15 Kasım 2021 Pazartesi

Berlin-Denizli Hattı (II)

Rüştü KAM Başçarşı Caddesinde’yiz. Sanki sel, katmış insanları önüne sürüklüyor. Biz de karşımızdan akan o insan kalabalığını yara yara yürüyoruz bütün gücümüzle. Bu arada sağımıza solumuza da bakınıyoruz etrafta ne var yok görmek için. Hemen solda Gazi Hüsrev Bey bedestenini görüyoruz. Girdik içeriye. Restore edilmiş besbelli. Bedestende Osmanlının izlerini kaybetmişler ama bedestenin içine sinen Osmanlı kokusunu yok edememişler. Bedestene girmişken hediyelik bir şeyler alalım dedik. Saraybosna çarşısında olduğumuza göre, Bosna’yı hatırlatan bir şey olmalı alacaklarımız. Tişört, şapka, mıknatıs gibi. O dükkân senin bu dükkân benim aradık durduk ama aradığımız o eşyayı bulamadık. Tişörtlerin ve şapkaların üzerinde, N…, A…, N… gibi çok bilindik emperyalizmin ürünü olan markalar yazıyor. Saraybosna’nın sembolleri hediyelik eşyalarda kullanılmamış. Varsa bile çok az onu da biz göremedik, bulamadık. Neler olabilir düşününce aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim: Başçarşının girişindeki tarihi Sebil olabilir, Gazai Hüsrev Beyin yaptırdığı saat kulesi olabilir, Aliya’nın portresi olabilir, Şehitlik olabilir, savaş zamanında Sırplar tarafından 2 milyon cilt kitabın yakıldığı kütüphane olabilir, Saraybosna havaalanının altından 4 ay 4 günde kazılan böylece insanlara insani yardım ulaştırılabilen “umut” tüneli olabilir. Müslümanların soykırıma tabi tutulduğu Srebrenitsa olabilir, Sarı Saltuk türbesi olabilir, Mostar köprüsü v.b. olabilir. Bu sembollerle dünyaya mesaj verilir. Daha dün savaştan çıktınız be kardeş, bu teslimiyet neyin nesidir. O baş tacı ettiğin markaların sahipleri olan ülkeler değil miydi seni mahkûm eden, hürriyetini elinden alan, Srebrenitsa’da 8 bin canını soy kırıma tabi tutan. A benim güzel kardeşim, ne çabuk unuttunuz o savaşı da yine kucağına düştünüz emperyalizmin? Bedestenden çıktık, yürümeye devam ediyoruz. Gözümüz o hediyelik eşyalarda. Acaba gözümüze bir şeyler çarpar mı diye bakınıyoruz. Armin sıkıldığımızı anlamış olmalı ki, birden bire, “ben sizi öyle bir yere götüreceğim ki, orada içtiğiniz o kahvenin tadı hep damağınızda kalacak” dedi. Girdik salaş bir sokağa. Küçük bir kahve. Yapay şelalenin önünde 3 masa var. Oturduk oraya ve siparişlerimizi verdik. Biraz bekledikten sonra kahvelerimiz geldi… Armin az bile söylemiş. Mükemmel bir lezzet. Sırrını sorduk bu lezzetin kahveciye. “Kahvemiz, dibek kahvesidir, biraz da ustalık tabii ki” dedi. Hemen yanında aradığımız sembolleri üzerinde taşıyan tişörtler gördük. Çaldık kapısını dükkânın. Bir hanımefendi çıktı karşımıza. Gayet nazik bir hanımefendi. Dükkânın sahibesi imiş. Kendisi çiziyormuş bütün sembolleri. Baskısını da kendisi yapıyormuş. Elinde sadece teşhir için birer örnek varmış. Sipariş usulü çalışıyormuş. Sipariş vermek için bizim vaktimiz yok. Örneklerden almak istedik ama bedenleri uymadı. Bedeni XXL olmasına rağmen bir tişört aldık. Maksat, bir hatıra kalsın elimizde. Hanımefendi de dertli, “Kimse bu gibi sembollere itibar etmiyor artık” diye söylenmeye başladı. Başımızı sallayarak tasdik ettik kendisini. Vedalaştık. Karşısında bir de baklavacı var o hediyelik eşya dükkânının. Orada pişirilen baklavadan dünyada sadece 5 kişi yapıyormuş. Özelliği şu. Baklava yufkası açıldıktan sonra, yufka bir hafta dinlendiriliyormuş ve ondan sonra içine malzemesi konarak pişiriliyormuş, malzeme de çok özelmiş. Akşam için sipariş verdi Armin ve bize dönerek ekledi, “Bu baklavayı aldıktan sonra başka bir yere gideceğiz ve bu baklava gibi özel olan kahve ile birlikte yiyeceğiz.” Eyvallah dedik. Çıktık yine Başçarşı caddesine, yürüyoruz. Caddenin sonunda sağda Sinagog ve Katedral var. Katedralin hemen karşısında ise Ortodoks kilisesi. Bosna’da yapılan minarelerin boyu o kilisenin kulesinin boyunu geçemezmiş. Bunun için çok mücadele edilmiş ama sonuç? Sonuçta kilise galip gelmiş. Bosna’da üçlü bir yönetim biçimi varmış. Dünyada başka örneği olmayan bir yönetim biçimi. Karmaşık bir yapı. Dayton antlaşmasının mirası. Şu şekilde özetlemek mümkün bu karmaşık yapıyı. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birlikte yönetiyorlar devleti. Boşnaklar nüfusun %85ini oluşturuyormuş, Sırplar ile Hırvatlar % 15’şini. Kararlar demokrasinin(!) gereği olarak çoğunlukla alınıyormuş. Bu durumda çıkarılan kanunlar, alınan kararlar kimlerin lehine çıkar, varın siz karar verin. Azınlığın çoğunluğa galibiyeti. Demokrasi. Aman da aman, ne güzel şeymiş bu demokrasi(!) Savaştan sonra %85 in %85 i travma geçirmiş, halâ kontrol altında yaşıyorlarmış. Armin’in ninesi kuşatma bitinceye kadar, aç susuz 3.5 yıl mahzende yaşamış Hırvat bir arkadaşıyla birlikte. Yiyecek içecek aramaya çıktığı bir gün keskin nişancı kendisini fark etmiş, eceli keskin nişancının kurşunundan korumuş onmu, hemen yere yatmış, yatış o yatış kalkınca hedef olurum diye akşama kadar hareketsiz bir şekilde öylece kalmış… Dönüşte, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kıldık ve biraz soluklandık. Sonrasında bir Bosnalı ağanın konağına gittik. Balkanlar Osmanlıdan koparılırken komitacılar o evde toplantılar yapmışlar. Tamamen ahşap. Çok amaçlı kullanılmış. Haremlik ve selamlığı bile var. Mimarisi ve ağaç işçiliği ne kadar görkemli olursa olsun, komitacılara hizmet ettiği için gözümüzden birden bire düşüverdi o güzelim eser. Eserin ne kabahati varsa… Konaktan çıktıktan sonra Aliya İzzetbegoviç Müzesi ve Şehitlik vardı hedefimizde. Taksi ile gittik. Taksi, müzenin kapısında indirdi bizi ve gitti. Baktık, müze tadilatta. Taksici tadilatta olduğunu bize söylemedi, bilmemesi mümkün değil. Savaşın vahametini ne de çabuk umutmuşlar…Oradan başka bir taksi ile hemen yanındaki şehitliğe geçtik. Bilge Kral diye bildiğimiz Aliya İzzetbegoviç’in mezarı başında dua ettik, onun ve bütün şehitlerin ruhuna. Hiç yoktan bir devlet var eden Aliya’yı rahmetle andık. Yaptıkları olağanüstü çalışmaları hatırladık. Bir tarafta Aliya ve şehitler, öbür tarafta emperyalizmin sömürü aracı olan ürünleri ve onlara gösterilen rağbet. Ne yaman bir çelişki... Allah rahmetiyle yarlığasın tüm Bosna şehitlerini. Şu andaki yönetimden memnun olmayan Boşnaklar, sorumluluğu Aliya’ya yüklüyorlar. “O imzayı atmayacaktı” diyorlar. Anlaşılan başarılı olan Müslüman liderler dünyanın her yerinde itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu algıyı oluşturmak için her türlü aracı kullanıyorlar. Bütün ahlaki değerleri yok sayarak bunu yapıyorlar. Kullandıkları ortak kelime “Diktatör”. Bir zaman sonra halk da algının kurbanları olmaya başlıyor. Akşam yemeği için Bosna’ya hâkim başka bir tepeye çıktık. Bosna ayağımızın altında. Armin oranın kuzu çevirmesini (peçenye) çok övdü. Lezzetli idi ama beklentimizi karşılamadı. Peçenyenin Denizli’nin tandır kebabıyla boy ölçüşmesi ne mümkün. Sonrasında aldığımız baklavaları yiyeceğimiz kahveye gittik. Müşterisiyle bu kadar yakın ilişki içine giren bir esnaf görmedim ben bu yaşıma kadar (69). Mekân sahibinin adı Hüseyin. Sipariş alırkenki nezaketi, servis yaparkenki kibarlığı mest etti bizi. Önce cezvenin içindeki bol köpüklü kahveyi koyuyor önünüze bakır tepsiyle, sonra o köpüğün bir kısmını ısıtılmış fincanın altına kaşıkla yerleştiriyor, sonra da cezve ile üzerine kahveyi ilave ediyor. Kahvenin köpüğü iki kez çoğalıyor ve size bol köpüklü o kahveyi içmek kalıyor. Yanında lokumu ve suyu da ihmal edilmiyor servis yapılırken. Baklavamız da yanımızda hazır vaziyette bekliyor olunca... Müthiş bir tat. Mübalağa olmasın ama gerçekten tadı damağımızda kaldı. 300 bin insanımızın yaşadığı Berlin’de yok böyle bir servis, böyle bir ikram ve böyle bir tad. Gerçekten yorulduk. Sıcak canımıza okuyor. Bosna’ya gelmişseniz sadece Saraybosna için bir haftanızı ayırmanız gerekiyor. Biz iki günde ancak bu kadar gezebildik. Bir başka sefere diğer yerlere gideceğiz nasip olursa. Mostar, Travnik, Srebrenitsa, Sarı Saltuk Tekkesi ve Osmanlı köyü misafirlerinin kendilerine gelmesini bekliyor. Kahve içerken tanıştığımız Sancaklı bir çift, Türkiye’nin PCR testi olmadan kimseyi içeriye almadığını söyledi. “Yeni bilgi” dedi. İşkillendik bu durumdan. Bizim ADAC den aldığımız bilgi ile çelişse de içimize bir kurt düştü. Sabah hastaneye test yaptırmak için gittik. Saat 16:00 da almaya gelin dediler. 80 Euro’da orada ödedik. Telefon uygulaması yok onlarda. Böylece bir gün Hırvatistan’da bir gün de Saraybosna’da kaybetmiş olduk. Toplamda iki günümüz bir hiç uğruna elimizin altından kayıp gitti. Elveda Saraybosna Bosna’dan ayrılıyoruz. Saat 17:00. Navigasyon Saraybosna’dan Türkiye’yi 1270 km.olarak hesapladı. Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden. 14 saatte varırız İstanbul’a diye düşündük. Yol gelişli gidişli olunca hesap tutmadı. 10 km. yolu tam 3 saatte aldık. Önümüzde seyreden arabaları geçmek mümkün olmayınca ortalama 30 km. hız yapabildik. Saat 05:00 te Edirne’deydik. Kapıkule’de. Önümüzde araç yok. Hemen şartele yaklaştık. Beyaz önlüklü ve yakasında ismi yazılı bir görevli nazik bir şekilde bize yaklaştı, “Hoş geldiniz beyefendi” dedi ve ilave etti, “Aşı defterlerinizi görebilir miyim.” Gösterdik. “Yolunuz açık olsun.” Dedi ve ayrıldı yanımızdan. Şimdi Saraybosna’da o 80 Euro’yu neden verdik. Toplamda 170 Euro. Kaybedilen o iki gün ne olacak. “Türkiye aşı defteri olsa da yine test istiyor” algısı var ya, işte o algının kurbanı olduk. Ya doğruysa endişesi… Başınıza Türkiye kadar taş düşsün de altında ezilesiniz emi... Bu, beddua bilinçli olarak algıyı oluşturanlar içindir… Kapıkule’de, şartellerin hemen önünde kurulmuş COVİD-19 çadırları var. Aşınız yoksa orada hemen test yapıp sizi 15 dakika içinde yolculuyorlar, yolunuzdan alıkoymuyorlar. Sürekli tenkid edilen ve insanlara korku pompalanan hakkında algı oluşturulan bir ülkedeyiz. Türkiye’de. Birkaç gün öncesi yaşadıklarımızla Türkiye’de yaşadıklarımızı kıyaslarsak Türkiye o ülkelere fark atar. Covid 19 konusunda çağ atlayan bir Türkiye ile karşılaştık. Bakalım başka nelere şahit olacağız. Geç kalabiliriz endişesiyle, test süresini geçirme korkusundan yolda konaklamak mümkün olmadı. Edirne’de otel aradık. Hepsi dolu. Benim sünnetime uygun olmayan bir yolculuk yapıyorum ilk defa. Yola devam ettik ve saat 10:00’da İstanbul’a bayrağı diktik. Ümraniye’deyiz. İlahiyat Fakültesi’nin hemen yanında. Orada konaklayacağız. Tuğrul kardeşimiz bize evini açtı. Tuğrul Hureyre’nin arkadaşı. Goethe Üniversitesi’nde doktorasını yapıyor. Kendisi Gebze’ye gitmiş. Evi boş. Anahtarı komşusundan aldık ve istirahate çekildik. Bir zaman sonra Tuğrul geldi İstanbul’a. Dinler tarihi okumuş bir akademisyen. İstanbul mihmandarımız Tuğrul oldu. Önce, Marmaray ile Sirkeci’ye geçtik. Marmaray; ilk olarak Abdulmecid tarafından planlanmış, sonra II. Abdulhamid tarafından yeniden ele alınmış ve tekrar planlanmış. Planı gerçekleştirmek Recep Tayyip Erdoğan’a nasip olmuş. Belgeleri Marmaray’ın duvarına asılmış. Marmaray’la Üsküdar Sirkeci arası 5 dakikaya düşmüş… Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (III)

