29 Ağustos 2020 Cumartesi

KERBELA 2020/MUHARREM 1442

-ADALET MÜCADELESİNE DEVAM-
Hem acılara hem de sevinçlere şahitlik etmiş bir ay vardır dini geleneğimizde; Muharrem ayı. Haram aylardan birisi olarak kabul edilir. Önemli bir ay olarak tarihe geçmiştir. Hicri takvim Muharrem ayı ile başlar. Bu takvime göre 1442 yılına girmiş bulunuyoruz. Yeni yılın İslâm âlemi için hayırlara vesile olması dileğimdir.
Bu ayda oruçlar tutulur, hayırlar yapılır, dualar edilir, aşureler pişirilir. Geleneğe göre bu ayda kalp kırılmaz, savaş yapılmaz. Bu ayda gerçekleştiğine inanılan olağanüstü olaylar da vardır. Muharrem ayının 10’uncu günü bilhassa öne çıkar.
Mesela:
İnsanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Nuh’un Gemisi Cûdi Dağı ‘na 10 Muharrem’ de oturmuştur. Hz. Musa kabilesiyle birlikte Firavun ’un zulmünden 10 Muharrem’de kurtulmuştur. Hz. Yunus balığın karnından 10 Muharrem’ de çıkmıştır, Hz. Âdem’in tövbesi 10 Muharrem’ de kabul edilmiştir, Hz. Yusuf, kardeşlerinin/İsrail oğullarının atmış olduğu kuyudan 10 Muharrem’de çıkarılmıştır, Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir, Hz. Yakup, oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözlerini o gün açmış, Hz. Eyüp, yakalandığı amansız hastalıktan o gün şifa bulmuştur. (Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140)
Böylesine dini ve tarihi önemi haiz, kanaat önderlerine sevinç kaynağı olan 10 Muharrem, Maalesef Peygamberimizin gözbebeği sevgili torunu Hz. Hüseyin için kapkara bir gün olmuştur. O gün Müslümanlar Hz. Hüseyin’i hunharca katletmişlerdir. Öyle ki; adaleti ayakta tutmak için çıktığı bu yolda Hüseyin, dedesi tarafından tebliğ edilen dinin Müslümanları tarafından katledilmiştir. Dedesi Hz. Muhammed’in getirdiği Kitap’a inanarak ahiretlerini kazanmak isteyen Müslümanlardır bunlar. Halifenin orduları Peygamber torununu katletmiştir. Yezid ve orduları orantısız bir güç kullanmıştır. Makam için mevki için kullanılmıştır bu güç. Tam teçhizatlı 5.000 kişilik orduya karşı, kadınlar ve çocuklar dahil sadece 72 kişilik küçük bir gruptur Hüseyin’in yanındakiler.
Yezid’in biat teklifini reddeden Hz. Hüseyin, Kûfelilerin “Gel Kûfe’ye; Müslümanların halifesi ol, 20.000 kişilik bir inanmışlar ordusu ile seni destekleyeceğiz” sözüne itimat ederek Kûfe’ye doğru yola çıkmıştır. Yola çıkmadan önce durumu yerinde inceleyip kendisine rapor etmesi için gönderdiği Müslim b. Akil de bu haberi doğrulayınca davete icabet etmiş ve Kûfe’ye doğru yola çıkmıştır. Gönlü rahattır.
Ancak yolda, Müslim’in Vali Ubeydullah b. Ziyad tarafından öldürüldüğü haberini alınca; geriye dönmek istemiştir. Yezid’in öncü kuvvetleri geriye dönmesine müsaade etmemişlerdir. Hurr b. Yezid öncü kuvvetlerin komutanıdır. 1000 kişi vardır emrinde. Daha sonra komutan Hurr b. Yezid Halife Yezid’in yaptığının yanlış olduğunu öğrenecek ve 30 kişilik bir grupla Hz. Hüseyin’in tarafına geçecektir. Ama çok geç kalmıştır.
İnsanlara ve tüm canlılara hayat kaynağı olan Fırat, Hz. Hüseyin’e can suyu olamamıştır. Fırat Nehri o günden beri başını taştan taşa vurarak çığlıklar atmakta ve göz yaşları içinde Basra Körfezi’ne karışıp gitmektedir. O gün olanların canlı şahididir Fırat. Katledilen Peygamber torunudur. 5.000 kişilik düzenli bir orduya karşı, adalet sevdalısı 72 kişilik bir gruptur karşı karşıya gelen. Can mı dayanır 50 derecede çölün ortasından göklerin katmanlarına “suuu, suuu” diye yükselen canların feryadına.
72 can önce susuzluğa mahkum edilmiş, sonra da Şimr b.Zil’-Cevşen tarafından ibadet aşkıyla(!) katledilmiştir, yetmemiş kafası kesilmiştir. Sonra da Peygamber torununun başı biz de Müslümanız diyen kafasızlar tarafından Kûfe Valisi Ubeydullah b. Ziyad’a gönderilmiştir. Müslümanların(!) valisidir, vali Ubeydullah b. Ziyad.
Vali sarhoştu. Hz. Hüseyin’in kesik kafası ile topla oynar gibi oynadı. Hz. Hüseyin’le dalga geçti ve onu aşağıladı. Sonra da kesik başı Yezid’e gönderdi. Müslümanların(!) Halifesi ’ne. Bu olay Peygamberimizin vefatından sadece 48 sene sonra oldu. Daha Hz. Hüseyin’in yanaklarında peygamberimizin kondurduğu öpücüğün izleri duruyordu. Fırat nasıl da vurmaz başını taştan taşa. Fırat şahit olduğu bu katliamın verdiği acı ve ıstırapla o günden beri başını taştan taşa vura vura akarken, maalesef Müslümanlar olup bitenlerden hiç ders almamışlardır. O günün Kerbela’sında yaşananlar bugünün Kerbelalarında bire bir yaşanmaktadır.
Günümüzde, Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda katleden de Müslümandır katledilen de. İşte Afganistan, işte Irak, işte Suriye, işte Yemen…Sadece katledilenler Peygamber torunları değil, hepsi o kadar. Yazıktır, günahtır.
Matemlerini yaşayarak zalimlerden hesap soracaklarına, maalesef Hz. Hüseyin’in katilleriyle Hz. Hüseyin’in taraftarları aynı saflarda yerlerini almışlardır. Müslümanların perişanlığının sebebi budur. Fırat’ın suyuna dün kan karışmıştı, bugün de karışıyor. Kan aynı kan, Fırat aynı Fırat. Müslümanların 1400 senelik geçmişlerinde kan ve gözyaşından başka bir şey yok. Akıtılan kan Müslümanların kanı, akan gözyaşı da Müslümanların göz yaşı.
Öyle veya böyle, 10 muharrem acıların günüdür, matem günüdür. Ehl-i Beytin, Müslümanların halifesi tarafından hunharca katledildiği gündür.
Bizler 10 Muharrem’de yine de matemimizi tutalım, direncimizi kaybetmeyelim, adaleti ayakta tutmak için mücadelemizi sürdürelim, dost kimdir düşman kimdir bilelim, zalimle yan yana durmayalım, mazlumların intikamının peşinde koşalım. Sevincimizi ise yarınlara saklayalım…
Rıza Altinel

20 Ağustos 2020 Perşembe

SILA-İ RAHİM BİR YIL SONRA HUZURDAYDIK/ DENİZLİ(III) -HIERAPOLIS- PAMUKKALE, LAODKEA, AFRODİSİAS, EFES, İZMİR-

Sabah güneşi ışıyınca canlanıyor nebatât ve cemadât. Şehrin gürültüsü, düzensizliği bir başka güzel. Yaya kaldırımlarına ağaçlar dikilmiş. Bir kısmı kaldırımın en arkasına bir kısmı en ucuna bazen de kaldırımın ortasına. Budanmadığı için yerlere kadar inmiş dalları. Yayalar kaldırım yerine sokağı kullanıyorlar. Sorumsuz sorumluların belediye koltuğuna oturtulduğu bir merkez ilçe burası. Denizli’nin Pamukkale ilçesi.

