmez ise, ülke yok olacaktır. Görüldüğü gibi bu iki dinin takipçileri bekledikleri sonuçlar farklı da olsa bu ortaklıkta birleşiyorlar. Yandaş Müslümanlar da bu ortaklığa destek vererek Evanjelistlerin amacına bizzat hizmet ediyorlar.
Günümüzde, ABD ve İsrail'in önderliğinde, topyekûn Batılılar, İslâm dünyasına savaş açmış durumdadırlar. Müslümanların en büyük zaafı, bölünmüşlüğü, dağınıklığı ve yöneticilerinin birçoğunun Batılıları dost bellemeleri ve onlarla iş birliği yapmalarıdır. İslâm dünyasına karşı, Batılıların asırlardan beri, değişmeyen bir politikası vardır. Bu politika, zamana ve şartlara göre güncellenmekte, fakat esas aynen korunmaktadır. Esası gözden kaçıranlar, güncelleşmeyi değişme olarak algılamakta ve yanılmaktadır. Söz konusu politikanın kaynağı, Batılıların dini inancıdır. Bu inancın gereği olarak Batılılar, sürekli Müslümanlara karşı Haçlı Seferleri düzenlemişlerdir.
Haçlı Seferleri’nin sonu kabul edilen, Armageddon Savaşı’nın, Haçlı Seferleri içerisinde ise özel bir yeri vardır. Batılılar, günümüzde bu savaşın başladığına inanmaktadırlar. Onun için İslâm dünyasında meydana gelen terör, isyan, iç çatışma ve savaşları, Armageddon Savaşı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aksi halde yaşanan gerçekleri görmek ve doğru okumak imkânsızlaşır.
Rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü bu savaş için 'Melhame' demiştir. Melhame kelimesi 'et' anlamına gelen 'Lahm' kelimesinden türetilmiştir. Savaşın şiddetinden insanlar et misali birbirlerine karışacak ya da öldürülen insanların etleri etrafa dağılacaktır. (En-Nihaye fi'l Ğaribi'l Hadis ve'l Eser, 4/239.)
Melhame-i Kübra, tarihin seyrini değiştirecek, yeryüzü zülüm ve haksızlıkla dolduktan sonra orayı adalet ve hukukla imar edecek, Allah'ın yarattıkları arasında en hayırlı olanlar ile şerlileri birbirinden ayıracak, kıyametin kopmasından önce vuku bulacak büyük alametlerin başlamasına sebep olacak büyük bir hâdisedir/ savaştır.
Armageddon Savaşı’nın başladığını (Melhame-i Kübra), bizzat o savaşı başlatanlar söylüyorlar. ABD başkanları, 1980'li yıllardan itibaren, Armageddon Savaşı için şartların olgunlaştığı inancındadırlar. Örnek olarak eski başkanlardan Ronald Reagan'ın 1981 yılında söylediği şu sözlerini gösterebiliriz; "Dünya tarihinde ilk kez Armageddon Savaşı’nın başlaması ve Mesih'in ikinci gelişi için her şey yerinde. Eski Ahit'teki antik peygamberlere ve Armageddon işaretlerine dönüp baktığımda, savaşın gerçekleştiğini görecek kuşağın biz olup olmadığımızı merak etmekten kendimi alamıyorum. "Armageddon Savaşı, Yahudilerin de dünya egemenliğine ulaşmak için yapacaklarına inandıkları son kutsal savaştır. Bir başka deyişle, Hıristiyan ve Yahudiler, Armageddon Savaşı’nda ortak bir inanca sahiptirler.”
Yahudilere göre, bu savaşta Müslümanlar yok edilecek, Yahudiler Arz-ı Mev'ud'a sahip olacaklardır. Hıristiyanlara göre de, Mesih'in yeryüzüne gelmesi için şu günlerde Armageddon adı verilen nihai savaşı, Müslümanlara karşı Yahudilerin kazanması gerekir. Bundan dolayı Müslümanlara karşı Yahudilerin desteklenmesi, Hıristiyanlar için dini bir emirdir. Jerry Falwel, bu emri şöyle ifade eder: "Teolojik açıdan her Hıristiyan, İsrail'i desteklemek zorundadır. Şayet İsrail'i koruyamazsak, Tanrı nezdinde itibarımızı kaybederiz." (Geniş bilgi için Bkz. Grace Hallsell, Tanrı'yı Kıyamete Zorlamak, s. 144).
Sözün özü, Müslümanlara karşı, geçmişten günümüze süregelen Haçlı Seferleri, yeni bir boyut kazanmıştır. Bununla amaç, 'Tek Dünya Devleti'ni kurmaktır. ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi CFR üyesi James Wanburg, Tek Dünya Devleti konusunda şöyle der: "Hoşunuza gitse de, gitmese de tüm dünyayı yönetecek Tek Dünya Devleti'ni kuracağız." (ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi raporu (1950). Birleşmiş Milletler Şartı'nın Gözden Geçirilmesi: Dış İlişkiler Komitesi Alt Komitesinden Önceki Duruşmalar, Seksen Birinci Kongre. Birleşik Devletler Hükümet Matbaası. s. 494.)
Anthur Schlesinger de, "Tek Dünya Devleti'ni gerek yayınlarla bilinçlere işleyerek, gerek para harcayarak, gerekse kan dökerek kuracağız, başka seçenek yok." ABD'nin dış politikasını, işte bu inanç ve düşünceler şekillendirmektedir. Bu gerçeği, 1995'den 2001'e kadar Birleşik Devletler Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanlığı yapan Jesse Helms'in şu sözleri de teyit etmektedir: "Merkezdeyiz ve orada kalacağız. Birleşik Devletler, dünyayı yönetmek ve diğer halklara örnek olmak zorundadır."
Bu görüşlerin din kaynaklı olduğunu Noam Chomsky şu sözlerle ifade eder: "Başlangıçtan günümüze dek Amerika tarihinde takdir-i ilâhi ilkesi geçerlidir, her şeyde Tanrı'nın iradesi söz konusudur. Birleşik Devletler, Tanrı'nın iradesinin yönettiği kutsal bir ülkedir. Bu bakış açısı geçmişten bugüne dek uzanır." (M.Hilmi Yıldırım/Yeni Mesaj)
ABD'nin, demokrasi, özgürlük ve insan hakları kavramlarına aldanıp, onunla iş birliği yapan İslâm dünyasındaki idareciler, bu gerçekler ışığında bir daha düşünmeli, konum ve politikalarını yeniden gözden geçirmelidirler. Yoksa bilerek veya bilmeyerek, Armageddon ordusunda asker olurlar. Ne yazık ki, bugün birçok Müslüman ve halkları Müslüman olan ülkeler bu durumdadır.
Ortadoğu’da olup bitenler bilinçli olarak bir dini öğretinin sonuçlarıdır. Sadece petrol ile izah edilmesi çok basit bir yaklaşım olur. Suriye özelinde, Irak özelinde olup bitenler tesadüfü değildir.

14 Haziran 2020 Pazar

TARİHSELCİLİĞİN SAVUNUSU VE NAMUSU


Kur’an’ın tarihselliği konusu, konunun uzmanları tarafından yazıldı çizildi, konferanslar ve seminerler verildi. Geleneksel düşünceye sahip olan akademisyenler de her ortamda tarihselcileri tenkit ettiler. Tenkitten de öte küfürle itham ettiler. Prof. Dr. İlhami Güler  tartışmalara son noktayı koymak istemiş olmalı ki, konuyu enine boyuna tekrar gündeme getirmiş. (Karar dergisi, 11.06.2020). Ben de konuyu önemli bulduğum için iktibas ederek köşeme taşıdım. Yazı aynen şöyle:

“Uzun süreden beri Türkiye’nin teolojik entelektüel ortamı muhafazakâr tarikat ve cemaatlerin hegemonyasına geçmiş olmasından dolayı, medyada ve akademyada bu alanla ilgili özgür tartışmalar yapılamıyor. Dogmatik olmayan ilahiyatçılar ve farklı düşünen kişiler, medyadan ve bilumum konferans, sempozyum, panellerden kovulmuş- sürülmüş durumdalar. Meydanı epey bir süredir boş bulmuş gelenekçi bazı ilahiyatçılar ve kimi sosyolog-sosyal bilimciler, elde ettikleri köşelerde ve mahfillerde Türkiye ilahiyatında entelektüel bir iz açmış olan “Tarihselciler” hakkında hilaf-ı hakikat şeyler ve ağızlarına geleni söylüyorlar. Aşağıda, yapılan bu ithamlara karşı kısa bir savunma yapacağım.

