17 Şubat 2018 Cumartesi

AFRİKA VE MÜSLÜMANLAR



Hüseyin Bozkurt’la birlikte Katolik Akademisi’nden  Dr. Thomas Würtz’ün davetlisi olarak Akademi’nin organize ettiği konferansa katıldık.
Hatip, Prof.Dr.Roman Loimeier.
Konu: „İslâm Afrika Kıtası’na nasıl yayıldı?“

Müslümanların yaptığı işlerle ilgili gerçekleri bir Oryantalistin anlatımından dinlemekten mutlu olduk. Almanlar anlatılanlardan fazla hoşlanmadılar. Sorulan sorulardan tatmin olmadıkları belliydi. Salon doluydu. Konferansa katılan Müslüman sayısı 6 kişiden ibaretti. Üçü başörtülü. Arap Müslümanlardan olmalılar.

Müslümanlar bu tür toplantılara mutlaka katılmalı ve oralarda kendilerini ifade etmelidirler. Yemekler mutfakta pişer ve sonra değişik mekanlarda servise sunulur. Pişen yemeği damak tadıdımıza uygun şekilde tadlandıramazsak, sonradan yemeğin tadından şikayet edemeyiz.

Sunumdan sonra soru cevap şeklinde devam eden konferans oldukça verimli geçti… Konferansla ilgili bazı başlıkları sizlerle paylaşmak istedim:
-İslâm Afrika’ya (Habeşistan) Peygamber Muhammed zamanında girdi. Sonradan bir kısmı geriye dönse bile bir kısmı Habeşistan’da yerleşip kaldı. Onların çocukları bugün Habeşistan’da yaşamaktadırlar.  

-İslâm Afrika Kıtası‘na barışçıl yöntemlerle yayıldı.  Ticaret yollarıyla, ilim adamlarının ‘vahâ’ larda kurdukları bilim yuvalarıyla yayıldı. Kılıç zoruyla yayılmadı. İslâm‘da Hristiyanlıkta olduğu gibi misyonerlik yoktur, İslâm’da ruhbanlık yasaklanmıştır.

-İslam’ın Afrika‘da hızla yayılmasının anlaşılabilir sebepleri vardır: İslâm o gün geçerli olan ve Avrupalıların büyük paralar kazandığı ‘köle ticareti’ni yasaklamıştır. Bazı meslek gruplarına vergi muafiyeti getirmiştir, mükelleflerden alınan ağır vergiler hafifletilmiştir.  Kadınlar daha fazla haklara sahip olmuşlardır. Mesela önceden mirastan pay alamazlarken, Müslümanların yönetiminde mirastan pay almaya başlamışlardır.

- Afrika‘da kurulan Sufi Tekkeleri,  yöneticelerin halka yaptıkları zulmün karşısında durmuş ve zulmün karşısında nerede olurlarsa olsunlar ve de ne pahasına olursa olsun direnmişlerdir(ittika).  Cihad  çalışmalarıyla, reform çalışmalarıyla, halkı, Müslüman olup olmadıklarına bakmadan, müslim olsun gayri müslim olsun, korumuşlardır.

-Hristiyanlık‘tan ve Yahudulik‘ten birçok şey İslâm Dini‘ne geçmiştir. Müslümanlar bu etkileşimden rahatsız olmamışlardır. Çünkü Kur’an ile örtüşen örfler-adetler Müslümanlar açısından problem olarak görülmemiştir. Müslümanlar örf ve adetlere saygılı olmuşlardır. Müslümanlar örf ve adetleri ya ıslah etmişlerdir ya da yenilemişlerdir. Kendi örflerini-adetlerini halka dayatmamışlardır.

-Afrika‘daki Müslümanlar genelde Sünnidirler. Afrika’da Şaafii ve Maliki Mezhepleri yaygındır.

-Müslümanlardan veya Hristiyanlardan birinin azınlıkta veya çoğunlukta oldukları bölgelerde halk, inanç açısından bir sorun yaşamamıştır. Barış içinde yan yana yaşayıp gitmişlerdir.  Ancak iki inanç mensuplarının nüfusları dengeliyse o zaman problemler yaşanmıştır. Çünkü böyle durumlarda o topluluklara siyaset müdahale etmiştir.

-Afrika Kıtası’nın Batılılar tarafından sömürgeleştirilmesiyle birlikte Afrika’da  büyük problemler yaşanmaya başlandı. Yeni egemen güce yakın duran ve bu güçler tarafından desteklenen elit gruplar oluştu. Bu grupların genelde Hristiyanlardan olması dikkat cekicidir.

-Kuzey Afrika’da İslâm’ın çok çabuk yayılmasının sebeblerinden birisi de Bizans`ın halka yaptığı zulümdür. Bizans’ın zulmünden kaçan halk öbek öbek İslâm’a koşmuştur.

-Boko-Haram denilen örgüt dini temelli bir örgüt değildir. Müslümanlık diye de bir derdi yoktur onların. Ben ilim adamıyım, bana siyasilerin yaptıkları yanlışları onaylatamazsınız.