40-45 derece sıcaklıkta çöp bidonlarının kapakları açık duruyor, çöplerini bidona atan geçip gidiyor kapatmayı bile denemeden, çünkü kapakları kapatmak ayrı bir güç istiyor. Etrafa saçılan koku kimseyi rahatsız etmiyor, o sıcakta bidonun içinde üreyen mikroplar işin cabası.

Sabah ve akşam saatlerinde el ele tutuşarak yürüyüş yapan sevgililer var o sokaklarda, bulvarlarda. Araçlar kendileri için ayrılan yolda seyretmekte güçlük çekiyorlar, basıyorlar klaksona. Kaldırımları kullanamadıkları için yolda yürüyüş yapan o insanlar, hafif çekilir gibi yapıp yine devam ediyorlar yollarında yürümeye.

Böylesine bir karmaşada sanırsın kaos meyana gelecek, yayalar çıldıracak, araç sürücüleri alıp levyelerini inecekler yola ama bunlar olmuyor, bazen sinirlenen bağıran çağıran insanlar oluyor elbet, “Ulan öküz önüne baksana!” el kol hareketi yaparak basıp geçiyorlar. Aslında onlar da karmaşanın bir parçası. Karmaşanın bile bir düzeni var o şehirde.

Düzen böyle kurulmuş. Düzensizlik düzen olmuş. Günlük yaşam bu şekilde akıp gidiyor kendi halinde. Ancak herkes mutlu. Gerçekten mutlular mı yoksa mutlu gibi mi görünüyorlar, orasını kestirmek zor. Kim bu düzensizliğe çomak sokarsa ve yaptığı işin arkasında durursa- ısrarcı olursa, düzeni bozan kişi olarak hakarete uğrayabiliyor ” sana ne lan!”. Ancak bir zaman sonra o da düzenin bir parçası olabiliyor.

İşte burası benim memleketim. Dağıyla taşıyla, yoluyla- yolağıyla, taşıyla- toprağıyla benim memleketim.

Bir zamanlar nice medeniyetlerin kurulmasına öncülük etmiş güzel insanların memleketi. Türkiye. Bu güzel ülke nasıl oldu da bu hale geldi. 100 sene gibi kısa bir sürede nasıl oldu da 1000 yıllık medeniyet böylesine yerlerde sürünür oldu. Hem de yüzüstü sürünüyor, görüyoruz ve şahit oluyoruz, içimiz cız ediyor, acıyor.

Çocuklarımla ve kız kardeşimin kızı Müberra, damadı Ali ve yeğenlerimle birlikte, Denizli ve civar illerde kurulan bazı medeniyetlerden geri kalanları görmek ve ibret almak için düştük yollara. Buldan’dan başladık tarih içinde yürümeye. Önce gideceğimiz yerlerle ilgili bilgileri bildiğim kadarıyla anlatıyorum, mekâna vardığımızda da oradaki yazılı olan bilgilerle zenginleştiriyoruz bilgilerimizi ve üzerine yorumlar yapıyoruz. Laodikya, Hierapolis/Pamukkale, Afrodisias, Efes, Ayasuluk, Şirince ve İzmir Agora derken 7 günlük bir gezi turunu tamamlamış olduk.

Çocuklarıma ve onlara Türkiye’de kurulan ve çeşitli nedenlerle zaman içinde yıkılan ve toprağın altında kalan, günümüzde ise arkeolojik kazılarla gün yüzüne çıkarılan kalıntıları tanıttım. Anadolu’daki kültür zenginlikleriyle tanıştırdım onları. Yeğenlerimin anlattıklarından anladığım kadarıyla Türkiye bu konuda fazla duyarlı değil. Okul öğrencileri gruplar halinde ve bir rehber eşliğinde bu yerlere götürülmüyorlarmış, götürüldükleri zamanlarda da gezi disiplini içinde gezilmiyormuş oralar, öğrenciler kendi hallerine bırakılıyorlarmış.

Çoğu yetkililer; olup bitenlerden haberdar değiller. Ellerindeki imkanlar onları şımartmış. Halkla beraber, halk ile iç içe olanları pek az. Kendi değerlerine bile yabancılar demek fazla abartılı olmaz. Belediye başkanlarının bazıları hizmette sınır tanımamış, yapılması gerekenleri yapmak için azami gayret göstermiş ve yapmış da. Kendi değerlerine sahip çıkarak bunu yapmış. Bu arada birilerinin kuyruğuna basmış olmalı ki; ikinci dönem o koltuğa oturamamış. O kadar hizmete rağmen bütçesi fazla verdiği halde o koltuğa oturamamış, seçilememiş belediye başkanlığına. O kadar ki; kendi parti yönetimi bile o insanın aleyhine çalışmış, hatta o ilçede karşı partiyi desteklemeleri kendi seçmenlerine tembih bile edilmiş. Gerekçe; “yüzü gülmüyormuş”.

İdealiniz varsa, hizmet yapıyorsanız, doğruları haykırıyorsanız mutlaka birilerini rahatsız ediyorsunuz demektir. Başarıya giden yol dikenlidir. Bazen olur ayağınıza batan dikenlere dayanamaz hale gelir pes edersiniz. Bazen olur ayağınızdan kanlar fışkıra fışkıra yolunuza devam edersiniz. Ayağına bastığınız insanlar yanınızdaki insanlarsa çok acı çekersiniz. Bedel ödersiniz, hem maddi hem de manevi bedel ödersiniz. Onurlu insanlar yalakalık yapmaktansa bedel ödemeye razıdırlar.

Çok sevdiğim başka bir arkadaşım var; 7 sene aynı okulda 4 sene de aynı sınıfta okuduk. 11 sene beraber olmuşluğumuz var. İki üniversite mezunu. İş adamı (Ali Mürteza Güzelyağdöken / Söke-Aydın). Siyasette şansını denemiş, işini-aşını bırakarak sırf Allah rızası için koşturmuş. Sonuç; sonuç, hayatında o partiden aday olduktan sonra o partiye oy verenlerin önüne geçememiş. Aferin almış, ama siyasette yol alamamış. İşini de kaybetmiş. Şimdilerde tekrar toparlanmaya başlamış. Dertli ve yüreği yanık. Kaybettiği o kadar şeye rağmen gülebiliyor. “Bizim beklentimiz dünyada değildir, ahirettedir” diyor ve aynı hızla hem işine hem de davasına hizmet etmeye devam ediyor. Allah dava erlerine zeval vermesin. Âmin.

