18 Temmuz 2018 Çarşamba

KURBAN 2018-07-16



Türkler 1961 yılında devletler arası antlaşmalar çerçevesinde Avrupa ülkelerine işçi olarak gönderildiler. Antlaşma iki yıllığına yapılmıştı, iki yıl sonra önce gelenler gidecek onların yerine başka işçiler gelecekti. Düşünüldüğü gibi olmadı, gelenler geriye gitmedi. Hatta  ailelerini de yanlarına almaya başladılar, yeni doğan çocuklarla birlikte  sayıları hızla yükselmeye başladı. 2018 yılında bu sayı yaklaşık dört milyona ulaştı.
Antlaşma yapılırken yabancı bir ülkeye gelen Türk insanının geldiği ülke ile ilgili olan kültürel bağlarından doğan ihtiyaçları düşünülmemişti. Bu ihtiyaçların başından dil ve dini ihtiyaçlar geliyordu. Geldiği ülkenin dilini bilmeyen bu insanların, ibadet yapacakları camileri de yoktu, yiyecek ve içeceklerin helal olup olmaması konusunda rehberleri de yoktu. Bilhassa Cuma namazı kılmak için uygun yerler bulunamıyordu. Bu eksikliği ilk önce İslâm Kültür Merkezleri fark etti. Hemen sonra Milli Görüş Teşkilatları(1972), en son farkeden Diyanet işleri Başkanlığı oldu(1984). Burada namazlar kılınmaya çocuklar okutulmaya başlandı.
Apartman katlarında, fabrika binalarında camiler açıldı, spor salonlarında bayram namazları kılındı.
Zamanla yöneticiler tarafından, Müslümanların zekatlarının ve kurbanlarının da olduğu farkedildi. Zekat, kurban ve sadaka. İslâmî hizmetler için toplanan bu sadakalar Afganistan ve Filistin Müslümanları başta olmak üzere dünyanın her tarafındaki Müslümanlara ulaştırılmak amacıyla toplanmaya başlandı.

Silah satan ülkeler Müslümanların topraklarını işgal ediyor, oradaki Müslümanları birbirleriyle düşman haline getiriyor, sonrasında da onları birbiriyle savaştırıyordu. İhtiyaçları olan silahı da yine onlar satıyordu.

Savaş sonrasında da sefil duruma düşen Müslümanlara yardım etmek, onların karınlarını doyurmak için savaşa dahil olmayan ülkelerdeki Müslümanları el altından organize ediyorlardı. Bu yardım kuruluşları vasıtasıyla sadakalar toplanıyor ve savaş bölgesindeki insanlara götürülüyordu.

Emperyalistler önce kardeşi kardeşe vurdurtuyorlar, sonra da üçüncü kardeşe onların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yardım kuruluşları kurdurtuyorlar, sonra da karşılarına geçerek kıskıs gülüyorlardı. Alan memnun satan menun.

Bu durumda suçlanacak olanlar, emperyalistler değil Müslümanlardır. Silahı alan da Müslüman, o silahla kardeşini vuran da Müslüman. Burada emperyaliste söylenecek fazla birşey yoktur. Onlara neden silah satıyorsunuz? Denilse akılları yok mu kardeşim almasınlar diyecektir ve haklıdır da.

Avrupa ülkelerinde 57 yıldan beri zekat ve kurban toplanıyor. Toplanan bu sadakalar önce Filistin’e sonra Afganistan’a sonra da Afrika ülkelerine gönderiliyor. Arada bir Türkiye’ye gönderenler de oluyor.

Kurban-Zekat toplandığı mahalde yaşayan  Müslümanlara ihtiyaçmıdır-değilmidir  düşünülmüyor, hâlâ düşünülmüyor. Düşünülmediği gibi Avrupa’daki Müslümanın zekata kurbana ihtiyacı yoktur diye de propagandalar yapılıyor.

2017 yılında İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) Teşkilatları HASENE genel organizasyonuna "100 ülkede 160 bin kurban" projesi hedefi vermiş. (İskender GÜNGÖR / KÖLN)

Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Tutkun da kurban sayısının 2017 yılında, 2013 yılına oranla yüzde 52 artışla 135.394 olduğunu belirtmiş.
Diğer dini cemaatlerin de yaklaşık 200.000 kurban topladığını düşünürsek senede ortalama en azından 400.000 kurban eder. Ortalama bir kurban için 100 Euro alındığına göre  400x100= 40 milyon Euro eder. Zekat için toplanan paraları da hesaba dahil edersek 40+40 = 80 milyon Euro eder yılda. Seneye bir 80 milyon daha.