 Bizim de ilim adamlarımız var. Acaba Prof.Dr.Roman Loimeier onlara örnek olabilecek mi?  İstisnalar mutlaka vardır.

12 Şubat 2018 Pazartesi

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (VIII) -İSTANBUL (I)-



- Cennet vatanımız, güzel Türkiye’miz ne badireler atlatmış bugüne kadar. Ne kadar çok düşmanı varmış meğer. İçeridekiler bir türlü dışarıdakiler başka bir türlü. Ama o hep vefalı olmuş, sevenlerini bağrına basmış, kucaklamış, emzirmiş, beslemiş, korumuş onları düşmanlarından. Olan O’na olmuş, gün olmuş kollarını kesmişler, gün olmuş bağrını delik deşik etmişler…Buna rağmen O evlatlarını hep bağrına basmış.-



Türk Eğitim Derneği üyelerinden oluşan 30 kişilik bir grupla “Kültür Gezisi” çerçevesinde, Berlin/Tegel Havaalanı’ndan İstanbul'a uçtuk. Uçuş saati 12.40. İki saat önce çek-in yapmamız gerekiyor. Hava alanında buluşma saatini 12.00 olarak belirledik. Alana en son Ali Aksoy geldi. Söylediğine göre, peronu bulamamış. Biz de inandık...
Saat 18.00'de İstanbul'a indik. Otobüsümüz hava alanında hazır bekliyormuş, direkt otele gittik. Aksaray’da bir otel. Seyahat acentesi otelin 3 yıldızlı olduğunu söylemişti ama otel iki yıldızlı çıktı. Yıldızını fazla sorun yapmadık, yapsak ne olacak, parasını peşin olarak ödemişiz: Çok yorgunduk ve karnımız da açtı. Yatmadan önce az da olsa İstanbul havası almadan olmazdı. Ali Aksoy'un tercihine itibar ederek hem İstanbul'un havasını koklamak hem de yemek için Hataylı Habeş Restoran'a doğru yaya olarak yola koyulduk. Caddeler seyyar satıcılarla dolmuş da taşmış, geçmek mümkün değil. Arabı, Afrikalısı, Uzak doğulusu, Asyalısı tezgâh açmış Aksaray caddelerine, caddeler rengârenk. Kimisi tekstil, kimisi hediyelik eşya, kimisi ayakkabı, kimisi çakmak, kimisi tatlı, kimisi lahmacun, kimisi kuruyemiş, kimisi meyve, kimisi kestane satıyor, turşu satanlar bile var. Hijyen mi dedin? O da ne? Ona itibar eden yok...
Cadde, ana-baba günü, durmadan bağırıyorlar, dükkân sahipleri de bağırıyor, seyyar satıcılar da, sesler birbirine karışıyor, kimin ne dediği belli değil: "Ucuzluğa gelin ucuzluğa, batan geminin malları bunlar", "Buyur abicim yemeklerimiz taze, "Buyur abi, buyur kardeş...", cıvıl cıvıl sokaklar. Alışık olmadığımız manzaralar, daha doğrusu alışıp da unuttuğumuz manzaralar bunlar. Bu duruma gürültü kirliliği diyenler de olacaktır belki. Hayranlıkla seyrediyoruz satıcıları, bir oraya çeviriyoruz kafamıza bir buraya... Belli ki herkes ekmek parası peşinde. İstanbul’un her günü festival gibi, şehir sabaha kadar canlı. Arkadaşlarımızdan Kayserili olanlar, hemen kararlarını verdiler, "Bunlar vergi de vermiyorlardır."

Yolda karar değiştirdi Ali Aksoy,  önce Hataylı Habeş Restoran'ın hemen yanındaki işhanının üst katına çıkılacak ve fast-food seçeneklerine bir bakılacaktı, uygun bir şeyler bulunursa da akşam yemeği ucuza kapatılacaktı. Asansörle çıktık binanın terasına, arkadaşlardan bazıları kıtlıktan çıkmış gibi, hemen oradaki İskenderciye attılar kapağı. Bazıları da sulu yemek peşine düştüler. Günün arta kalan yemeklerini ucuza elden çıkarıp eve gitme derdinde olan esnafa benziyordu bunlar.
İstanbul'un bu ilk gününde midemizi bozmanın anlamı yoktu. Birkaç arkadaşla birlikte geriye, restorana döndük, Hataylı Habeş’e. Yemeklerimizi anca ısmarlamıştık ki, sulu yemek peşine düşenlerden bazıları peşimizden geldiler.
Bu tercihin sebebini arkadaşların aralarında yaptıkları münakaşadan anladık; "Yaaa adamlar durdukları yerde neden yemekleri % 10 indirimli versinler, demek ki yemekler bayat, onun için bize indirim teklif ediyorlar," diyordu Hikmet Yılmaz Serkan Saral'a. O da onaylıyordu, "Evet doğru söylüyorsun." "Adamlara bak yahu, daha ilk günden bizi kazıklayacaklar, alnımızda keriz mi yazıyor bizim!" diye de efeleniyorlardı.
Onlar zafer kazanmış komutan edasıyla münakaşa ededursunlar garsonlar ellerinde tepsilerle geldiler masamıza, tuzda kebap. Tuz çekiçle kırılınca buhar yükseldi ve nefis bir rayiha yayıldı ortama, hemen servisler yapıldı ve biz yumulduk tabaklara.  Kıtlıktan çıkmış gibiyiz. Lezzetse işte lezzet. Aç gözlülük yaptık herhalde, yemek öncesi menüleriyle midemizi doyurunca, ana yemeğe yer kalmamış meğer, görünen o. Kalmamış kalmamasına da kebapları reddetmek de mümkün değilki. Önceden sipariş ettiğimiz künefeler de gelince... Sabaha kadar bir o yana bir bu yana dönüp durduk, uyumak ne mümkün...