1-Teorik Çerçeve
Mutedil Tarihselcilik, üç ilke üzerine bina edilmiştir:

1- 610-632 arasında vuku bulan ilahi Kur’an hitabı (vahiy),yaşayan canlı Araplara yöneltilmiştir. Yani Kur’an hitabının “Kızım (Araplar), sana söylüyorum; gelinim (Arap olmayanlar), sen işit” tarzında bir hitap olmadığı; direkt kıza/Araplara hitap edildiği; dolayısıyla Arap olmayan kavimlerin, kendi kendilerine –sanki kendilerine de “canlı/bizzat” hitap ediliyormuş/muhatap alınıyorlarmış gibi- “gelin-güveyi olmamaları” gerektiği;
ancak, “kızlık/insanlık” ortak paydasında ona (Araplara) söylenenlerin bir kısmının, kendilerini de bağlayabileceği gerçeği (6/92, 19/97, 36/6, 42/7, 41/44, 12/42, 43/3, 46/12).

2- “Tarihsellik” tezi, -Hegel’e-Marx’a veya Hermenötiğe daha gelmeden-, geleneksel Kur’an ilimlerinden: “Nasih-Mensuh”, “Esbab-ı Nüzul” ve “Mekki-Medeni” ve Hz. Ömer’in içtihatları üzerine rahatça bina edilebilir. Çünkü mevzunun özü, Tanrı’nın hüküm koymasının ve kaldırmasının, toplumsal yapının değişmesine ve insanların ahlaki vüsatına bağlı olması gerçeğidir (2/106, 16/101). Bu yetkinin, sadece Tanrı’ya has olduğu, insanlara verilmediği iddiası, tarihen/olgusal olarak doğru olmadığı gibi; sanki toplumsal ve bireysel tekâmülün, son vahiy ile sona erdiği vehmine dayandığı için de geçersizdir.

3-Hitabın tarihselliği, mesajın geriye doğru (Kıssalar) ve ileriye doğru (Kâffeten linnas-34/28, ve Rahmeten lilalemin-21/107) evrenselliğini ve bu ileriye doğru taşıma umut-niyet ve beklentisinin, Hz. Muhammed ve Araplar aracılığı ile gerçekleştirilmesi gerektiğini (227/8, 6/19, 62/3) engellemez. Dolayısıyla “Evrensellik”, İlahi hitabın (Ya Eyyühellezine Âmenu, Ya Eyyühennas…) insan veya inanmış herkese yönelmiş olduğu vehminden değil; mesajın metanetinden, haber verilmiş (taşınmış/ihbar edilmiş) olmasından ve ulaşan kişilerin âkil-bâliğ olmasından doğar. Bu yaklaşım, İlahi hitabın mevzularının bir bölümünün salt Arapları/kızları ilgilendirdiği; gelinleri/diğer kavimleri ilgilendirmediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu teorik çerçeveye 1- Hasbi olmak, 2- Muhasibi (eleştirel-gerekçeci) olmak ilkeleri ışığında, mutedil Tarihselcilere yapılan ithamlara aşağıda cevap vermeye çalışacağım. Tarihselciliğin özü “Kıssa”ların anlattığı sabit/evrensel din (iman-ibadet-ahlak) ve “Nesh”in anlattığı dinamik şeriattır(5/48).

2- İthamlar ve İzahlar
1- Tarihselcilerin, -hâşâ- Allah’ın zihnini okuduğu veya Allah’a psikanaliz yaptıkları ithamı yapılmaktadır. Mutedil tarihselcilerin üstadı sayılan Fazlurrahman, “yorum” konusunda şöyle diyor: “Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tekbaşına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın” olana (Allah’a) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim olsa da; yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir. Kur’an’a göre insanın en büyük düşmanı, yani en büyük şeytan, onun kendi kendini kandırması ya da kendi nefsini aldatmasıdır.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-Makaleler-I. çev: A. Çiftçi. Ank. 1997. S. 14.) Yorum hakkında bu sözlerden sonra, yukardakiithamlar “iftira” olmaktan başka nedir?

2- Allah’ın, Rahmeti ve Hikmeti gereği yedinci yüz yıldaki Mekke-Medine- Taif ve çölün (sokağın) psikolojisini, antropolojisini, karakterini, seciyesini,
coğrafyasını, iktisadını… hesaba katarak konuşmasını, O’nun ezeli ilmi ve mutlaklığı ile –dogmatik olarak- zıtlığa düşürerek inkâr etmek, haysiyetli bir “kulluk” göstergesi midir?

3- Mübin, fasih, beliğ, açık, tek anlamlı ve sokağın anlaması için özel bir itina gösterilerek basitleştirildiği ve kolaylaştırıldığı dört kez tekrar ve itiraf edilen (45/17,22,32, 40) bir söylemi, gaybi konuları (Allah-Ahiret-Melek) insan zihnine yaklaştırmak, anlaşılır kılmak için başvurulan “Teşbih” ve mecazı vesile yaparak müphem, kapalı, gizemli, sırlı, zipli, dumanlı hale getirmek hangi “dindarlığa” ve dürüstlüğe sığan bir şeydir? Aristo’nun dediği gibi: “Bir cümle, birden çok anlama geliyorsa; hiçbir anlama gelmiyordur.”

4- Söylemin-söylevin (hitabın-hutbelerin), canlı/yaşayan muhataplarına “ne dediği”ni dilsel ve tarihsel/olgusal delillere/gerekçelere dayanarak anlama dürüstlüğü, cesareti ve çabasını, “Tanrı’nın zihnini okuma” veya “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” olarak yaftalayıp; müphemliğe, papaz kurnazlığına, göze girmeye, çok anlamlılığa, metaforlara, tevile başvurmak ne kadar sahiciliktir?

5- Bazı olguların ve hükümlerin tarihselliğini kabul etmeyip, insanlığın (Arapların da) zamanla ahlaken bazı alanlarda tekâmül edebileceğini inkâr ederek, vicdanını bastırmak için ibarelere sentaksın, gramerin kaldıramayacağı akla-hayale gelmedik taklalar attırmak ne kadar dürüstlüktür? Veya dindarlıktır?

6- “Ahkemu’l-hâkimin=Hâkimlerin en iyisi” (95/8) olan Allah,- Musa Carullah’ın dediği gibi- Hz. Muhammed ve arkadaşlarının bazı içtihatları ile belirledikleri hükümleri ayetlerin/farzların mesnedi yaparken; hatta Hz. Ömer ‘in içtihatlarını dahi “ayet”- leştirirken (muvafakât-ı Ömer); yani hüküm koymada bunların kendine“şerik” olmasından gocunmazken; mümin insanın kapasitesizliğinden,hüküm koyamayışından, zayıflığından, çocukluğundan kıvanç duyan mü’minlik/müslümanlık nasıl bir
şeydir?

7- “Onlara karşı gücünüzün yettiği oranda kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (8/60) ifadesindeki “savaş atları” ibaresini anlarken rahatça/otomatikman “tarihselci” olup hemen: “tabii ki bugün bu tank, top, füze, uçak, denizaltı… demektir” diyenler; sıra toplumsal, ahlaki, politik, hukuki, iktisadi bir mevzuya gelince nasıl oluyor
da birden 1400 sene öncesi Arap toplumunun o günkü toplumsal psikolojisi, seciyesi, seviyesine göre ileri doğru atılmış bazı adımları, her alanda bütün tarihlerin ve insanlığın nihai ölçüsü, mihengi, kriteri, mizanı yapabiliyorlar?

8- Allah’ın meramını, maksadını, muradını, derdini, davasını Arap dilinin kelime dağarcığı, gramer kuralları ve belagat üslubu ile muhataplarına doğrudan anlatma ve kabul ettirme imkânı varken; -“müteşabih” ifadeler de aleni olarak bunun bir unsuru iken (3/7)-; şairlerin yaptığı gibi sözünü alengirli, kapalı, çok anlamlı, katlı, derin, sırlı, zipli ifade edip muhatapların kafasını karıştırıp anarşi yaratarak sonra da, buna “zenginlik” demek, hangi hikmete uyar? Bu konuda vahyi ilahi bir “pedagoji” olarak gören Abraham Lessing, şöyle diyor: “Her (ilahi) ilk okuma kitabı belli bir çağ içindir. Onu geride bırakmış olan bir çocuk (çağ/ nesil) için tasarlandığından daha uzun bir süre kullanmayı sürdürmek zararlıdır. Çünkü bunu herhalde yararlı bir şekilde sürdürmek için kitaba onda olandan daha fazlasını yüklemek ve kitaptan içerebildiğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. Mecaz ve kinayelere (müteşabihlere) çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu tutum, çocuğa (yeni kuşağa) dar, çarpık, kılı kırkyaran/safsatacı (sofist) bir anlayış verir. Çocuğu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve onun zihnini açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümseme ile doldurur.”(G. Ephraim Lessing. İnsan Soyunun Eğitimi. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2011. S. 110). Müslümanların büyük bir bölümü, bugün bu halde değiller mi?