Oturup sohbet ettiğim başka arkadaşlarım da oldu. Türkiye’yi, Türkiye’de olup-bitenleri, eğitimi, siyaseti, yönetimi, yönetim biçimini konuştuk. Avrupa’yı, Avrupalıyı eleştiriyorlar. Eleştirmek elbette herkesin hakkıdır. Haklıysanız bu eleştiriler mâkes de bulur. Haklı olmak için konuşmaktan başka iş yapıyor olmak gerekir. Avrupalıyı eleştirenler çok fazla. Ama Avrupalıyı niçin eleştirdiklerinin farkında olanlar çok az. Avrupalının gözü niçin Türkiye’dedir bunu bilmiyorlar. Bildik birkaç slogan cümle kuruyorlar hepsi o kadar. Şımarıklığın verdiği sahte gururla kuruyorlar bu cümleleri.

Anadolu’da kurulmuş kadim medeniyetlerden haberleri yok, bazı arkadaşlar o medeniyet kalıntılarına “taş” diyebiliyor. "O taşları görmek için zaman harcayamam" diyenler de var. Oysa Antik kentler Avrupalının amacını öğrenmeye yarayan en iyi öğretmendir. Allah “gezin görün ibret alın” diye boşuna mı buyurmuş.
“Onlara, yeryüzünde gezin de, İslâm'a planlı cephe alarak, Müslümanlığı, Müslüman nesilleri yozlaştırma, yok etme suçu işleyen güç ve iktidar sahibi âsilerin, suçluların, günahkârların âkıbeti nasıl oldu, ibret nazarıyla bir bakın, inceleyin.” de. (Neml 69-Ahmet Tekin Meali)

“Yeryüzünde gezin, dolaşın. Öncekilerin boylarınca, günaha, isyana, küfre batmış milletlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna ibret nazarıyla bir bakın, inceleyin. Onların çoğu, ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında Allah'a ortak koşan gizli şirki yaşayan, başka otoriteler kabul eden müşriklerdi.”(Rum 42-Ahmet Tekin Meali)

Bu ayetleri anlamak için o taşları yerinde görmek gerekir. Okullarımızda o taşları oraya yerleştiren insanların kurdukları medeniyetin öğretilmesi gerekir. İbret böyle alınır. İşte o zaman Avrupalının Türkiye üzerindeki emellerini ancak öğrenmiş oluruz.

İşte o zaman, emperyalist güçlerin Suriye’de yoğunlaşması, Irak’ın işgali, 50 yıldan beri bir türlü bitirilemeyen PKK terör örgütü ve Türkiye’nin kılcal damarlarına kadar sızabilen Fetö terör örgütü ve amaçları Türk insanına tam olarak anlatılabilir.

Evet, bu konuda konferanslar, seminerler, sempozyumlar düzenlenmelidir, bu konularla ilgili hutbeler-vaazlar verilmelidir. Böylece 7’den 70’e her bir Türk vatandaşının emperyalist güçler ve amaçları hakkında görüş birliği içinde olmaları sağlanmalıdır.
Sadece haber programları ve birkaç filmle bu konuların öneminin halka anlatılması mümkün değildir. Söz konusu olan vatandır.

Taşına toprağına kurban olduğum güzel ülkemin düşmanı elbette çoktur. Dışarıdakiler ve içerideki uzantıları 200 yıldan beri ha bire çekiştiriyorlar elinden ayağından bu güzel ülkemin. Sahip çıkılırsa, arş ı âlâya çıkan feryadına kulak verilirse ancak o zaman dimdik ayakta kalabilecektir bu ülke. Dış güçlerin ve içerideki uzantılarının kendilerini açık ettikleri bu günlerde uyanık olmak gerekir. Birlik ve beraberlik içinde olmanın tam zamanıdır. Sorumsuz sorumluların yaptığı talihsizlikler ülkemin kaderi olmamalıdır.

Not: Gittiğimiz Antik Kentlerde, yeterli bilgilendirme yazıları yok. Broşür yok. Rehber yok. İlgi yok. Görevliye soruyoruz ben bilmem diyor.

Bitti

10 Ağustos 2020 Pazartesi

BİR YIL SONRA HUZURDAYDIK/DENİZLİ (I)

Dini literatürümüzde bir kavram vardır. Sıla-i Rahim. Özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilmesi anlamına gelir. Buyruk şöyledir; "Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının" (Nisâ, 1)

Kur’an’da Mü’minlerin özelliklerinden bahsederken şu ifadeler kullanılır:

"Onlar, Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riâyet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır.

Onlar, Rablerinin rızasına ermek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlardır.

İşte onlar için dünya yurdunun iyi sonucu vardır. Bu sonuç da Adn cennetleridir.

Onlar, atalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla beraber oraya girerler. Melekler de her bir kapıdan onların yanlarına girerler ve şöyle derler:

"Sabretmenize karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu olan cennet ne güzeldir!" Allah'a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lânet onlaradır, kalınacak olan yerin kötüsü olan cehennem de onlaradır. (Ra'd suresi, 21, 25).

 

Kur’an konu ile ilgili buyrukları sıralamaya devam eder. İnsanların kabileler halinde, soy soy, sülâle sülâle yaratıldığını söyler ve bunu “tanışma ve sevme” hikmetine bağlar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışıp muhabbet edesiniz diye milletlere, sülâlelere ayırdık. Fakat şu kadar var ki Allah katında en değerli olanınız, takvada en üstün olanınızdır.” (Hucurat Sûresi 13)

 

Peygamberimiz de bu ayetleri şöyle detaylandırır:

"Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Ancak bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır" (Tirmizi, Zekât, 26).

 

“Rahim, yani sıla-i rahim; akrabalık bağı, Rahmân’dan bir bağdır. Kim bu bağı koparmaz ve akrabasına ulaşırsa, o aynı zamanda Allah’a ulaşmış olur. Kim de bu bağı koparırsa, Allah da ondan rahmetini keser.” (Tirmizi, Birr 16)

 

Bir adam Peygamber'e gelir: "Yâ Rasûlallah; beni Cennet’e sokacak bir ibadet söyler misin?" diye sorar. Allah’ın resulü şu cevabı verir: "Allah'a ibadet eder ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahim edersin." (Müsned, V, 417, 418; Buhârî, Zekât, 1; Kefâlet, 4; Müslim, Îmân, 12, 14).

 

Buhârî’nin Cami-us sahihinde ise şöyle bir kayıt vardır: “Kim akrabasına ilgi gösterirse Allah da ona ilgi gösterir.” (Edeb, 13)

 

Mevlamız, ana rahmine bağlı akrabalık düzenini kurduktan sonra bu bağları yaşatanlara kendisinin ilgisinin süreceğini, akrabalık bağlarını koparanların ise ilgisinden mahrum bırakacağını bildirmiştir. Ashabına da, sıla-i rahimi terketmenin kötülüğüne işaret eden Muhammed sûresinin 22. âyetini okumalarını öğütlemiştir.

 

Diğer bazı hadislerde, Allah’ın rahmân ismiyle sıla-i rahim arasında ilişki kurularak bu görevi yerine getirenlerin ilâhî rahmetten nasiplerini alacaklarına, ihmal edenlerin ise rahmetten yoksun kalacaklarına işaret edilir (Müsned, I, 190, 191, 194; VI, 62; Buhârî, Edeb, 13; Tirmizî, Birr, 16).