İstanbul
Saat 09.00'da otobüs bizi otelden aldı. Rehberimiz Muhammed Bedük’le tanıştık. Ortaboylu, biraz tıknaz, esmer bir delikanlı. Takım elbise ve kravat birbirini tamamlamış. Biraz kendini beğenmiş birisine benziyor. Hoş beşten sonra hemen başladı anlatmaya İstanbul’u.  “İstanbul’un, 4. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar on dört yüzyıl boyunca devam eden 2500 yıllık başkentlik dönemi, 29 Ekim 1923’te sona ermiştir. Nitelikli iş gücü, kültür ve eğlence turizmi dendiğinde akla ilk gelen, İstanbul’dur. Nüfusu yaklaşık 20 milyon civarındadır. İstanbul, yerleşim tarihi M.Ö 8.500 yılına kadar kadar uzanan Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği noktada bulunan bir dünya kentidir.
Hikayesi etkileyicidir İstanbul’un. Efsaneye göre Yunanistan’ın Megara şehrinde bir kral yaşar. Kral Byzas. Birgün gelir, Yunan Yarımadası’nı terk etmek zorunda kalır. Nereye yerleşeceğine dair netleşmiş bir düşüncesi de yoktur. Bir türlü karar veremez. Delfi (Delphi) Tapınağı’nın kahinine sorar; “Ben nereye yerleşeyim?”
Kahin: ”Körler ülkesinin karşısına” der.

Megaralı Byzas yola çıkar, halkıyla birlikte İstanbul Boğazı‘nı geçerek Khalkedon (Kadıköy)’a kadar gelir. Burada Sarayburnu’nun mükemmel konumunu fark eder. Kahin’in bahsettiği körler ülkesi burası olmalı der ve vurur kazmayı. Sarayburnu’na dünyanın en eski kentlerinden birinin temellerini atar. Bu yeni şehir, o tarihten itibaren kurucusunun adı ile anılmaya başlar; Byzantion/ Byzantium.
İstanbul adı, sanıldığı gibi şehre Osmanlılar tarafından konmuş değildir. Daha eskidir. 9. yüzyılda Fütuh’üş-Şam adlı eserde İstanbul, bir insan ismi olarak geçer. Başka bir rivate göre de İstanbul, Rum Meliki Timaoş’un oğludur. 

324 – 1453 yılları arası İstanbul, Doğu Roma’nın yönetim merkezi olmuştur. Bu dönemde; yeni bir mimari yapıyla şehir, her bakımdan genişlemiş, gelişmiştir. 100.000 kişilik bir hipodromun (Sultanahmet Meydanı) yanı sıra, limanlar ve su tesisleri yapılmıştır. Dünya’nın en büyük katedrali olan Ayasofya’yı 360’da buraya inşa eden Konstantin; böylece Roma İmparatorluğu’nun dinini de Hristiyanlık olarak değiştirmiş ve Pagan Roma dinine inanan Batı ile, ilk kopuş bu dönemde olmuştur. 476’da Batı Roma yıkılınca, Romalıların büyük bir çoğunluğu buraya göç eder ve böylece Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul olur.

29 Mayıs 1453’te şehir Osmanlılara kucak açar. Bu tarih, Ortaçağ’ın sonu, Yeni Çağ’ın başlangıcıdır. Osmanlı döneminde İstanbul hızla gelişmiştir. Yüzlerce saray, çarşı, cami, okul ve hamam açılmış ve İstanbul 50 yıl içinde Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların barış içinde yaşadığı, dünyanın en büyük şehirlerinden birisi haline gelmiştir. Maalesef bu güzel şehir, 1918’de 465 yıl sonra İtilaf Devletleri tarafından işgal edilir. Bugün tarihini kısaca anlattığım bu şehri tanımaya çalışacağız.”

 

Dolma Bahçe Sarayı

Ve geldik, ilk durağımız olan Dolma Bahçe Sarayı’na. “Atatürk'ün 9'u 5 geçe yaşamını yitirdiği saraydır burası. Sultan l. Abdülmecid’in 3 Milyon altın borç alarak yaptırdığı saray. Saray, Avrupalı'nın Osmanlı'ya hasta adam dediği yıllarda yapılmıştır. Osmanlı'nın hasta adam olmadığı, dimdik ayakta durduğu bu sarayla kanıtlanmak istenmiştir. Süslemeleri hep altın yaldızla yapılmıştır. Avizeler Fransız ve İngiliz kristalidir. 36 m. Yüksekliğindeki kubbesinden sarkan 750 mumluk 4.5 ton ağırlığındaki gördüğünüz bu avize, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın armağanıdır...