Berlin Din Hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Candır da  4 Temmuz 2081 tarihinde saat  09:54 te Facebooktaki hesabından konu ile ilgili bir duyuru yayınladı. Duyuru aynen şöyledir:
"KURBANINI PAYLAŞ KARDEŞİNLE YAKINLAŞ". KURBANLARIMIZ KARDEŞLİK İÇİN...
Vekaletle Kurban Bedeli Bu yıl Sadece 125 Euro. Bütün DİTİB Camilerimizden vekaletle kurbanlarınızı makbuz karşılığında, elden görevlilerimize teslim edebilirsiniz.
Değerli Kardeşlerim! Kurban Bayramı yaklaşıyor. Ramazan Ayında gösterdiğimiz Kardeşliği ve Paylaşmayı şimdi Kurbanlarımız ile göstermeliyiz. Türkiye'yi umut olarak ümit olarak gören Dūnyanın dört bir yanındaki mūslūman Kardeşlerimiz bizlerin göndereceği Vekaletle Kurbanlarımızı bekliyor. Hiç tanımadığımız Renkleri, ırkları ve dilleri farklı ama; gönūl dūnyalarında, dualarında ve îman kardeşliğinde buluştuğumuz kardeşlerimize gelin bir KURBAN da biz gönderelim. Diyanet İşleri Başkanlığı,Tūrkiye Diyanet Vakfı ve DİTİB aracılığı ile emanet olarak verdiğimiz Kurbanlarımız, dini esaslara uygun, güven ve emanet şiarıyla hareket edİLerek, vekaletle kurban kesim programıyla Dūnyanın dört bir yanındaki Kardeşlerimize gönüllülerimiz ve görevlilerimiz aracılığıyla ulaştırılıyor.
"Unutmayalım ki, bu Kurban Bayramında da bizleri bekleyen gözū yaşlı, mazlum çok insan var"..
Vekaletle Kurban Bedeli Bu yıl Sadece 125 Euro. Bütün DİTİB Camilerimizden vekaletle kurbanlarınızı makbuz karşılığında, elden görevlilerimize teslim edebilirsiniz.”
Sayın Ataşe şu cümlenin altını özellikle çizizor: ...”vekaletle kurban kesim programıyla Dūnyanın dört bir yanındaki Kardeşlerimize gönüllülerimiz ve görevlilerimiz aracılığıyla ulaştırılıyor. Unutmayalım ki, bu Kurban Bayramında da bizleri bekleyen gözū yaşlı, mazlum çok insan var."

Bu bir ajitasyondur ve bu ajitasyonu yapan da Din Hizmetleri Ataşemiz Ahmet Fuat Çandırdır. Kendisi Berlin’de hizmet veriyor. Buradaki insanlar ondan hizmet beklerken o  dünyanın bir ucundaki “gözü yaşlı(!)” insanlara kurban eti ulaştırmanın telaşında. İlk bakışta kendisine hak vermememeniz mümkün değil. Din Hizmetleri Ataşesi olarak Berlin’e ne gibi hizmetler yaptığına bakılırsa camilerde okunan Kur’an meallerinin dışında fazla birşey göremiyoruz.
Sayın Din Hizmetleri Ataşesi’nin, diğer dini cemaatleri de bir araya toplayıp ortak bir strateji geliştirdiklerine şahit olmamışız, Kiliselerle Camilerin ortak programlar yaptığına şahit olmamışız, Kiliselerle Camilerin birlikte Berlin halkına nasıl bir hzimet sunabiliriz diye ortak bir projelerinin yapıldığına şahit olmamışız...,  üniversite öğrencileri için DİTİB’in Berlin’de şu kadar yurdumuz var bu yurtlar; 50-100 kişilik yurtlardır ve sadaka-kurban paralarıyla bu yurtlar finanse ediliyor diye bir açıklamasını duymamışız, o göstermelik 100 Euroluk 200 Euroluk bursların dışında şu kadar öğrenciye kişi başı 1.000 Euro burs veriyoruz diye açıklama yaptığına şahit olmamışız, şu kadar doktora öğrencimiz var ve bütün ihtiyaçları tarafımızdan karşılanıyor diye bir açıklamasına şahit olmamışız...ancak kurbanın neden toplanması ve nerelere götürülmesi gerektiğiyle ilgili teşvik edici açıklamalarını sosyal medyada okuyabiliyoruz.

Sayın Ataşenin şahsında diğer dini cemaatlere de aynı soruyu soruyorum; sizler içinde yaşadığınız Müslüman toplumun ne derdi var, hangi sıkıntıları var, onların çocuklarının nelere ihtiyacı var, geleceklerini nasıl inşa edecekler bunları biliyor musunuz? O gözü yaşlı dediğiniz insanlardan sizlerin önünde binlercesi duruyor. Onların ihtiyacı için niçin seferber olmuyorsunuz? Sorunlarını bilmiyorsunuz ki seferber olasınız.

Sayın Ataşem, öncülük yapsanız da ‘Kurban’ın Allah’a yaklaşmak için yapılan bir sadaka olduğunu, kan akıtmak olmadığını, et dağıtmak olmadığını  Müslümanlara anlatsanız ve diğer cemaatler de arkanızdan gelse olmaz mı?

Sonra da fakir fukaranın istifade edeceği milyonluk kurumlar kurarak önce içinde yaşadığımız toplumun ihtiyaçlarına cevap versek ve sonra da dalga dalda dışarıya kurum bazında yayılsak olmaz mı?

Böylece her sene toplanan ve sadece et yedirmek için kullanılan bu 80 milyon Euro fakirlerin istifade edeceği kurumlara dönüşse olmaz mı?

Sayın Ataşem, konu ile ilgili yazıyı enson 27 mayıs 2018 tarihinde www.ha-ber.com internet sitesinde yazmışım. O yazının bir bölümünü tekrar burada bir daha yazmak istiyorum:
“Cemaat, hedefi olan topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak hedefler insanların dünyada barış içinde mutlu bir hayat sürebilmeleri için gereklidir.
Dinîn buyruklarını dezenfarmosyana tabi tutmadan yaşamayı esas alan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme bu insanlar için farz-ı ayn bir ibadettir. Cemaatleşme Allah'ın olmazsa olmaz buyruklarındandır. Cemaatleşme güçlerin birleştirilmesi demektir, Allah ister bunu. Çünkü, ciddi çalışmalar güçlerin birleşmesiyle mümkün hale gelir. ''Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.'' (Âl-i İmrân 103) der Allah.
Günümüzde Avrupa’daki cemaatler veya dini cemaatler sadece kendi cemaatlerini düşünür haldedirler. Dayanışma içinde değillerdir. Güçlerini birleştirmek için çalışma yapmazlar. Amip gibi bölünerek çoğalmaya devam ederler. Sanki gizli bir el yönlendirir onları.