Rüştü KAM Sirkeci’den tramvayla Sultan Ahmet Meydanı’na geçtik. Hipodrom’dayız. Tuğrul anlatırken Hipodrom’u, hayalimizde Romalıların at yarışlarını canlandırdık. İki tekerlekli arabalar ve canhıraş koşan atlar. Özel kıyafetiyle hızlı koşması için atları sıkıştıran yarışmacılar. Hipodromda önceden yerlerini almış, özel giysiler içinde kalburüstü seyirciler. Atların dönüş yerlerine fakirleri oturturlarmış, at arabalarının tekerlerinden fırlayan taş ve topraklar hatırlı kişileri rahatsız etmesin diye. Fakirlerin rahatsız olması önemli değilmiş. Hipodrom’da tarihe tanıklık eden iki sütun var. Onlar hakkında da bilgi verdi Tuğrul: “Dikilitaş, Mısır’dan getirtilmiştir. Sultanahmet Meydanı'nın güney tarafına dikilmiştir. Yılanlı Sütun'un yanında bulunur. Antik Mısır dikilitaşıdır. MS. 390 yılında Roma imparatoru I. Theodosius tarafından Mısır'dan getirilerek şimdiki yerine dikilmiştir. Orijinali 30 metredir. Taşınma sırasında alt kısmı kırılmıştır veya kesilmiştir. Şimdiki yüksekliği kaidesiyle birlikte 24,87 metredir. Ağırlığı 200 tondur. Taşın iki ayağında, bir meclis ve bir muharebe resmi kabartma olarak yer almaktadır. Diğer iki ayağında ise, Latince ve Rumca yazılar bulunmaktadır.” Biraz ilerledik ve Alman Çeşmesi’nin önünde durduk. Bu sefer Osmanlı İmparatorluğu’nun o ihtişamlı günlerini gözümüzün önüne getirdik. II. Abdulhamid ve II. Wilhelm kol kola açılışını yapıyorlar çeşmenin. Bütün devlet erkânı orada. Biz de katıldık törene. Günümüzdeki kavganın yerini eski dostlukların almasını temenni ettik. Tuğrul’un anlattığına göre “Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm, 19 Kasım 1898’de Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’i ikinci kez ziyaret etmiş. Bu ikinci ziyaretinde yanında bir çeşme ile birlikte gelmiş. Bu çeşme, Bizans’ın vaktiyle hipodrom olarak kullandığı eski At Meydanı’nda inşa ettirilmiş. Söylentilere göre çeşmenin bütün parçaları Almanya’da hazırlanmış, daha sonra İstanbul’a getirilerek burada birleştirilmiş. Kubbeyi taşıyan kemerlerin iç tarafında Mehmed İzzet Efendi’nin sülüs hattıyla ziyaret yılını (1316) gösteren, Ahmed Muhtar Efendi’nin sekiz beyitlik manzum tarihi yer almaktadır. Çeşmenin açılış töreni 27 Ocak 1901’de yapılmıştır. Su haznesinin ortasında bulunan tunç bir levha üzerine kabartma harflerle Almanca olarak, çeşmenin Kaiser II. Wilhelm’in 1898 yılı sonbaharında Osmanlıların hükümdarını ziyaretinin “şükran hâtırası” olarak yaptırıldığı ifade edilmektedir.” Rivayet edildiğine göre o dönemde çeşmenin musluklarından şerbet akarmış. Halk ücretsiz şerbet içermiş. Çeşme hakkındaki bilgilendirmeden sonra Ayasofya’ya doğru yöneldik. Oldukça kalabalık, girişte izdiham var. Oğlum Zülfikar oldukça duygulandı Ayasofya’nın girişinde, “Nasibimizde Ayasofya’yı cami olarak görmek ve içinde namaz kılmak da varmış. Rabbime şükürler olsun” diye mırıldandı. Bu gezide oğlum Zülfikar ve Hureyre ile birlikteydik. Kızım Dilruba’nın izni tatil tarihimize uygun değildi. Keşke o da yanımızda olsaydı. Tuğrul kardeşimiz, Ayasofya’nın tarihi hakkında bilgilendirme yaptı. “Ayasofya veya resmî ismiyle Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi, eski ismiyle Ayasofya Kilisesi, İstanbul'da yer alan bir cami, eski bazilika, katedral ve müze. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş. 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye dönüştürülmüştür. 1934 yılında yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile de müzeye dönüştürülmüştür. 1935-2020 yılları arasında müze olarak hizmet vermiştir. 2020 yılında ise dönemin Cumhurbaşkanı recep Tayyip Erdoğan tarafından müze statüsünün iptal edilmesiyle tekrar cami statüsü kazanmıştır.“ Tuğrul, giriş kapısındaki (Orea Porta) ikonu göstererek, “ortada Meryem ana var, kucağında Hz. İsa. Sağındaki Kostantin şehri, solundaki de Justinyanus Ayasofya’yı Meryem Ana’ya takdim ediyorlar” açıklamasını yaptı. İkonları konuşturunca anlam yüklü mânâlar dile geliyor. Tam kubbenin altı, orta kısım cami haline getirilmiş. Kenarlar yine müze olarak hizmetine devam ediyor. Yabancılar, Müslümanların ibadet edişlerini rahatlıkla seyredebiliyorlar. Cami tıklım tıklım doldu. Sosyal mesafeye dikkat ediliyor. İki şey dikkatimizi celbetti. Birincisi yere serilen halı engebeli bir şekilde serilmiş. O halı oraya dümdüz serilmeliydi. Zemin çalışması yapılmamış. Bu şekliyle Ayasofya’ya yakışmamış. Halının rengi yeşil. Renk seçiminde isabet edilmiş. İkincisi de engellilere bir yer ayrılmamış. Sanki engellilere Ayasofya Camii’nde namaz kılmayın der gibi bir anlayış var. Modern Türkiye’ye böyle bir ayrımcılık yakışmamış. Dini endişe ile bu ayrımcılık yapılmış ise-kiliseye benzememe gibi- o daha da kötü. Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuyu tekrar gözden geçirmelidir. Allah’ın evinde Allah için ayrımcılık yapmak olmamalı. Allah insanları eşitlerken, kulları, ayrımcılık yapmamalıdır. Hele ibadethanelerde hiç yapmamalıdır. Denizli’de ’Hoşgeldiniz’ e gelen bir yakınıma da anlattım bu durumu. Cevaben, Camilerde sandalye olması caminin kiliseye çevrilmesi anlamına gelir. Elbette sandalye üzerinde namaz kılınmamalı. Diyanet’in aldığı bu kararı destekliyorum, sandalye uygulamasının Kur’an’da zemini yok. Oturarak, yatarak, ima ile kılınabilir ama sandalyede olmaz.” Dedi. Tamam işte o insanlar oturarak namazlarını kılabilirler, sen söyledin. “Öyle değil, sandalyesiz olarak yere oturacak, sandalyeye oturmayacak.” Kur’an böyle mi diyor. Yere oturacak, sandalyeye oturmayacak mı diyor? “Oturacak demek o demektir. Yere oturmak demektir.” Yani sen, yaşlılar ve engelliler camiye gelmesin mi diyorsun, Diyanetin kararını destekliyor musun? “Evet” destekliyorum, gelmesin, ya da yanında kendisi getirsin oturacağı tabureyi… “ Bu anlayışa göre camide ibadet yapacak olan insanların genç olması ve engelli olmaması gerekiyor. Bu anlayışa göre, vatan savunması yaparken bir azasını kaybeden gazilerimizin de camilerde ibadet yapmamaları gerekiyor. Yazık hem de çok yazık. Engelliler resmen camilerden kovuluyor. Hem de devlet eliyle. Sandalyede ibadet olmaz kararını alanlara tavsiyem empati yapmalarıdır. Bu uygulamanın adı akıl tutulmasıdır. Yetkililer bu kararlarını tekrar gözden geçirmelidirler. Ayasofya Camii’nden sonra, Unkapanı’na gittik. Orada kebapçılar sokağı varmış. Büryan kebabı yiyeceğiz. Önce bir mekâna girdik, ambiyansı hoşumuza gitmişti. Lavaboyu sorduk “4. Katta” dediler. İkinci kata indirme çalışmaları yapıyorlarmış. Bizim bildiğimiz lavabo, ya zemin katta olur ya da zeminin altında. Merdivenle 4. kata çıkmak meşakkatli bir iş. Dördüncü katta lavabo mu olurmuş. Ne kadar egoistçe bir uygulama. Türkiye’de engelli ve yaşlı kültürü maalesef oluşmamış. Hizmetler, gençler ve sağlıklı olanlar düşünülerek veriliyor. Kadim bir yaşlı ve engelli kültürüne sahip olan o koskocaman Türk kültürü, Selçuklu kültürü ve Osmanlı Kültürü 100 senede ne hale gelmiş. Herkes daha fazla kazanmanın peşinde. Hizmet anlayışı yok. Canımız sıkıldı. Oradan müsaade isteyerek ayrıldık. Yan tarafta başka bir mekâna geçtik. “Hemen girişte lavabo var” dedi. Kadınlar içinmiş. Erkekler yine 4. Katta. O mekâna oturduk. Mekân sahiplerinden Sinan Bey’in anlattığına göre “Bitlis büryan kebabı, yöresel olarak ’hevur’ denilen tekenin etinden yapılırmış. Kaya tuzu ile tuzlanıp, dilimlenerek kor haline getirilmiş tandıra konulurmuş. Sonrasında su dolu kabın üstüne çengellerle sarkıtılırmış. Üstü de hava almayacak şekilde kapatılarak buharla pişirilen yöresel bir yemekmiş.“ Oldukça lezzetliydi. Sinan Bey “bu lezzeti buradaki diğer kebapçılarda bulamazsınız” diye de kendisini biraz övdü ama. Teke aynı tekeyse ve pişirme usulü de aynı ise ne fark olabilir. Belki de haklıdır... Çamlıca Tepesi’ne çıkıp İstanbul’u seyredecektik, yatsı namazını da Çamlıca Camii’nde kılacaktık, vakit cimrilik yaptı. Biz de üstelemedik. İstirahate çekilmeyi daha uygun bulduk. Zülfikar taksi ile gitmeyi daha uygun buldu Unkapanı’ndan Üsküdar’a. O sıcakta trafiğe denk geldik. Resmen arabada piştik demek doğru olur. Taksi şoförüyle muhabbet edeyim de yol kısalsın istedim. Sohbete İstanbul trafiğinden başlayarak girdik, biraz sonra sohbet döndü dolaştı siyasete geldi. Güneydoğuya geldi, dağa çıkanlara geldi, çözüm sürecine geldi, hendek kazmanın haklılığına geldi… Şoför Bitlisli. Resmen PKK propagandası yapmaya başladı. Karşılıklı sertleşmeler oldu zaman zaman ama sonunda işi tatlıya bağlayarak ayrıldık. Fitili çekilmiş bombalar bunlar, İstanbul’un sokaklarında dolaşıyorlar. Ne zaman nerede patlayacakları belli değil. Allah Türkiyelileri esirgesin. Sabah oğlum Hureyre’yi Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan uğurladık. Uçağa binmeden 24 önce korona testi olacaktı. Yoksa uçağa alınmıyordu. Bosna-Hersek’ten beri söylenenler bunlardı. Korkulu rüyalar görmüştük yollarda. Bosna-Hersek’ten İstanbul’a kadar 1270 km’yi hiç uyumadan bu yüzden gelmiştik. Hatta Üsküdar’da bir test daha yapmıştık sıkıntı olmasın diye. 80 Euro da para vermiştik. Sabiha Gökçen Havaalanı’nda ekstra PCR testi falan istenmedi. Pasaport kontrolü yapıldı, bagajlar alındı. Yola devam edildi. Hep algı, hep algı. İnsanların iki ayağını bir pabuca sokmak. Biz oradan yola devam ettik. Hedefimiz Denizli. Osman Gazi Köprüsü’nü kullandık. Köprü hakkında söylenenlerin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış onu da test etmiş olduk. Köprü gayet görkemli, yollar otoyol. Daha önce 10 saatte geldiğimiz Denizli’ye bu sefer 6.5 saatte ulaştık. Yolun kısalmasından dolayı yakılan benzin, arabanın yıpranması ve de zaman kaybını hesap ettiğinizde köprü pahalı değildir. Köprü İhtiyaç değildi şeklindeki propagandalara da katılmak mümkün değil. Aydın- Denizli arası otoyolu da tamamlanınca Osman Gazi Köprüsü tercih edilen güzergâh olacaktır. Öbür yol iptal edilmemiş zaten, isteyen o yolu kullanabilir. Köprü pahalıdır diye algı oluşturmanın anlamı yoktur. Yapılan güzel işler alkışlanmalıdır. Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (IV)