9- Hitap evrensel ise (Ya eyyühennas),16/80-81. ayetlerde sayılan “deridenevl”, ”sıcaktan koruyan elbise”, “mağaradan /dağdan-taştan evl”… nimetlerinden
hangileri bugünün bütün insanlığına verilmiştir?
10- Levinas’ın vurguladığı gibi, “söylenmiş söze (vahye)” ittiba/itaat etmenin yanında onun fehvasınca yeni “söz söyleme” yani sorumluluk üstlenme (içtihat/tecdit) yerine, söylenmiş sözü köpürtmek ve sömürmek ne kadar ahlakidir? Dogmanın yaşlı-yaygın ve sert zırhına bürünerek anı, durumu, hali, gerçekliği namusluca “yorumlayanları (racon kesenleri-hüküm koyanları)” tekfir etmek, mertlik ve dürüstlüğe, dine-imana sığar mı? Teslimiyeti, itaati ve imanı vazeden Kur’an söylem/söylevi, bunun on katı ve beş ayrı düşünme formu (tafakkuh, taakkul, tezekkür, tefekkür ve tedebbür) ile düşünmeyi emretmiyor mu? Hüküm vermeyecek isek; düşünmenin ahlaki nesnesi ne ola ki?

11- İnanç sahibi olmak ve samimiyet bir metni doğru anlamayı garanti etmediği gibi; onu köpürtmeyi ve onda olmayan şeyleri ona söyletmeyi de engellemez. Metnin bütünlüğüne olan vukufiyetin artması, tarihsel bağlam hakkındaki bilginin artması, sentaks (kullanım) ve gramer-edebiyat bilgisi, sözün kastına bizi daha fazla yaklaştırır.

12- Bir de “tarihselci” yaftası yememek için onların söylediklerini “durumsallık”, “tedricilik”, “te’vil”, “yorum”, “makasıt” kavramları ile ifade edenler var. Bunları anlamak, mümkün.

13- Kur’an, yedinci yüzyılın Mekke, Medine, Taif ve çölün (Bedevi) ufku ile Allah’ın ufkunun kaynaşmasıdır. Şeriatların veya -cumhur ulemanın kabul ettiği gibi-ayetlerin birbirini “Nesh” etmesi, bu ufuk kaynaşması sürecinin canlı-dinamik, değişken olduğunu gösterir (2/106, 8/65-66,

16/101…). Kur’an’ın inzalinden sonra, bin dört yüz sene boyunca Arapların veya insanlığın ufkunda herhangi bir değişme olmamış mıdır? En azından Kur’an’da kesin olarak sonlandırılmış olmayan kölelik ve cariyelik hakkında –kıvırmadan- ne diyeceğiz? Saraylardaki padişahlar ve İŞİD gibi, uygulamaya devam mı diyeceğiz?

14- 610-632 arasında aynı zamanda toplumsal-politik bir hareketin yürüyüşüne eşlik eden bir ideoloji-kritik söylemin/söylevlerin toplamı olarak dosya (Mushaf) haline getirilen Kur’an’ın, “Kutsal Kitap”a dönüştürülüp dondurularak dogmatik olarak sürekli salt “ezberden” okunması, tarihin, ileri doğru değil; geriye doğru (gerici) bir çekilme çabasıdır.

15- Tarihselcilik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arap (Emevi-Abbasi) tarihine musallat olan kabilecilik, şiddet-iç savaş ve Kur’an’ın “Cihat” veya “Fütühat” kavramlarını ülke işgal etmek, gasp-yağma ve çapulculuklarının maskesi yapmanın, İslam’ın evrensel mesajı ve onun “barışçıl tebliğ edilmesi talebi (16/125)” ile ilişkisi olmadığını anlamaya fırsat verir.

16- Tarihselcilik, Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinden birinin (Prof.Dr. Cafer Karadaş), bu günlerde itiraf ettiği gibi, Türkiye’de Kur’an’ı Türkçe Meal’inden okuyan gençlerin epey bir bölümünün Ateist ve Deist olmalarının bir nedeni, eğer zihinlerinin modern eğitim tarafından şekillenmesi ise; diğer nedeninin de, “Bu kitap, size doğrudan hitap ediyor” dogmatik yalanının çocuklarda doğurduğu hayal kırıklığı olduğunu anlamamıza imkân verir. Ben on sene önce bu gerçeği söylediğimden dolayı, sosyal medyada yemediğim küfür kalmamıştı.

21 Mayıs 2020 Perşembe

OMURGALI OLMAK



Konumuz elbette omurgalı ve omurgasız hayvanlar değil. Biyolojik olarak omurga ne işe yarar, omurgalı hayvanlar hangileridir, omurgasız hayvanlar hangileridir bir göz atalım istedim: Çünkü bu yazımda omurgalı insanlardan bahsedeceğim… Omurgasız insan da olur mu diyeceksiniz, okuyalım ve görelim…
Omurga, kıkırdaktan, kemikten ya da her ikisinden oluşan iskeletlerinin en önemli bölümü ve temel eksenidir. Omurgalılar genellikle omurgasızlardan daha iri ve daha karmaşık yapılıdır.
Omurga, içindeki kanalda yer alan ve sinir sisteminin en yaşamsal bölümlerinden olan omuriliğin koruyucusudur. Omurilik, gövde ve uzantıları ile beyin arasında bir sinir köprüsü kurar.
Bu geniş hayvan grubu balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerden oluşur.
Canlıları omurgalılar ve omurgasızlar diye sınıflandırmak mümkündür. Omurgalılar, sırtları boyunca uzanan omurgalarıyla tüm öbür hayvanlardan ayrılırlar.
Omurgasızlar, omurgası olmayan hayvanlara verilen genel bir addır. Omurgasız hayvanların vücudunun dış kısmını örten ve destekleyen bir dış yapı bulunur.
Omurgasız hayvanlar yumurta ile çoğalır. Çekirge, örümcek, kelebek, hamam böceği, sivrisinek çevremizde gördüğümüz omurgasız hayvanlardır. Ahtapot, yengeç, ıstakoz, midye, denizkestanesi, denizyıldızı, süngerler, denizanası ve mercanlar suda yaşayan omurgasız hayvanlara örnektir. İnsanların çevrelerinde sık karşılaştıkları omurgasız hayvanlar eklem bacaklılar ve solucanlardır…
Allah, ayetlerinde, ‘kâinatın en şerefli mahlûku’ olarak nitelendirdiği ‘insan’ı tasarlarken, ‘omurgayı’ esas aldı!
‘Dik’ dursun,
‘eğilmesin’,
‘bükülmesin’,
‘kırılmasın’ diye o harika yaratığı, bir ‘omurga’ üzerinde biçimlendirdi!
Omurgalı olmak için;
‘sadece ‘iki ayak’,
‘iki göz’,
‘iki kulak’,
‘burun’ve ‘ağız’ yetmez!..
* ‘Omurgalı’ olmanın birinci şartı, ‘insan’ olmaktır!..
Yani; ‘insanlık’ değerlerini ‘özünde’ toplamaktır!..
* ‘Adam gibi adam’ yani âdem olmanın ilk şartı;
‘omurgalı’ bir varlık olmanın şuuru ile hareket etmektir.
Yalan dünyanın ‘sahte’ görüntüsüne itibar etmemektir!
‘hakkın’, ‘hakikatin’ peşinden gitmektir!..
‘Hak’ bellenen yolda ‘yalnız’ yürümektir!..
‘Meşhur’, olmak ‘ünlü olmak’, ‘anlı-şanlı olmak’, ‘namlı’ olmak ile ‘gerçekten büyük olmak’ arasındaki ‘kalın çizgiyi’ iyice idrak etmektir!..
Olduğu’ gibi görünmek, ‘göründüğü’ gibi olmaktır!..
‘Korkaklığa’,
‘namertliğe’,
‘kalleşliğe’ prim vermemektir!..
Hakiki kahramanlığın ‘saldırıp, bir daha geri dönmemek olduğuna’ inanmaktır!..
Omurgalı adam;
‘giyinişi’ ile
‘cebindeki parası’ ile
‘boyu posu’ ile
‘güzel konuşması’ ile tanınan biri değildir!..
Omurgalı adam:
* Diyojen’in gündüz vakti ‘mum’ ile aradığı adamdır!..
* Omurgalı adam ‘nokta’ gibidir, hiçbir zaman ‘virgül’ gibi eğrilmez!..
* ‘Düşmanları’ onun sırtını hiçbir zaman yere getirememiştir. Omurgalı insanlar, dost bildikleri tarafından  hep ‘kalleşçe’ arkadan hançerlenmişlerdir !..
* O nun ‘Merhameti’ ve ‘şefkati’, ‘iyi niyeti’ daima istismar edilmiştir!..
* O karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen adam gibi adamdır, hiç bir zaman ‘eğilmez’, her zaman ‘dimdik’ olarak ayakta durur!..
* O ‘Bütün ‘olumsuzlukları’ olumluya çevirmeye çalışır!..
* O aynı zamanda ‘azimlidir’ ve ‘kararlıdır!..
* Omurgalı adam gücünü;
‘oturduğu koltuklardan’,
‘bulunduğu mevkilerden’ almaz,
‘aksine, o oturduğu koltuğa ‘güç’ ve ‘şeref’ katar!..
* O üzerindeki ‘makamların’ ve ‘mevkilerin’ önünde asla diz çökmez!.. O ancak, boyun eğilecek yegâne varlığın önünde diz çöker!..
* Omurgalı adamların karakterinde;
‘bukalemunluk’,
‘ikiyüzlülük’,
‘yılışıklık’,
‘kahpelik’ ve ‘kalleşlik’ yoktur!..
* O çevresinde ‘Doğrucu Davut’ olarak tanınır!..
* Omurgalı adamlar, çevresindekilerin ‘alkış’ ve ‘yuhalamalarına’ önem vermezler!.. Bilirler ki, en küçük bir başarısızlıkta, alkış sesleri bir anda ‘yuhalamalara’ dönüşüverir!..
* Omurgalı insanlar köle ruhlu insanlardan nefret ederler!..
* Omurgalı insanlar, ‘intikam’ peşinde koşmazlar, yeri geldiğinde affetmesini bilirler!..
* Onlar seviyeli insanlardır. Seviyesizliklere sadece gülüp geçerler!..
* Onların yolu ‘sarp’ ve çetindir!.. Onlar sarp yokuşlara tırmanmayı görev bililer!..