 

Bazı hadislerde de sıla-i rahim konusunda karşılık beklenmemesi, ilişkiyi kesenlerle de akrabalık bağlarının sürdürülmesi gerektiği bildirilmektedir. (Müsned, II, 160, 194; III, 437; IV, 148, 158; Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Bu ayet ve hadisler bize sıla-i rahimin önemini vurgulamaktadır. Vurgulamaktan öte bir görevin yerine getirilmesi emredilmektedir. Hatta bu görevin yerine getirilmesi için ısrarcı olunmaktadır. Bu buyruklar göz önünde bulundurularak Sıla-i rahim farzdır denilirse bu doğru bir tespit olur. Çünkü sıla-i rahim; akrabalık bağlarının kuvvetlendirilmesini emreden bir kavramdır.

 

Sözlükte “bağ, ilişki” anlamına gelen sıla ile “döl yatağı, ana rahmi” ve mecazen “insanlar arasındaki soy birliği, akrabalık bağı” anlamına gelen rahm / rahim (çoğulu erhâm) kelimelerinden oluşan sıla-i rahim terim olarak “kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık bağlarını yaşatma, akrabalarla ilişkiyi sürdürme, onların haklarını gözetme, onlara ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, ziyaret etme” demektir.

 

Akrabalar için zü’l-erhâm, ülü’l-erhâm gibi tabirler de kullanılır. İbnü’l-Esîr, bu tür akrabalık görevlerini ihmal etmenin veya akrabalara kötü davranmanın kat‘-ı rahim tabiriyle ifade edildiğini belirtmektedir (en-Nihâye, II, 210-211; V, 191-192. Lisânü’l-ʿArab, ilgili maddeler”.

 

Ben bu kutlu sözlerin peşine takılarak çocuklarımla birlikte yola çıktım bu sene yine. Sıla-i rahim kavramı çerçevesinde memleketim olan Denizli’ye geldim. Sıla-i rahim kavramıyla anlatılan farz ibadeti yerine getirmek için yaptım bunu.

 

Hava sıcaklığının 39 dereceye bazı günlerde 41 dereceye ulaştığı şehre, tekstil cenneti denilen şehre, termal kaplıcalarıyla, üzümüyle, horozuyla ve antik kentleriyle meşhur Ege Bölgesindeki bir şehre; Denizli’ye geldim. 1985’e kadar beni bağrına basan, saran-sarmalayan, acıktığımda doyuran, susadığımda su veren, üşüdüğümde üzerime örtü olan şehre geldim. Evet, sıla-i rahim için bu şehre geldim.

 

Ortaokul ve lisede (İmam-Hatip Lisesi) verilen bilgileri bu şehirde almıştım. Yüksek tahsilimi 9 Eylül Üniversitesi’nde (İzmir Yüksek islâm Enstitüsü) tamamlamama rağmen, öğretmenlik mesleğime bu şehirde başlamıştım. Kimliğimi bu şehirde kazanmıştım. Geleceğimi bu şehirde inşa etmiştim. Sevdiğim kadınla bu şehirde dünya evine girmiştim.  

 

Kader ağlarını ördü ve sonrasında Yolum Almanya’ya düştü. 35 seneden beri Berlin’de yaşıyorum. Çocuklarımdan ikisi tahsillerini orada tamamladılar, en büyükleri de doktora çalışması için geldi Berlin’e. Aile böylece yıllar sonra Berlin’de tekrar bir araya geldi. 2019 da eşimin vefatı ile birlikte ailemiz yine dağıldı.

 

Ben yine, aile birliğini fiziken olmasa bile ruhen sağlamak için Denizli’ye, bu şehre geldim yine (2020). Çocuklarımla birlikte geldim. Amacım sıla-i rahim farz ibadetini yerine getirmektir. Büyüklerimizi ziyaret etmek ve çocuklarımın anneleri ile olan bağlantılarını kesmemelerini sağlamaktır.

 

Babamı ve eşimi mezarlarında ziyarete ettik, oldukça memnun kaldılar. Eşim çocuklarımızı hep birlikte görünce mezarından kalktı ve hepsini teker teker kucakladı. Gözlerinden öptü. Uzun uzun sohbet ettik, dertleştik eşimle. Mutlu oldu hem de çok mutlu oldu. Gözlerinden akan yaşlar sevgi çağlayanı olarak mezarının üzerinde akıp geçti. Çocuklarının annelerini ziyaretinden kim mutlu olmaz ki…

Bir zaman sonra eşimden ve babamdan müsaade istedik ve ayrıldık huzurdan. Çocuklar anneleriyle tekrar kucaklaştılar, o, yine eskisi gibi kollarını kocaman açarak çocuklarına sarıldı ve her zaman yaptığı gibi yine; ”Aman ha, sağlığınıza dikkat edin öyle abur-cubur şeyler yemeyin, sıcaktan soğuktan kendinizi koruyun, vakitli vakitsiz sokağa çıkmayın, kiminle arkadaş olacağınıza dikkat edin, bizleri habersiz bırakmayın” tembihatında bulunmayı ihmal etmedi.

 

Sonra da her zaman yaptığı o meşhur uğurlama duasıyla bizleri yolcu etti çocuklarını: “Allah’ım çocuklarıma zihin açıklığı ver, onların anlayışını artır, kötü insanların şerrinden onları koru, onlara iyi insanlarla beraber olmayı nasip et, onlara ilim ver, faydalı ilim ver, ilimlerini artır, işlerini kolaylaştır, göğüslerini genişlet, muhannete muhtaç eyleme, Sana iyi bir kul, insanlara da faydalı birer insan olsunlar, onları Kur’an’ın yolundan ayırma, ben onları çok seviyorum sen de sev hem de çok sev bana evlat acısı tattırma...”

 

İçimizi acıtan bu ziyaretten sonra; biz de onun için dua ettik, “Allah’ım sen onun mekanını cennet eyle. Biz ondan razı idik sen de razı ol. Biz annemizin bu fani dünyada senin rızanı kazanmanın dışında bir iş yapmadığına şahidiz, bizim annemizin iyi bir insan olduğuna dair şahitliğimiz tamdır, şahitliğimizi kabul eyle“ duasıyla huzurdan ayrıldık.

 

Babam da torunlarıyla aynı duyguları paylaştı. Geliniyle birlikte yanyana aynı mekanda ikamet ediyorlar. Bağbaşı mezarlığında. Eski bir mezarlık. Huzur veriyor insana. Mezar taşlarında 1232 yılının tarihlendiğini okudum.

  

Ziyaretlerimizi yaptıktan sonra çocuklarıma biraz da Denizli’yi tanıtmak istedim. Önce Denizli’nin mutfağından başladık tanıtıma. Sonra tekstil konusunda bilgilendirdim onları. Hem kadim dostum, asker arkadaşım Ali Tural’ı ziyaret etmek ve hem de el tezgahlarını tanıtmak için Buldan’a gittik...

 

Devam edecek

29 Temmuz 2020 Çarşamba

KURBAN BAYRAMI 2020


Kurban Bayramı, Allah’a kulluğumuzu arz ettiğimiz, verdiği nimetlere şükrettiğimiz müstesna bir Bayramdır. Hz. İbrahim’in imanını, Hz. Hacer’in sadakatini ve Hz. İsmail’in teslimiyetini kuşananlara Rabbimizin bir ikramıdır. Kurban bayramı, İslam’ın nişanelerinden olan kurban ibadetini eda ederek Rabbimize yaklaştığımız nadide bir zaman dilimidir.

Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesi rüyasında emredilmiştir. Ama baba bıçağı oğlunun boğazına çalacağı zaman Allah  ona büyük bir koç göndererek oğlu yerine bu koçu kesmesini emretmiştir. Böylece baba-oğul ideal bir itaat, teslimiyet ve fedakârlık örneği vermişlerdir (Saffat, 37/107).

Evet Kurban bayramı müslümanlar için önemli bir gündür. Çünkü müslümanlar bugün insanların, tanrılar için kurban edilmesine Allah tarafından son verildiğine inanırlar. Bundan dolayı bu bayramın adı, aslında ölümden kurtuluşun bayramıdır. Kesilen kurbanlar Allah’a teşekkür anlamı taşır. 

Müslümanlar bugün yaşama sevinciyle coşarlar. Severler ve sevilirler, sevinçlerini kurban keserek ve kestikleri bu kurbanı da dostlarıyla, komşularıyla, sevdikleriyle paylaşırlar.

Kısaca Kurban’ın tarihine bakacak olursak, Kurban’ın, hak olan dinlerde de beşerî olan dinlerde de var olduğunu görürüz. Hz.Adem'in oğullarından Habil ile Kabil birer kurban kesmişler, Allah haklı olan Habil'in kurbanını kabul ettiği halde Kabil'in kurbanını kabul etmemiştir ( Maide, 5/28).

İlkel dinlerde krallar, kâhinler, ölüler ve putlar için kurban kesilirdi. İslâm öncesi Araplar da putlar adına kurban keserlerdi ( Maide, 5/3, Bakara, 2/173, En'am, 6/145, Nahl, 16/115).

Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib oğlu Abdullah'ı kurban etmeye niyetlenmiş, fakat yaptığı istişareler sonunda onun yerine yüz deve kesmişti (İbn Hişam, es-Sire, I- 98).

Görüldüğü gibi İslâm Hz. Adem'den beri süregelen kurban kesme geleneğini korumuş ve bu geleneği insancıl olmayan uygulamalardan arındırmıştır. Kurban edilecek hayvanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhamet esasları dahilinde yeni bir düzenleme getirmiştir.

Kurban kesmek zorunlu değil, gönüllü bir ibadettir. Kurban kesmek için zengin olmak da şart değildir. İsteyen ve imkan bulan her müslüman kurban kesebilir.

Kurban kesmenin asıl amacı insanlarla bir araya gelerek kucaklaşmaktır. Karşılıklı fedakarlıktır. Sahip olunan malın birlikte paylaşılmasıdır. Bu paylaşımda ihtiyaç sahiplerinin de gözetilmesi gerekir. 

Hz. Peygamber kurban etlerinin kavrularak saklandığını ve ihtiyaç sahiplerine verilmediğini görmüş ve: "Hiç bir kimse kestiği kurbanın etini üç günden fazla evinde ve elinde tutmasın" buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in koyduğu bu yasağın amacı etin geniş halk kitlelerine intikalini sağlamaktir.

Müslüman olmanın amaçlarından biri de, bulunduğu bölgede  “Kurban Geleneği”ni korumak ve orada  yaşayan insanımızın Kurban Bayramı vesilesiyle kaynaşmasını sağlamaktır. Yüce Allah sadaka vermeyi emreder. Sadakayı önce en yakınındakine vereceksin, sonra deniz dalgası gibi yayılacaksın der.

Biz Berlin’de yaşıyoruz. Berlin’de yaşayan insanımıza, akrabamıza ve Alman komşularımıza  karşı  görevlerimiz var bizim, hayırlarımızı verirken, önceliği Berlin’e tanımalıyız. Alman komşularımızla birlikte bu bayramı kutlayarak, fedakarlığımızı ve sevincimizi onlarla paylaşmalıyız.

„Kurban“ı sadece et yemek olarak görmeyelim. Sadece et  bayramı olarak da görmeyelim: Çünkü,  „Kurbanın ne eti, ne de kanı Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan sizin takvanızdır.“ (Hacc 37) Buyuran Yüce Mevlamız konunun önemini vurgulamıştır.

Yani, kurban demek; değil malımızı, gerekirse canımızı dahi Allah’ın yoluna feda etmek demektir. Bu konuda Hz. İbrahim ve oğlu İsmail bizim için önemli iki örnektir.

Yıllardan beri Afrika’da ve Asya’da  kurbanlar kesiliyor, ama sonuç değişmiyor, onlar yine fakir. İnsan yılda bir öğün et yese ne olur yemese ne olur. 364 gün açlıkla mücadele edilecekse, bir gün et yemenin anlamı ne olabilir ki?

O insanlara bir lokma et yedireceğiz diye uğraş vereceğimize, bulunduğumuz ülkelerde o kurban paralarıyla özel okullar, üniversiteler, hastaneler açsaydık daha hayırlı bir hizmet yapmış olurduk.

Şimdi o ülkelerdeki gençleri getirip kurban paralarıyla bu okullarda  okutabilir veya hastanelerde tedavi ettirebilirdik. Bu şekildeki bir uygulama İlahi iradeye daha uygun olurdu.   

Ne dersiniz; isterseniz yardımlarımızı yaparken biraz da konuya bu tarafından bakalım….

Berlin’de kalıcı hizmetler yapalım, su üzerine yazı yazmayalım. Sorumluluğumuzun bilincinde olalım.

Sadece Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Asya’daki insanlara bir lokma et yedirmek için organize olacağımıza, uğraş vereceğimize; biraz da bulunduğumuz ülkelerdeki çocuklarımıza, insanımıza hizmet etmek için, yardım etmek için „kurbanlarımızı paylaşmak“ için organize olalım.

Zekatlarımızla, sadakalarımızla, kurbanlarımızla öncelikle bulunduğumuz bölgelerde aktif hale gelelim. Özel okullar, üniversiteler, hastaneler, kültür merkezleri açalım. Bu kurumlarımıza Afrika ülkelerinden çocuklar getirelim, bu okullarda onları da okutalım, onların bu okullarda okumalarına bu hastanelerde tedavi olmalarına yine sadakalarımızdan pay ayırarak yardımcı olalım. Sonra da onları ülkelerine gönderelim. Böylelikle hem kendi çocuğumuz için hem de o insanların çocukları için daha hayırlı  yatırımlar yapmış oluruz. Bu işi önceden yapmış olsaydık; şimdi Berlin’de ve o ülkelerde aktif görev içinde olan, Berlin’in ve o ülkelerin rengini değiştirecek binlerce uzman hizmet ediyor olurdu.

Bu şekildeki uygulama İlahi iradeye daha uygun olur. Yardımlarımızı yaparken, kurbanlarımızı değerlendirirken biraz da konuya bu tarafından bakmamız gerekir…

59 seneden beri Berlin’de yaşayan Müslümanlar kaç tane milyonluk kurumun altına imza attılar?
Kaç tane kültür merkezi açtılar?
Kaçtane özel okulları vardır?
Kaç tane üniversite öğrencileri, için yurtları vardır?