Rüştü KAM Osman Gazi Köprüsü ile girdiğimiz otoyol, bizi Aydın’a kadar ulaştırdı. Yol kaymak gibi. Size kalan sadece direksiyon hâkimiyeti. Arabanız hedefinize doğru kayıp gidiyor zaten. Aydın -Denizli arası bölünmüş yol. Otoyol çalışmaları devam ediyor. Aydın Denizli arasında, yol kenarlarına tezgâhlar kurmuşlar; incir tezgâhları, ağacından yeni koparılmış taze incirler bunlar. Tam mevsimi. İncirlerle ilgilenmesek saygısızlık olacaktı. Ağacın dalından inmişler, yol kenarına kadar gelerek bizlere tebessüm ediyorlar, boyunlarını da bükmüşler, al beni-götür der gibi… Bu kadar cilveye can mı dayanır, indik arabamızdan önce pazarlık yaptık sonra da taktık kolumuza doğru eve. Güzel bir banyodan sonra koyduk sofraya. Koyduk koymasına da herhalde biraz fazla ilgilendik incirlerle, nerede duracağımızı kestiremedik, sonrasında olanlar oldu… Saat 19:00’da kız kardeşimin evinin önündeydik. Balkonda oturuyorlarmış. Onlar bizi bir gün sonra gelecek sanıyorlardı. Sürpriz yaptık. Pür telaş aşağıya indiler. Kucaklaşma faslı sokakta başladı. Annem balkondan bağırıyor. O yürümekte zorluk çekiyor. Bagaj bir anda boşaldı. Yolculuk üzerine sorular soruldu. Cevapladık. Ee anlatın hele, Stuttgart’ta ne işiniz vardı. Oldu mu o iş… Anlaşılan merak edilen biz değiliz, Stuttgart’ın hikâyesi. Bu arada yemekler hazırlandı. Yol yorgunu olduğumuz için, sohbeti ertesi güne bırakarak odalarımıza çekildik. Ertesi gün hoş geldiniz demeye gelen misafirlerimiz vardı. Hal hatır sorma faslı bitince günlük siyasete hızlı bir şekilde dalış yaptık. “Almanya’dan Türkiye nasıl görünüyor?” şeklinde bir soru ile açıldı perde. Bu soru, takip eden günlerde başka mekânlarda da soruldu. “Özellikle Avrupa ülkelerinden Türkiye; bir diktatör tarafından halkı esir alınmış bir ülke olarak görülüyor. Halkı açlık sınırında olan bir ülke. İşsizlik almış başını gitmiş. Ekonomisi çökmüş. Komşularıyla da arası iyi değil… Böyle bir ülke Türkiye.” dedim. “Burada yaşayan sizler nasıl görüyorsunuz, gerçekten yurt dışından görüldüğü gibi midir Türkiye? “ “Fazlası var azı yok” dediler. Kafalar oldukça karışık ve öfkeliler. İktidarın Suriyeli ve Afganistanlı mültecilere yaklaşımı ilk sırada hemen masaya konuverdi. “Afganistanlılar şu anda kurtuluş savaşını veriyorlar. Türk Halkı onların yanında olmalıdır. Onlar biz kurtuluş savaşı verirken, bileziklerini, küpelerini, ceplerindeki son kuruşlarını bize gönderdiler. Biz de o paralarla İş Bankası’nı kurduk. Taliban terörist değildir. Onlar vatanının bütünlüğü için mücadele eden vatansever yiğitlerdir. Onların din anlayışlarını sonra tartışacağız. Şimdi değil. Taliban’ın din anlayışının Cübbeli’nin, Diyanet İşleri başkanlığının, tarikatların, Nihat Hatipoğlu’nun, Cevat Akşit’in din anlayışından farkı yoktur. Taliban’ın din anlayışı üzerinden Afgan halkı mahkûm edilemez.” dedim. Demesine dedim de, hepsi beraber, kuyruğuna basılmış kedi gibiler, hemen başladılar oturdukları yerde kıpırdanmaya. Bir sağa bir sola devriliyorlar. Ellerini nereye koyacaklarını bilemiyorlar, bazen de işaret parmaklarını sallayarak konuşmalarını güçlü hale getirmeye çalışıyorlar. “Mülteciler ekmeklerini bölüyormuş, onlar yüzünden işsizlik artıyormuş, tecavüzler artıyormuş, hırsızlık artıyormuş… İktidar partisi mülteci politikası yüzünden, 2023 seçimlerinde kaybedecekmiş, gitse de kurtulsak bu diktatörden…” Konuştuğum kişiler, adına Süleymancı denilen cemaate, Saadet Partisi’ne, İyi Parti’ye ve de Fetö terör örgütüne mensup kişiler veya onların yakınları. Benim akrabalarım bunlar. -“Şurada bir seneniz kalmış, Erdoğan gitti diyelim, yerine kimi koyacaksınız?”- -“Ondan sonrasına bakarız. Önce Erdoğan gitsin de sonrası kolay...” -“2000 yılında gayrisafi Milli gelir ne kadardı Türkiye’de? -“2.000 Dolar.” -“Şimdi ne kadar, yani 18 sene sonra?” -“8.000 Dolar.” -“2.000 yılında iflas etmiş bir Türkiye vardı değil mi? Hastaların, hastane masraflarını ödeyemediği için hastanelerde rehin kaldığı bir Türkiye. SSK iflas etmişti, başında Kemal Kılıçdaroğlu vardı. İlaç paralarını ödeyemiyordu hastalarına? Doğru mu?” -“Doğru.” “Aradan 18 sene geçti. Şimdi isteyen istediği hastanede ücretsiz muayene olabiliyor ve ilaçlarını alabiliyor, doğru mu?” “Doğru” -“İhtiyacı olan herkese emekli maaşı bağlanmış, işsizlik maaşı bağlanmış, eğitim üniversite dâhil olmak üzere parasız, askeri vesayet kalkmış öyle zırt-pırt aklına gelen darbe yapamıyor, savunma sanayi gelişmiş, iyi kötü isteyen herkesin altında bir arabası da var vb. Doğru mu?” “Doğru.” -“Ben anlamakta güçlük çekiyorum, siz bu Erdoğan’dan tam olarak ne istiyorsunuz? “Erdoğan’ın gitmesini istiyoruz?” Erdoğan gitti diyelim, yerine kimi getireceksiniz? “Kılıçdaroğlu var, Ekrem İmamoğlu var, Mansur yavaş var, Mehmet Şimşek var…” Bunlar önemli de değil, birisi bulunur mutlaka, ama önce Erdoğan gitsin. Neden iktidar demiyorsunuz da sadece Erdoğan diyorsunuz?” “Yolsuzluklar var, zinayı yasaklayamamış, içkiyi yasaklayamamış, ihtiyaç olsun olmasın durmadan cami açıyor. Her tarafa İmam-Hatip Lisesi açıyor, Fetö damgası vurularak haksız yere insanlar işlerinden atılmış, hapislere atılmış. Suçlu mu suçsuz mu ona bakılmıyor. Banka Asya’ya para yatırdı, Fetö’nün yurtlarında kaldı, üniversitelerinde okudu diye insanlar içeriye alınıyor. Bu insanlar suçsuz. Bundan sonra sıra Süleymancılara gelecek, ondan sonra da Adıyamanlılara. Bu adam tarikat düşmanı, din düşmanı… Anlaşılan o ki, Erdoğan düşmanlığı Erdoğan’ın Müslümanlığından kaynaklanıyor. Bir kısım insanlar Erdoğan’ın şeriat getireceğini düşünüyor bir kısım insanlar da “Erdoğan içkiyi niçin yasaklamıyor, niçin zinayı serbest bırakıyor” diyor. Velhasıl Erdoğan ne İsa’ya yaranabiliyor ne de Musa’ya. İnsanlar tamamen algıdan besleniyorlar. Yolsuzluk yapıyor şeklindeki sözler işin bahanesi, yolsuzluk konusu kendilerinin de özelliği. Türkiye’nin iflası onların yaptıkları yolsuzluklar yüzünden değil midir? Ve ben bu insanları saygı ile dinledim, sonra da onlara saygı duydum. İşlerini iyi yapan bu ‘algı üreticilerine’ saygı duydum. Çünkü çalışıyorlar, bir şeyler üreterek insanları manipüle etmesini çok iyi biliyorlar. Bu işi çok iyi yapıyorlar. Bu kadar dezenformasyona rağmen, AK Partililer ne yapıyorlar, hangi işlerle meşguller, bu algıların hafızalardan silinmesi için neler yapıyorlar diye biraz araştırdım; benim gördüğüm kadarıyla hiçbir şey yapmıyorlar, sadece algı değirmenine su taşıyorlar. Onlar şımarmışlar. Hak etmedikleri makam ve mevkileri onları sarhoş etmiş. Belediye başkanları bilbordlara resimlerini asmakla meşguller. Bu resimleri bizler üçüncü dünya ülkelerinde görürdük. Allah şımarık insanları sevmez. Zalimleri sevmez, egoistleri sevmez, paraya-pula, makama köle olanları hiç sevmez. Nankörleri sevmez. Allah sevmediği insanlara yardım da etmez. Müslümanı Peygamberimiz şöyle tarif eder; ”Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” “Kendin için istediğini başkası için istemedikçe mümin olamazsın.” Peygamber böyle tanımlıyor Müslümanı. Müslüman olan bu buyrukların çerçevesinden dışarıya çıkamaz, hatta burnunu bile çıkaramaz, bırakın çıkmayı çerçeveyi bile zorlayamaz. Hem Müslümanım diyeceksin hem de Peygamberimiz’in tanımının dışında kalacaksın… Önemli bir örnek; iki sene önce de yazmıştım bugün yine yazmak durumundayım. Ben bizzat gördüğümü yazıyorum. Çöp bidonlarının ağızları 39 derece sıcaklıkta hâ açık duruyor. Bu bidonlar ülkeye mikrop pompalıyorlar. Sokaklar pislik içinde. Edirne’den Denizli’ye kadar hep böyle. Ülkenin başka yerlerindeki belediyelerin de bunlardan farklı olduğunu sanmıyorum. Can dostum Faruk Kâhya Hoca’nın babasının vefatı münasebetiyle Denizli’den Fethiye’ye gittim. Bu hüzünlü gününde yanında olmak istedim. Ona sabırlar diledim. Bir gün de misafiri oldum. Sağ olsun acılı gününe rağmen bizimle ilgilendi. Fethiye’de gezdirdi. Sahil kenarına indik, Babadağ Paragliding Merkezine çıktık. Kaya Mezarlarını gördük, fotoğraflarını çektik, âşıklar tepesine çıktık. Yanımızda mâşukumuz yoktu ama onları hayalimizde canlandırmak bile iyi geldi. Ben kendi adıma söylüyorum… Faruk Hocamın kendi elleriyle pişirdiği ve fesleğenle tatlandırdığı Kefal balığını yedik ve Berlin’de görüşmek üzere vedalaştık. Eşi Medine Hanıma ve oğlu Ramazan’a da çok teşekkür ederim. Fethiye’de de aynı manzara var, çöp bidonlarının ağzı orada da açık. Hava o gün 42 derece idi. Fethiye herkesin gözü ününde bir şehir. Ama o şehir, gelenleri güzellikleriyle değil, mikroplarıyla tanıştırıyor. Olmaz böyle bir anlayış. Ben dinin buyruklarından vazgeçtim. Onları takan falan yok zaten. Be mübarek insanlar 21. Asırdayız. Hiç mi hijyen kurallarından haberiniz yok. Bu yazımı bir ayet ve bir hadisle sonlandırayım. Tövbe Suresinin 24. Ayeti: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz/menfaat çevreniz, elde ettiğiniz mallar, kesadından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah'tan, resulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, yoldan ayrılmış bir topluluğu doğruya ve güzele kılavuzlamaz." Hadis, “Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı ter kederseniz, Allah sizi zelil eder, ta ki tekrar cihada (iyiliği hâkim kılmak için yapılan mücadele) dönünceye kadar.“ Devam edecek…

CUMHURİYET BAYRAMINI KANÇILARYA’DA KUTLADIK BERLİN

Rüştü KAM Cumhuriyetin 98’inci yılını kutladık. Kançılaryada yaptık bu kutlamayı. Bu toplantıya Ahmet Başar Şen ev sahipliği yaptı. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ın mesajı okundu. Anlam yüklü bir mesajdı. Daha sonra Berlin Sefiri Ahmet Başer Şen kürsüyü teşrif etti. Kendinden emin bir şekilde geldi kürsüye. Berlin’de Başkonsolosken Özbekistan Sefirliğine atanmıştı. Özbekistan dönüşünde bir süre Ankara’da misafir edilen Şen, daha sonra Berlin Sefirliğine atanmış. İsabetli bir atama olmuş. Orta Asya kültürünü arkasına alarak kürsüye çıktığı her halinden belliydi. İmam Maturidî, Hoca Ahmed Yesevî, İmam Buharî nefesiyle beslenmenin haklı gururunu yaşıyor olmalıydı. Verilen mesajların satır aralarında o nefesin gücünü hissetmek bizlere ayrı bir motivasyon oldu. Kendisini seven ve sayan tanıdık simalarla birlikte olmanın verdiği rahatlığı da görmezden gelmemek lazımdır. En az 20 Cumhuriyet Bayramı kutlamışlığım vardır Berlin’de. Bazı büyükelçiler Türkçe konuşurlardı, bazıları Almanca. Hem Almanca hem de Türkçe olarak konuşma yapan büyükelçiye fazla rastlamadım. Sefir Şen mesajını Türkçe ve Almanca verdi. Yapılması gerekeni yaptı. Ancak bizim insanımızın garip bir alışkanlığı var. Saygısızlık yapmayı marifet sayıyorlar sanki. Cumhuriyetin 98’inci yılı kutlamasına davet edilen insanlardan bahsediyorum. Belirli bir seviyeleri var bu insanların. Kimisi sivil toplum kuruluşlarında yönetici, kimisi iş adamı, kimisi basın görevlisi kimisi de Türk ve Alman makamlarında görevli kişiler bunlar. Sefir kürsüde, konuşuyor, dünyaya mesaj veriyor, Türkiye’nin sesi olarak veriyor mesajını. Dinleyen yok. Herkes birbiriyle muhabbet ediyor. Sefirin gözü önünde oluyor bütün bunlar. Ayıptır, saygısızlıktır. Be adam, 10 dakika sabret ve verilen mesajı dinle. 10 dakika, hadi 20 dakika olsun. Sen zaten oraya o mesajı almak için davet edildin. Sabredip verilen mesajı almayacaksan veya almak istemiyorsan o davete niçin geldin… Ne zaman adam oluruz, dinlemesini öğrenince… Bu derece saygılı(!) insanların huzurunda mesajını yine verdi sefir. Dinlemeyen insanlara rağmen konuşmasını tamamladı. Verilen mesaj aynen şöyleydi: “Sayın Milletvekilleri, Sayın Büyükelçiler, Kıymetli Vatandaşlarımız, Saygıdeğer Misafirler, Bu akşam Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 98. yıldönümünü hep birlikte gururla kutluyoruz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bu en büyük bayramımızda sizleri Büyükelçiliğimizde ağırlayabilmekten büyük mutluluk duyuyorum. Bugün ayrıca, daha önce Başkonsolos olarak görev yaptığım Berlin’de bu kez Büyükelçi sıfatıyla bu kutlamaya ev sahipliği yapmanın heyecanını ve kıvancını yaşıyorum. Türk milleti için bu en anlamlı günde, coşku ve mutluğumuzu paylaşan tüm misafirlerimizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Kutlamamızı esasen arzu ettiğimizden daha az sayıda katılımla gerçekleştirebiliyoruz. Çünkü pandemiyle mücadelede katedilen olumlu mesafe bayramımızı kutlamamıza imkân verse de, bulaşma riski ve kısıtlamalar maalesef devam ediyor. Keza Resepsiyonumuzun saati, süresi ve içeriğini, ikramlarımızın miktar ve tarzını, pandemi şartlarını düşünerek saptadık. Tedbirlerimizi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Kıymetli Misafirler, Cumhuriyet, Türk milletinin Atatürk önderliğinde verdiği benzersiz mücadelenin, onurlu duruşun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, milletine güvenen, geleceğe özgüvenle bakan, heyecan ve şevkle çalışan o neslin bugünkü nesillere, bizlere armağanıdır. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz. Cumhuriyetimizin kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihi, Türk Milleti için bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyet vizyonuyla, sadece ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısı değil, milletimizin kaderi yeniden şekillenmiştir. Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkânsızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerin hayatında kısa denebilecek bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur. Cumhuriyet aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Aklı, bilimi, demokrasi anlayışını, hukukun üstünlüğünü ve eşitlik ilkesini merkeze alan Türkiye Cumhuriyeti, her zaman çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı hedef edinmiştir. Cumhuriyet deneyimimizin en gurur verici sıçramalarından biri kuşkusuz kadın-erkek eşitliğini sağlaması, kadınlarımızı toplumsal hayatta hak ettikleri yere getirmesi olmuştur. Türk kadını pek çok ülkeden önce medeni haklara kavuşmuştur. Bugün hayatın her alanında kendine güvenen, yetenekli, başarılı kadınlarımızı en üst konumlarda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Cumhuriyet, geniş çaplı bir eğitim atılımını da hayata geçirmiştir. Latin harflerini esas alan Türk alfabesinin 1928 yılında kabulü, bu atılımın temelini oluşturmuştur. Türkiye’yi daha aydın, daha güçlü ve müreffeh bir geleceğe ancak iyi eğitimli yurttaşların taşıyabileceği anlayışı, Cumhuriyet tarihimizin şiarı olmuştur. Türkiye 98 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirmiştir. 98 yıl önce 13 milyon olan nüfusu bugün 85 milyondur. 98 yıl önce okuryazarlık oranı %15 civarındayken bugün %98 okuryazardır. Bugün, 25 yaş üstü nüfusumuzun 5’te birinden fazlası üniversite mezunudur. Yükseköğretim kurumlarımızda 8 milyonu aşkın öğrenci kayıtlıdır. Ve en önemlisi, yükseköğretimdeki kız öğrenci oranı yüzde 49’u yakalamıştır. Üniversitelerimizde 10 bini aşkın profesörümüz arasında kadınların oranı yüzde 32’nin üzerindedir. Bu oranlar örneğin AB ülkeleri ortalamalarının oldukça üzerindedir. Cumhuriyet, Türkiye’nin ekonomik dönüşüm ve gelişiminin de itici gücü olmuştur. Türkiye, halkına daha yüksek yaşam standartları sunan, müreffeh toplumlar arasında yerini almıştır. 1923’te tarım ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti önce sanayisini geliştirmiş, son yıllarda ise küresel dönüşümle uyumlu biçimde bilgi toplumuna yönelmiştir. Günümüzde Türkiye, genç, üretken ve çalışkan nüfusu, benzersiz coğrafi konumu, güçlü dijital altyapısıyla ciddi bir ekonomik potansiyeli barındırmaktadır. Dünyanın farklı coğrafyaları için bir cazibe, çekim merkezidir. Artık göç veren değil, göç alan bir ülkedir. Bu duygu ve düşüncelerle, bu anlamlı günümüzde davetimize katıldığınız için hepinize tekrar teşekkür ediyor, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarının, Cumhuriyetimizin bekası için canlarını feda eden şehitlerimizin, bu uğurda her şeylerini feda etmeye her daim hazır gazilerimizin huzurunda bir kez daha derin saygı, sevgi ve minnetle eğiliyorum. Teşekkür ederim.”