Vel hâsıl, ‘omurgalı’ olmak, yani âdem olmak, zor iştir:
‘omurga’ sahibi olamayan,
‘dik’ duramayan,
‘kula kul olmayı’ kendisine ilke edinen,
‘başkalarından’ emir alıp onların ‘borusunu’ öttüren,
‘gelene ağam, gidene paşam’ demeyi marifet sayan insanlar, omurgasız insanlardır. Müslümanların yüzkarasıdır bunlar…
Omurgalı olmak, adam gibi adam olmak;
zor zenaatır. Onlar iktidar/güç sahiplerinin’ etrafında dolaşmazlar. Onlar, omurgasızlar/sürüngenler ile; ‘düzenbaz’, ‘yağcı’, ‘dalkavuk’, tabakası ile yayana gelmez!..
Omurgalı insanlar, ‘şahsiyetli ve onurlu’ insanlardır. Onların ilkeleri ve prensipleri vardır. Onları değerli kılan, onurlu kılan şey; kurumları, makamları, sahip oldukları zenginlikleri değildir, ilkeli tavır ve davranışlarıdır. Şahsiyetli ve ahlaklı duruşlarıdır. Onlar, şartlar ne olursa olsun, şartlara ve güce teslim olmazlar.

Omurgasız insanlar, rüzgârın önündeki yaprak gibidirler, sağa sola savrulur dururlar.  Belli bir kimlik ve şahsiyet sahibi olamazlar. Hiç kimseye karşı vefa ve sadakat sahibi de değildirler. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmezler. Menfaatleri bittiğinde de kim olursa olsun kullanılmış mendil gibi atıp giderler. Dostluk, arkadaşlık gibi kavramlar onlara yabancıdır. Omurgasız insanlar aslında esarette yaşarlar. Onlar nefislerinin, tutkularının, gücü elinde bulunduranların esiridirler. 
Omurgasız insanlar, yüz yüze konuştuğunuzda cins bir Arap atı intibaı verir size, arkasını dönüp gittiğinde, izinden Kıbrıs eşeği olduğunu anlarsınız.

Bitirirken sözü Ziya Paşa’ya bırakalım;

Âdeme âdem gerektir âdem etsin âdemi,
Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi.” (Ziya Paşa)