Almanya'daki dini cemaatler; ''sadece ibadet yapmak için, kendiliğinden camiye gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını yaparlar. Camide çocuklara dini eğitim verilmesi de aynı amaca yöneliktir. Dini cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır, kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek toplanır bu paralar. Sinevizyon gösterileriyle insanların manevi duyguları tetiklenir. Hedefleri, duygu sömürüsü yaparak daha çok para toplamaktır. Bu cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle tutulacak bir hizmet yoktur desek yalan olmaz. Bu işi de oltanın ucuna takılan yiyecek olarak düşünebiliriz. Asıl amaç balığın karnını doyurmak değil, kendisini yakalamaktır.

Almanya’da dinî cemaatlerin:
 -Vakıfları yoktur.
-Hastaneleri yoktur.
-Öğrenci yurtları yoktur.
 -İmam yetiştiren yüksek okulları yoktur.
-Kur'an öğretmeni, din dersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları yoktur.
-Gazeteleri, dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Tam gün mesai yapan hukukçuların çalıştığı hukuk büroları yoktur.
 -Danışma merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları yoktur...
-Kültür Merkezleri yoktur, yani gelecekleri yoktur. Onlar topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler.

Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar Almanya’dan, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Yıllardan beri bu iş böyle yürür. Ancak ne Afganistan'ın problemi çözülmüştür ne Filistin’in ne Çeçenistan’ın ne Irak’ın. Bırakın problemlerin çözülmesini bu halkalara yenileri eklenmiştir. İşte 7 yıldır gözümüzün önünde çoluk- çocuk, kadın-ihtiyar demeden bombalanan Suriye...“

Sayın Ataşem, inanın bu durma müdahil olsanız, insanları ikna etmek bir çalışma içine girseniz insanlar size dua edeceklerdir.

Sayın Ataşem, sorumluluk almak gerekiyor, risk almak gerekiyor.  30 yıl öncesinde Berlin’de camiler Ramazan ayında ve cuma namazlarında dolup dolup taşardı. 30 yıl sonrasında ilave birkaç cami yapılmamasına rağmen, camilerdeki tutulan namaz saflarında boşluklar var. 30 yıl önce doğan çocuk bugün 30 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin olabileceğini düşünürsek, bugün camilerin cemaati almaması gerekirdi.

Sayın Ataşem, bu duyarsızlık böyle devam ederse 10 yıl sonra camiler birer birer kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır. Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra 30 yıl sonra gelen nesil çekecektir.

Sayın Ataşem, kendi çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, Afrika'ya el uzatmak da neyin nesidir? Bu ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın yine aç kalacaksa, bir gün bir lokma et yese ne olur yemese ne olur?..

Sayın Ataşem, etmeyin eylemeyin topladığınız paraları çar-çur etmeyin, o paraları çocuklarımızın geleceği için yatırıma dönüştürelim. Kendi çocuğumuzu kurtarınca da o Afrika ülkeleri’nden ihtiyaç sahibi olanları burada kurduğunuz kurumlarda okutalım, tedavi edelim, meslek sahibi yapalım ve ülkelerine gönderelim… 
Sayın Ataşem, kurban, zekat, sadaka fakire verilirde fakirin istifade edeceği kurumların kurulması için niçin verilmesin... Sadece zekât ve kurban parasıyla yapılsın bütün bu kurumlar ve sonra yine aynı paralarla finanse edilsin…

Sayın Ataşem, inanın böylece ibadetin en faziletlisini yapmış olacaksınız,  ve onurlu bir hizmetin altına güçlü bir imza atmış olacaksınız. Ve o zaman Allah sizin alnınızdan öpecektir.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Fuat Sezgin Hoca’nın ardından


Frankfurt Goethe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ömer Özsoy, geçen hafta hayatını kaybeden İslam Bilim Tarihi Araştırmacısı Fuat Sezgin için “Bilim tarihçileri arasındaki Müslüman düşmanı kültüralizme karşı mücadele veriyordu.” Dedi ve ekledi...

2006 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden ayrılıp halen çalışmakta olduğum Frankfurt Goethe Üniversitesi’ne geçmeye karar verdiğimde, helallik dileyip dua ve tavsiyelerini almak üzere ziyaret ettiğim Mehmed Said Hatiboğlu Hocamız bana şunları söylemişti: “Oğlum, Fuat Sezgin Hocamızın bulunduğu şehre gidiyorsun. Onunla yakinen birlikte çalışmak, ilminden faydalanmak ve çalışmalarında ona hizmet etmek bizlere nasip olmadı; sen bu fırsatı iyi değerlendir, ona hizmet et, benim adıma da ellerinden öp!” Frankfurt’a gelir gelmez Fuat Hoca’yı ziyaret ettim. Hatiboğlu Hocamın selamını ve gönderdiği Hacı Baba ürünü su böreğini iletmekle kalmayıp, bana tavsiyesini de olduğu gibi aktardım. Çok duygulandı, yaşarmış gözlerle “Estağfirullah” dedi, “Mehmed Bey çok nazik bir insan!” 