İstanbul Boğazı’nın Avrupa yakasında, Dolmabahçe semtindeki, Boğaz’ın Avrupa kıyısına 600 metre boyunca uzanan bu sarayın bulunduğu yer bataklıkmış, sonradan doldurulmuş. Bir zamanlar burada  at koşturulur, cirit oynanırmış. Saray, Ermeni, Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiştir. Saray 3 katlıdır, 285 odası, 43 salonu, 600 metrelik rıhtımı, 6 hamamı, balkonu ve 1427 penceresi vardır.

250 bin metrekarelik bir sahaya kurulmuş olan sarayın 110.000 metrekare büyüklüğünde oturum alanı bulunmaktadır.
3 milyonu borç olmak üzere, 5 milyon altına malolan Saray’da, Sultan Abdülmecit 6 yıl, Sultan Abdülaziz 15 yıl yaşadı. V. Murat üç aylık saltanatını burada tamamladı. II. Abdülhamit saltanatının ilk aylarını burada geçirdiyse de sonradan Yıldız Sarayı’na taşındı. Saray 32 yıl boş kaldıktan sonra V. Mehmet Reşat sürekli, VI. Mehmet Vahidettin kısa bir süre, son Halife Abdülmecit ise iki yıl burada yaşadı.”

Saray yapılmış yapılmasına da borç bir türlü ödenememiş, borç katlanarak II. Abdulhamit’e kadar gelmiş.  Osmanlının borçlu olması ve borcunu ödeme de sıkıntı çekmesi, siyonist lider Theodor Herzl’in iştahını kabartmış ve Abdulhamid'e şöyle bir teklif sunmasına vesile olmuş. “Osmanlı'nın borçlarını biz ödeyelim,  karşılığında siz bize Filistin topraklarını verin.”  Abdulhamid tarihe geçen o ünlü sözünü işte o zaman söyler; "Şehit kanıyla alınan, parayla satılamaz!"

Söz anlamlı anlamlı olmasına da, bu borç maalesef Osmanlı’nın yıkılmasının asıl sebeplerinden biri olmuş. Belki de en önemlisi. Giden sadece Filistin olmamış. 14 Milyon km2 den elimizde 814.578 km2  kalmış.
Dolma Bahçe Sarayı soğuk bir saray. Bu soğukluk Türk mimarisinden çok az izler taşımasından mıdır? Yoksa sarayı yapmak için alınan borcun Osmanlı'nın yıkılmasına sebep teşkil etmesinden midir? Bilemedik.
Fazla mutlu olmadığımız saray gezisi bitti. Dışarı çıktık ve otobüsün yanında bazı arkadaşların gelmesini bekliyoruz. Şoförümüz bu otobüsle yola devam edemeyeceğimizi, bunun yerine başka  bir otobüsle yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. Dakka bir gol bir derler ya, işte tam da öyle birşey. İlk ziyaret yerinde ikinci şok. Şirket bize yeni bir otobüs göndermiş, mevcut otobüsü de başka bir gruba kiralamış ve bizden onay bekliyormuş.
Bize tahsis edilen yeni araba belli ki servis arabası, turizm amaçlı olarak kullanılmıyor, mikrofonu  yok, koltuklar da yıpranmış vaziyette, temiz de sayılmaz. İtirazımızı yaptık yapmasına da, vicdanımız da elvermedi. Bundan sonraki günlerde böyle bir olumsuzluk yaşamamak kaydıyla bir günlük için olur verdik, ve  vardır bunda da bir hayır dedik. Ertesi gün 30 kilişilik otobüs yerine 49 kişilik, lüks bir otobüs gelince, hikmeti buymuş demekten kendimizi alamadık. Ondan sonraki günlerimizde ve bilhassa Çanakkale yolunda oldukça rahat ettik.

Yuşa tepesi
“Yuşa Peygamber, Yusuf neslinden olup, Hz. Musa'nın çağdaşıdır. Hz. Musa'nın genç Yuşa ile, iki denizin birleştiği yere kadar yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hızır ile buluşmaları Kuran-ı Kerim'de Kehf Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılır. Burada, Hz. Musa'nın yanındaki genç adamın Hz. Yuşa olduğu rivayetlerden de anlaşılmaktadır. Hz. Yuşa'nın Beykoz  Tepesi'nde gömülü olduğu şeklindeki inanış, Beşiktaş'ta türbesi bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın sütkardeşi Yahya Efendi'nin (1494-1570) manevi keşfi ile irtibatlandırılarak yaygınlaşmış ve şöhret bulmuştur. Bazı tefsirlerde Yuşa'nın, Musa'nın vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hz. Musa'nın yeğeni ve yardımcısı olduğu, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşû dedikleri nakledilir. Kabrinin uzunluğu 10 metredir. Kabir keşfedildiğinde o uzunluktaki alana koyunlar ayak basmamış, sadece etrafından dolaşmış. Demek ki mevtanın boyu bu kadar olmalı diyerek, koyunların ayak basmadıkları o yerleri mezar haline getirmişler. „