Ne mutlu, ‘omurgalı/ adam gibi adam’ olmayı ilke edinen yiğitlere!..
Rüştü Kam

15 Mayıs 2020 Cuma

HURAFELER ŞEHRİ KONYA

- ‘Gez dünyayı gör Konya’yı, cümlesini, ‘Gez dünyayı gör Konya’yı tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde değişirdik. Dün, dünyanın ilim merkezleri arasında olan Konya’nın bugün hurafeler şehri Konya olduğuna hep birlikte şahitlik ettik-
Konya
Türk Eğitim Derneği “Kültür Gezisi” ekibi olarak Selçuklu’nun izlerini Amasya’dan beri sürerek geldik Konya’ya (01/05/2016). Kültür Gezimizin adı ‘Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri'. Amasya, Kars (Ani harabeleri), Erzurum, Sivas, Kayseri, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Afyon derken Konya’da final yapacaktık. Konya bizi hayal kırıklığına uğrattı. “Gez dünyayı gör Konya’yı’ derler. Bugünkü Konya için bu söz söylenemez herhalde.
Aslında, devrin ünlü bilginlerini, filozoflarını, şairlerini, mutasavvıflarını, hocalarını, musikişinaslarını da bağrına basmış bir şehir Konya. Bahaeddin Veled, Mevlâna Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevî, Şahabeddin Sühreverdî gibi bilginleri, Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfları da varmış Konya’nın. Bu ilim adamları verdikleri eserlerle şehri ilim ve kültür merkezi haline getirmişler. Nasreddin Hoca da güldüren ve düşündüren fıkraları ile Konya’nın kültür ve sosyal hayatının gelişmesinde emeği olan bir bilge kişisidir Konya’nın. Bunlar unutulmuş. Yok farzedilmişler.
Selçuklu İmparatorluğu’na yaklaşık 200 sene başkentlik yapmış olan Konya. (1096-1277) Kurduğu medeniyetle dünyada kendisinden söz ettiren, ilme ve irfana önem veren, Nizamiye Medreseleriyle ilim dünyasında yepyeni çığırlar açan, Selçuklu İmparatorluğu’nun Payitahtı Konya. Bugün O Muhteşem Selçuklu’dan geriye kadri kıymeti bilinmeyen kırık dökük birkaç eser kalmış. Dünyaya, medeniyetin ne olduğunu öğreten Selçuklu’dan geriye kalan sadece kırık dökük birkaç eser.
Geçtiğimiz yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan tarumar olarak çıkan Avrupa ülkeleri toparlanmışlar, yaralarını sarmışlar, bugün elbirliği içinde imece usulüyle birbirlerinin yardımına koşuyorlar. Aralarındaki sınırları da kaldırmışlar. Kendi medeniyetlerini kurmuşlar, hem de Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu alt yapıyla. Geçen bu 100 yıllık süre içinde onlar Müslümanların değerleriyle seviyelerini yükseltirken Müslümanlar kendi değerlerine küfretmekle, o değerlerin üstünü örtmekle meşgul olmuşlar.
Selçuklular dönemi Konya’sına bakarsak ve özellikle XII. Yüzyılın ilk yarısında Sultan Alaeddin Keykûbat (1219-1236) devri ve sonrasında, dünyanın ilim ve sanat merkezlerinden biri haline gelmiştir. Türk-İslam Dünyası´nın her tarafından gelen bilim ve sanat adamları Konya´da toplanmışlardır. Kütüphaneler, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sanat, Tıp, Kozmografya, Hukuk ve Din alanında büyük tarihi ve kültürel atılımlar var; bu altyapıya bağlı olarak Medreseler, camiler, türbeler, çeşmeler, kaleler, hanlar, hamamlar, çarşı ve bedestenler, köprüler, saraylar, şifahaneler, kervansaraylar yapılmış Konya’ya. Bunlar unutulmuş. Bunların yerine, Ateşbâz-ı Veli, Tavus Baba, İplikçi Kadın, Mevlâna, sakalı şerif gelmiş. Hurafeler şehrine dönmüş Konya.
Sadece Mevlâna’sıyla kendisinden söz edilir bir şehir haline gelmiş Konya. Varsa yoksa Mevlâna. Mevlâna da olsun elbet, ama o koca imparatorluk Mevlâna’dan ibaret değildi ki. Ben Alaeddin tepesinde Selçuklularla ilgili ve özellikle Selçuklu Sultan-ı Alaeddin Keykubat’la ilgili bir panoramanın yapılmasını isterdim.
Cumhuriyet Dönemi yöneticileri Türkiye’ye ihanet etmişler. Harf devrimiyle bir gecede bütün Türkiye okuma yazma bilemez hale getirilmiş. Türk insanı mezar taşlarını bile okuyamıyor bugün. Türkiye’nin kültür varlıklarına sahip çıkılmamıştır. Kıymet biçilemeyecek kadar değerli olan o muazzam eserler, bugün maalesef Avrupa ülkelerinin müzelerinin vaz geçilmez eserleri arasındadır. Türkiye’de kalanlar da bakımsız vaziyettedir. Medeniyetin ne olduğundan bîhaber olan ufuksuz insanlar, çapulcular; Türk halkını geçmişinden koparmak için uğraşmayı kendilerine hedef seçtikleri için, Türkiye’nin yaralarına merhem olamamışlardır. Konya’da bizler bu ihaneti gördük ve içimiz cız etti… O ilim şehri olan güzelim Konya hurafeler şehrine dönmüş.
Gece şehir turu
Otel şehrin merkezinde. Mevlâna Meydanı’nın hemen yakınında. İlk şoku otelde yaşadık. Odalara sigara kokuları sinmiş. Yorganlar ve yastıkta da aynı koku var. Çarşafların değiştirilmesini istedik yöneticilerden duymazlıktan geldiler, ilgilenmediler. Burası çiftçilere hitap eden bir otelmiş. Sigara kokması normalmiş. Bu saatten sonra çarşafları da değiştiremezlermiş. Çaresiz, otele yerleştik. Sonrasında yemek salonuna indik. Servis sıfır. Naylon poşet içinde getirdiler ekmeği masalara. Bir kişi var restoranda, o da çalışıp çalışmama konusunda kararsız. Yüzü zaten sirke satıyor. Zavallı belki de saat kaçtan beri çalışıyor orada, bilmiyoruz, onu da anlamak gerekiyor.
Yemeğimizi yedikten sonra şehir turuna çıktık. Işıl ışıl bir cadde. Ana caddeymiş orası. Mevlâna Caddesi. Konya, zaten bu caddeden ibaret gibi. Karşımızda Mevlâna Türbesi var. Kocaman bir meydandayız. Işıklı bir tabela koymuşlar meydanın ortasına. Konya yazıyor üzerinde. Anlaşılan fotoğraf çekilmek isteyenler için hazırlanmış bu yazı. Deklanşörlere basıldı. Herkes birbirinin fotoğrafını çekmeye başladı. Meydanda sadece biz yokuz, başkaları da var. Fotoğraf çekilmek için sıraya girmek gerekiyor.
Taş meydan
25 sene önce eşim ile geldiğimde oturduğumuz meydan burası. Ama o zaman daha güzeldi. Çiçekler vardı bu meydanda, ağaçlar vardı. Hatta döner kavşak bile vardı. Rengârenk çiçeklerin arasında, oturmuşsunuz bankın üzerine, Mevlâna Türbesi’ni almışsınız karşınıza, seyrediyorsunuz. Ne romantik değil mi… Şimdi o güzelim çiçekler sökülmüş, ağaçlar kesilmiş, yerlere taş döşenmiş. Anlayacağınız cascavlak bir hal almış meydan. Diyelim, belediye görevlileri böyle absürt bir karar aldılar, bu karar uygulanırken Konya halkı neredeydi? Demek ki, kel başa şimşir tarak. Yazık olmuş. Dünyayı gezip de sakın Konya’yı görmeye gitmeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız. O eskidenmiş. Şair derki: “Taş taş değildir/ Kalbindir taş senin/ Söyle nereni nasıl yaksın/ Bu ateş senin.”
Alâeddin tepesi
Fotoğraflar çekildikten sonra, rotamızı çevirdik Alâeddin Tepesi’ne. Tepeden Konya’yı seyretmek harika. Bütün Konya ayağınızın altında kalıyor. lşıl ışıl bir şehir. Seyrederken keyif alıyorsunuz.
Alaeddin Tepesi bir höyükmüş, yani eski çağlarda insanlar tarafından oluşturulmuş ve üzerine yerleşim yerleri kurulmuş. Yapılan araştırmalarda bu tepenin geçmişi Bakır Çağı’na kadar uzanırmış. Tam o tepeye bir saray yaptırmış Selçuklu Sultan-ı Alâeddin Keykubat, Konya’ya altın çağını yaşatan O Koca Sultan. Bir de cami var. Bugün, saraydan geriye koruma altına alınmış gibi görünen bir duvar ve bir de cami kalmış. Ertesi gün gördük ki, cami tamir halinde. İçindeki tarihi sütunlardan biri yıkılmış, dışarıya çıkarmışlar ve ortalık yere atıvermişler. Ayak altında, üzerine çıkmak, oturmak serbest. O sütunun yerine de betondan bir direk yapmışlar, ucûbe.
Hava serin olduğu için, kapalı bir mekân aradık ve de bulduk, tam tepede, attık kendimizi o mekâna. İçerde Türklerden daha çok Araplar var.
Demlikler hemen geldi. Çay mükemmel. Sohbet de ona göre uzayıp gitti. Ahmet Yumuşağın çay parası bana aittir demesine rağmen, Fatma Mıdık gizlice ödemiş çay parasını, hakikatli kız vesselam.
Rehberle tanışma
Otele dönünce Konya rehberimiz Kâmil Bey’le tanıştık. Kibar ve beyefendi birisi. Ancak ertesi günü işin ehli olmadığını anladık. Hatasını yüzüne vurmadık. Ayrılırken kucaklaşarak ayrıldık. Rehberler giyim kuşamlarına da dikkat etmeliler değil mi...
Sabah 7.30’da yola çıkmamız gerekiyormuş. Konya’yı gezmeye dışardan başlayacakmışız. Rehberimiz öyle söyledi. Hedef Sille Köyü.