Geçen yıllar içinde, özellikle enstitüsünün misafirhanesinde kaldığımız bir yılı aşkın süre zarfında Fuat Hoca ile yoğun beraberliğimiz oldu. Bu imkana sahip olduğum için kendimi hep şanslı addettim. Sohbet konularımız genellikle Avrupa genelinde İslam ve Müslümanlarla ilgili gittikçe olumsuzlaşan algı ve tutum, İslam dünyasının içinde bulunduğu trajik durum ve giderek derinleşen ahlaki kriz, Türkiye’deki bilimsel ve siyasal gelişmeler ve Almanya’da filizlenmekte olan İslam İlahiyatı’nın durumu gibi meselelerdi. Tabii ki, Türkiye’deki müzenin tasarlanışı ve kuruluşu ile ilgili memnuniyetinden, bu esnada karşılaştığı, çalışmaları uzaktan takip etmenin getirdiği zorluklardan, daha sonra vakıf ve enstitünün kuruluşu ve gelecek planlarından, hayallerinden bahsettiği veya o an için zihnini meşgul eden, yazmakta olduğu gündemindeki bilimsel konular üzerine konuştuğumuz da oldu kuşkusuz. Onu en çok heyecanlandıran, ilmî konular üzerine konuşmaktı; böyle zamanlarda gözlerinin sevinçle parladığını farkederdiniz. Buhârî’nin Kaynakları eserindeki bir ayrıntıyla ilgili soruma cevap verirken adeta kitabı daha dün yazmış gibi en ufak detayların bile zihninde ne kadar taze kaldığını müşahede ettiğimde duyduğum hayranlığı tarif edemem. Rahatsız olması veya yurtdışında bulunması müstesna, hafta sonları da dahil olmak üzere her gün sabah 8 akşam 5 arası mesai yaptığı enstitüsünde çalışmalarının odağını, son yıllarda, hayatının projesi olarak niteleyebileceğim dev eseri “Arap Kitabiyatı Tarihi”nin (Geschichte des Arabischen Schrifttums: GAS) son cildinin telifi oluşturuyordu. Bu tutkulu yoğunluğu nedeniyle doğrudan müdahil olmaya vakit ayıramasa da, İslam İlahiyatı ile ilgili gelişmeleri de ilgiyle takip ediyor ve kendi yaşadığı zorluklarla karşılaştırdığında Almanya’da kamu imkanlarıyla İlahiyat bölümleri kurulmasına inanamıyordu. Bu vesileyle, gerek kurumsallaşma gerekse muhteva bakımından nelere dikkat edilmesi gerektiği konusundaki çok değerli tavsiyelerini ve sıkıntılı kuruluş yıllarında her istişare ihtiyacı duyduğumda cömertçe zaman ayırdığını şükran ve minnetle anmak isterim. Frankfurt’ta İslam İlahiyatı’nın şekillenmesinde Hocamızın dolaylı da olsa derin katkıları olmuştur.

Fuat Sezgin dürüst bir tarihçi olarak sadece tarihî hakikatin peşindeydi ve ortaya çıkardığı hakikatler Müslümanların geçmişi açısından yüz akı olduğu için de mutluydu.

Kendisine verdiğim açık çeke rağmen, Fuat Sezgin Hoca’nın yardım talep ettiği nadir oldu. Bunlar da genellikle eliyle yazdığı Türkçe metinlerin bilgisayarda dizilmesi (kendisi bilgisayar kullanmıyordu), bazı Türkçe metinlerin Almancaya veya Almanca yazdığı metinlerin Türkçeye çevirisi gibi enstitü çalışanlarının yardımcı olamayacağı türden işlerdi. Kimi taleplerini zevkle bizzat yerine getirdim, kimini onun onayıyla genç arkadaşlarıma veya öğrencilerime devrettim. Hoca’nın çalışma temposu ve geride bıraktığı muazzam ilmî mirasa nispetle bunlar bizim için onur verici, ama zikredilmeye değmeyecek mütevazı katkılardı kuşkusuz. Ama bu sayede Avrupa’da yetişen nice genç ilahiyatçı kendisini tanıma, onunla konuşma, hâl ve tarzına şahit olma imkanı bulmuş oldu ve benim için bu çok önemliydi. Nitekim öğrencilerimizden bir grup bu muarefeye istinaden Hoca’dan Buhârî’nin Kaynakları’nı Almanca’ya çevirme izni almayı başarabildi ve yapılan tercümeleri yine öğrencilerimizin çıkardığı İslami İlimler internet dergisinde tefrika olarak yayımladı. Bildiğim kadarıyla çeviri çalışması halen devam ediyor; umarım, tamamlanınca ailesinin onayıyla kitap olarak basılması da mümkün olur. Yeri gelmişken, Fuat Sezgin’in ilmî mirasının varisleri olan kurumların himmet etmesi gereken en öncelikli işlerden birinin, bu kitabın ehil kişiler tarafından önemli dillere çevirisini ve seçkin yayınevleri tarafından basımını organize etmek olduğunu söylemek isterim. 