Berlin-Denizli Hattı (V)

Rüştü KAM Dört haftalık izin süresi bitti. Berlin’e dönüyoruz. Berlin’e vardığımızda dostlarımıza anlatacak yeteri kadar yaşanmışlıklarımız var. Çam sakızı çoban armağanı kabilinden hediyelerimizi de aldık. Akşamdan arabamıza yerleştirdik. Annem iki gün önceden başladı ağlamaya. Oysa kalbinde pil var, heyecan yapmaması lazım. Anne yüreği bu dinler mi, ağlıyor işte, hem de hıçkıra hıçkıra. Yaş 99 olmuş. Ölüm oldukça yaklaşmış onu biliyor. Bir daha görüşemeyeceğimizden emin gibi. Salı sabahı annemle uzun süre sarıldık birbirimize, sonra vedalaştık. Gözyaşlarımız sel olmuş akıyor. Gurbet böyle bir şey. Sevgilileri birbirinden acımasızca ayırıyor. İki sene önce hayat arkadaşımı uğurlamıştım asıl Sevgilisi’ne. Daha onun yokluğuna alışamamışken, şimdi sıra Anama gelmiş galiba. Yüreğim acıyor. Yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor. Dün mezarı başındaydım eşimin. Vedalaşmak için gitmiştim. Hatıralarımızı canlandırdık. Kırk altı yıllık beraberliğin hatıralarını. Mezarının üzerindeki gülleri sularken geçti o yıllar hayalimden. O beni dinliyordu. Beni duyuyordu. En azından ben öyle düşünüyordum. Uzun süre sohbet ettik. Hani demiş ya şair “acılardan al ilacını” diye. Bundan sonra böyle olacak. Ağlayan taraf, acı çeken taraf hep ben olacağım. İlacımı acılarımdan alacağım. Ancak benim kalbim de bu acılara bir gün yenik düşecek ve stop diyecek. Taş değil ya bu. Sevgililerimin sevgisi mutlaka beni zehirleyecek. Belki de bu acılar olgunlaştıracak beni. Ateş çayı nasıl demlerse, yiğidi de gam öyle olgunlaştırırmış derler. Kardeşim ve eniştemle, bacanaklarım ve baldızlarımla bir gün önceden vedalaşmıştık. İstanbul’a geldiğimizde saat 22:00 idi. Otelimiz Sultan Ahmet Camii’nin hemen arkasında. Ertesi günü rehber eşliğinde, önce Balat; Demir Kilise, Mihrimah Camii, Kariye Kilisesi, Fener Rum Patrikhanesi… Patrikhanede sordum oradaki görevliye: ‘Ajanlık yaptığı gerekçesiyle Patrik, burada kapının önünde Osmanlı İmparatorluğu yetkilileri tarafından asılmış ve o günden beri o kapı kapalıymış. Patriğin muadili bir Türk görevli orada asılmadan o kapı açılmayacakmış bu bilgi doğru mudur?’ “Evet doğrudur.” Dedi. Rehberimiz Tuğba bu bilgi karşısında şaşırdı. “Gerçek mi bu?” sorusunu sormaktan kendisini alamadı. Kapının fotoğrafını çektik ve oradan ayrıldık. Sonrasında Çamlıca Camii ve akşam da tekne turu. Dolu dolu geçen bir gün oldu Çarşamba günümüz. Perşembe saat 13:00 te Kapıkule’deydik. Türkiye ile vedalaştık. Bulgaristan’ı rahat geçtik. Ancak Sırbistan girişinde o sıcakta 2 saat öylece bekletildik. Muamele yapmadılar. Klakson çalarak yapılan protestolara aldıran bile olmadı. İşkence yapmaktan zevk alan bir millet. Srebrenitsa’da 8.000 Boşnak Müslümanı katleden millet, o millet değil miydi?. Gece yolculuk yapmak âdetim olmadığı için, Sırbistan’da otelde konakladık. Ertesi günü kahvaltıdan sonra yola devam ettik. Hırvatistan girişinde rasgele yapılan gümrük kontrolünde piyango bana çıktı. Bavullarımızı didik didik aradılar. Aradıkları ne ise bulamadıkları için sinirlenmiş olmalılar ki, hediye olarak aldığım lokumlara el koydular. İki kişi olduğumuz için ancak iki kilo lokum geçirebilirmişiz. Bizim lokumlar yarımşar kiloluk 12 paket. Bu durum Avrupa Birliği Gümrük mevzuatına aykırı imiş. Ben o iki kiloyu da almadım buyurun hepsi sizin olsun dedim ve Hırvatistan’a giriş yaptım. Girişlerde Almanya hariç hiçbir ülke bize korona aşısını sormadı. Lokumlarıma el koyan Hırvatistan dâhil. Ne anladım ben bu tatilden; Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan gümrüklerindeki çektiğimiz sıkıntıları yok sayarsak güzel ve anlamlı bir tatil yaptık. Her şeyden önce oğlum Zülfikar’ın uzun yola dayanıp dayanamayacağını test ettik. Allah’a şükür hiçbir sıkıntı çekmeden gidip geldik. O bu tatilden oldukça mutlu oldu. Dolayısıyla ben de mutlu oldum. Türkiye dört mevsimin tam olarak yaşandığı harika bir ülke. Meyve, sebze açısından çok zengin. Mutfağı da çok zengin. Gerçekten yaşanacak bir ülke. Bugünkü Türkiye 30 sene önce olsaydı Almanya’ya gelmemize gerek olmazdı. Bunu Almanya’yı kötülemek için söylemiyorum. Türkiye’nin geldiği noktayı belirtmek için söylüyorum. Devlet daireleri son teknolojiyi kullanıyor. Fizik mekânlar pırıl pırıl, tertemiz. Kapalı mekânların aksine çevre temizliğine o kadar önem verilmiyor. Sokaklardaki çöp bidonlarının ağzı açık mikrop saçıyor. Birkaç kişiye konuyu açtım, aldırmadılar, halkı ilgilendirmiyor çöp bidonları. Ağzı açıkmış kapalıymış, mikrop saçıyormuş onları ilgilendirmiyor. Halkı ilgilendirmeyen şey belediyeyi niçin ilgilendirsin ki… Benim oturduğum semt Pamukkale belediyesinin sınırları içinde. Düzensiz bir ilçe, yapılaşması da öyle. Pislik almış başını gidiyor. Belediye başkanı fotoğraflarıyla Billboardlarda boy göstermekle meşgul. İnsan kalitesi maalesef çok kötü. Genellemek mümkün değildir elbet ama yine de çok kötü. İnsanlar şımarık. Tamamen dünyevi kaygı içindeler. Alamadım-veremedim, yetiştiremedim gibi doyumsuzluğu anlatan kavramları kullanıyorlar. Gözlerini hırs bürümüş, neredeyse kendi kanlarında boğulacaklar. Denizli’de işsizlik yok. İşi beğenmeme verilen ücreti az bulma var. Aldıkları ücreti hak ettiklerini de sanmıyorum. Esnafla konuştum, sürekli iş değiştirenlerin sayısı oldukça fazlaymış. Irkçılık almış başını gidiyor. Afganistanlılar ve Suriyeliler günah keçisi olarak görülüyor. Onlar olmasaymış, işverenler onlara yüksek maaş verebilirmiş. Onlar gelmiş, ücretleri düşürmüşler. Mütedeyyin Müslümanlar da aynı görüşte. Paylaşımcılık, düşenin elinden tutmak, empati yapmak gibi sıfatlara sahip olanların sayısı oldukça az. Bir araya gelince, tarih, kültür, çocuk eğitimi, yardımlaşma, din ve sahip olunan kültürel değerler üzerine konuşamıyorsunuz. Kimse bu değerlerle ilgilenmiyor. Ya mal mülk konuşuluyor, ya da politika, spor da var. Sevgi-saygı gibi kavramlar tedavülden kalkmış. Manevi değerler o kadar önemli değil. Irkçılık konusunda sağcısı da, solcusu da mütedeyyin Müslümanı da aynı görüşteler: Göçmenler ülkelerine gitsinler. Niçin orada kalıp ta ülkeleri için savaşmıyorlar gibi anlamsız ve egoistçe bir cümle kurabiliyorlar. Empati yapmıyorlar, yapsalar anlayacaklar. Hırsızlığın, işsizliğin, tecavüzlerin faturası hep o garibanlara kesiliyor. Burası Türkiye bu halk ta Müslüman Türk halkı, Müslümanların yaşadığı bir ülke burası… Partizanlık almış başını gidiyor. Herkesin bir partisi var. Din gibi inanmışlar partilerine. Din konusunda o kadar hassas değiller, sıra partiye gelince aslan kesiliyorlar. Partilerinin yaptığı yanlışlara mutlaka bir sebep bulabiliyorlar. Aynı sebep öbürü için geçerli olamıyor. Bu kadar da olmaz diyorsunuz. Ama olmuş, görüyorsunuz. , İktidar partisi ne yaparsa yapsın muhalefettekiler için yanlış: Hastane yapmak yanlış, yol yapmak, köprü yapmak, okul yapmak, ihtiyaç sahiplerine maaş bağlamak, savunma sanayinin güçlenmesi, şahsiyetli dış politika hep yanlış. Onlara göre bu yapılanların hepsi oyların artırılması için yapılıyor. Algı oluşturmak için bütün kanallar çalıştırılıyor. Başarılı da oluyorlar. İktidarda olanlar da oldukça şımarık. İktidarın nimetlerinden alabildiğince istifade ediyorlarmış. Hangi parti olursa olsun belediye de söz sahibi ise, o belediyenin imkânlarından nemalanmayan yok diyorlar. Dindar olduğunu söyleyenlerle dine tavır koyanlar aynı işi yapıyorlarmış. Yolsuzluk, alavere dalavere. Sadece grupları farklı. Birisi A grubundan öbürü B. Bitti…

10 KASIM 2021 MUSTAFA KEMAL

1881’den 10 Kasım 1938’e doğru; Mustafa Kemal’den Atatürk’e Yürüyüş Rüştü KAM -“Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed(S.A.V)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli İslam’ın hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.“- 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk gözlerini hayata yumdu. Arkasında bıraktığı iyi ve kötü hatıralarıyla Yaradan’ına kavuştu. Bize düşen yaptığı iyi şeyleri hatırlayarak onu yâd etmek. Yaptığı yanlış şeyleri de göz ardı etmeden tarihi süreci gözden geçirmektir. Bir özelliğimiz daha vardır biz “ölülerimizi hayırla yâd ederiz.“ Bir başka özelliğimiz daha vardır, ölülerimizin egemenliğiyle yaşamayız, onların yaptıklarından ibret alarak kendi egemenliğimizi kurarız. Kimmiş Bakalım Mustafa Kemal Atatürk: O, Selanik’te doğdu. Babası 15.YY’da Anadolu'dan bölgeye göç etmiş olan Kocacık Yörüklerindendir. Annesi de Karaman yörüklerinden. Mustafa Kemal, bu çiftin çocuğu olarak 1881 yılında Selanik'te doğmuştur. Selanik Askerî Rüştiyesinde okumuştur. Matematik öğretmeni tarafından kendisine Mustafa ismi verilmiş ve ondan sonra Mustafa Kemal olarak anılmıştır. 1898'de Manastır Askeri İdadisinden mezun olmuş. 1899'da İstanbul'da Mekteb-i Harbiye-i Şahaneye girmiş. 1902 de Erkan-ı Harbiye mektebine kaydolmuştur. 1905 te kurmay Yüzbaşı rütbesiyle de mezun olmuştur. Mezuniyetinden hemen sonra Suriye başta olmak üzere Osmanlı topraklarında değişik görevlerde bulunmuştur. Mustafa kemal 1915 te Çanakkale’dedir. 1917 yılında Veliaht vahdettin ile birlikte Almanya’ya gider. Bu yolculukta Vahdettin Mustafa Kemal’i çok iyi tanır. 1919 yılında da Vahdettin tarafından Anadolu’da görevlendirilir. “Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi bu kitaba girmiştir. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin!“ Kendisiyle birlikte bir heyet İngiliz işgal kuvvetlerinden alınan vizeyle Anadolu’ya gönderilir. 5.000 altında yanlarına koyar. Vahdettin’in Mustafa Kemal’den istediği Anadolu direnişini başlatmasıdır. Direniş Kurtuluş Savaşıyla sona erer. Anadolu düşmandan temizlendikten sonra Vahdettin kısa süreliğine İstanbul’dan uzaklaştırılır. Ancak bir daha geriye döndürülmez. Kendisine ihanet edilmiştir. Daha sonra Vahdettin hatıralarında bu konuyla ilgili “ona çok güvenmiştim“ ifadesini kullanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1923 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı 17’inci Türk devleti olarak tarihte yerini almıştır. Sıfırdan bir devlet kurulmamıştır. 17 milyon insan gökten de indirilmemiştir. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal, Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. 1938 de vefat etmeden 15 gün önce de Türk Halkı’na şöyle bir vasiyette bulunmuştur. “Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed(S.A.V)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli İslam’ın hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira, ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.“ “Mustafa Kemal bu mesajı Başbakan ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla dünyaya açıkladı. Atatürk’ün bu mesajı kendisinin ne kadar dindar ve gerçek Müslüman olduğunu açıkça gösteriyor. Onun için büyük öndere olan sevgimiz, saygımız ve bağlılığımızı ispatlamak için bu mesajı hatırlamalıyız. Atatürk’ün ruhunu şad etmek istiyorsak son sözlerine göre hareket etmeliyiz. Doğrusu Büyük Türk Liderinin son mesajı Müslümanlar için yeni bir hayatın müjdesi olabilir. Müslümanlar Atatürk’ün sözlerine uyarak hem dünyada hem ahirette yüksek mertebeye erebilirler.” (Urduca yayınlarda Atatürk. Prof. Dr. Hanif Fauk. Ankara Üniversitesi Dil tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları. No:288. S.102) Ne zaman adam oluruz; geçmişimizi adam gibi öğrenerek ve tüm ön yargılardan uzaklaşıp gerçekler eşliğinde kendimiz olarak hayatımıza yön vermeye başladığımız zaman. Selam ve dua ile.