Yola çıkar çıkmaz başladı anlatmaya rehber Kâmil Konya’yı: “Konya’nın evleri 140, 150 metre kare genişliğindedir. Konyalılar zevklerine düşkün insanlardır. Konya’nın etli ekmeği ve bamya çorbası meşhurdur. Bamya Konya’da yetişmez aslında, Manisa’dan gelir. Düğün yemeklerinde pilav üstü et kavurması verilir. En az et kavuran bir ton kavurur...” Bir Konyalı kızla evlenmek oldukça masraflı olmalı.
Ve Sille köyü
“Sille, Karamanlı Ortodoksların mübadele öncesi yaşadığı şirin bir Rum köyüdür. Sille’nin nüfusu Cumhuriyet sonrası mübadele döneminde azalmış. Rumlar gidince de eski tadı kalmamış.
Sille muhtelif kültürlerin harman olduğu bölgelerimizden birisidir. Halk şairleri, âşıkları ve testiciliği ile meşhurdur.
Sille insanı hassas ve aynı zamanda da sanatkâr ruhludur. Bu arada Sille’de pek çok da müderris, hattat ve tasavvuf erbabı insan yetişmiştir. “Arkeolojik veriler yerleşkenin 6.000 yıl öncesinde kurulduğu yönündedir.
Sille (Silenos); kaynayıp, coşarak köpürüp akan, önüne gelene silip süpüren su demektir. Roma, Bizans, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkezmiş. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Ak Manastır (“Hagios Khariton Manastırı”, “Deyr-i Eflâtun”) bu köydedir ve yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir.
Sille köyü, Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Cumhuriyet öncesinde 18.000’e ulaşan nüfus, bugün 3.700 civarındadır. 1913 yılında Sille’de 60 adet kilise varmış. Bugün 7 kilise ve 7 cami ayakta duruyor.”
Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise de varmış. Aya Elena Kilisesi, Hz.İsa’nın doğumundan 327 yıl sonra Bizans imparatoru Konstantin’ in annesi Helena tarafından yaptırılmış. Yakın zamanda restorasyonu yapılmış. İkinci katında kadınlar için yer de ayrılmış. Sermahfil. Camilerdeki sermahfil uygulamasının kaynağı demek ki Hristiyanlıkmış…
Evlerin kimisi yıkılmaya yüz tutmuş, kimisi de restore edilmiş, hâlâ kullanılıyor. Butik oteller, kafeler, sanat atölyeleriyle kıpır kıpır bir köy Sille. Köyün içerilerine doğru ilerlerken eski taş köprü çıkıyor karşımıza. Sanki Mostar Köprüsü’nü alıp Sille Köyü’ne koymuşlar gibi.
Biraz erken gelmişiz köye. Kilise saat 10’ da açılıyormuş. Bizden önce gelenler de var. Manisa’dan gelmişler. Açılış saatini bekleyemediler, geriye döndüler. Elbette rehberlerin kilisenin 10’ da açılıyor olduğunu bilmeleri lazımdı. Ama bilmiyorlar işte. Bizim rehber de bilmiyormuş.
Despot
Bizim gezimizin adı kültür ve araştırma gezisi. Buraya kadar gelip de M.S. 327 yılında yapılan kiliseyi görmeden gitmek olmazdı. Beklemeye karar verdik. Zamanı değerlendirip yaşam alanı olarak oyulmuş kayalara çıktık. Rehberimiz Kâmil bizimle geldi. Kilise olarak kullanılan bir kaya oyuğu var, odalar ve mezar oyukları var, odalar arasına geçişi sağlayan daracık oyuklar bunlar. Bu oyuklardan Kapadokya Bölgesi’nde de görmüştük. O günün insanları paganların zulmünden kurtulmak için bu mağaralara sığınmışlar. Gerçekten zor şartlarda yaşamışlar. Tevhid inancına sahip olan insanların ortak kaderi bu olsa gerek.
Rehberimizin anlattığına göre, mağaradaki kilisenin ikonları ve bazı malzemeleri aşağıdaki müzeye taşınmış, bir kısmı da aslına uygun olarak birebir yapılmış. Mağarada, despotun oturduğu koltuk ve önündeki iki suçlu için kazılmış kuyular hâlâ duruyor. Ancak bakımsız. Suçlular papazın kontrolünde 3 gün o kuyularda kalırlarmış. Bu süre içinde durumlarında iyi hal görülürse çıkarılırmış kuyudan ve normal yaşamlarına dönerlermiş, iyi hal görülmezse hapishaneye götürülürlermiş. Beyhan’ı kuyuya attık, ama iyi halini gördüğümüz için üç gün beklemeden çıkardık kuyudan. Yunus bir ara ayrılmıştı bizden, köydeki cami ve hamamın fotoğraflarını çekmeye gitmiş. Hamamın halini görünce yüreği burkulmuş. Gençlerin gayri meşru yaşamları ve alışkanlıkları için kullanılır durumdaymış. Biz de merak ettik ve gittik oraya, âtıl halde bırakılmış o tarihi eserler. Vurdumduymaz bir millet olmuşuz, bu kayıtsızlığı Anadolu’nun her yerinde görmek mümkün.
Müze açıldı
Burası aslında kilise, Kilisenin giriş kapısının üstündeki kitabede, M.S 327 yılında İmparator Konstantin’in annesi Helena tarafından yaptırıldığı ve 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde onarım gördüğü yazılı. Roma, Bizans, Kudüs güzergâhı üzerinde yer alan bu köy, Sille köyü, önemli bir uğrak yeriymiş. ‘Kutsal Haç’ yolcuları için uğramadan geçilmeyen bir konaklama yeri. İnşa edilen büyük mabetler, hanlar hamamlar, çarşılar, pazarlar, kaleler, kışlalar ve ilim sanat hayatı ile bütün bunların sonucu artan refah seviyesi Sille’yi, mamur ve müreffeh hale getirmiş. Ancak, Sille Köyü mübadeleden sonra önemli ekonomik sarsıntılar geçirmiş. Usta ve sanatkârlarını kaybetmiş ve fakirleşmiş.
Bayıldık Sille Köyü’ne. Burada daha çok vakit geçirmek istiyoruz ama zaman kısıtlı, Konya’da gezecek görecek çok yerimiz var. Hemen yola koyuluyoruz.
Tavus Baba
Tavus Baba Türbesi’ndeyiz. Türbe Meram Bağları’nda. Yeşili bol, düzenlemesine de özen gösterilmiş ormanlık bir alan burası. Küçük de bir çay geçiyor içinden. Meram Çayı. Konyalılar yazın buraya piknik yapmaya gelirlermiş.
Burada Tavus Baba Türbesi var. “Tavus Baba’nın asıl adı Mehmet, memleketi Hindistan. Anadolu Selçuklu sultanlarından Rükneddin Süleyman ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamış. Selçuklu sultanlarının kültür adamları ile tasavvuf erbabına gösterdikleri hürmetten dolayı Konya’ya gelip yerleşmiş. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemekte. Kadın mı, erkek mi yoksa kuş mu, bu konuda da şüpheler var. Kimisine göre Tavus, bir kadındır. Kimisine göre Bektaşi şeyhidir. Kimisine göre Mevlâna’yı görmeye gelmiş bir âşıktır, burada vefat etmiştir. Vefatından hemen sonra cenazesi tavus kuşu tüylerine dönüştüğü için, ona Tavus Baba adı takılmıştır. Türbesini ona hürmetinden dolayı Mevlâna yaptırmıştır.”
Hurafeler bir yana, önemli olan, burada yatan zatın, asırlardan beri halk arasında bir Allah dostu olarak bilinip anılmasıdır.
Burada Erol Mert çocuklarını kaybetti. Herkes bulmak için seferber oldu. Kısa sürede bulundu. Bazı arkadaşlarla, Erol’u beklerken Meram Bağları’ndaki taş köprünün etrafında kısa bir tur attık. Keşke turlamasaydık. Derenin köprüden yukarısı Meram Parkı’na doğru tertemiz. Hoşumuza da gitti. Köprüden aşağısı ise pislik içinde. Hemen karşıda valinin, belediye başkanının ve emniyet müdürünün evleri varmış. Her gün orada oturmalarına rağmen bu derenin pisliğini görmemeleri anlaşılır gibi değil.
Âteşbâz-ı Velî Yusuf
Ateşbâz-ı Velî ya da gerçek adıyla Yusuf bin İzzeddin, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin aşçısı ve Mevleviliğin önemli isimlerindendir. Ateşbâz-ı Veli olarak ün yapmış. Ateşbâz-ı Velî; ateşle oynayan demekmiş. Onun Mevlâna ve Mevleviler arasında önemli bir yeri varmış. Türbe klasik Selçuklu kümbetleri tipinde. İki katlı olan türbenin altı cenazelik üstü ibadethane. Artık Selçuklu eserlerini tanıyoruz, bize yabancı değiller.
Rehberimizin anlattığına göre, hikâyesi şöyle Ateşbâz-ı Velî’nin: 'Bir gün mutfakta odun tükenir, misafirler vardır, yemek pişirilmesi lazımdır. Ateşbâz (aşçı), Mevlânâ’ya gider, durumu anlatır. Mevlâna; “Git ayaklarını ocağın altına koy yemeği pişir” der. Emri yerine getiren Ateşbâz, ayaklarından çıkan ateşle yemeğin kaynamaya başladığını görür. Ne var ki biraz sonra bu iş nasıl oluyor diye gözünü sol başparmağına doğru çevirir, acaba ayağım “Yanar mı?” diye şüpheye düşer ve sol başparmağı o an yanmaya başlar. Ancak yemek pişmiştir. Durumu Mevlâna’ya anlatırlar, Mevlâna mutfağa gelerek niçin şüpheye düştün anlamında “Hay Ateşbâz hay!” der ve Ateşbâz-ı Velî’ ye; “Tuzunu alanlar huzur bulsun, ziyaret edenlerinin her derdi iyi olsun. Aşları artsın, eksilmesin, taşsın dökülmesin” diye dua eder.
O da utanarak sağ başparmağını yanan parmağının üzerine kapatır. O günden beri Mevlevi dervişler semâya başlamadan önce Ateşbâz-ı Veli’yi saygıyla yâd ederler. Semâya başlamadan önce sağ ayak başparmaklarını sol parmaklarının üzerine basarak başlarlar semâya. Bu olaydan sonra Yusuf bin İzzeddin ateşle oynayan mânâsına gelen “Ateşbâz” ünvânıyla anılmaya başlar.'