Fuat Hoca’nın bu kitapta Buhârî’nin Sahîh’indeki rivayet malzemesinden hareketle yaptığı çoğu tespit, o zamanlar gerek Müslüman alimler gerekse oryantalistler arasında yaygın olan hadis tarihine dair yargılar ve İslam’ın ilk üç asırdaki yazılı kaynaklarının tarihine dair tasavvurlar açısından devrim niteliğindeydi. Bunu teslim eden insaf ehli bilim insanları hem Doğu’da hem Batı’da elbette olageldi, ama genel bir değerlendirmede bulunmak gerekirse, bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in bizzat bilim tarihi içindeki yerinin yeterince takdir edilmediğini, hatta sistematik olarak görmezden gelindiğini söylemek durumundayım. Mesela, istisnaları olmakla birlikte Müslüman araştırmacılar GAS’ı bir bilim tarihi eseri olarak değil, bibliyoğrafya olarak görür ve kullanırlar. Bu yüzden de, ulum-i islamiyenin tarihine, tefsir veya hadis tarihine dair yayınlarda Sezgin’in bulgu ve tespitlerinin izleri nadiren hissedilir. Yine istisnaları olmakla birlike Batılı şarkiyatçılar da Fuat Sezgin’i ya ignore etme veya alaylı ifadelerle küçük görme yolunu seçerler. Kadirşinaslık bakımından istisnalardan biri olan Angelika Neuwirth’ten, Frankfurtlu bir oryantalist olan Manfred Ullmann’ın Arap sözlükbilimine dair çalışmasında Fuat Sezgin’in bir tespitine, isim vermeksizin “Bir Türk iddia ediyor ki ...” şeklinde atıfta bulunduğunu duyduğumda irkilmiştim.
Sezgin’in, ilk iki asırda tasnif olunduğu rivayet edilen, ama elimize ulaşmayan kitapların gerçekten mevcut olup olmadığının sonraki kitaplardaki atıflardan hareketle saptanabileceği, hatta isnadlardan ve iktibaslardan hareketle bazılarının yeniden inşa edilebileceği şeklinde özetleyebileceğim, doktora çalışması esnasında geliştirdiği ve GAS’ın ulum-ı islamiyeye dair birinci cildinde pek çok yitik eserin tespitinde başarıyla kullandığı metodun serencamı ibret vericidir. Fuat Hoca’nın bu tespitini, İslam dünyasında kendisine atıfta bulunan çoğu yazar, “başında isnad bulunan her bilginin otantik olduğu” şeklindeki polemik yargının teyidi olarak aktarmak veya neredeyse tefsir rivayetlerindeki isnadların ulaştığı her sahabi ve tabiiye bir tefsir nispet edecek kadar suyunu çıkarmak suretiyle istismar ederken, oryantalistler de ya hiç bahsini etmedi ya da “safdilce bir iyimserlik” (Herbert Berg) olarak niteledi. Ama bu arada, kısmen onun metodik yaklaşımına, kısmen Joseph Schacht’ın temelini attığı ve Gauthier Juynboll’un formüle ettiği ‘müşterek ravi’ (common link) teorisine dayanarak isnad araştırmalarını derinleştiren ve Batı’da bilinen metin tenkidi yöntemleriyle mezcederek artık genel kabul görmüş bir tarihsel analiz ve rivayet tarihlendirme yöntemi (isnad-cum-matn-Analyse) geliştiren çevreler de oldu (Harald Motzki, Gregor Schoeler, Andreas Görke vd.). Fuat Hoca, uzun yıllardır hadis alanına münhasır bir çalışması olmasa da, bu sahadaki oryantalistik yayınları da takip ediyordu ve bu yayınlarda kendi çalışmalarına ya hiç atıfta bulunulmadığını veya oldukça sönük atıflarda bulunulduğunu görmek, ‘referans’ konusuna, yani bilginin kaynağını belirtme ve alimlerin görüşlerini doğru aktarma ilkelerine çok büyük bir önem veren bir bilim tarihçisi olarak onu çok üzüyor ve kızdırıyordu.

Fuat Sezgin Hoca uluslar arası bilim camiasında daha genç yaşta haklı bir şöhret kazandı. Çok sayıda fahri doktora ünvanına ve saygın ödüle layık görüldü, hatta almayı reddettiği ödüller dahi oldu. Ama hiç bir taltifin onu, çok sevdiği ülkesinden son yıllarda gördüğü iade-i itibar ve Türkiye’de kendi gözetiminde kalıcı kurumlar oluşmasına şahit olmak kadar mutlu ettiğini sanmıyorum. Bu yüzden son yıllarını adeta Türkiye’de kalıcı bir iz bırakma hedefine tahsis etti. Umarım hayalleri gerçek olur, kurduğu kurumlar onun ömürlük eserini doğru anlayıp, doğru konumlandırabilecek ve bıraktığı yerden devam edebilecek alimler yetişmesine ve Müslümanların bilimler tarihindeki yerinin ve geliştirdikleri bilim anlayışının geniş kitleler nezdinde tanınır olmasına hizmet eder. Kendisi bir Müslüman evladı olarak atalarının tarihsel başarılarıyla gurur duyan bir alimdi, ama Müslümanların veya İslam medeniyetinin üstünlüğünü ispatlamak gibi bir davası yoktu. Son tahlilde, Müslüman alimlerin çizdikleri haritalarıdaki mucizevi isabetle gurur duysa da, bu alimlerin torunlarının harita okumaktan dahi aciz bir durumda bulunmasından utanıyordu. 