11 Mayıs 2021 Salı

ALTMIŞ YILDIR BURADAYIZ BİRTÜRLÜ YUNUS ÖRNEKLİĞİ GÖSTEREMEDİK

-Almanya’ya gelişimizin 60. Yılında maalesef Yunus’un torunları olarak O’nun yüzünü ak edemedik. Başını yere eğdirdik- Rüştü KAM Bu yazıyı 2009 yılında yazmışım. Ha-ber.com da yazmaya başladığım yıl. Aradan 12 yıl geçmiş. Ben bu arada eskimişim, ama ha-ber.com gün geçtikçe daha da gençleşiyor. Sefa kardeşimize Allah selamet versin. Güzel hizmetler yapıyor. Amacım ha-ber.com internet haber portalini tanıtmak değil, inşallah bir gün onu da yaparız. Ha-ber.com’un sahibi Sefa Doğanay köşe yazarlarının yazdıklarını arşivliyor. Sahuru beklerken kendi arşivime gireyim istedim ve girdim. 12 seneden beri neler yazmışım neler, hepsi orada mevcut. 2009 yılında yazdığım ve bugünkü gibi taptaze duran bir yazıma rastladım. “Almanya’yı Ne Kadar Tanıyoruz” başlığıyla yayınlanmış. Eğer o sayfa olmasaydı ve o yazı yazılmasaydı ve de o arşiv tutulmasaydı, bugün o günlerdeki yaşanmışlıklara ışık tutamazdık. Almanya’ya gelişimizin 60. Yılı münasebetiyle tekrar o yazıyı siz okuyucularımla paylaşmak istedim. Bakalım 60 yılda ne kadar yol kat etmişiz. “Bizler, kilometre olarak yakın, ama düşünce olarak ne kadar da uzakmışız Goethe, Schiller, Bach gibi diğer fikir ve sanat adamlarına. Buyruk şöyledir: “Sizden önce de nice topluluklar gelip geçmiştir. O halde yeryüzünde gezin-dolaşın da yalanlayanların sonu nice olmuştur görün. “3/137 Yüce Mevla’mız burada bize bir tavsiyede bulunuyor. Tavsiyesini de aba altından sopa göstererek yapıyor. Yeryüzünde neden gezmiyorsunuz? Sizden önceki insanların kurdukları medeniyetleri niçin görmüyor, bilmiyor ve ibret almıyorsunuz? Helak edilenler niçin helak edilmişler bunu hiç mi merak etmiyor musunuz? Daha buna benzer nice cümleler sıralayabiliriz. Allah insanların bulundukları bölgede kapanıp kalmalarını istemiyor. Dolaşmamızı, gezmemizi istiyor. Eski kavimlerin, milletlerin geriye bıraktıklarını görerek ibret almamızı istiyor. Mesela biz Almanya’da yaşayan Türkler, geriye bakıp da hayatımızın elli yılını geçirdiğimiz bu ülkeyi ne kadar tanıdığımızı hiç düşündük mü? Almanya’ya gelişimizin üzerinden elli yıl geçti. Ha bugün ha yarın döneceğiz derken saçlarımız ağarıvermiş, belimiz bükülüvermiş. Türk Eğitim Derneği ve Berlin Veliler Topluluğu üyeleri olarak biz bunları düşündük, konuştuk ve bu ülkeyi az tanıdığı karar verdik. Tanıdığımız yerler, evden işe işten eve giderken yol üzerinde gördüğümüz yerler ne kadarsa, o kadar. Oraları da sadece gördüğümüzü, tanımadığımızı sandığımızı farkettik. Niye kendimize, (bir arkadaşı vesilesiyle Goethe’nin eserleriyle tanışan) Tatarî Oğuz Efendi’yi örnek almamışız? O Fransa’dan kalkıp Weimar’a kadar gelmiş. Orada vefat etmiş. Goethe’nin yaşadığı şehri ve o şehrin insanlarını, yaşayan değerlerini bizzat tanımak istemiş. Tanımış ve hakkında eserler de yazmış. Tatarî Oğuz Efendi Johann Volfgang von Goethe gibi bir şahsiyeti, ölümünden sonra da olsa tanımak istemiş ve Weimar’a kadar gelmiş. Oysa biz kilometre olarak yakın olduğumuz Goethe, Schiller, Bach gibi fikir ve sanat adamlarına düşünce dünyamızda ne kadar da uzakmışız. Bunu Weimar turu yapınca anladık. Tanımadığınız yer fikir dünyanızda yer almaz Bu konular üzerinde arkadaşlarımızla uzun uzadıya konuştuk. Konuşa konuşa nihayet eksikliklerimizi fark ettik. Yaptığımız öz eleştirilerden sonra, eksikliklerimizi gidermeye karar verdik ve düştük yollara. Önce Weimar’ı ve oranın değerli şahsiyetlerini tanıdık. Tarihe mâl olmuş şahsiyetlerin yaşadığı yerleri ziyaret edince düşünce dünyamızda yeni kapılar açıldı. Eşim, Goethe’nin malikanesini görünce “burada ancak şiir yazılır” dedi. Başımızla tasdik ettik Eşimi. Sonra Buchenwald toplama kampına uğradık. Daha kapıda irkildik: “Herkes ettiğini bulur” (Jedem das Seine) yazıyordu kapıda. Buchenwald’ta, Toplama kampları kurarak insanları onursuzlaştıran o vicdanı tanımaya çalıştık. Sonraki gezimizde, Wittenberg’e gittik ve Katolik dünyasının tahtını ayaklar altına alan, Almanya’nın önemli şahsiyetlerinden Papaz Martin Luther’le tanıştık. Evinde konuk olduk. 1517 yılında yazdığı 95 maddelik o meşhur Manifestosunu birlikte okuduk. Üzerinde tezekkür ettik. Eski defterleri karıştırmadan, yani Türklerle olan ilişkileri, düşüncelerini karıştırmadan, fiili durumumuzu birlikte değerlendirdik. Sonuçta, düşmanlık değil, dostluk, savaş değil barış galip geldi. Umursamazlık insanları nasıl aptallaştırıyorsa, hoşgörüsüzlük de mutluluğa giden yolları tamamen kapatıyor. Dün mesafeli olduğunuz insanlar bugün misafiriniz oluyor veya siz onlara misafir olabiliyorsunuz, size dostluk eli uzanabiliyor veya siz uzatabiliyorsunuz. Bu oluyor. Geçmişi bilmek ve unutmamak lazım ama, geçmişe takılıp kalmamak da lazım. Türk Eğitim Derneği mensupları olarak biz tam da bunu yaptık. Geçmişe takılıp kalmanın faydasının olmayacağına kanaat getirdik. Önümüze bakmamız gerekiyordu. Baktık. Hem Weimar ve hem de Wittenberg dönüşü, otobüste her zaman olduğu gibi, arkadaşlarımıza mikrofon uzattık ve onlardan değerlendirmeler aldık. Weimar’ı konuştuk, Wittenberg’i konuştuk. Her bir arkadaşımızın düşünce dünyasına da ayrı ayrı paragraflar eklenmişti. Sonra da, Berlin’i ne kadar tanıdığımızı konuştuk. Sonunda yeteri kadar tanımadığımız ortaya çıktı. Öyleyse Almanya’yı tanımaya Berlin’den başlamamız gerektiği kanaatine vardık ve karar aldık. Berlin’i tanımamız gerekiyor. İlerleyen günlerde bu kararımızı hayata geçirdik, sıcağı sıcağına uygulamaya koyduk. Önce kiraladığımız bir otobüsle karadan ve sonra da Berlin kanalında tur düzenleyen gemi ile kanal gezisi yaptık, böylece rehber eşliğinde Berlin’i dolaştık. Meğer, yıllardan beri içinde yaşadığımız Berlin’i tanımıyormuşuz. Toplam 7 saat yetmedi Berlin’i tanımaya. Sonuç; Duvarı’n hikayesini bilmiyoruz, Prenzlauerberg’de, Paul Linke Ufer’ de, Einstein Cafe’de oturup bir kahve içmemişiz. Unter den Linden’i boydan boya geçerek, oradaki müzelerle ilgili bilgiler almamışız. Berliner Dom’u hayran olduğumuz eserler listesine yazmamışız. National Galerie’yi gezmemişiz, Sans Souci’yi gezmemişiz, Bergama Müzesi’nin nerede olduğundan habersiziz… Biz nasıl bir Berlinliymişiz böyle… Velhasıl şu koca Berlin’ de sanki kendimize bir duvar örmüşüz ve duvarın içinde yaşamışız yıllarca. Edindiğimiz bu tecrübelerden sonra, Türk Eğitim Derneği ve Berlin Veliler Topluluğu üyeleri olarak biz bu gaflet uykusundan uyanmaya karar verdik. Daha doğrusu üzerimizdeki bu ölü toprağını silkelemeye karar verdik. Sonuçta titredik ve kendimize döndük. Yeni yeni bilgiler edindikçe yaşadığımız yeri ve o yerin halkını daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Tanış olduk.” Yunusumuz ne güzel de söylemiş: ”Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Bu dünya kimseye kalmaz.” Tavsiyemiz, sizler de düşün yollara, tanıyın, tanış olun, sevin, sevilin. “Bu dünya kimseye kalmaz”mış. Bizim gezilerimizin adı “Kültür ve Araştırma Gezisi.” Bunlar masraflı geziler. Geziye katılanlar paralarını kendileri ödüyorlar. Derneğimiz sadece organizesini yapıyor. Buna rağmen üyelerimiz, bu gezilerden oldukça memnun oluyorlar. Gezilerden dönüşte üyelerimiz, “yeni gezi nereye ve ne zaman hocam?” diye sormaya başlıyorlar. Ulaşmak istediğiniz hedef önemli bir hedefse, hedefe de kilitlenmişseniz mutlaka bedel ödemeniz gerekiyor. Bedel ödenmeden bir şey elde etmek mümkün değildir ve bedelini ödemediğiniz şey de sizin değildir. Nasreddin Hocamız boşuna söylememiş, “Parayı veren düdüğü çalar” diye. Size tavsiyemiz lütfen içinde yaşadığınız ülkenin değerlerini ve güzelliklerini mutlaka tanıyın. İlgisizlik, çirkinlikler, kötülükler, ötekileştirmeler dostluk köprülerinin kurulmasını engelliyor. Bu durumda kılıçlar bileniyor, yaylar geriliyor ve hedef bile tayin edilmeden oklar rasgele boşaltılıveriyor. Gezdikçe, gördükçe, anladıkça, düşündükçe, konuştukça, empati yaptıkça anlaşma sağlanabilecek ortak noktalar mutlaka bulunuyor. Yaşadığı coğrafyayı ve orada kurulan medeniyetleri bilmeyen, oranın tarihini kültürünü tanımayan, velhasıl o coğrafyadaki yaşanmışlıkları gözlemlemeyen insanlar o ülkenin insanlarını nasıl tanıyabilir ki? Tanımadıkları insanlarla da nasıl bir sevgi ve dostluk bağı kurabilirler ki? Kuramıyorlar da zaten. Haydi bugün karar verin ve Alman komşunuz başlayarak, insanları, kültürlerini, örf ve adetlerini, şehirlerini, tarihe mâl olmuş şahsiyetlerini ve onların eserlerini başlayın tanımaya. İnanın tanıdıkça seveceksiniz ve sevdikçe de rahatlayacaksınız. 61. yılda önümüze yepyeni ufuklar açılacak…