Ziyaretçilerinin çoğu kadınlardan oluşuyor, rehberi erkek, belki de tarikat şeyhi veya şeyhin görevlendirdiği bir rehber. Kadınlar, Yuşa’yı vesile kılarak Allah'a ulaşmak istiyorlar. Kimi ziyaretçiler demir parmaklıklara ellerini sürüyor, kimileri de parmaklıkları öpüyor, yüz sürüyor. Rehberonlara ses çıkarmıyor. Diyanet işleri Başkanlığı'nın, "yatırları aracı kılarak dua yapmayın...", şeklindeki yazılı uyarısı kapıda asılı ama o uyarıyı dikkate alan yok.
Yapılan yanlışa tahammül edemedik ve rehbere usulünce, yaptığının yanlış olduğunu anlatmak istedik, fakat rehber bize „siz işinize bakın kardeşim, biz içimizi biliriz“ dedi... haklıydı.
Öğle ve ikindi namazımızı burada cem-i takdim ile kıldık. Kimseyi dualarımızın içine koyarak vesile yapmadık. Duaya ihtiyacı olanlar için dua ettik, seyahatimizin sağlıklı ve huzurlu bir şekilde geçmesini istedik Mevlâmız’dan ve ayrıldık Yuşa Tepesi’nden. 

Dışarıda hediyelik eşya satanlar, bal, sebze ve meyve satanlar var. Anlaşılan o ki, insanlar burada uzun zaman kalıp dua ediyorlar, acıkınca da piknik havasında yemeklerini yiyorlar… Toparlanın gidiyoruz…

Çamlıca Tepesi
Yuşa tepesinden dönüşte Çamlıca Tepesi’ne çıktık. Bir tepeden başka bir tepeye. Oldukça dik bir yokuşu tırmandık, otobüs yırtınıyordu tepeye çıkmak için. Sonunda bizi ağaçlar içinde eşsiz bir İstanbul manzarası karşıladı. Yorgunluğumuz birdenbire gidiverdi. Uzun uzun İstanbul’u seyrettik. Anadolu Yakası’ndan Avrupa Yakası’nı seyrediyoruz ve yüksek binalardan yola çıkarak “Acaba burası neresi, hangi yoldan geldik?” gibi konuşmalar yapıyoruz aramızda. Bol bol deklanşöre bastık.
Çamlıca, şairlerin şiir yazdığı İstanbul'a hakim bir tepe. İstanbul oradan muhteşem görünüyor. İstanbul 7 tepe üzerine kurulmuş bir şehir derler ya, işte bu tepelerden birisi Çamlıca Tepesi. Eğer İstanbul'u Çamlıca Tepesi’nden seyretmediyseniz İstanbul'un güzelliğini görmüş sayılmazsınız. Yedi tepe üzerine inşa edilen bu şehre, değil Türkiye'nin, dünyanın gözbebeği demek fazla abartılı olmaz. Çamlıca Tepesi İstanbul'un tacı gibi duruyor ve üzerinde taşıdığı İstanbul ile tarihe tanıklık ediyor adeta. Öyle ki, bu tepe gün olmuş dinlenmeleri için padişahlara mekan olmuş, gün olmuş kent sakinlerine ev sahipliği yapmış, gün olmuş şairlere, müzisyenlere, ressamlara, yazarlara ilham kaynağı olmuş, hatta âşıkların sırlarını asırlarca muhafaza etmiş, saklamış.

Allah aşkına, böyle bir tepeye, tepelerin tepesine, baz istasyonu yapılır mı? Yapmışlar işte. Yetkililer, insanlar duygusuz, sorumsuz ve zevksiz olunca böyle oluyor galiba, vahşi kapitalizmin en çarpıcı örneği karşımızda duruyor. Yakışıyor mu bu şimdi İstanbul'un siluetine...

Ayrıca, hafta sonunda gelinler ve damatlar buraya gelirlermiş. Buraya gelmeden gerdeğe girilirse çocuk olmazmış. İnanç bu ya... Özellikle lâle zamanı Gülhane-Çamlıca-Emirgan bir başka güzel olurmuş.

“Toparlanalım arkadaşlar" uyarısıyla daldığımız hayal aleminden irkilerek uyanıyoruz. Keşke biraz daha kalabilseydik...