Bilim tarihine dair çalışmalarının bazı Müslüman çevreler tarafından böyle bir apoloji istikametinde yorumlandığını görmekten rahatsızlık duyduğuna çok kez şahit oldum. O dürüst bir tarihçi olarak sadece tarihî hakikatin peşindeydi ve ortaya çıkardığı hakikatler Müslümanların geçmişi açısından yüz akı olduğu için de mutluydu. Onun hareket noktasını, pür ilmî faaliyetin kültürel ve dinsel kimlikleri aşan bir karaktere sahip evrensel nitelikli bir bayrak yarışı olduğu ve hangi milletten olursa olsun ilim ehlinin tek bir aile olduğu temel kabulleri teşkil ediyordu. Tam da bu nedenle Ortaçağ ve sonrasında İslam düşmanlığı veya bilimsel yetersizlik gibi marazi saiklerle Müslümanların ilmî başarılarının üstünün örtüldüğünü deşifre ediyor ve bilim tarihçileri arasındaki Müslüman düşmanı kültüralizme karşı mücadele veriyordu. İlim camiasının ve Hocamızın miras bıraktığı kurumların en öncelikli misyonu, onun bu ilmî davasının bekçiliğini yapmak ve onun çalışmalarının kendi temel kabullerine aykırı bir Müslüman kültüralizmine kurban edilmesine fırsat vermemektir. Böyle bir gelişmeyi görmek en çok onu üzerdi zira. “Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Yılı” olarak ilan edilen 2019’un onun sağlıklı çizgisinin doğru anlaşılmasına ve yaygınlaşmasına vesile olmasını diliyorum.

Fuat Sezgin, boşluğu doldurulamayacak dev bir çınardı; bu fani dünyada payına düşen zaman diliminde inanılmaz işler başararak bizlere veda etti. Allah rahmet eylesin.

27 Haziran 2018 Çarşamba

24 HAZİRAN SEÇİMLERİNDEN SONRA



‘Patates, soğan, oralet’ derken bir seçim daha geride kaldı (Pazar 24 Haziran 2018).  Türkiye’nin kaderinin oylandığı bir seçimdi bu.  100 yıl önce  Çanakkale’ye gelenler, Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’yi işgal etmeye çalışanlar  ve onların işbirlikçileri topyekün tekrar bir araya geldiler ve yeniden bir hamle daha yaptılar. 100 yıl sonra yeniden Çanakkale’yi geçmeyi denediler, yeniden Anadolu’yu işgal etmek istediler. Modern toplarıyla- tüfekleriyle ve içerden-dışardan tedarik ettikleri yeni müttefikleriyle birlikte yaptılar bu hamleyi.  Türk Milleti bu işgalcileri tanıdı ve onlara yine geçit vermedi.

Kuklacılar, içerden-dışardan tedarik ettikleri terör örgütleri mensuplarıyla  Türkiye’yi hemen yutuvereceklerini sandılar. Hem içerden hem de dışardan kuşatılmış bir Türkiye onlara fazla direnemezdi, böyle düşündüler. 15 Temmuz’un, Afrin’in, Fırat Kalkanı’nın ve Kandil’in  rövanşını da böylece almış olacaklardı.  Çanakkale’ye geldiklerinde de sabah kahvelerini  Boğaz’da içecek olan bu vampirler yine yanıldılar. O gün boğazlarına dizilen kahve daneleri  bu gün de dizildi. 

Bu millet feraset sahibidir, bu millet vefalıdır; cefa çeker, sıkıntı çeker, ölür-öldürülür ama vatanı için kanının son damlasına kadar savaşır, mücadele eder, ancak vatanını asla satmaz, bayrağına ihanet etmez. 100 sene sonra Türkiye yine ayağa kalktı ve “dünya beşten büyüktür” dedi. Dik durdu, zalime karşı direndi, mazlumun yanında durdu ve onun hakkını korudu. “Ben kendi silahımı kendim yapacağım, kendi otomabilimi kendim yapacağım, bölgemde söz sahibi olacağım, şahsiyetli bir dış polkitika izleyeceğim ve yeniden Büyük Türkiye olacağım.” Dedi... 

Bundan sonrasında Türkiye’nin önü açıktır. 24 Haziran itibariyle karşılarında çok daha güçlü bir Türkiye olacaktır. 16 seneden beri halkıyla birlikte haraket eden, halkının inancına saygı gösteren, halkıyla birlikte  ağlayan ve gülen, tasada ve sevinçte halkıyla birtlikte haraket eden  bir yönetim var Türkiye’de.  Ne gam...

24 Haziran “Cumhur İttifakı” için miladtır. Türkiye demokratik sistemini değiştirmiştir. Çıkar çevrelerinin manipüle edemeyecekleri, provoke edemeyecekleri bir sisteme geçildi. Rakipleriyle dişe diş mücadeleyi göze alamayanlar hep çamura yatmışlardır. Bu millet “Güneş Motel” uygulamasını unutmadı. Bu uygulama 24 Haziran seçimlerinden önce İYİ Parti için de kullanılınca millet hafızasını tazeledi ve CHP ye dersini verdi.  Oyun aynı oyun, oyuncuları farklı. 

“Millet İttifakı” için de bir milad olabilir bu seçim...Bütün fraksiyonlar, eteklerindeki taşları dökerek; sadece Erdoğan’ı devirmek için kurdukları bu ittifakı Türkiye’de asgari müştereklerde yapabilecekleri şeylerin ittifakına dönüştürürlerse ki;- halk böyle bir ittifakı bekliyor- o zaman onlar için de bir milad olacaktır bu seçim. Özlenen, istenen Türkiye fotoğrafı budur. 