8 Mayıs 2021 Cumartesi

YEZDİLİK/EZİDİLİK

Yezîdilik/Ezîdilik Allah’ın en büyük ayeti insandır. Allah insanı “şerefli” bir yaratık olarak takdim eder, yaratılmışların en şereflisi. Böylece Allah insanları onurlandırmıştır. Dünyada rahat bir yaşam sürdürsünler diye ellerine prospektüs de vermiştir. Sıkıntılı bir yaşam sürdürmesinler diye vermiştir bu kılavuzu. Bu Allah’ın tercihidir. Ama insanlar Allah’ın bu tavsiyesini tercih edip etmemekte serbest bırakılmıştır. Dünya hayatının son bulmasından sonra kurulacak olan mizanda doğruların ve yanlışların hesabı yapılacaktır. Hesabı gören Allah olacaktır. Neticesi ya mükafat ya da ceza olacaktır. Buyruk şöyledir: “Zamanı geldiğinde insana mesajlarımızı evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında ve kendi öz benliklerinde bulduklarıyla tam olarak anlatacağız ki bu vahyin, tartışılmaz bir gerçek olduğu apaçık ortaya çıksın.”(Fussilet 41/53) Kafirun suresinde ise Allah insanları inançlarında serbest bırakmıştır. “Senin dinin sana benim dinim bana.”(Kafirun Suresi 109/6) Bakara suresinde ise kimsenin inancından ötürü töhmet altında bırakılmaması gerektiği net olarak ortaya konulmuştur. “Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.”(Bakara Suresi 2/256) Tevbe suresinde de insanlar Müşrik bile olsalar, onların koruma altına alınması ve güvenliğinin sağlanması vahyin muhatabına görev olarak verilmiştir. Bu görevin altı da özellikle çizilmiştir. “Ve eğer müşriklerden biri senden korunma isterse, Allah’ın sözünü duymasına fırsat vermek için onu koruma altına al; sonra onu kendi güvenlik bölgesine ulaştır. Bu uygulama, onların bilmeyen bir topluluk olmalarından dolayıdır.”(Tevbe 9/6) Ama insanlar kraldan daha fazla kralcı oldukları için, kendisiyle aynı inancı paylaşmayanları sürekli dışlamışlardır. Müslümanlar bu konuda toleranslı olmaları gerekirken çoğu kez onlar da aynı şarkıyı söylemeye devam etmişlerdir. Oysa onların Allah’ın konuşmaya başladığı yerde susmaları gerekirdi. Ezidilik inancına sahip olan insanlar var. Daha Ziyade Kuzey Irak’ta yaşıyor bunlar. Kavim olarak bu insanlar Kürt. Din olarak Allah’ın tavsiyesini değil de kendi tercihlerini seçmişler. Yezidiliği/Ezidiliği seçmişler. Bu insanların tercihine Allah saygı duyuyor. Hesabı hesap gününe bırakıyor. Ancak bu insanları insanlar rahat bırakmıyor. Her zaman olduğu gibi. Müslümanlar, Ezidileri tanıyorlar mı, tanıyorlarsa ne kadar tanıyorlar. Prof.Dr. Ramazan Biçer bu konuda güzel bir yazı kaleme almış. Ben de bu yazıyı siz okuyucularımla paylaşıyorum. Okuyalım: “Yezîdi kelimesinin, Farsça’da “iyilik-güzellik” tanrısı olan “İzed” veya Pehlevice’deki “Yezdan” dan geldiği görüşü ileri sürülmekle birlikte, Yezîd b. Uneyse el Harici veya Emevî Halifesi I. Yezîd (64/683)’den geldiği ve menşei itibariyle de Şeyh Adî b.Musafir’e (ö. 557/1162) dayandığı ileri sürülmüştür (Bulut 2011:351). Bunlar arasında en güçlü görüş, kendisine insanüstü nitelikler nispet ettikleri Yezîd b. Muaviye’den kaynaklanmasıdır (Taşğın 2013:525). Yezîdiler, Irak’ın Kuzey bölgesi, Suriye, Türkiye ve İran’da yaşayan ve dinî bakımdan, Şeyh Adî b. Musafir’i (ö. 557/1162) öncü kabul eden Heteredoks bir inanç sistemini benimseyen kadim bir topluluktur (Menzel 1986:415). Zerdüştîlik, Maniheizm, Mitraizm, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan, ayrıca İslâm ve tasavvuftan büyük ölçüde etkilenen Yezîdîlerin kendi içlerine dönük yaşantılarından dolayı inanç ve ibadet esaslarının tam olarak belirlenmesi çok zor görünmektedir (Taşğın 2013:526). Yezîdilik dininin kurucusu olarak bilinen ve Lübnan’da doğduğu rivayet edilen Adî b.Musafir’in, Abdülkadir Geylani, Ahmed er-Rifai gibi seçkin mutasavvıflardan ders aldığı ve birkaç yıl Medine’de kaldığı, daha sonraları ise günümüzdeki Hakkari’de inzivaya çekildiği kabul edilmektedir. (Çakar 2007:32-34). Emevi asıllı olup, Ehl-i sünnet savunmacılığı ve Şia karşıtlığı görüşleri ile bilinen Adî b. Müsafir, bu doğrultuda Muaviye b. Ebu Süfyan ve oğlu Yezîd’e sahip çıktı. 93 yaşında vefat eden Adî b. Müsafir’in mezarı, Musul yakınlarındaki Laleş’dedir. Adî b. Müsafir’e olağanüstü menkıbeler, harikulade olaylar nispet edilmiş ve bir anlamda kendisi insani niteliklerden soyutlanmıştır (Çakar 34-35). Adî b. Müsafir’e nispet edilen eserler, İtikâdı Ehl-i Sünne ve’l Cemâ‘a, Visâya eş-şeyh Adî b.Musâfir ile'l-Halife, Adâb-ı Nefs ile yaratılışın, emir ve yasakların anlatıldığı Mushaf-ı Reş ve vahyin ürünü olduğu ileri sürülen Kitâb-ı Cilve’dir (Aydın 1978:363). Yezîdilik hakkında bilgi, daha çok Kürtlerin tarihi ile alakalı malumat veren Şerefhan Bitlisi’nin Şerefname adlı eseri kanalıyla gelmiştir. Bu doğrultuda Yezîdilerin ezici çoğunluğunun Kürtlerden oluştuğu kabul edilmektedir (Taşğın 2013:526). Yezîdilerin inanç esasları arasında tek Tanrı vardır. Adî b. Müsafir ve Emevî Halifesi I. Yezid kutsal kimselerdir. Melek Tavus ise yeryüzünde tasarruf eden melekdir. Tenasüh inancına sahip olan Yezîdilere göre Adî b. Müsafir Tanrı tezahürüdür. Yine melek Tavus da Tanrı yansıması olup, Tanrı ile eşdeğerdir (Turan 2000:216). Yezîdilik inancında Tanrı, iyilik sembolüdür. Bu nedenle, korkulmayacağı için O’na ibadet etmek gerekmez. Ancak Melek Tavus (Kral Tavus, Azazil), bazı iyilikler yanında içi kötülüklerle dolu olduğundan, ondan korunmak amacıyla ona tapınmak gerekir (Hançerlioğlu 1993). Mushaf-ı Reş’de, şeytanın adını ya da onu anımsatan İblis gibi sözcükleri zikretmenin yanlış olduğuna vurguda bulunulur. Bu nedenle Yezîdiler, Şeytan’ın adını anmadan, onun için “ismi güzel melek” yani Melek Tavus derler. Bu doğrultuda Yezîdiler, kaytan, ser, melun, lanet, gibi kelimeleri kullanmazlar. Yezîdiliğin en önemli görüşlerinden birisi olan yaratılış nazariyesine göre, Tanrı ilk önce yedi günde yedi melek yarattı. 40.000 yıl boyunca, içinde inzivaya çekildiği büyük bir beyaz inci yarattı. Bu sürenin sonunda, inciyi kırdı. İncinin her bir parçası, toprak, gökler, deniz, dağları oluşturdu. Ardından hayvanlar, bitkiler ve yeryüzü yaratıldı. Son olarak da toprakla Adem’in bedenini yoğurdu ve içine bir ruh yerleştirdi. Adem, yeryüzü cennetine konuldu ve buğdayın dışında toprağın bütün ürünlerinden yemesine izin verildi. Ondan sonra haftanın yedi gününü ve yedi günde de her gün bir tane olmak üzere yedi melek yarattı. Allah, ilk önce Pazar gününü ve sonrasında en büyük meleklerden olan Azrail’i yarattı. Yezîdi inancına göre bu büyük melek ’’Şeytan’’dır. Adı geçen bu melek, Yezîdiler arasında ‘Melek Tavus’ olarak adlandırılmaktadır. Pazartesi gününü ve aynı zamanda Derdâil’i yarattı. Salı günü İsrafil’i, Çarşamba günü Mikail’i, Perşembe gününü ve Cebrail’i, Cuma gününde Şennail’i, en son olarak da Cumartesi de Nevrail-Nurâil’i yarattı. İlk yaratılan melek olan şeytan da diğer meleklerin başına da lider seçildi. Bu meleklerin hepsi de Allah’ın zâtından ruhlar, nurundan olan kutsal varlıklarıdır. Ezeli olup, Allah’ın kanunlarının uygulayıcılarıdırlar (Turan 2000:212-213). Melek Tavus’a, Adem’e secde ile emredilmesi üzerine o, bu insanı yoktan yaratanın kendisi olduğunu ileri sürer ve “Ben, sadece beni yaratan sana tabi olur ve yalnız sana ibadet ederim” diyerek emre karşı gelir. Melek Tavus’un kibrinden değil, Azda’dan başkasına inanmanın şirk olacağını bildiğinden dolayı onlara secde etmek istemediği ileri sürülmüştür (Yaşar 2000:20-21). Tenasüh inancına sahip olan Yezîdilerin, Cennet ve Cehennemin varlığına inandığı da kabul edilmektedir. İbadet mahalleri bulunmayan Yezîdiler, bunu bireysel olarak ve insanlardan uzak yerlerde gerçekleştirirler. Sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken, güneşe doğru yönelerek namaz ibadetlerini uygularlar. Haç farizalarını Adî b. Müsafir’in Laleş’teki mezarını ziyaret etmek suretiyle ifa ederler. Bütün Yezîdilerin sorumlu olduğu genel oruç ile sadece din adamlarının uyguladıkları özel oruçları vardır. Oruç, güneşin doğuşundan batışına kadar geçen süre içerisinde bir şey yememek ve içmemek suretiyle gerçekleştirilir. Yezîdiler gelirlerinin %10’u şeyhlere, %5’i pirlere, %2,5 da fakirlere verilmek suretiyle zekat ibadetlerini yerine getirirler (Akça 2006; Turan 2000:218-220; Fığlalı 1986). Yezîdilerin, Güneş Bayramı, Sultan Ezi Bayramı, Hızır İlyas Bayramı, Kadir Gecesi, Cemaat Bayramı (Cuma bayramı), Yeni Yıl Bayramı (Nisan ayını ilk Çarşamba günü) ve başka bazı bayram günlerine sahip olduğu kabul edilmektedir (Özkan 2009:100-102). Yezîdilikte Emir, en yüksek dini otoriteyi temsil etmektedir. Ardından Baba Şeyhler, Şeyhler, Pirler, Kavvallar, Köçekler, Fakirler, Peşimamlar ve Müritler gelmektedirler (Allison 2007:65-67; Çakar 2007: 191-196). Yezîdilik, soy ve sopla bağlantılı olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle Yezîdi bir aileden gelmeyen bir kimse Yezîdi olması mümkün değildir. Bu doğrultuda Yezîdi bir kızın, bir başka dinden olan erkek ile evlenmesi yasaktır. Yezîdi çocukları küçükken sünnet edilir. Yezidilerin başka inançlarda pek görülmeyen sıradışı kabul edilen gelenekleri vardır. Sözgelimi Evliya Çelebi’nin rivayetine göre “Eğer bu Kürtlerin çevresine bir daire çizersen, onların bu dairenin dışına çıkması imkânsızdır. Meğerki dışarıdan biri gelip daireyi kısmen de olsa bozsun. Aksi halde böyle daire içinde kalan Yezidi öleceğini bilse dışarıya çıkmaya çalışmaz” (Çelebi IV, 61; Akpınar 131-133). Yezîdiler Osmanlı tarihçileri tarafından daha çok Kürt aşiretleriyle ilgili olaylar bağlamında ele alınmıştır. Yezîdilerin Osmanlı dönem serüveni bir tür isyan tarihi olarak kayıtlarda yer almıştır. Bu doğrultuda bölgede meydana gelen ayaklanmalar ve savaşlar bağlamında Yezîdiler gündeme gelmiştir. Osmanlı Rus savaşlarını inceleyen araştırmalarda Yezîdilerin Ruslara iltihak etmesi Osmanlıları Yezîdilere yönelik tutumlarının gerekçeleri hakkında dikkat çekici örnek bir olay olarak değerlendirilmektedir (Guest 2012:150-180;Çakar 2007:64). Yine Osmanlıların Yezîdilerle ilişkisi boyutunda tarihsel süreçte önemli bir gelişme de, önceleri askere alınan Yezîdilerin, 1875 yılında askerlikten muaf tutulmalarına yönelik girişimlerdir (Çakar 2007:82). II. Abdülhamid bölgedeki bütün aşiretlerin ıslahı ve medenileştirilmesi amacıyla gerçekleştirmek istediği harekata, doğal olarak Yezîdileri de dahil etti. Bunun yolunun ise onların eğitim ve öğretimlerinden geçeceği düşüncesi yanında, Yezîdilerin askere alınmak suretiyle terbiyesi düşünülmekteydi. “Vahşet ve bedavet” niteliklerden uzaklaştırılmalarına yönelik bu girişim doğrultusunda II. Abdülhamit idaresi Yezîdilerin yaşadığı köylerde okul ve cami kurulması için çalışmalar başlattı. Osmanlı arşivlerinde bu girişim ile ilgili belgeler mevcuttur (msl. BOA. DH.MKT. 1889/75, 1309 R.12 (15 Kasım 1891); BOA. DH.MKT. 2012/117, 1310 Ra.28 (20 Ekim 1892). Nitekim Osmanlı döneminde gerçekleştirilen “Aşiret Mektebi” de söz konusu bölgede ve Kuzey Afrika’da yaşayan bedeviler arasında yaşayan ve öğretime uygun gençlerden oluşan bir okul idi. Bu okulun en öncelikle, buradan mezun olan öğrencilerin, geldikleri yerlere dönüp halklarını eğitmek amacı güdülmekte idi. Osmanlılar, Yezidiliği heretik olarak kabul etmiştir. 1846 yılında kur’a yöntemiyle gayr-ı Müslimlere getirilen askerlik zorunluluğu Yezidileri de kapsadı. Bu durum Yezîdîler’in 1872’de askerlik için bedel ödemesiyle nispeten düzeldi. Bu aşamada devlet de kendilerini Ehl-i kitap olarak değerlendirdi. II. Abdülhamid devrinde cemaat dışı azınlıkların askerlikten muaf tutulmaması ve bulundukları yerlerde ibadethane yapmalarının istenmesi Yezîdîler’in silâha sarılmaları ve daha uzak bölgelere intikal etmeleri sonucunu doğurdu (Taşğın 2013:525; Gölbaşı 2008). II. Abdülhamid’in bu tür girişimleri bölgedeki insanları asimile etmekten öte, arşive belgelerindeki ifade doğrultusunda, “bedeviyet ve vahşet” ten uzaklaştırmaktı. II. Abdülhamid’in askerlik ısrarını da bu doğrultuda değerlendirmek gerekmektedir. Zira onun, herhangi bir ibadet yeri olmayan bir bölgeye, cami yaptırması, ülke idareciliği açısından doğal karşılanmalıdır. Öte yandan okuma ve yazmaya karşı olan dönemin Yezîdilerinin medenileşmesinin ancak eğitimden geçeceği tezi de sağlıklı görünmektedir. Zira II. Abdülhamid’in bu girişimi, sadece Yezîdilere yönelik olarak da algılanmamalıdır. İbadet mekânı olmayan ve insanların yaşadığı her bir Osmanlı toprağı parçasına cami yapılması, okul olmayan mahallere de okul yaptırılması, “millet” anlayışı eksenindeki devlet politikasının bir parçası idi. Nitekim Osmanlılar yönettikleri topraklardaki mevcut hiçbir mabede dokunmamışlardır. Bu ve benzeri olgular, Osmanlılarda asimile anlayışının olmadığını göstermektedir. Yezîdilerin askere alınması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Öte yandan askere alınma meselesi siyasi bir anlayışın ve hukuksal bir boyutun sonucudur. Bu onları zorla Müslümanlaştırma politikası olarak değerlendirilmemelidir. Zira askerlik, dini değil, siyasi bir meseledir. Öte yandan Osmanlıların, heretik olarak gördükleri toplulukların ihtidasına yönelik çabalarda bulunmuş olmaları da bir vakıadır. Bu doğrultuda bölgede yaşayan Yezidi, Süryani ve Nusayri gibi dini-milli oluşumlar için ıslah çalışmaları da yapmışlardır. Yezîdîler günümüzde İran’ın çeşitli yerlerinde, Ermenistan’da Tiflis ve Erivan ile Gürcistan’da Batum’un köylerinde, Irak’ta Sincar dağlarında, Türkiye’de Batman, Nusaybin, Siirt’in Beşiri ve Kurtalan ilçeleriyle Hakkâri’nin dağlık bölgelerinde yaşamaktadır. Son zamanlarda terör yüzünden Güneydoğu Anadolu’dan çok sayıda Yezîdî, Batı ülkelerine iltica etmiştir. Toplam Yezîdî nüfusunun 300-400.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir (Taşğın 2013:527).” ………. Kanakça Akça, Mehmet (2006). Yezîdiler: İnanç Esasları ve Ritüeller. Yüksek lisans Tezi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Akpınar, Turgut (1995). Yezîdilik ve İlgi Çekici İnançları. Tarih ve Toplum. 133 (23). 41-54 Allisson, Christine (2007). Yezîdi Sözlü Kültürü. Trc. F. Adsay. İstanbul: Avesta Yayınları Aydın, Mehmet (1978). Şeytan’a Tapma. Yezîdiliğin İnanç ve Esasları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 23 (1), 258-266. Bulut, H. İbrahim (2011). İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara: Ankara okulu Yayınları Çakar, M. Sait (2007). Yezîdilik. Ankara: Vadi Yayınları Evliya Çelebi (1970). Seyahatname. çev. Z. Danışman. İstanbul: Zuhuri Danışman Yayınevi. IV. Fığlalı, E. Ruhi (1984). Yezîdilik. Türk Ansiklopedisi. 33. Ankara. 441-443 Gölbaşı, Edip (2008). Heretik Aşiretler ve II. Abdülhamid Rejimi: Zorunlu Askerlik Meselesi ve İhtida Siyaseti Odağında Yezidiler ve Osmanlı İdaresi. Tarih Toplum ve Yeni Yaklaşımlar. 9. 87-156. Guest, S. John (2012). Yezîdilerin Tarihi. Trc. İ. Bingöl. İstanbul: Avesta Yayınları Hançerlioğlu Orhan (1993). Melek-i Tavus. Dünya İnançları Sözlüğü. İstanbul: Remzi Kitabevi, 318-319. Menzel, T. H.(1986). Yezîdiler, İ.A. XIII. Özkan, Akdoğan (2009). Kardeş Bayramlar ve Özel Günler. İstanbul: İnkılap Yayınları Taşğın, Ahmet (2013). Yezîdiyye. DİA. İstanbul: TDV, 525-527 Turan, Ahmet (2000). İslam Mezhepleri Tarihi. Samsun: Sidre Yayınları. Prof. Dr. Ramazan Biçer Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

20 Nisan 2021 Salı

KURUMLARA ZEKAT 2021

Soru: KURUMLARA ZEKAT NİÇİN VERİLMEZ ? Cevap: Müslümanlar kendilerini toparlamasın diye. Zekat gibi ekonomik bir potansiyelin Müslümanların gelişmesinin sebebi olmasın diye. Sevgili Sami Kaval'ın, benim "zekat parasıyla fabrika kurulmalıdır, iş yerleri açılmalıdır, yoksullar iş sahibi olmaları için zekat parasıyla desteklenmelidir" şeklindeki ifademe yaptığı eleştiriye cevabımdır. İslâm organizma gibidir. Canlı kalabilmesi için beslenmesi gerekir. İçtihat en önemli besin kaynağıdır İslâm'ın. Allah Müslümanların cemaat olmasını ister, hem de misyon sahibi bir cemaattir istediği. Toplum mühendisliğini ön planda tutar. Problem üreten değil problemi çözen Müslümandır arzuladığı İslâm'ın. Onlar Muttakilerdir. Zekatın nerelere verileceğini açıklayan Mevla, miktarını bize bırakmıştır. Kırkta bir %2.5 uygulamsı şartlara göre değişmelidir. Allah, fakir ve iskin deyip geçmemiş, ona 6 madde daha eklemiştir. Zekat memuru ifadesi zekatın birebir şahıslara verilmemesi gerektiğini ifade eder. Köle azadı konusunda duyarlılık ister Allah. Köle, özgürlüğü elinden alınmış kimselerdir, hapishanelerde bu kişilerden çok vardır bugün. Fikir suçlularıdır bunlar. Dava adamları da denir bunlara. Allah Yolunda ifadesi bugün rafa kaldırılmıştır. Çünkü, Allah yolu geçmişte, hacca gidipte maddi sıkıntı çeken ve cihad eden kimseler olarak anlaşılmıştır. Bu içtihadı yapan şahsın yaşadığı dönemde belki bu anlayış doğrudur. Ancak bugün cihad sadece cephede yapılmıyor. Bu kavramın günümüzde kendisine yüklenen mana ile yeniden gündeme gelmesi gerekir. Canlandırılması gerekir. Allah için yapılan her türlü iş eylem, mesai cihattır. Yolda kalmış ve borçlanmış insanlar bugün zekatın muhatabı olmaktan çıkarılmıştır. Yanlıştır. Bizler bugün zekatın insanların yaşamını kolaylaştıran bir kaynak olmasını sağlamalıyız. Fakirin paraya ihtiyacı olduğu gibi, çalışacak iş yerine de ihtiyacı vardır. O işyeri fabrikadır. Çiftliktir, tarladır. Oturacak eve ihtiyacı vardır. Tedavi olabileceği hastaneye ihtiyacı vardır. Zekatın kurumlara verilmemesini isteyenler, İslâm'ın nasıl bir din olduğunu anlayamamış olanlardır. Zekatın mantığında zekat alan kişinin seneye bir daha zekata ihtiyacının olmaması gerekir, fıkıh kaidesidir bu. Bunun yolu da o kişileri iş sahibi yapmaktan geçer, onlara iş bulmaktan geçer. Yıllardır zekat verilir Müslümanlara, hangi yoksul Müslüman zekat parasıyla abad olmuştur. İslam'ın beslenmesi gerekir, canlı tutulması gerekir. İslâm'ın önündeki en büyük engel, İslâm'ı derin dondurucuya koyanlardır. Ölülerin egemenliğinden medet umanlardır. Bu anlayış Müslümanların geleceğin inşasına manidir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Oraya takılıp kalmamak gerekir. Onlardan kurtulmak lazımdır. Yoksa Müslümanların geleceğini Müslüman olmayanlar inşa eder. Bugün olduğu gibi. Selam ve dua ile