Cevaplanması gereken sorular  bunlardır. Almanlar, Müslümanlarla birlikte yaşamanın avantajlarını görmelidirler. Müslümanların yardımlaşma gayretlerini, fedakârlıklarını görmelidirler. Müslümanın elinden ve dilinden insanlara zarar gelmediğini görmelidirler. Hatta Müslüman eli; ihtiyaç sahibi olan herkese din, dil, ırk ayırımı yapmadan ulaşır anlayışı, Almanlar arasında yaygın hale gelmelidir. Bu anlayış kendiliğinden oluşmaz, gelişmez. Gayret etmek lazımdır, irade ortaya koymak lazımdır, eyleme geçmek lazımdır.

Almanlar, medya üzerinden kendisine tanıtılan Müslümanla, aralarında yaşayan Müslümanlar arasında bir farkın olduğunu, işte o zaman fark edecektir. O zaman yabancılara önyargı ile bakan siyasiler, bürokratlar veya Sarrazin gibi insanlar Müslümanları çıkarları için malzeme olarak kullanamayacaklardır.

59 yıldan beri aynı coğrafyada yaşayan aynı havayı teneffüs eden, aynı sokakta oturan, aynı okula giden  Müslüman, birlikte yaşadığı Almanın, Müslümanlarla ilgili düşünce dünyasını değiştirememişse sorun biraz da Müslümanlarda aranmalıdır.

Müslüman; dünyanın neresinde olursa olsun ayağına çivi batan bir insanın acısını içinde hissetmesi gereken kişidir.  Müslüman Arakan’daki, Suriye’deki veya dünyanın başka bir yerindeki insanlara yapılan yardıma elbette kayıtsız kalamaz, bu mümkün de değildir. Müslümanın eli oralara mutlaka uzanmalıdır. 

Ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o elleri tutmaya çalışmayalım, tutamayız, tutsak bile içine düştüğü çukurdan onu çıkaramayız.  Her Müslüman öncelikle kendinden, kendi çocuğundan, bölgesinde yaşayan kendi insanından sorumludur. Kendi çocuklarımız bugün kuyudadır, kendisini kuyudan çıkaracak bir el beklemektedir, öncelikle annesinin- babasının elini beklemektedir. Biz öncelikle kendi çocuğumuzu kuyudan çıkaralım, kendi çocuğumuzun elini tutalım, sımsıkı tutalım ve bırakmayalım.

Unutmayalım, Afrika ülkelerine gönderdiğimiz kurbanlar, sadakalar, zekâtlarlar, bağışlar kontrol dışı olduğu için, birgün darbe olarak, kurşun olarak, füze olarak geri dönebiliyor. 15 Temmuz kalkışmasını ve şehit edilen 250 kişiyi unutmamak gerekiyor.

İslâm hoşgörü dinidir, barış dinidir. Kim İslâm’ın barış mesajına gölge düşürmek isterse bilsin ki o, Müslümanlardan  değildir.

İslâm öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiştir. Bilakis huzuru tesis etmek için gelmiştir. İslâm teröre asla prim vermez.

Adı ne olursa olsun, dini ne olursa olsun, kılık kıyafeti nasıl olursa olsun, tüm terör örgütlerini ve o örgütlere yardım ve yataklık edenleri, ister özel, isterse tüzel kişilik olsun hepsini  şiddetle lanetliyorum.

Budist rahipler tarafından soykırıma tabi tutulan Arakan Müslümanlarını, ülkeleri işgal edilen yerinden yurdundan edilen Suriyeli Müslümanları unutmadık unutmayacağız elbet.

Ben bugün,  umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze de olsa azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda, büyük bir boşluk var, hiçlik var, yenilgi duygusu var içimde. Bu yenilgi duygusu kahrediyor beni.

Allah bize, Suriye’deki,  Pakistan’daki, Afganistan’daki ve Afrika ülkelerindeki  ve başka yerlerdeki  insanlara niçin yardım yapmadınız diye hesap sormayacaktır. Fakat Berlin’deki insanlara niçin yardım elinizi uzatmadınız, niçin onların geleceğine yatırım yapmadınız?
Hatta, Alman komşunuz Hans’la, Rose ile İslam’ın güzelliklerini niçin paylaşmadınız? diye hesap soracaktır…

Değişik ülkelere  yapılan yardımlara karşı değilim. O eli tutalım, ancak kendi çocuğumuzun elini bırakarak o eli tutmayalım. Kendi çocuğumuz kuyuda boğulmak üzeredeir. Kendi çocuğumuzu kuyudan çıkardıktan sonra  tutalım o eli.  O ülkelerde yaşayan insanların devletleri var, o insanlara dünya devletleri  de yardım ediyor, Birleşmiş Milletler(BM) de yardım ediyor… Oysa bize ve bizim geleceğimize kimse yardım etmiyor, yatırım yapmıyor, bizim elimizden tutan bir devletimiz yok…Elimizdeki ve avucumuzdakileri almak için gayret sarfeden devletlerimiz var. Benim çocuğum kimsenin umurunda değil.

Ve ben bütün bu olup bitenlere rağmen,  bugün sizlerle, aramızda bulunan Suriyeli, Afganistanlı mültecilerle  birlikte buruk da olsa bu bayramı yaşamak istiyorum,  sevgi ve muhabbetlerimle kucaklıyorum hepinizi.

Bayramların özü sıla-i rahimdir. Bayram günlerini sadece bir tatil fırsatı olarak görmeyelim.  Anne babamız başta olmak üzere büyüklerimizi ziyaret edip hal ve hatırlarını soralım. Vereceğimiz hediyelerle küçüklerimizi sevindirelim. Bayram neşesine hastaları, yaşlıları ve yalnızları ortak edelim.

Yazıma Almanya’nın eski Cumhur Başkanımız Sayın Christian Wulff’un tarihe not olarak düştüğü şu anlamlı sözüyle bitirmek istiyorum. “İslamiyet Almanya’nın da bir parçasıdır”.

Bayramınız mübarek olsun...,

24 Temmuz 2020 Cuma

BEN SENİ UNUTMAK İÇİN SEVMEDİM 2020 8 Temmuz


Gülüm,
Sen aramızdan tam bir yıl önce ayrıldın. 8 Temmuz 2020. Ben o günden beri senin hayalinle ve hatıralarınla yaşıyorum. İşten döndüğüm zaman, kapıya her geldiğimde senin kapının arkasında beni bekliyor olduğunu ve bana hoş geldin bey, buyurun diyeceğini ümit ediyorum. O heyecanla açıyorum kapıyı ama arkasında sen yoksun. Önüme bomboş bir hol açılıyor. Belki oturma odasındadır, belki de mutfaktadır diye dalıyorum içeriye, oralarda da yoksun. 46 yıllık alışkanlık birden unutulmuyor ki gülüm.