Otobüsün mikrofonu olmadığı için, rehberimiz Yuşa’dan beri otobüste konuşmayı kesti. „Ben sesimle para kazanan biriyim, mikrofonsuz konuşamam, kusura bakmayın...“ Sadece ziyaret yerlerinde konuşuyor, biz de kulak kabartıyoruz ki; anlatılanları anlayalım.  Otobüste anlatmadığını anladık da ziyaret yerlerinde neden sesini yükselterek konuşmaz onu anlayamadık. Sorduğumuz sorulara da dil ucuyla cevap vermeyi tercih ediyor, anlaşılan protesto ediyor bizi. Kendimizi suçlu hissettiğimiz için üzerine de gitmedik. Yapacak birşey yok. Paramızla rezil olduk anlayacağınız…

Ve karnımız zil çalmaya başladı, yemek yememiz lazım. Oralarda bir yerlerde yemek yiyebiliriz aslında. “Çok özel bir yerde yemek yedireceğim size” deyince rehber, aramız da düzelsin diye tamam dedik. Dolaşa dolaşa bir saat sonra bir restorana geldik, yemekleri güzeldi ama fiyatlar cebimizi yaktı. Öyle olmaz bu iş böyle olur dedik ve ertesi gün o rehberden kurtulduk, yeni bir rehber ve yeni bir otobüsle gezimize devam ettik. Bu konuda yardımlarını esirgemeyen sevgili dostum Ekrem Kızıltaş’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Kız Kulesi
Çamlıca’dan geç ayrılınca, yemek için seçilen restoran da uzak olunca  vakit daraldı. Sanki yemekten sonra aynı yolu geri geldik gibi oldu. Madem aynı yolu geriye geleceğiz, neden Kız Kulesini gezdikten sonra yemeğe gitmedik, anlamak mümkün değil, mümkün de mümkün değil. Otobüs şöförü yapması gerekeni yaptı ama,  5 dakika fark ile tekneyi kaçırdık ve Kız Kulesi'ne çıkamadık, kulenin hikâyesini kuleye karşı dinledik. “Üç versiyonu vardır kulenin:

1-İstanbullu bir Rum olan araştırmacı Evripidis'in anlattığına göre önceleri Asya sahillerinin bir çıkıntısı olan kara parçası, zamanla sahilden kopmuş ve böylelikle Kız Kulesi'nin üzerinde bulunduğu adacık oluşmuş. Bu adacıktan ilk kez M.Ö. 410 tarihinde söz edilmiş. Bu tarihte Atinalı komutan Alkibiades, Boğaz'a girip çıkan gemileri denetlemek ve vergi almak amacıyla bu küçük ada üzerine bir kule inşa ettirmiş. Sarayburnu'nun bulunduğu yerden, kulenin bulunduğu adaya bir de zincir gerdirmiş, kule böylece Boğaz'ın giriş ve çıkışlarını kontrol eden gümrük istasyonu olarak kullanılmış.

2-Krallardan biri rüyasında kızının 18 yaşına geldiğinde yılan tarafından ısırıldığını ve öldüğünü görmüş. Kızını çok seven kral onu yılandan korumak için bu kuleyi yaptırmış. Yaptırmış yaptırmasına da yine kızını yılandan koruyamamış. Yılan, kıza yiyecek getiren hizmetçinin sepetinin içine bir şekilde girmiş ve kızı zehirlemiş.

3-Üçüncü versiyon, Battal Gazi Tekfur'un kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Ancak Tekfur kızını vermemiş Battal Gazi’ye. Kızını Battal Gazi'den korumak için de bu kuleyi yaptırmış. Ancak Tekfur, Şam seferini tamamlayarak Üsküdar'a dönen Battal Gazi'den kızını koruyamamış. Battal Gazi kızı kuleden kaçırmayı buna rağmen başarmış.“

Oldukça yorulduk, başka bir yere daha uğramadan doğru otele. Hemen herkes istirahata çekildi. Gece gezmesi için heveslenen fazla olmadı. Bir kaç kafadar biz düştük yollara. Yol kenarlarında el sallayanlar, yanımıza yaklaşanlar var. Bilhassa Raşit’i göze kestirenler oldukça fazla. Utanma arlanma da kalmamış, “fiyatta anlaşırız abi...“ falan diyorlar, korkmuyorlar da. Bize gelenleri Raşid’e yönlendiriyoruz...ama darlandık, hızlıca geçtik o caddeyi ve rahatladık. Birer uykuluk yedik, çay içtik ve fazla zaman geçirmeden döndük otele.

Sabah hedefte Fetih Müzesi var. Kahvaltı sofrasında, bir gün öncesinin değerlendirmesini yaptık. Teklifler alındı ve birinci gün ile ilgili söylenilmesi gerekenler söylendi, gerekli notlar alındı. Ortak kanaat: ‘Gezi oldukça keyifli geçiyor.’

İlk hedef 1453 Tarih Müzesi
“Panorama 1453 Tarih Müzesi. 31 Ocak 2009 tarihinde, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından 33 bin metrekare alan üzerine inşa edilmiştir. Topkapı, İstanbul kuşatmasının en çetin geçtiği, aşılamaz denilen surların aşıldığı, yerdir… İstanbul’un fethe açılan kapısı… Burada İstanbul`un fethine yeniden tanık olacak ve kente giriliş anını neredeyse aynen yaşayacaksınız. Macar topçu ustası Urban`ın döktüğü topların Kostantinopolis`in surlarını nasıl dövdüğüne şahit olacaksınız. Sultan II. Mehmed`in binlerce askerinin tekbir seslerini ve Mehter Marşı`nı duyup, belki de eşlik edeceksiniz.  Sultan II. Mehmed`in “Fatih” unvanını almasına şahit olacaksınız ve İstanbul`un fethini aynen yaşayacaksınız.”