24 Haziran 2018 Pazar

2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu


- Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz-
Bu sene ilk defa başkonsoluslukla büyükelçilik Cumhuriyet Bayramı’nı birlikte kutladılar. Mantıklı bir uygulama. Aynı şehirde devletin iki kurumunun ayrı ayrı kutlama yapmaları uygun düşmüyordu. Halkımız bu uygulamayı hem masraf hem de zaman israfı açısından uygun görmüyordu.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında önceki yıllarda maksadını aşan konuşmalar yapılırdı. Sanki Türk Milleti’nin önceden bir devleti yokmuşta 1923 te ilk defa bir devlet kurmuşlar gibi nutuklar atılırdı. Türk Milleti’nin geçmişinden bahsedilirken, karanlık bir tablo çizilirdi. Konuşmacılar; gericilik, yobazlık, hainlik gibi kavramları kullanalarak atalarını linç etmekten zevk alırlardı.
Dünyada geçmişini yerin dibine batırmak için uğraşan, atalarının değerlerini ayaklar altına alan, tarihi şahsiyetlerini ve o dönemde olup biten olayları manipüle ederek yabancı milletlere anlatmaktan zevk alan başka bir millet olmasa gerektir.
Köklerini inkar eden, kendilerini yepyeni bir devletin mensupları gibi gösteren dışa bağımlı bir hastalıklı zihniyet oluşmuştu. Köle ruhlu bu insanlar hastalıklı beyinleriyle geçmişlerine kin kusarlardı. Padişahlarını hain ilan edecek, onlara Kızıl Sultan diyecek kadar tarih bilgisinden ve de şuurundan yoksun hain monşerlerdi bunlar. O kadar ki; Ramazan’da, Cuma günü ve de Cuma saatinde Cumhuriyet resepsiyonu vermekte sakınca bile görmüyorlardı. Bu yaptıkları hainliğin adına da ilericilik diyorlardı, cumhuriyetçilik diyorlardı, laiklik diyorlardı, demokratlık diyorlardı, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak diyorlardı. Cumhuru olmayan cumhuriyetçiler, halkı olmayan demokratlardı bunlar. Kendi halkına, kendi halkının inancına, geleneklerine, kültürüne, sanatına yabancı monşerlerdi bunlar...
2017 de Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu
30 Ekim 2017 Pazartesi günü Cumhuriyet resepsiyonuna davet edildim. Kalabalık bir davetli vardı. Sivil Toplum Kuruluşları’nın temsilcileri, Yabancı Misyon Şefleri, Dini Liderler hepsi oradaydı. Büyükelçi Ali Kemal Aydın misafirlerine hoşgeldiniz diyerek konuşmasına başladı. Türkiye’de çıkarları olan ülkelerden ve o ülkelerin Türkiye üzerinde oynadıkları oyunlardan bahsetti. Sahip olduğumuz değerlerin çok kıymetli olduğundan ve o değerlerden asla vazgeçilmeyeceğinden bahsetti. Türkçenin ve Türk Kültürü’nün altını çizdi, ikili ilişkilerdeki olumsuzlukların burada yaşayan insanlara yansıtılmaması gerektiğinden bahsetti. İnsani yardım konusunda dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğrayan birisi varsa Türkiye’nin oraya koşarak gittiğinden, şahsiyetli dış politikadan, insan haklarından, din, dil, ırk ayırımı yapılmadan hak sahibine verilmesi gereken insan haklarından bahsetti, farklılıklarımıza rağmen birlik ve beraberlik içinde olmamızdan bahsetti daha neler neler... Kompleksleri olmayan özgüven sahibi bir Büyükelçi böyle olur, benim ülkem işte böyle temsil edilir dedim. Rahatladım ve gururlandım. O konuşmanın tamamını sizlerle paylaşmak istedim:
“Değerli Misafirlerimiz, Sevgili Vatandaşlarımız;