“Zamanla alışacaksın unutacaksın” diyorlar, güya teselli ediyorlar, alışmak, unutmak ne mümkün. Sonra ben unutmak istemiyorum ki…Neden unutayım ki…

“Ben seni unutmak için sevmedim
Gülmen ayrılık demekmiş bilmedim
Bekledim sabah akşam yollarını
Ölmek istedim bir türlü ölmedim

Aşk bu mu sevda bu mu hayat bu mu
Kalp acı dünya hüzün göz yaş dolu

Şimdi sen kim bilir nerelerdesin
Gelir gecelerden koşarak sesin
Bana en acı haber kiminlesin
Adını içimden hala silmedim”

Bu şarkı bizim şarkımızdı. Unutmak ihanettir. Ben sana nasıl ihanet ederim ki…

Gülüm, İmam -Hatip Lisesi’nden sınıf arkadaşım olan Mithat Ekici gelmişti seni uğurladıktan sonra Denizli’de eve. Aldı beni “biraz dolaşalım” dedi. Ornaz Vadisi’ne götürdü. Yeni yapılmış. Çok güzel bir park. Bir demlik çay istedi. Ornaz Vadisi’nin o hafiften püfür püfür esen rüzgarında serinlerken, vadiye nazır yudumladık çaylarımızı. Zaman zaman buraya gelir, vadide kuşlar tarafından verilen açık hava konserleriyle kendine gelirmiş Mithat. Mithat çerez de almış bir miktar. Biraz suskunluk iyi geldi ikimize de, çayı yudumlarken dertleştik. Dertliydi hem de çok dertliydi Mithat. Konuşurken dudakları titriyor gözleri doluyordu, o da 3 yıl önce (2016) eşini kaybetmiş.
Hayat hikayesini kısaca anlattıktan sonra, bana döndü ve dedi ki; “Zamanla unutacaksın derler sana, sakın inanma onlara, zaman geçtikçe özlem, acı ve arayış daha da artıyor, hayat çekilmez hale geliyor, üç sene oldu ben eşimi uğurlayalı, onu hâlâ unutamadım, herhalde dördüncü ve sonraki senelerde bu acı devam edecek ve bütün benliğimi saracak.”

Evet Gülüm, Mithat doğru söylemiş. İlk günlerde gelenler gidenler, akrabalar, çocuklar herkes evdeydi, arkadaşlarımız da benimleydi, sağ olsunlar acımı paylaştılar, yemeklerimi bile pişirip getirdiler, topluca eve geldiler birlikte yedik yemekleri, evimizi temizlediler, camları sildiler, dualar ettiler. Zeynep hanım, Bedriye ve Gül hanımlar, Cengiz ve eşi bizleri yalnız bırakmadılar. Komşumuz Emine ise her akşam zili çalıyor ve elinde bir tabakla içeriye giriyor ve bizimle beraber sohbet ediyordu, Zülfikar da kahve pişirerek sohbeti hatırlı hale getiriyordu.

Ancak Gülüm, sonra yavaş yavaş ayaklar kesilmeye başladı, daha sonra da herkes çekildi ve sadece Emine kaldı geriye. Hakikatli kızmış Emine.

Onlara da hak vermek lazım, herkesin işi gücü var, kendi hayatları var. Her gün bize gelecek değiller ya.  Şimdi Zülfikar’la birlikte yalnızlığımızı paylaşıyoruz. O da olmasa ne yapacakmışım bilmem…

Gülüm, ev işlerini ben yapıyorum, ancak ütüyü beceremiyorum, ya iz bırakıyorum ya da yakıyorum. Zamanla alışacağım ona da. Alışverişi hiç beceremem bilirsin. Yine, pazarda ne var yoksa hepsini alıp getiriyorum. Az almasını bir türlü beceremiyorum. Sen de yoksun ki, “Ah iyen ah, ne yapacaksın bu kadar domatesi, patlıcanı, üzümü…”  diye birisi ikaz etsin beni...

Sonra geçiyorum mutfağa, senin yaptığın kadar lezzetli olmasa da yapıyorum yemeği, bilirsin elim yatkındır. Ancak iki kişilik yemek yapmayı bir türlü beceremiyorum, nedense hep fazla pişiriyorum. Ertesi güne kalan yemeği yemezdik ya biz, bilesin ki şimdi onu da yemeye başladık, fazla yapınca dökmek olmuyor ki Gülüm.  

Seni ebedi istiratgâhına uğurladıktan sonra, Denizli dar geldi bize. Çocuklarla birlikte biraz uzaklaşmak istedik oradan. Önce Ankara’ya uğradık. Bir rehber eşliğinde Ankara’yı gezdik. Hacı Bayram Veli, Anıtkabir, Tacettin Dergâhı, Birinci Meclis, Ankara Kalesi, İlahiyat Fakültesi, Kızılay, Ulus, Anadolu Medeniyetler Müzesi vd.

Sonra Şaban Ali Düzgün bizi villasında misafir etti. İlhami Güler öğle yemeğinde ağırladı. Mehmet Akif Koç ise, aldı arabasına bizi karış karış Ankara’yı dolaştırdı, hem de gece. Ankara’nın altını üstüne getirdik. Sonra da gecenin 12’ sinde Çukurambar’da künefe yedik. Hayri Kırbaşoğlu ile otogarda ancak ayaküstü sohbet edebildik. Hasan Onat ve M. Said Hatipoğlu Hocam’la görüşemedik. İsrafil Balcı ile Samsun’da görüştük, sonradan Mustafa genç de katıldı bize. Mehmet Azimli ile de görüşemedik, seyahate çıkmış yine. Hepsi taziyelerini bildirdiler, senin için dua ettiler. Allah dualarını kabul eylesin. Üzüntüleri her hallerinden belliydi.

Sonra, Ankara’dan Karadeniz’e yelken açtık. Ordu’da Serdarlarda kaldık.  Düğünleri varmış, biz de katıldık düğüne. Eğlence içimi kararttı. Düğün devam ederken ben Giresun’a kadar gittim geldim. Fikri Emanet Hoca ile görüştüm. Topal Osman’ın mezarını ziyaret ettim. Tarih kitaplarında ölümüyle ilgili çelişkili bilgiler olduğunu, işin doğrusunu bir türlü öğrenemediğimizi, söyledim ve kendisini kimin öldürdüğünü sordum, ‘Otur bakalım şuraya.’ dedi ve uzun uzun anlattı…

Ertesi gün Ordu’dan ayrıldık. Yine Şamata Tur’dan bir minibüs kiraladık, bir de rehber tutarak seninle birlikte dolaştığımız her yere gittik. Giresun üzerinden Trabzon’a, Rize’ye, oradan Artvin’e... Erzurum’a kadar gidecektik ama olmadı. Artvin’de Çoruh nehri üzerinde kurulan Deriner Barajı’nın kenarında balık yemiştik. Yemekten sonra Hureyre rahatsızlandı. Balık mı zehirledi yoksa başka bir durum mu var bilemedik, geriye Borçka’ya geldik. Hastanede Hureyre’yi tedavi ettirdik. Sonra da Rize’ye döndük.

Niğmet kızımız Rize’de bize sahip çıktı. Köyünde misafir etti. Annesi ve kardeşleriyle birlikte bir hafta geçirdik orada. Hep birlikte senin hatıralarını yad ettik, dertleştik. Niğmet, seninle birlikte geçirdiği günleri, son yaptığınız Paris gezisini, dernek çalışmalarınızı hatırlattı. “Güzel hatıralardı onlar, hocam niçin bizi erkenden bırakıp gittin” diyerek de hayıflandı, göz yaşı döktük, acılarımız tazelendi. Sonra bir süre sustuk.

Seninle yaptığımız gezilerde çocuklarımız yanımızda değildi. Bu gezimizde de çocuklarımız vardı, sen yoksun. Kader denilen şey bu olsa gerek. Hiçbir şey tamam olmuyor, mutlaka bir eksiği olabiliyor.