18 Nisan 2021 Pazar

ZEKAT VE FAKİR 2021

ZEKATIN SADECE %12,5’i MÜSLÜMAN FAKİRİN HAKKIDIR -Fakir, Müslümanın yoksuluna denir, Miskin ise Ehl-i Kitap’ın yoksuluna denir- Rüştü KAM “Sözlükte “artma, arıtma; övgü ve bereket” mânalarına gelen zekât, terim olarak Kur’an’da belirtilen sınıflara sarfedilmek üzere dinen zengin sayılan Müslümanların malından alınan belli payı ifade eder. Örfte, bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denilir.”(İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Zekât Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayetinde belirtildiği üzere 8 yere taksim edilerek verilmelidir. Bu maddelerin ikisi yoksul ile ilgilidir. “Fakir, Müslümanın yoksulu, miskin ise Ehl-i Kitab’ın yoksuludur.” (İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde) Allah şöyle buyurur: “(Ey Peygamber, Müşrik ve kafir akrabalarına maddi yardımda bulunmak isteyen müminleri bundan menetme)! Çünkü senin görevin, müşrikleri, kafirleri imana zorlamak değildir. (Kaldı ki bunu istesen de başaramazsın): Çünkü ancak, Allah dilediğine, layık gördüğüne iman ve hidayet nasip eder.” (Bakara 2/272: Tercüme Mustafa Öztürk) “Allah, sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.”(Mümtehine 60/8: Tercüme Diyanet Vakfı) Bu ayetlerden anlaşılacağı gibi; 100 Euro zekâtı olan kişinin üzerinden hesabımızı yaparsak, Müslüman yoksulun zekâttan alacağı pay %12,5 tir. Gayri Müslim yoksulun zekâttan alacağı pay da %12,5 tir. Toplam %25 eder. Kalan %75 lik miktarın fakir ile direkt alakası yoktur. Bu taksimin şahıslar açısından zorluğu aşikardır. Bunun için Yüce Allah zekâtın şahıslar tarafından birebir verilmesini arzu etmemiştir. Bir kurum aracılığıyla bu işin yapılmasını arzu etmiştir. Ayette zekât memurlarına zekâtın verilmesinin istenmesi, bir zekât kurumunun kurulması ve bu kurumda çalışanların aylıklarının da o kurum tarafından karşılanması anlamına gelir. Bugün böyle bir kurum yoktur. Cemaatler kendi aralarında organize olarak bu işi yapmaktadırlar. Aldıkları zekâtları amacına uygun olarak harcıyorlar mıdır, onu tam olarak bilemiyoruz. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebilirim; cemaatler aldıkları zekâtları sadece üyeleri olan Müslümanların yoksullarına veriyorlar, daha fazla zekât toplamak için de Afrika ve Ortadoğu’ya taşıyorlar zekât paralarını. Bu işi duygu sömürüsü yaparak yapıyorlar. Dedikoduların önüne geçebilmek için de oralarda zekât parasını dağıtırken, kurban keserken yöre insanlarıyla fotoğraflar-filimler çekilerek üyelerine gösteriyorlar. Camilerin kapılarında, dağıtılan broşürlerde, televizyon reklamlarında bu insanların acınacak haldeki resimlerini görebilirsiniz. Birebir zekât veren Müslümanlar ile cemaatlerin topladığı zekatların gittiği yer aynı yerdir. Kendilerine üye olan Müslümanların yoksullarıdır bunlar. İstisnalar vardır elbette, ama ben bugüne kadar öyle bir cemaat tanımadım. Hatta, “Gayri Müslim’in yoksuluna zekât verilmez” cemaatler tarafından verildiğini yakinen biliyorum. Oysa Gayri Müslim ile ilgili iki madde vardır zekât ayetinde. Birisi miskin, diğeri müellefe-i kulub (kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler). Müellefe-i kulûb; maddî ihsanda bulunmak suretiyle gönüllerinin İslâm’a ve Müslümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayri Müslimleri, kendilerinin veya bağlılarının İslâm’ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri belirtmek için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bkz. İslâm Ansiklopedisi, ilgili madde). Konu ile ilgili olarak, (Âl-i İmrân 3/103; el-Enfâl 8/63) ayetlerine de bakılabilir. Zekât için temlik şartı yoktur. Zekât yoksula para olarak verilebileceği gibi, zekat parasıyla yoksulun çalışabileceği fabrikalar da kurulur, tedavi olabilecekleri hastaneler de yapılır, kalabilecekleri öğrenci yurtları da inşa edilebilir. Durum böyle olunca, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, zekatlarının %12,5’ini Ehl-i Kitap yoksullara dağıtmalı ve %12,5’ini yine de Ehl-i Kitap’a İslâm’ın tanıtımı için harcamalıdır. Bunun için, konferanslar düzenlenmeli, Kur’an mealleri o ülke dillerine çevrilerek dağılmalı, gazete-dergi çıkarılmalı, aşevleri açılmalı, amaca uygun geziler yapılmalı, bu konuda bir heyet oluşturulmalı ve o heyetin ve organizasyonun, personel ve fizik mekân harcamaları da zekât kurumundan karşılanmalıdır. Berlin’de yaşayan Müslümanların üzerinden bir değerlendirme yaparsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Berlin’de 300.000 Türkiyeli yaşıyor. Diğer Müslümanları hesaba katmadan yapıyorum bu hesabı. 300.000 Türkiyelinin 5.000’ inin, ortalama 1.000 Euro zekât verdiğini düşünürsek 5.000x1.000 = 5 milyon Euro zekât toplanıyor demektir. Bu para her sene toplanıyor. Fazlası vardır azı yoktur. Bu zekât miktarının Müslümanların kurduğu ortak bir kurumda toplandığını varsayalım ve Allah’ın arzu ettiği şekilde pay edildiğini düşünelim. Toplanan bu parayla: Tanesi birer milyondan her sene 5 tane kurum kurulabileceği gibi, ihtiyaca göre; öğrenci yurtları kurulur, özel okullar açılır, hastaneler açılır, sadece fakirlerin ve miskinlerin çalışacağı işyerleri açılır, fabrikalar kurulur, aşevleri açılır, imam yetiştiren kurumlar kurulur, gazete ve dergiler çıkarılır, televizyon kanalları açılır, üniversiteler kurulur ve o kurumların masrafları da bu fondan karşılanır. Bu hesabı Türkiye üzerinden yapalım: Ben Denizliliyim. Denizli’nin nüfusu 04 Şubat 2020 tarihinde açıklanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre; 1.037.208 Hesabımızı 10.000 zekât veren Müslüman üzerinden yapalım. Ortalama bin TL. zekât verdiklerini düşünelim. 10.000x1.000= 10 milyon TL. eder. Bu para her sene toplanıyor Denizli’de. Hesabı varsın Denizliler yapsınlar. Yukarıdaki yazdığım kurumların Denizli için de ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. 10 sene sonra Denizli’de ne fakir kalır ne de miskin. Allah akıllı Müslüman istiyor. Tribünlere oynayan Müslüman istemiyor. Elini taşın altına sokan sorumluluk sahibi Müslüman istiyor. Yıllardan beri Müslümanlar zekât verirler ve bu zekâtların çoğunu da ülke dışına çıkarırlar. Hangi ülkenin insanını ihya ettiler, esaretten kurtardılar bugüne kadar. Afganistan’ı mı, Filistin’i mi, Arakan’ı mı, Irak’ı mı yoksa Suriye’yi mi? Bu uygulama eksiktir, yanlıştır. Onlara tanıtım açısından zekât verilebilir. Ancak bunun miktarı %12,5’tir. Daha fazla değildir. Eline üç beş kuruş alan, alay-ı vala ile soluğu Afrika’da, Ortadoğu’da alıyor. Allah o insanlara da akıl verdi, fikir verdi. Hatta topraklarını da çok verimli kıldı. Altın onlarda, petrol onlarda, enva-ı çeşit meyve ve sebze onlarda, deniz ürünleri onlarda. Buna rağmen kendilerine verilen nimetlerin kıymetini bilmiyorlarsa, kendi kabiliyetlerini kullanmıyorlarsa, o onların suçudur, cezalarını da çekeceklerdir. Kendi evinde yangın olan kişi başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemez, giderse döndüğünde kendisi de evsiz kalır. Lütfen, zekatlarınızı çarçur etmeyiniz. Müslümanların ihtiyacı olan kurumlar var, bu ihtiyaçlar göz ardı edilmemelidir. Görmemezlikten gelinmemelidir. Allah Müslümanlara, geleceklerinin inşası için görev vermiştir. Görevler sorumluluk anlayışıyla yerine getirilmelidir.

6 Nisan 2021 Salı

https://www.facebook.com/akkayaxx/videos/2268256019444/ ÖYLE GEÇERKİ ZAMAN, BİR SELA DENEMESİ

23 Şubat 2021 Salı

ÜMMÜ SELEME KİMDİR

-Her zaman ibret alınması gereken yaşanmışlıklar- “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının senin buyruğuna uymalarını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Böylece Ümmü Seleme Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme kimdir Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme...Mü’minlerin annelerindendir. İlk evliliğini Peygamberimiz ’in halası Berre’nin oğlu Ebu Seleme ile evli yapmıştır. Her ikisi de İslamiyet’i ilk kabul edenlerdendir. Mekkeli müşriklerin yaptıkları işkence ve eziyetlere onlar da maruz kaldılar. Sonra da Elçinin emriyle karı-koca birlikte Habeşistan’a hicret ettiler. Seleme, Ömer, Dürre ve Zeynep isimli çocukları orada dünyaya geldiler. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları boykot bitince, Habeşistan’da bulunan muhacirlerin bir kısmı tekrar yurtlarına döndüler. Orada çok az kişi kaldı. Ümmü Seleme ve eşi de boykot kalktıktan sonra Mekke’ye geri dönenlerdendir. Seleme ailesi, Habeşistan’dan geldikten sonra Mekke’ye bir türlü ısınamadılar. İkinci Akabe Biatı’ndan bir yıl kadar önce Medine'ye hicret etmek için Elçi’den izin istediler. Gerekli izin kendilerine verildi. Yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra oğulları Seleme’yi de yanlarına alarak yola çıktılar. Elçi izin verdi vermesine de Ümmü Seleme'nin kabilesi ve akrabalarından bazı kimseler bu izne müdahil oldular. Yollarını kestiler. Onların Medine’ye hicretlerine izin vermediler. Ebu Seleme'nin tek başına gidebileceğini fakat çocukla annesinin kalacağını söylediler. Uzun münakaşa ve mücadeleden sonra kabilesi Ümmü Seleme'yi ve çocuğu alarak Mekke’ye geri getirdiler. Ebu Seleme de çaresiz tek başına Medine’ye göç etti. Hanımına da geriye gelip kendilerini alacağını, biraz sabretmeleri gerektiğini söyledi. Ümmü Seleme, bundan sonraki olayları göz yaşları içinde şöyle anlatır: "Kocam Ebu Seleme, Medine'ye tek başına gitti. Beni kocamdan ayırdılar. Bir yıla yakın bir süre her sabah Safa Tepesi’nde Ebtah denilen yere çıkar, Kâbe'ye doğru dönerek bunu bize yapanları lanetlerdim. Orada akşam veya akşama yakın bir zamana kadar kalır hem onları lanetler, hem de gözyaşı dökerdim. Bir gün, kabilem olan Muğireoğullarından birisi yanıma geldi. Onunla biraz dertleştik. İçimi döktüm ona. Halimi görünce bana acıdı. Gidip Muğireoğullarına, "Şu zavallı kadını yok yere Muhammed’e olan kininiz yüzünden kocasından ayırdınız, niçin onu hâlâ serbest bırakmıyorsunuz, yazık değil mi bu kadına, görmüyor musunuz halini…” demiş ve onları paylamış. Bunun üzerine Muğireoğulları bana gelip, “çok istiyorsan oğlunla birlikte kocanın yanına gidebilirsin” dediler. Önce inanamadım, gerçek olup olmadığını hareketlerinden kontrol ettim, telaşlandım, “doğru mu duydum, gidebilir miyim kocamın yanına” dedim ve tekrar tekrar onay istedim. Yalan söylemiyorlardı, “elbette, ne zaman istersen yola çıkabilirsin “dediler. Ben hemen hazırlıklara başladım. Yolluğumu hazırladım ve oğlumla birlikte yola koyuldum. Belki kararlarından vazgeçerler diye de endişelenmekteydim. Neredeyse Mekke’yi koşarak çıktım. Arkama bakmadan kuş gibi uçuyordum. Oğlum devenin hevdecindeydi. Önümde çok çetin bir yol vardı. Bunun bilincindeydim. Çölde 400 km. yol gidecektim. İnandığım Allah beni koruyacaktı. Ben O’na tevekkül ettim. Evet O beni korumalıydı…” Bir yıla yakın üzüntü içinde döktüğü gözyaşları sona ermişti Ümmü Seleme’nin . Oğluyla birlikte Medine’ye kocasının yanına gidiyordu. Tek başına o zorlu çölleri aşarak ulaşacaktı Medine’ye. Bir kadın, bir de çocuk. O sevdiğine sevgilisine kavuşmanın heyecanı içindeydi. O artık hür bir kadındı. Ten’im mevkiine geldiğinde Allah kendisine elini uzatmıştı. Onu o zorlu çöl yolunda yalnız bırakmamıştı. Karşısına Osman b. Talha’yı çıkardı. Osman kocasının arkadaşıydı. Onu görünce gülleri açmıştı Ümmü Seleme’nin. Osman’ın, “yalnız başına nereye gidiyorsun böyle” sorusuna, cevaben; kabilem beni serbest bıraktı, Medine’deki kocasının yanına gidiyorum” dedi. Osman bir kadına baktı bir de çocuğuna, “tek başına mı gideceksin Medine’ye?” “He ya, oğlumla beraber gideceğim, tek başıma gideceğim.” Osman’ın yüreği cız etti. Onları yalnız başlarına bırakmaya gönlü razı olmadı. Biraz düşündü, tekrar onlara baktı, gidecekleri yolun tehlikelerini gözden geçirdi. Eğer onları öylece bırakırsa bir daha arkadaşı Ebu Seleme’nin yüzüne nasıl bakacaktı. Biraz daha düşündü ve kararını verdi. O da onlarla gidecekti, “Vallahi ben seni, böyle yalnız başına yola bırakmam” dedi. Ümmü Seleme sevindi sevinmesine de sevincini o kadar da belli etmemek için, biraz itiraz eder gibi oldu. Osman,” itiraz istemem, sonra ben kocanın yüzüne nasıl bakarım.” Ümmü Seleme, Allah’ın yardımına mazhar olmuştu. Birlikte yola çıktılar, gece demeden gündüz demeden günlerce yol yürüdüler çölde, o sıcakta. Bazen oldu kum fırtınasına kapıldılar, bazen oldu aç ve susuz kaldılar. Ama sonunda Osman, Ümmü Seleme’yi ve çocuğunu kocasının bulunduğu Kuba’ya kadar emniyet içinde götürmeyi başardı ve kocasına teslim etti, kucaklaştılar, hasret giderdiler. Ebu seleme Osman’ı bırakmadı. Birkaç gün kalmaya ikna etti. Sonra da onlarla vedalaştı ve döndü Mekke’ye. Rivayet edildiğine göre, Ümmü Seleme, çektiği bu ve benzeri sıkıntıları ne zaman hatırlasa, gözleri dolar ve şöyle dermiş: “Allah için, Müslümanların içinde hiçbir aile görmedim ki, kocam Ebu Seleme’nin çektiği sıkıntıları çekmiş olsun. Ayrıca Osman b. Talha’dan daha iyiliksever bir adam da görmemişimdir. O Mekke’den Medine’ye kadar sırf, başıma bir şey gelmesin diye bana eşlik etmiştir. Allah onlardan razı olsun.” Ümmü Seleme Uhud Savaşındadır Ümmü Seleme Müslüman kadınlar ile birlikte Uhud Savaşı’ndadır. Geri hizmet görevlisidir. Savaşın hemen başlangıcında, Uhud Savaşı kazanılır gibi olmuştu. Daha savaşın başıydı. Düşman bir anda panikledi. Müslümanlar da galip geldiklerini sanarak ganimet peşine düştüler. Elçi’nin özellikle okçular tepesine yerleştirdiği ve “ne olursa olsun orayı terketmeyeceksiniz” diye de tembihlediği kişiler de ganimetten pay almak için görev yerlerini terk edince olanlar oldu. Savaş bir anda Müslümanların aleyhine dönüverdi. Bu arada Peygamberimiz yaralandı ve oradaki bir çukura düştü. Korumasız kaldı. Ümmü Seleme bu duruma şahit olunca geri hizmetten diğer kadınlarla birlikte savaş meydanına indi ve yalın kılıç daldı savaş meydana. Bütün güçleriyle savaşarak Elçiye ulaştılar. O’na zarar gelmesin diye etrafında bir çember oluşturdular. Elçiyi emniyete aldılar. Ümmü Seleme, bir taraftan da Müslümanların toparlanması ve savaşa devam etmeleri için onları meydana çağırıyordu; “Ey Müslümanlar! Ya şu meydana gelin savaşın, ya da geri hizmete geçin de biz kadınlar savaşa devam edelim.” Bu çağrıyı duyan Müslümanlar toparlanmaya başladılar. Kocası Ebu Seleme de kadınlar gibi meydanda destan yazanlardandı. O da yaralandı. Yarası sonradan azdı ve şehid oldu. Peygamberimiz Ebu Selemenin şehadetine çok üzüldü. O hicret emrinden önce hicret eden bir yiğit idi. Ümmü Seleme artık dul kalmıştır. Daha yeni kavuşmuşlardı birbirlerine. O çok sevdiği kocasını kaybetmişti. Daha yeterince yasını bile tutamadan, evlilik teklifleri almaya başladı. Ebu Bekir ve Ömer hiç zaman kaybetmemişlerdi. Onlardan arka arkaya evlenme teklifleri aldı. Bu duruma çok kızdı Ümmü Seleme. “Dul kaldıysak aç kalacak değiliz ya” nedir bu aceleniz, diye çıkıştı onlara. Tekliflerini reddetti. Bir zaman sonra Elçi ’den de evlilik teklifi aldı. Ümmü Seleme bu teklife hayır demek istemiyordu ama balıklamasına atlamak da istemiyordu. Elçi’ye üç şart ileri sürdü; “yaşlıyım, kıskancım ve çocuklarım var. Bunlara rağmen yine de istersen kabulümsün.” Elçi’nin cevabı aynen şöyledir: “Yaş bahane ise ben senden yaşlıyım, kıskançlığın bahane ise, kıskançlığının gitmesi için Allah’a dua ederim, çocukların bahane ise, onlar bundan sonra zaten Allah ve Resulünün sorumluluğundadır.” Bu cevap üzerine, düşünmek için Elçi’den müsaade istedi. Düşündü, taşındı ve bir zaman sonra oğlu Ömer’e,” Elçi’ye git ve teklifini kabul ettiğimi söyle” dedi. Böylece Ümmü Seleme Elçi’nin hanımları arasında yerini almış oldu. Ümmü Seleme zeki ve cesur bir kadındı. Peygamberimiz her işini ilk önce onunla istişare ederdi. Hudeybiye’de de onunla istişare etti ve onun dediğini aynen uyguladı. “Ey Allah’ın Elçisi! Sen arkadaşlarının bu işi yapmasını mı istiyorsun? O halde şimdi dışarı çık. Kurbanını kes ve tıraşını ol. Ancak arkadaşlarına hiçbir şey söyleme… Göreceksin onlar senin arkandan geleceklerdir.” Ümmü Seleme bu tavsiyesiyle Hudeybiye’de tarihe not düştü. Ümmü Seleme, Kureyş içinde okuma-yazma bilen sayılı kadınlardandı. Eşi, Ebu Seleme de okuma yazma bilenler arasındaydı. Çok az sayıda erkeğin okuma-yazma bildiği bir toplumda Ümmü Seleme’nin okuma yazma bilmesi önemli bir ayrıcalıktır. Ümmü Seleme Müslümanlar arasında fakih kabul edilen ve fetva veren kadınlardan birisidir. Ümmü Seleme, fesahat ve belagatte çok ileri derecede idi. İlim, dirayet, siyaset sahibiydi. İbadete düşkündü ve çok cömertti. Aynı zamanda mütevazi ve sıkılgandı. Ayrıca, Medine’ye hicret eden ilk Mekkeli kadın sıfatını da taşımaktadır. Onun Hz. Peygamber’e sorduğu sorular neticesinde Âl-i İmrân 195, Nisâ 32, Ahzâb 35 ayetlerinin nazil olduğu rivayet edilir. Ayetler mealen şöyledir: “Allah da onların duasına karşılık verdi: Ben, sizden erkek veya kadın hiçbir çalışanın amelini zayi etmem, siz birbirinizdensiniz. Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, benim yolumda işkence edilenler, savaşan ve öldürülenlerin, elbette günahlarını örteceğim ve onları alt taraflarından ırmakların aktığı cennetlere girdireceğim. Allah katından bir mükafat olarak... Mükafatın en güzeli Allah katındandır.”(Al-i İmran 195) “Allah'ın, sayesinde bir kısmınızı bir kısmınıza üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir nasip olduğu gibi, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır. Allah'ın kendi fazlından (bağışından) isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. (Nisa 32) “(Allah'a) teslim olmuş erkek ve kadınlar, İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, İtaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, Doğru, sadık erkekler ve doğru, sadık kadınlar, Sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, Irzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar... Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir ödül hazırladı. (Ahzab 35) Velhasıl Ümmü Seleme, Uhud savaşında, Hudeybiye’de, Hayber’in fethinde, Mekke’nin fethinde, Taif kuşatması ve Veda Haccı’nda Peygamberimizle birlikte oldu. Peygamberimiz ‘in vefatından sonra ise Müslümanların müracaat ettikleri bir ilim ve irfan mektebi olarak yaşamını sürdürdü. Kur’an’ı Peygamberimizin üslubunda okurdu. Peygamberimizle evlendiğinde 44 yaşında idi. 84 yaşında vefat etti. Peygamberimiz ‘in en son vefat eden zevcesidir. Baki Kabristanlığına defnedilmiştir. Allah rahmet eyleye… Bitti