Merdivenleri çıkarak ulaştığımız alanda, önce açık havaya çıktığımızı sandık, çünkü ilk gördüğümüz şey 29 Mayıs 1453 sabahının gökyüzü manzarası. Hava güneşli, bulutların arasından ışık huzmeleri süzülüyor. Sonra sırayla surları, surlara tırmanan askerleri, süvarileri, Mehter Takımı'nı, İstanbul'u ve bir ağacın altında, savaşın beyin takımıyla birlikte atının üzerinde Fatih Sultan Mehmet'i görüyoruz. Bir yandan Mehter Marşı, bir yandan top sesleri ve bir yandan aslına uygun olarak hazırlanmış maket toplar, oklar, kılıçlar, kazma ve küreklerle kendimizi savaşın tam ortasında buluyoruz.  ‘Allah Allah!' nidaları ile bizzat savaşa giriyoruz ve Osmanlı'nın İstanbul'a giriş anının heyecanını yaşıyoruz. Müzede resmedilen binlerce figür, bizleri Mehter Marşı eşliğinde 29 Mayıs 1453′e götürüyor. Arkadaşlar sadece burayı görmek için bile İstanbul'a gelmeye değer diyerek duygularını dile getiriyorlar.

Merkez Efendi Kimdir?
“Merkez Efendi, 1493 yılında Denizli’nin Sarı Mahmudlu köyünde doğmuştur.  Asıl adı Muslihiddin Musa b.Mustafa‘dır. İlk öğrenimini memleketinde tamamlar. Daha sonra İstanbul’a gelerek Hızır Velüyiddin Efendi ve Mevlana Ahmet Paşa’dan dersler alır. Müderrislik için Karaman ve Amasya’ya gider bu dönemde Halvetiye Tarikati icazetini alır. Tekrar İstanbul’a gelerek Etyemez Tekkesi’ne devam eder. Daha sonra,“Sümbül Efendi” lâkaplı Şeyh Yusuf Sinaeddin Efendi’nin halifesi ve döneminin ileri gelen sûfîlerinden ve hekimlerinden olur.
Merkez Efendi 1514 yılında, halvet geleneğine uygun bir tekke tesis ederek sur dışındaki bu yere yerleşir. Hafsa Valide Sultan hastalanınca, Merkez Efendi’ye müracaat edilir. Merkez Efendi’nin 41 baharattan oluşan o meşhur mesir macunu sayesinde Hafsa Valide Sultan şifa bulur. Oldukça mutlu olan Hafsa Sultan Merkez Efendi’ye bu macunun halka dağıtılması için buyruk verir. Merkez Efendi de Sultan Camii minareleri ve kubbeleri üzerinden mesir macununu halka dağıtır. Bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Her yıl 22 Mart’ta Manisa’da mesir macunu şenlikleri yapılır.
Bu şenlik bir ara yasaklanır. Manisa Valisi Müştak Lütfü, Mesir macunu dağıtım işini yasaklar(1925). Gerekçe olarak ‘Osmanlı’yı hatırlatıyor’ der. Bu yasak 1952 yılına kadar devam eder. 1952 den sonra hükümet değişir ve yasak kalkar.”

Geçmişine düşman olan zihniyetler biteviye uğraştılar ama, aziz milletimiz bu hastalıklı beyinlerden  kurtulmasını bildi desek yanlış olmaz. Bu konuda irade beyan etmek demek, kurtuluş için yeterli adımın atılması demektir. O adım atılmıştır. Bu adımlar barış için atılan adımlardır, adalet için atılan adımlardır. Aradan geçen 100 sene var. Acı dolu, keder dolu 100 sene...Işık görünmüştür, güneşin kızıllığı da görünmüştür, biraz daha sabır gerek...

Merkez Efendi İsmi Nereden Geliyor?

Bir gün Sümbül Efendi talebeleri ile ders yaparken onlara diyor ki: "Her şeyi yaratan Allah, dünyayı yaratan da Allah, eğer mümkün olsaydı da bu dünyayı siz yaratmış olsaydınız ne yapardınız?" Öğrenciler kendilerine göre izahlar yapar. Sıra Merkez Efendi'ye geliyor; "Ben hiç bir şeyde değişiklik yapmaz, hepsini merkezinde bırakırdım" der ve bundan sonra Merkez Efendi olarak çağrılmaya başlanıyor.