Gülüm, Karadeniz anılarımı tazeledim ama, sensiz yaptığımız bu gezi gerçekten benim içimi acıttı.  Çocukların yanında dik durmam gerekiyor, aynı zamanda acımı da yaşamam gerekiyor. Her baktığım yerde sen vardın. Sümela’da, Aydar yaylasında, Uzungöl’de, Zilkale’de, Artvin’de…her yerde. Sanki senin izinden yürüyor gibiydik.

Dönüşte Denizli’de fazla kalamadık. Çocukların zamanı yoktu, seninle vedalaştık ve hemen döndük Berlin’e. O gece ev bana dar geldi. Yatamadım odada, yattığım zaman da uyuyamadım. 46 sene sonra yatak odasında yapayalnızdım, evet yapayalnız. O ilk geceyi hiçbir zaman hatırlamak istemiyorum. Kâbus gibi çökmüştü üstüme duvarlar.

Sabah çocuklar kahvaltıyı hazırlamışlar, kaldırdılar beni. Kendileri teselliye muhtaç iken beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Bu minval üzere bir hafta kadar yanımda kaldılar. Sonra da bavullarını topladılar uçup gittiler, ben arkalarından bakakaldım çaresiz. Zülfikar’la ikimiz kalakaldık koca Berlin’de yapayalnız. Ne yediğimiz yemek yemek oldu, ne de içtiğimiz su su oldu. Biliyor musun birbirimizle konuşamıyorduk, göz göze gelmek bile istemiyorduk. Hemen gözlerimiz doluyor, seslerimiz titriyordu. O annesini ve ben de can yoldaşımı kaybetmiştim…

Gülüm, aradan tam bir yıl geçti. Türk Eğitim Derneği’nin kadın kolları ve 25 yıl görev yaptığın Vakıf Camii’ndeki öğrencilerin seni hatırlamışlar, unutmamışlar. Anma programı düzenlediler dernekte. Seni hayırla yad ettiler, hatıralarını anlattılar, seni unutmadıklarını söylediler, “Sen bize sadece Kur’an öğretmedin, dini bilgileri öğretmedin; sen bize hayatı öğrettin hocam” dediler. Dualar ettiler senin için, hepsi ikramlar hazırlamışlar getirmişler evlerinden… Bir daha gıpta ettim sana, ne kadar da çok seviliyormuşsun meğer, kıskandım…

Şule Hanım, Sultan Hanım, Fatma Hanım dualar ettiler. Zeynep hanım da bir konuşma yaptı o gün. O konuşmayı seninle paylaşmak istiyorum:

“Türk Eğitim Derneği Kadın Kollarının kıymetli üyeleri, hepinizi saygı ile selamlıyorum.
Fatma hocamız tam bir sene önce aramızdan ayrıldı. Bugün hem Fatma hocamızı yaptıklarıyla hatırlamak, hem de onun için dua etmek maksadıyla buradayız. Hoş geldiniz.

Fatma hocamız, 1956 yılında Denizli’de doğdu, evliydi ve 3 çocuk annesiydi. 1988 yılında Berlin’e geldi. Millî Görüşe ait olan Vakıf Camii’nde ve İslami İlimler Okulu’nda 25 yıl hocalık yaptı. Yüzlerce öğrenci yetiştirdi.
Millî Görüş’ün bölge başkanı değişince buradaki görevine son verildi. Bu anlamsız hareket onun çok ağırına gitti. O günü hatırladıkça gözlerinden yaşlar süzülürdü. Ama öğrencileri onu o da öğrencilerini hiçbir zaman terk etmedi.
Fatma hocamız daha sonra hizmetine, Türk Eğitim Derneği’nde devam etti. Türk Eğitim Derneği’nin kadın kollarını kurdu. Bu görevinde iken çok sevdiği, bize de çok sevmemiz gerektiğini söylediği Rabb’ine yürüdü ve aramızdan ayrıldı. Genç denecek yaşta aramızdan ayrılması hepimizi ziyadesiyle üzdü.

O bizim sadece hocamız değildi, anamızdı, kardeşimizdi ve arkadaşımızdı. O bizi Kur’an’la tanıştıran kişiydi. O bize Kur’an’ın sadece yüzünden okunmasını öğretmedi, anlamamız için de gayret sarf etti. Onun sayesinde Kur’an’ın bizim için ne kadar önemli bir kitap olduğunu öğrendik. Allah’ın buyruklarının ne olduğunu bilmez iken, Fatma hocamızdan “Allah şöyle buyuruyor” demesini öğrendik. Kur’an’ın sadece çeyiz sandığımızda olmaması gerektiğini ondan öğrendik biz. Fatma Hocam bizim ibadetlerimize de anlam kazandırdı. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad olsun.

Fatma Hocamız sayesinde el becerilerimizi geliştirdik, örgüler ördük, mutfak kültürümüzü zenginleştirdik, Anadolu mutfağını tanıdık, giyim kuşamımız hakkında, misafirin kabulü, misafire yapılması gereken ikramlar, misafiri yolculamak gibi konularda hep tavsiyelerde bulunurdu bize. Görgü kuralları konusunda özel dersler yaptık onunla. Genç kızlarımıza evliliğe hazırlık dersleri verdi, alışveriş yapma, yemek pişirme kursları verdi onlara.

Bilgi ve görgümüz artsın diye geziler düzenledi. Bu geziler sayesinde, köyümüzden ve Berlin’den başka yerlerin de olduğunu öğrendik. Gezilerde bizimle arkadaş gibi olurdu. O bizim aynı zamanda ablamızdı. Gurur ve kibir gibi sıfatlar ondan uzak sıfatlardı.

Son geziyi Paris’e düzenlemişti. Paris gezisinden döndükten sonra mide kanseri teşhisi konulan Fatma hocamız, 6 ay sonra 8 Temmuz günü hastalığa yenik düştü ve Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Kendisini rahmetle anıyoruz. Ve yaptıkları bu güzel işlerin şahidiyiz. O’nun yüzünden tebessüm hiç eksik olmazdı. O’nu hep tebessümüyle güler yüzüyle hatırlayacağız.

Ama o şimdi aramızda yok, bir daha dönmemek üzere ayrıldı. Ama bize miraslar bıraktı. Bize düşen O’nun mirasına sahip çıkmak ve O’ndan öğrendiklerimizi bizden sonrakilere aktarmaktır. Salı günleri yaptığımız toplantıları devam ettirmektir.

Fatma Hocam, sen rahat uyu mezarında. Huzurla kal, biz emanetini yere düşürmeyeceğiz. Gözün arkada kalmasın.

Allah’ım Sen Fatma Hoca’mıza rahmetinle- merhametinle muamele eyle. Biz şahitlik ederiz ki; o çok iyi bir insandı, Allah’ım şahitliğimizi kabul eyle. Onun varsa günahları onları hayra tebdil eyle. O’nu Peygamberimize komşu eyle. O’nun orada da yüzünü hep güldür.

Ey Allah’ım, bizler aciz insanlarız, bizi bize bırakma, bizleri nefsimize uydurma, Kur’an’ın rehberliğinde yürüyelim, çocuklarımızı da her türlü kötülüklerden muhafaza eyle. Nefsimize esir olmayalım. Bu dünyadan iman ile göçmeyi bizlere nasip eyle.

Özellikle Fatma Hoca’mızın ve bütün geçmişlerimizin ruhu için el- Fatiha”.