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 94. yıldönümü resepsiyonumuza hoşgeldiniz.
Millet olarak ciddi sınavlardan başarıyla geçtiğimiz, haklı mücadeleleri kazanmakta olduğumuz bu dönemde, Cumhuriyetimizin kuruluşunu her zamankinden daha büyük bir coşku ve sevinçle kutlamayı hak ediyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, milli egemenliğine ve siyasi, ekonomik ve askeri bağımsızlığına halel getirecek hiçbir müdahaleye izin vermemiştir, bundan sonra da vermeyecektir. Türk milletine ve onun bağımsızlığına ve özgürlüğüne karşı kurulan tuzaklar hep hüsranla sonlanmıştır.
15 Temmuz’da anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkan FETÖ terör örgütünün darbe girişimi de aynı akıbete uğramıştır. Türk halkı, hür iradesini yok saymaya kalkışan zorbalara karşı, canı pahasına da olsa demokrasiye güçlü bir şekilde sahip çıkmış, hak ve hukukunu korumuştur. Bu noktada, hain darbe girişimi sırasında hayatını kaybeden aziz şehitlerimizi bir daha rahmetle anıyor, yiğit gazilerimizi buradan selamlıyorum.
Aynı anda birden fazla terör örgütüne karşı mücadele etmekte olduğumuz bu kritik dönemde, ülkemizin güvenliği her şeyin önünde gelmektedir. Dostlarımızdan beklentimiz bu önemli süreçte bizimle olmaları, dayanışma sergilemeleri ve gerekli anlayışı göstermeleridir. Bu alanda asgari bir işbirliği tesis edilmeden ilişkilerde ilerleme sağlamayı beklemek gerçekçi değildir.
Siyasi, ekonomik, ticari ve en önemlisi insani bakımlardan en yoğun ilişkiler içinde olduğumuz Almanya ile münasebetlerimizde zor bir dönemden geçtiğimiz ortadadır. Son zamanlarda yaşadığımız bunca sorun ve görüş ayrılıklarına rağmen, geçmişi 300 yıla yaklaşan geleneksel dostluk bağlarımızın olduğu Almanya’yla ilişkilerimizin önümüzdeki dönemde karşılıklı adımlarla yeniden normalleşme sürecine girmesi hepimizin ortak temennisidir.
Tabiatıyla üç buçuk milyonluk Almanya Türk toplumu ikili ilişkilerimizi özel ve biricik kılan en önemli unsurlardan biridir. Bugün, yani 30 Ekim, aynı zamanda Türk işçilerinin Almanya’ya gelişini başlatan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın 56. yıldönümüdür. Bugün burada bulunan bu ilk kuşağın fedakar temsilcisi büyüklerimizi Büyükelçiliğimizde görmekten ve kendilerini ağırlamaktan da ayrıca memnuniyet duyduğumu belirtmek istiyorum.
Sadece çalışma ve iş hayatında değil; siyasette, kültürde, sporda, sağlık ve eğitim sektörlerinde ve medya gibi daha bir çok alanda Almanya’nın sosyal hayatına zenginlik katıyorsunuz. Bu başarılarınızın daimi olmasını ve iki toplum arasındaki birleştirici konumunuzu güçlendirerek sürdürmenizi diliyorum.
Ancak bu noktada, Almanya’daki toplumumuzun son yıllarda giderek artan bir şekilde yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslam karşıtlığına maruz kaldığını da üzülerek belirtmek durumundayım. Bu mağduriyet, fiili ve fiziki saldırıların ötesinde, ülkemiz ve toplumumuz aleyhinde yaratılan yanlış algı ve menfi atmosfer nedeniyle günlük hayatta ve kamusal alanda dışlayıcı ve ayrımcı davranışlar şeklinde de vücut bulmaktadır. Bu olumsuz gelişmeler buradaki toplumumuzu gönülden yaralamakta ve haklı endişelere yol açmaktadır.
İnsanlarımız arasında, özellikle de genç nesilde dışlanmışlık ve ötekileştirilmişlik duygusunun giderek yer ettiğini gözlemliyoruz.
Maalesef, üzülerek görüyoruz ki, ikili ilişkilerimizdeki gerginliklerin faturası da buradaki toplumumuzdan çıkarılmak istenmektedir. Bunun son örneğini, Berlin’deki bazı belediyelerin Türkçe dersleri için ücret talep etmelerinde görüyoruz. Bu haksız talebe karşı dernek ve kuruluşlarıyla Türk toplumu gerekli tepkiyi ortaya koymaktadır. Bu yanlıştan bir an önce dönülmesini bekliyoruz.
Son zamanlarda giderek güçlenmekte olan yabancı düşmanı ve İslam karşıtı aşırı sağ görüşlü akımlarla mücadele edilmesini ve bunlara karşı gerekli bütün önlemlerin alınmasını acil olarak bekliyoruz.
Türk ekonomisi, yükselen sanayisi, genişleyen ticareti ve artan yatırımları ile büyümeye, istihdam yaratmaya devam etmektedir. Yapılan tüm olumsuz yayınlara ve kampanyalara rağmen Türkiye’yi ziyaret eden turist sayısında geçen yıla göre önemli bir artış sağlanmıştır.
Bu yılın ilk iki çeyreğinde yüzde beşin üzerine büyüyerek Avrupa’nın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olan Türkiye, yabancı yatırımcılar için güvenli ve kazançlı konumunu sürdürmektedir. Ulaştırma ve enerji alanları başta olmak üzere çeşitli sektörlerde devasa yatırım projeleri hızla ilerlemektedir. Özetle, ekonomimiz, bazı çevrelerin çizmeye çalıştığı kara tablonun tam aksine güçlü ve sapasağlam ayaktadır.
Türkiye’nin istikrarı Avrupa’nın istikrarı demektir. Son mülteci krizinde olduğu gibi Türkiye uluslararası camianın ortak sorumluluğunun önemli kısmını taşımaya devam edecektir. Bizim kültürümüzde ekmeğimizi komşumuzla, misafirimizle paylaşmak vardır.
Ülkemizdeki 3 milyonu aşkın mülteciye de bu gözle bakıp, onları toplum olarak kucakladık. Ekmeğimizi paylaştık. Bir milyona yakın Suriyeli çocuğa eğitim verebilmek için kısıtlı imkanlarımızı zorladık. Kimseden de takdir beklemedik.
Türkiye, insani yardımlar alanında günümüzde milli gelire oranla dünyanın bir numaralı donörü haline gelmişse, Myanmar’dan Yemen’e, Somali’den Filistin’e dünyanın dört bir tarafına elini uzatabilen, muhtaçların yardımına koşan bir ülke olmuşsa, bu son yıllarda izlenen insani dış politikaların sonucudur. Bu yaklaşımımızın savaştan kaçan insanlara kapıyı kapatma payesi üzerinden seçim kazanan bazı Avrupalı siyasetçilere örnek teşkil etmesini ümit ediyorum.
Farklılıklarımızdan ziyade ortak yanlarımızı öne çıkarmamızın gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Sizlerin burada ortak asgari paydalarda birlikte hareket etmeniz, hak ve menfaatlerinizin korunması açısından hayati önemdedir...
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!”