Merkez Efendi İstanbul’a nasıl gelmiştir?
“Merkez Efendi Denizli’de Medrese hocasıdır. Kız öğrencilerle erkek öğrencileri bir arada okutmakta beis görmez. Kendisine uygulamanın yanlış olduğu şeklinde tavsiyeler yapılır, bu tavsiyelere kulak asmayınca yerel mercilere şikayetler yapılır, bu şikayetlerden de sonuç alınmaz. Kimseyi dinlemediği gibi, „Sizler bana dinimi öğretmeyin“ diye sert karşılıklar verir yetkili mercilere.  Halk rahatsızlıklarının dozunu artırınca durum Saray‘a bildirilir. İstanbul'a çağrılır, önce kadıların huzuruna çıkarılır. Merkez Efendi’yi kadılar da ikna edemeyince, Padişahın huzuruna çıkarılır. Padişah kendisine:  "Siz kız çocuklarıyla erkek çocukları aynı mekanda birlikte okutuyormuşsunuz, hiç ateşle barut bir arada olur mu?" diye sorar.
Merkezefendi kavuğunu çıkarır ve içindeki ateşle barutu göstererek "Evet işte böyle, bakınız oluyor" der. Padişah Merkezefendiden hoşlanır ve İstanbul'da kalmasını söyler, o da kabul eder.
Denizli’den ayrılışı o ayrılıştır,  daha sonra bir daha Denizli'ye dönmez, giderken şehre ve sebep olanlara beddua eder. „YERLİSİ DOYMASIN, YABANCISI OLMASIN…“ 90 yılı aşkın bir süre yaşayan Merkez Efendi İstanbul’da vefat eder.”

Merkez Efendi Mezarlığı
„Mezarlık, İstanbul'un Zeytinburnu ilçesinin Merkez Efendi Mahallesi’nde yer alır. İsmini yanıbaşındaki Merkez Efendi Camii'nden alır. 54'üncü Hükûmet'in Başbakan’ı Necmettin Erbakan da burada metfundur.“

Bu vesileyle, Erbakan Hocamızı da ziyaret ettik, onun için de dualar okuduk. 15 yaşımda tanışmıştım hocamızla, sonraki yıllarda da fırsat buldukça onunla beraber olmaya çalıştım. O 1970’ten sonra Türkiye’ye damgasını vuran bir liderdi, Türkiye sevdalısıydı. Yaşadığı zamanlarda kıymeti bilinmedi, vefat ettikten sonra kıymeti anlaşıldı ama…Giden geriye gelmiyor...
Ziyaretine gelenlere oradaki görevliler tarafından gülsuyu ve lokum dağıtılıyor. Takdir edilecek bir uygulama. Allah rahmet eylesin... 

Anıt Mezarlar
Rotamızı Eyup Sultan ve Piyer Loti'ye çevirmiştik ama yakın tarihimize damgasını vuran iki şahsiyeti ziyaret etmeden geçemezdik. Adnan Menderes ve Turgut Özal. Fatiha okuduk, Allah’tan rahmet diledik onlar için, yaptıkları iyi çalışmalara şahitlik yaptık. Rehberimiz de bu iki devlet adamıyla ilgili kısa kısa bilgilendirmelerde bulundu.
Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Rüştü Zorlu idam edilmiş. Kendilerine ciddi bir suç isnat edilememiş olmasına rağmen idam edilmişler. Ezici bir çoğunlukla seçimi kazanmalarına ve iktidara gelmelerine rağmen idam edilmişler.
Suçları, kendilerinden önceki hükümet tarafından Arapça okunması yasaklanan ve Türkçe olarak okunan ezanı, asli şekliyle Arapça olarak okunmasına müsade etmeleriymiş. Kur’an öğrenimine getirilen yasağı kaldırmışlar, isteyen aileler çocuklarına Kur’an öğretmeye başlamışlar. Bunlar ve benzeri icraatları onları ipe götürmüş gûya.

Turgut Özal da Menderes ile aynı çizgide buluşan bir lidermiş. Türkiye’yeye çağ atlatmış. O günün şartlarında güç sahibi olan dünya devi devletlere kafa tutmuş. Sonrasında da şaibeli bir şekilde ölmüş. Öldürülmüş demek belki de en doğrusu olacaktır. Hanımı otopsi yapılmasına bile müsaade etmemiş, sonraki zamanlarda müsade edilmiş, vücudunda zehir de bulunmuş ama, öldürücü değilmiş. Rapor böyle verilmiş. İçimiz burkuldu. Allah'ım devletimize zeval verme, iyi niyetli, vatansever devlet adamlarımızı koru, kötü niyetli yöneticilere de fırsat verme.

Ve ayrıldık Anıt Mezar’dan. Otobüste konu ile ilgili görüşler söylendi, kızdık-öfkelendik. Cennet vatanımız, güzel Türkiye’miz ne badireler atlatmış bugüne kadar. Ne kadar çok düşmanı varmış meğer. İçerdekiler bir türlü dışarıdakiler başka bir türlü. Ama o hep vefalı olmuş, sevenlerini bağrına basmış, kucaklamış, emzirmiş, beslemiş, korumuş onları düşmanlarından. Olan O’na olmuş, gün olmuş kollarını kesmişler, başını yarmışlar,  gün olmuş bağrını delik deşik etmişler…Buna rağmen evlâtlarını bırakmamış ortalıkta. Ogündenberi sevdâlılarını haklı olarak bekliyor, meme verdiği o vefakar evlatları da semirmeye başlamış, güneşin doğması yakındır elbet...

Devam edecek