14 Şubat 2021 Pazar

COVİD-19 İLE ÖLÜM DANSINA DOĞRU - KUNTA HORA-

COVİD 19 İLE, ÖLÜM DANSINA DOĞRU -Kunta Hora- -Kemiklerimizden ve kafataslarımızdan mabetler inşa edilmesini istemiyorsak, yetkililere kulak verelim, efelenmeyelim, magandalaşmayalım ki; ölüm dansı yapmak zorunda kalmayalım…- Rüştü KAM On dördüncü yüzyılda Avrupa’da büyük bir Veba salgını olmuştur. ‘Kara Ölüm’ de derler adına. Kara Ölüm yaklaşık 10 yıl içinde Avrupa’da nice köyleri ve nice şehirleri haritadan silmiştir. Kitleler halinde ölümlere sebep olmuştur. Yaklaşık 16 milyon insan Kara Ölüme kurban gitmiştir. 75 milyon insan da bu Kara Ölüm ‘den etkilenmiştir. İnsanlar çaresiz kalınca sığınacak bir kucak, bir yer aramaya başlamışlardır. Ölüme bakışları da değişmiştir insanların. Ölüme ve ölüm sonrasına inanmayanlar bile, çaresiz kalmıştır. İnsanlar kilise ve din adamlarına sığınmaya başlamışlardır. Son olarak çareyi onlara sığınmakta aramışlardır. Kilisenin ve din adamlarının da yaralarına merhem olamayacağını anlayınca; bizler ne yaptık da bu hale geldik diye kendilerini sorgulayacaklarına; kiliseyi ve din adamlarını sorgulamaya başlamışlardır. Sonunda anlamışlar ki, bu dünyada ölümden başka hakikat yok. Kara ölüm geliyor ve sorgu sual etmeden acımasızca insanları alıp götürüyor. Psikolojileri bozulan insanlar bir süre korku içinde yaşamışlar ve sonra da ölüm danslarıyla psikolojilerini düzeltmeye çalışmışlardır. Ölüm dansı. Herkesin mutlaka öleceğini, bildikleri, gördükleri ve anladıkları için ölüm danslarında mutluluk aramışlardır. Bulmuşlardır o mutluluğu. Ölüm dansında sınıf farkı yoktur. Bir gün önce ölmekle bir gün sonra ölmenin arasında da fark yoktur. Biraz sonra kendisiyle ölüm dansı yaptığı, elinden tuttuğu o kişi ölecektir. Ölüm hakikattir, gerçektir. Bu gerçek herkes tarafından anlaşılmıştır. Tek çare onu kabullenmek ve onunla dans etmektir. Çeşitli sınıftan insanlarla (kral, şövalye, tüccar, doktor, hırsız, köylü, din adamı) çalgılar eşliğinde dans etmek insanları rahatlatmaya başlamıştır. Kara ölüm, bu dünyada ölümden başka hakikatin olmadığını herkese göstermektir. Denize düşülmüştür, yılandan başka sarılacak bir şey yoktur. Sedlec’te Kara Ölüm ’ün hikayesi şöyle başlar: Prag yakınlarında bir kasabadır Sedlec. Kunta Horada. Sedlec Manastırının baş rahibi Heinrich, Bohemya kralı II. Otakar tarafından 1278 yılında Kudüs’e elçi olarak gönderilir. Heinrich kutsal topraklardan dönerken Golgotha’dan bir avuç toprak alır ve bu toprağı manastırın mezarlığına serper. Böylece bu mezarlığın da kutsal toprakların bir parçası olduğuna inanılır. Bunu duyan halk, kutsallaşan bu mezarlığa gömülmek ister. Etraftan duyan gelir, herkes oraya ölmek için gelmektedir. Mezarlık insanları almaz olur. Veba salgını da başlayınca iş, içinden çıkılmaz hale gelir. Çareyi mezarlığı genişletmekte bulurlar. 3.5 hektara kadar genişletirler. Daha fazla genişletme imkânı kalmayınca eski mezarlardaki kemikler çıkarılır ve odun istif eder gibi bir köşeye piramitler şeklinde istif edilir. Orta Çağ’da hem salgın hastalıklardan ve hem de savaşlardan dolayı yığınla ölümler olduğundan dolayı kemikler, aynı, odunluğa odun dizer gibi kümelenerek saklanırmış. Avrupalılar böyle yaparlarmış. Böylece kutsal mekânda defnedilmek için gelen yeni insanlar, boşalan mezarlara defnedilmeye devam edilmiş. 1511 yılına gelindiğinde, bu kutsal mezarlığa bir de kilise inşa edilir. Kilisenin mahzenine de mezardaki ölülerin kemikleri, görme engelli bir Sistersiyen keşişi tarafından odun istifi gibi istif edilir. Böylece altı tane piramit oluşur. Sistersiyen tarikatı; Hristiyanlığın Katolik koluna bağlı kendilerini dünya işlerinden uzaklaştırmış keşiş ve rahibelerden oluşan bir tarikattır. 1703-1710 yılları arasında İtalyan asıllı Çek mimar Jan Blazej Santini kiliseyi yeniden inşa eder. Kilisenin iç dekorasyonunda mahzendeki bu kemikleri kullanır. Kilisenin ortasındaki o büyük avizeyi insan vücudunda bulunan tüm kemikleri kullanarak dizayn eder. Mahzendeki kemikleri kilisenin içine taşır ve orada piramitler oluşturur. Piramitlerdeki kemikleri birbirine bağlamadan üst üste yığar. Piramitlerin en üstüne de taçlar yerleştirir. Bu insan kemikleri, Tanrı’nın huzurunda mahkemeye çıkmış olan insanları sembolize edermiş. Kurtuluşa eren insanların kemikleriymiş bunlar. Mahkemeleri görüldükten sonra, Tanrı onları ödüllendirmiş, kemikleri onun için kilisenin içinde sergilenmekteymiş. Ölümün, insanlar arasında hiçbir fark gözetmediğini sembolize edermiş bu piramitler. Ancak, yaşamlarını dürüst bir şekilde, adil ve hakça sürdürenler sonsuz mutluluğa ve cennete ulaşabilirlermiş. Piramitlerin üzerindeki taçlar Cennet’i temsil edermiş. Yani bu kilisede piramide malzeme olan herkes Cennetlikmiş. Kilise 1800’lü yıllarda, İmparator II. Josef (1780-1790) tarafından kapatılır, ayinler yasaklanır. Kapatılır ama yıkılmaz. Kilisenin mülkleri Orlikli ünlü Schwarzenberg ailesi tarafından satın alınır. Kilise’nin Swarzenberglerin mülkiyetine geçmesinden sonra, günümüzdeki kemikli dekorasyon Çek ahşap oymacısı Frantişek Rint tarafından yeniden dizayn edilir. Rint, orijinaldeki altı kemik piramidinin ikisini bozarak bugünkü dekorasyonu oluşturur. Ayrıca, istek üzerine Schwarzenberg ailesinin armasını da dekorasyona yerleştirir. Orada bir karga figürü vardır. Söylenenlere göre bu armadaki karga figürü, “Türk’ün gözünü oyan karga’’ olarak sembolize edilmiş. Yaklaşık 40.000 insan iskeletinden oluşan bu kilise dekorasyonu, insanoğluna” ebediyetin değerini ve gerçekliğini” hatırlatmaktaymış. Kapıdan girer girmez irkiliyorsunuz. Her yanı ayrı bir ürpertici olan kilisenin tam ortasında bir avize yer alıyor. Kafatası kemiklerinden oluşan bu avize ve kalkan yürekleri ağızlara getiriyor. Ürperti veriyor, dehşete düşürüyor. Eşimle birlikte gitmiştim ben bu kiliseye, izin için Türkiye’ye giderken. Eşim hemen çıkalım buradan ben dayanamayacağım diyerek kendisini dışarıya atmıştı. Evet burası Sedlec kemik kilisesi…Cennetliklerin kilisesi. Bu kiliseyi merak edenler, bir hafta sonu gidip görebilirler. Prag’tan 70 km. ilerde. İzin için Türkiye’ye gidenler de Prag’tan sonra 70 km. İçeriye girerek bu kiliseyi görebilirler. İbret almak için gezip görmek lazımdır. Ben derim ki; Orta Çağ Avrupası’nda toplamda 16 milyon insanın ölümüne sebep olan Veba salgını, insanların umutlarını yerle bir etmiştir. Kiliseye ve din adamlarına sarılan insanlar orada da aradıklarını bulamayınca, ölüm dansına başlamışlardır. Burada bir yaşanmışlık var. İbretlik bir sahne var, eser var burada. 21. Asırdayız. Covid-19 Pandemisi dünyayı kasıp kavuruyor. İnsanlar sorumsuz, söylenene kulak asmıyorlar. Yetkililer perişan. Bir salgın hastalık var. Dizginlenmesi oldukça zor olan bir salgın bu. İlaç yok, aşı yok, virüs yok edilemiyor. İnsanların rahat bir nefes alması zaman alacak. Aşı geliştiriliyor ama, herkese aynı anda çare olmuyor, geliştirilenler de hemen yetiştirilemiyor insanlara. Aşıya güvenmeyen insan çok fazla. İnsanlar provoke ediliyor. Eline sazı alan vuruyor teline, bir ses çıksın da ister ölçülü olsun isterse ölçüsüz fark etmiyor onlar için. Yeter ki bir algı oluşsun, onu istiyorlar. Sorumsuz sorumlu insanlar bunlar. Kimisi siyasetçi, kimisi sanatçı, kimisi akademisyen… Ağzı olan konuşuyor. Hastalık üzerinden siyaset yapıyorlar. 8 milyar insanın yaşadığı dünyada bir günde 8 milyar aşının yapılmasının imkânsız olduğunu bildikleri halde bunu yapıyorlar. Salgınlar hafife alınıyor. Maske takılmıyor, sosyal mesafe korunmuyor. Temizliğe dikkat edilmiyor. ‘Maskeni takar mısın’ diye birisine ikaz da bulunsanız, hakarete uğruyorsunuz. Toplu ölümler salgınlarla birlikte gelir. Yukarıda Orta Çağ örneğini sundum. Salgın, sınır tanımaz. Acımasızdır. Sanki birisi insanlardan intikam alıyor gibidir. Soykırım gibi bir şeydir salgın hastalıklar. Önünde durulmaz, duramazsınız. Öyleyse nedir bu aymazlık. Kendisine saygısı olmayanın başkalarına saygısı mı olurmuş. Olmuyor zaten. Sokaklar maganda dolu. Böyle giderse yakında ölüm dansları başlayacaktır. Buna hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihte birçok salgın hastalık olmuştur. Genel adıyla Veba salgını da denir bu salgınlara. 21. Asrın Covid-19 salgınının geçmiş zamanlarda olan salgınlardan farkı yoktur. Eğer bizler de, 21. yüzyılda yaşayan bizlerden söz ediyorum, Covid-19 salgınını hafife alırsak, yetkililerin uyarılarına kulak vermezsek, Sedleclilerin başına gelenler bizim de başımıza gelecektir. O zaman toplu ölümler başlayacak, umutlarımız kaybolacak, sığınılacak başka kucak kalmayacaktır. İşte o zaman bizler de ölüm dansı yapmaya başlayacağız. Kemiklerimizden ve kafataslarımızdan mabetler inşa edilmesini istemiyorsak, yetkililere kulak verelim, efelenmeyelim, magandalaşmayalım ki; ölüm dansı yapmak zorunda kalmayalım…