Türbenin altında küçük bir delik var. Türbedar bana delikten “içeriye bak ne göreceksin bakalım” dedi. Baktım. “Ne gördün” dedi. Taş gördüm dedim. “Senin kalbin taşlaşmış” diyerek hışımla çekti gitti yanımdan.
Türbenin içinde bir tabakta, tuz bulunmaktadır. Ziyaretçiler bu tabaktan tuz alıp yanlarında götürüyorlar. Bu tuzun sofraya bereket getirdiğine inanıyorlar. Bu bir gelenekmiş, hurafe böyle bir şey insanı hemen esir alır.
İnce Minareli Medrese
“Medrese 1254’de yapılmıştır. Selçuklunun taş işçiliği şaheserlerindendir. Giriş kapısının üzerinde kabartmalı geometrik ve bitkisel bezemeler var. Ayrıca Selçuklu sülüsüyle yazılmış “Yasin ve Fetih” sureleri var. Binanın iç mekanları avlu, dershane, ve öğrenci odalarından oluşuyor. Minaresi çift şerefeli. 1901 ‘de yıldırım düşmüş ve birinci şerefeye kadar yıkılmış. 1956 yılında müze olarak açılan medresede Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Dönemine ait taş ve ahşap eserler teşhir edilmekte. Mükemmel bir işçilik. Taş işçiliğinin en güzel örneği demek yanlış olmaz.”
Böylesine mükemmel bir eseri ağız tadıyla dinleyemiyoruz rehberimizden. Konyalı Erol Mert kardeşimin ‘Ben bu medreseyi bugüne kadar görmemiştim, çok şeyler kaçırmışım, Allah razi olsun Türk eğitim Derneği’nden.’ dediği o şaheserin fotoğraflarını da rahat rahat çekemiyoruz gelip geçenden. Gelen tosluyor giden tosluyor.
Belediye, Medresenin önüne park yasağı koysa da ziyaretçiler rahat rahat fotoğraflarını çekseler ve medrese ile ilgili anlatılanları rehberlerinden iyi bir şekilde dinleyebilseler ne güzel olurdu. Yayalar da kabalaşıyor burada. Misafir olduğumuz belli, fotoğraf çekiyoruz, rehberden bilgi alıyoruz, biraz da temaşa eyliyoruz medresenin taş kapısını, minaresini, bütün bunları görmek için 3.000 kilometreden gelmişiz, orada duraklamak zorundayız. Yabancı olduğumuz her halimizden belli, “Yolu kapatmasana kardeşim!” diye bağırmanın alemi nedir… ‘Bunlar Selçuklu torunu olamaz’ diye karar vermek yanlış olmasa gerektir. Belki onlar da Erol gibi oranın ne olduğundan bile habersizler. Bu konuda belediye görevini yapmalıdır. Nasıl bir çözüm bulunacaksa bulunmalı ve dünyada eşi ve benzeri olmayan o medrese ağız tadıyla ziyaret edilebilmelidir. Alt geçit yapılamaz belki, tepenin çökme ihtimalinden dolayı ama üst geçit yapılabilir. Veya trafiğe kapatılabilir.
Medresenin yıkılan minaresinin hâlâ yapılmamış olması da ayrı bir bahis.
Alâeddin tepesi
Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubat’ın sarayı varmış burada. Alâeddin Tepesi adını oradan alıyormuş. Saray yıkılmış. Sadece küçük bir duvarı kalmış, üzerine koruma amaçlı kubbemsi bir yapı yapılmış. O da yakında yıkılacak gibi duruyor. Saray aslına uygun olarak yeniden yapılabilirdi. Ve biz geldiğimizde ibret alacak başka güzellikler, anlamlı işçilikler, sanat eserleri görebilirdik ve övüncümüz göğsümüzü kabartırdı. Ama olmadı. Bu ilgisizlik karşısında ister istemez, Kültür Bakanları ne işe yarar Türkiye’de diye düşünmeden edemiyoruz.
İplikçi Camii
Rehber Kâmil kardeşimiz anlatıyor,” İplikçi Camii’nin yapımı ile ilgili efsaneler çoktur, bir tanesi şöyle; bir iş adamı “Ben kimseden yardım almadan bu camiyi yaptıracağım, sevabı da sadece benim olacaktır” dermiş. Sözüne de sadık kalır. Başlar caminin inşaatına. Bu arada bir kadın gelir, camiye az da olsa katkıda bulunmak ister. Kadının yardım yapmasına müsaade edilmez, yalvarmaları boşunadır. Buna rağmen kadın ısrarcıdır, usanmadan her gün gelir isteğini tekrar edermiş. Her seferinde aynı cevabı alır ve geriye dönermiş. Kadın geçimini iplik bükerek sağlarmış, onun için de kadının lakabı iplikçiymiş. Bir gün kadın büktüğü iplikleri kırpık kırpık yapmış, gece gizlice gelerek iplik kırpıklarını caminin duvarının örüldüğü harca karıştırmış. Aradan aylar geçmiş, cami inşaatı bitmiş. Bu arada camiyi yaptıran iş adamı bir rüya görmüş. Bir “pîr-i fâni” kendisine, ‘Camiyi sen yaptırdın ama, caminin sevabı sana yazılmadı. Harçlara ipliğini karıştıran kadına yazıldı’ demiş. Araştırmış, soruşturmuş ve caminin duvarından örnekler aldırmış, inceletmiş. Görmüş ki, söylenilen doğrudur. Yaptığı yanlışın farkına varmış ve bu caminin adı, “İplikçi Camii” olsun’ demiş. O gün bugündür caminin adı İplikçi Camii olarak anılır.”
Doğrudur, yanlıştır bilinmez ama, ibretlik bir hikayedir bu. Bahçesinde bir şadırvan var. Akustik sanatının zirve yaptığı bir şadırvan. Nasıl bir şey olduğunu anlamak için o şadırvanı ayakta tutan sütunların yanına karşılıklı olarak durmak ve konuşmak yeterlidir. Sesler o kadar net duyuluyor ki; şaşırmamak elde değil. Fısıltıyla bile konuşsanız yine duyuluyor konuşmalar. Hepimiz teker teker denemeler yaptık ve hayranlığımızı gizleyemedik. Rehberimiz anlatmasa biz o özelliği bilemeyecektik. Oraya, şadırvanın görülebilecek bir köşesine bilgilendirme yazısı yazılabilirdi.
Mevlâna Türbesi
Taşların, çiçeğe ve ağaçlara tercih edildiği Mevlâna Meydanı’ndan geçerek türbeye ulaştık. Çok kalabalık var. ‘Cumartesi olduğundandır’ dediler. Ziyaret için 30 dakika zaman verildi. 30 dakikada oradan ancak transit olarak geçilebilir, bilgi edinme amaçlı ziyaret yapılamaz. İçerdeyiz, Mevlâna’nın mezarı oğlunun mezarından daha yüksek duruyor. Aslında yapılırken böyle yapılmış. ‘Oğlu defnedilince Mevlâna ayağa kalktı.’ şeklinde anlatılanlar hikâyeymiş. Rehberimiz öyle anlattı. Dualarımızı yaptık ve oradan ayrıldık.
İçeride öyle bir izdiham vardı ki görmeyin gitsin. Nedir bu kalabalık, ne yapıyorlar burada diye yaklaştık o tarafa doğru. “Sakal-ı Şerif” dediler. Ellerini yüzlerini oradaki muhafazaya sürmeye çalışanlar, göz yaşı akıtanlar, ağlamak için kendilerini zorlayanlar, sakal şişesini karşıdan selamlayanlar. Aman Allah’ım ne kadar da ilkel ve kötü bir manzara. Bir anda bunlar Pagan mı acaba diye düşünebiliyorsunuz. Müslümana yakışmayan bir manzara. Bu kalabalık içerideki trafiği de aksatıyor. Sonra, Mevlâna Müzesi’nde Sakal-ı Şerif’in ne işi var? Diye düşündük, ona da anlamak veremedik. Ne nedir, niçin yapılıyor anlaşılması oldukça zor bir mesele.
Dışarıda, bahçenin içinde müridlere ait odalar var. Neyler, ritim sazlar, giysiler, mutfak eşyası sergileniyor. Onları gördük. Fotoğraflarını çektik. Tarihe kısa da olsa bir yolculuk yaptık ve Mevlâna için dua ettik: “Yarabbi bu kulunun varsa bir günahı hayra tebdil eyle, sen affedicisin, merhameti bol olansın” dedik. Mevlâna’nın yüzü suyu hürmetine kendimiz için bir şey istemedik, onu vesile kılmadık.
‘Müzeye giriş ücretsiz, Davutoğlu’nun emri’ dediler. ‘Vardır bir bildiği başbakanımızın’ ( o zaman başbakan idi) dedik amma, ‘yanlış bir uygulamadır’ diye de şerhimizi koyduk.
20 sene önce gittiğimde müzenin tabanı taş döşeme idi. Şimdi tahta döşemişler. Yıprandığı için olabilir elbet. Ama tahta yerine aslına uygun olarak taş veya mermer döşemek zor olmasa gerektir. Tarihi dokuyu koklayamıyorsunuz türbede. Tarihi dokuları tahrip etmede oldukça maharetli bir milletiz anlaşılan. Afyon hemen yanı başında Konya’nın, oradan mermer getirilebilirdi. Belki de ücretsiz verirlerdi Mevlâna Türbesi için…
Kalabalığı ve izdihamı önlemek için, ziyaretçiler 25 er kişilik gruplar halinde, belirli aralıklarla ve rehber eşliğinde müzeye salınabilir. Ücretsiz olacağına, ücretli olur ve alınan ücretlerle fazladan rehber görevlendirilir. İçeriye giren ziyaretçiler de Müze’den bir şey öğrenerek çıkar, Mevlâna’yı biraz daha yakından tanıma fırsatını yakalar. Onu vesile kılarak dua etmez. İhtiyaçlarına, sıkıntılarına vesile kılmaz. Müze’yi ücretsiz yapıp izdiham yaratmak mı daha iyidir, yoksa ücret alarak fazladan rehber istihdam etmek, müzeye girenleri memnun etmek ve öylece uğurlamak mı? Ferman başbakanımızındır. Ne diyebiliriz başka… Belki de oy hesabı vardır başbakanımızın…
Karatay medresesi
“Sultan II. İzzeddin Keykavus devrinde Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış. Mimarının Muhammed bin Havlan olduğu tahmin edilmektedir. Osmanlılar devrinde de kullanılan medrese XIX. Yüzyılın sonlarında kaderine terk edilmiştir. Anadolu Selçuklu devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay medresesi 1955 yılında ‘çini eserler müzesi’ olarak ziyarete açılmıştır. Medresenin iç mekânları mozaik ve plaka çiniler ile kaplanmıştır. Medrese Sille taşıyla inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Taş işçiliğinin eşsiz eserlerinden biridir. Medresenin Selçuklu devrinde Konya’nın kültür hayatında önemli bir yer tuttuğu, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî çağı derviş ve fakihlerinin bir buluşma ve toplantı yeri olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır. Celâleddin Karatay’ın sandukası burada bulunmaktadır.”
Celâleddin Karatay, I. Alâeddin Keykubad ve halefleri döneminde devletin önemli mevkilerde bulunmuştur. Alâeddin Keykubat’ın yanında göreve başlamadan önce bir gulâmhaneye eğitilmek üzere alınan Celâleddin Karatay, sonra saraya getirilmiş ve burada kendisine önemli bir makam verilmiştir. Celaleddin Karatay'ın devlet hizmetinde etkin hale gelmesi özellikle II. İzzeddin Keykâvus dönemlerine rastlamaktadır. Daha sonra da devletin dört direğinden biri olarak saltanat veraseti ile vezirlerin ve öteki görevlilerin atanmasına karar vermede önemli rol oynamıştır.
Onun Moğollara karşı takip ettiği denge siyasetiyle Selçuklu devleti Moğollara karşı direnebilmiştir. Celaleddin Karatay 1254’te vefat etmiştir.
Şems-i Tebrizi
“Şemsi Tebrizi Mevlana’yı Mevlânâ yapan kişidir. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahi aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur. Şems-i Tebrizi Şam'a döndüğünde, Mevlânâ Celaleddin için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems'in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ Celaleddin'e ileri geri laflar etmişlerdir. Bir süre sonra Şems, Celaleddin'in oğlu Sultan Veled‘in çağrısı üzere Konya'ya geri gelir. Celaleddin, bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu evlenmeye ikna eder; bu kız Celaleddin'in evinde evlâtlık olan Kimya Hatun'dur. Kimya Hatun'a gizliden âşık olan Alaaddin bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.
Mevlâna’da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler, onun Mevlâna’dan ebediyyen ayrılmasına sebep olurlar. Şems Hicri 645 Miladi 1247 tarihinde şehit mi edildi, yoksa geldiği gibi, kimseye haber vermeden Konya'yı mı terk etti kimse bilmez.
Bugün Konya'da Şems makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevilerce Mevlâna türbesinden önce ziyaret edilen bu mescit-türbe de mevcut olan sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Şems gerçekten burada mı medfûndur bu da bilinmez. Bilinen gerçek odur ki, Allah dostlarının kalplerde yaşadığıdır.”
Etli ekmek
Etli ekmeğimizi ve bamya çorbamızı yiyerek Konya’dan ayrıldık. Konya’nın etli ekmeği de bamya çorbası da lezzetliydi. Ete biraz kıyabilselerdi daha da lezzetli olabilirdi. Et fiyatları yüksek olduğundan olabilir diye yorum yaptık. Konya’nın o büyük büyük beyaz şekerlerinden almayı da ihmal etmedik. Bamya yemeyen Dilruba ve Beyhan’a da bamya yedirebildik Konya’da. Çok lezzetli buldular.
Akşehir/Nasrettin Hoca
Akşehir’e doğru yönümüzü döndürünce başladık gülmeye. Nasrettin Hoca’dan fıkralar anlatmaya başladı arkadaşlarımız. Akşehir’e kadar gülerek geldik. İbretlik fıkralardı bunlar.
Nasrettin Hoca; 1208’de, Sivrihisar’ın Horto köyünde doğmuştur. Öğrenimini sürdürmek için Konya’ya gelir. Sonra Akşehir’e yerleşir ve 1284’de, 76 yaşında iken vefat eder. Akşehir’in en eski Selçuklu mezarlığına gömülür.
Önce türbeyi ziyaret ettik. Mezarın üzerine, 6 sütuna oturan, kubbeli bir türbe yapılmıştır. Türbe gayet sadedir, mimari açıdan herhangi bir özelliği yoktur. Dualarımızı yaptık ve Nasrettin Hocayla baş başa kaldık bir müddet. Onun hayır duasını aldık. İbretlik nasihatlarından dinledik kendisinden, istifade ettik. Uzun yoldan geldiğimiz için bize özel ihtimam gösterdi Hoca. Türbe ziyareti yaparken bile güler mi insan, ziyaret ettiğiniz türbe Nasrettin Hocanın türbesi ise gülüyorsunuz.
Çocuklarımla ve eşimle yıllar önce gelmiştim buraya. Kızım Dilruba “Aaa Hatun ölmüşş yazıık!“ diye üzülmüştü. Bu ziyaretimizde, o gün türbe yolunda yürürken çekildiğimiz fotoğrafın aynısını çekildik. Sevgili Beyhan çekti fotoğrafımızı. Bir nostalji işte. Bir de Denizli’ye gelin giden bir çift vardı orada. Hoca’dan dua almak için gelmişler. Hoca da onlara bir ömür boyu mutluluklar dilemiş. “Birbirinize saygılı olun, ufak tefek meseleleri büyüterek aile yuvanızın tadını kaçırmayın” demiş. Onlarla birlikte fotoğraf çekildik. Akşehir’de böyle bir adet varmış. Gelin ve damat mutlaka Nasrettin Hocaya uğrar onun hayır dualarını alırlarmış. Adetlerin yaşaması, yaşatılması ne kadar da anlamlı.
Sonrasında Gülmece Parkına girdik. Nasrettin Hoca’nın heykelleri ve fıkralarından örnekler var parkta. Her birinin başında fotoğraf çekme yarışına giriştik.
Emin’in düdüğü acı acı çalmaya başladı yine. Biz Nasrettin Hoca’ya doyamadık… Ama düdüğe de kulak vermek gerek. Sonunda ikna ettik Emin’i ve hediye alma zamanı aldık kendisinden. Hem hediyelerimizi aldık, hem de dükkân sahibinin ikramı olan çay ve salepten içtik. Yarım saatlik serbest zaman çok iyi geldi bize.
Nasrettin Hoca komedyen değildir
Konya’da kocaman bir yanlış daha var. Bu yanlış Nasrettin Hoca’ya hakaret anlamı taşıyor. Akşehir’de bir park var. Gülmece parkı. Nasrettin Hoca komedyenlerle birlikte bu parkta, komedyen seviyesine düşürülmüş. Nasıl mı; Nasrettin Hoca’nın heykellerinin bulunduğu parka cumhuriyet dönemi komedyenlerinin de heykellerini koymuşlar. Hiç de yakışık almamış. Nasrettin Hoca gibi bir değer nasıl olur da komedyenlerin seviyesine indirilir, bu nu anlamak mümkün değil. Nasrettin Hoca’ya bundan daha büyük hakaret yapılabilir mi. Bu komedyenlerin içinde Nasrettin Hocayla yan yana gelmesi bile düşünülemeyen Müjdat Gezen bile var. Varın ötesine siz karar verin.
Kültür merkezi
Nasrettin Hoca maalesef, Mevlâna ve diğer Velî olarak bilinen zatlar kadar önemsenmemiş. Akşehir’de Nasrettin Hoca Kültür Merkezi hâlâ yok. Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan Kültür Bakanlığı’na ait bir kitap bir CD ve onun tanıtıldığı bir tanıtım noktası da yok. Oysa Akşehir’e Nasrettin Hoca’nın fıkralarından oluşan bir panorama bile yapılabilirdi. En azından bir salonda bildik giysileriyle film olarak çekilmiş fıkralarını dinleyebilirdik.
Elveda Konya
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın taktik toplantısını Akşehir’de yapmış. Sonra da Afyon Kocatepe’den, ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!’ demiş. Biz de aynı heyecanla ayrıldık Akşehir’den ve Afyon’a doğru gidiyoruz. Yolda Konya’nın değerlendirmesini yaptık. Selçuklunun neredeyse tamamen göz ardı edilerek ignore edilmesini, unutulmasını ve 200 senenin yok sayılmak istenmesini, tarihi değerlerimizin alt üst edilmesini yadırgadık.
Gittiği her yerde medeniyetler kuran ve kurduğu medreselerden dünya çapında ilim adamları yetiştiren, O kocaman Selçuklu’nun neden Osmanlı kadar belleğimizde yer etmemesini daha anladık şimdi. Alaattin Tepesi’ndeki sarayın ayakta kalmış olan tek duvar örneğine gösterilen ihtimam(!) ın bu fikrimizi desteklediği kanaatine vardık. ‘Nasrettin Hoca ile komedyenleri aynı parkta yayana getiren zihniyetin ciddi projelerin altına imzasını koyamayacağı aşikardır.’ dedik. Aradan geçen yüzyılda geldiğimiz noktadan geriye bakılırsa bu acı gerçeği görmemek mümkün değildir.
Böylece, geçmişini bilmeyen ve geçmişine sahip çıkmayan milletlerin, medeniyet sahnesinde, siyaset sahnesinde söz sahibi olamayacaklarının altını da kalın bir şekilde çizdik. ‘Gez dünyayı gör Konya’yı, cümlesini, ‘Gez dünyayı gör Konya’yı tarihe ihanet nasıl oluyormuş anla’ şeklinde değişirdik. Dün, dünyanın ilim merkezleri arasında olan Konya’nın bugün hurafeler şehri Konya olduğuna hep birlikte şahitlik ettik.
Rüştü Kam