31 Ocak 2022 Pazartesi

DEĞER VERİLENLERE SAYGISIZLIK YAPMAMAK GEREKİR/SEZENAKSU VE ŞARKISI ÜZERÜNE

30.01.2022 23:23 ...Abone Ol Her insanın, her toplumun, her dinin kutsalları vardır. Değer verdikleri şeylerdir bunlar. Bu değerler aşağılanamaz, hor görülemez, yok farz edilemez, görmezden gelinemez. Fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi bahanelerin arkasına sığınılarak insanlar rencide edilemez. Böyle yapılırsa hak ihlali yapılmış olur. Hak ihlali yapan, insanlık suçu işlemiştir. İnsanların kutsallarına küfretmek, saygı göstermemek nefreti doğurur. Nefret çatışmayı tetikler. Toplum gerilir. Suç işleyen alkışlanırken mağdura sabır tavsiye edilemez. Mağdur olan şahsın da aynı derecede suç işleyene mukabele etme hakkı vardır. Burada suç işleyenin özür dilemesi gerekir. Nefret suçunu işleyen makam –mevki sahibi ise, meşhur bir kişiliği varsa kendisini toplumun kanaat önderi olarak gören bazı kişilerin o kişinin avukatlığına soyunmaları şık durmaz. Ölmüş olan kişilerin geriye bıraktıkları miraslar üzerinden konuşulması anlaşılabilir bir şeydir ama insanların değerlerini aşağılayan kişi sağ ise ve sessiz kalmayı tercih ediyorsa onun avukatlığına soyunmak yanlış olur. İşlenen suçun da geçmişte işlenmesiyle bugün işlenmesi arasında fark olmaz. Suç suçtur. Hele bu nefret suçu ise, o her zaman güncelliğini koruyan bir suçtur. Yüce Yaratıcı bu konuda şöyle der: "Onların Allah’tan başka yalvarıp sığındıkları varlıklara sövmeyin ki onlar da kin ve cehaletten dolayı sizin İlahınıza sövmesinler: zira biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. Ama zamanı geldiğinde onlar Rablerine döneceklerdir: O zaman Allah onlara bütün yaptıklarını en doğru şekilde anlatacaktır."(Enam 108) “Başka insanların kutsal saydığı, değerli saydığı herhangi bir şeye -bu, Allah’ın birliği prensibini ihlal ediyor olsa bile- sövmenin yasaklanması çoğul olarak ifade edilmiştir ve bu nedenle bütün müminlere hitap etmektedir. Böylece Müslümanların, başkalarının yanlış inançlarına karşı çıkmaları istendiği halde, bu inançların temel unsurlarını tezyif etmelerine ve böylece hata yapan insanların duygularını incitmelerine izin verilmemiştir.” Bu açıklamayı Meal sahibi Muhammed Esed yapmıştır. Müslümanlar, Gayrimüslimlerin değer verdikleri şeylere küfretmemelidirler, o değerleri aşağılamamalıdırlar, o değerler üzerinden inançlılar rencide edilmemelidir. Kur’an bunu yasaklamıştır. Bu ayet, sadece Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde geçerlidir de Müslümanların kendi aralarındaki münasebetleri düzenleme de geçerli değildir diyemeyiz. Bu egoistçe bir yaklaşım olur. Veya, Gayrimüslimler Müslümanların değer verdiği şeylere küfredebilirler; çünkü onlar ile ilgili bir düzenlemeye Kur'an yer vermemiştir de diyemeyiz. İster inançlı olsun isterse inançsız; kim olursa olsun hiçbir kimse diğerinin değer verdiği şeye küfretme hakkına sahip değildir. O insanların inançlarının doğruluğu veya yanlışlığı küfretmelerinin bahanesi olamaz. İnsan hakları açısından bakıldığında bu böyledir. Birisi kalkar da bir densizlik yaparsa ve de o densize birileri de destek olursa, onun avukatlığına soyunursa o kişinin de o küfredenle beraber aynı kefeye konulması gerekir. Küfretmenin içine; itibarsızlaştırma girer, alay etme girer, dalga geçme girer... Bu yapılan ister küfür içeren sözlerle olsun ister şiir dizelerinde ister tiyatro sahnesinde ister karikatür yapılarak isterse de şarkı söyleyerek olsun, fark etmez. Kur'an bu konu da biraz daha hassas davranır ve "kaş-göz hareketleriyle" aynı işi yapanlara da" veyl olsun/ yazıklar olsun" der.(Hümeze suresi) Kur'an insan onurunu her fırsatta öncelemiştir. Müslümanlardan da aynı hassasiyeti ister. Kur'an işi yapanla işi yapanı alkışlayanı aynı tencereye koyar. Hangi mevkide hangi pozisyonda, hangi makamda olursa olsun Kur'an haklar açısından herkesi aynı derecede eşit görür. Müslümanlar ne zaman adam olur derseniz cevabım şöyle olur; değerlerine sahip çıktıkları zaman.

26 Ocak 2022 Çarşamba

KOVİD-19 VİRÜSÜ İLE MÜCADELE EDERKEN TOPLUCA DUA ETMEK LAİKLİĞE AYKIRI MIDIR?

Kovid-19 salgını aldı başını gidiyor. Hergün yeni yeni isimlerle piyasaya sürülen veya mutasyona uğrayan değişik Kovid-19 versiyonlarıyla tanıştırılıyoruz. Vaka sayıları artıyor, Kovid-19’dan veya Kovid-19’a bağlı olan hastalıklardan ölenlerin sayısı anahaber bültenlerinin konusu olmaya devam ediyor. Temcid pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze mi konuyor, yoksa yeniden mi pişiriliyor hergün bu pilav tam olarak bilemiyoruz. Bu belirsizlik de insanların moralini bozuyor, pisikojilerini bozuyor. Yine Kovid-19 virüsüne bağlı algı operasyonları da hız kesmeden devam ediyor. İnsanların bir kısmı hiç aşı olmazken diğer bir kısmı üçüncü dördüncü aşısını olmuş. İnsanlar aşılılar ve aşı karşıtları diye kamplara bölünmüş durumda. Yetkililerin “Aşı olsan da olmasan da Kovid-19’dan kaçış yok.” açıklamaları insanları oldukça tedirgin ediyor. Hele bir de maske rezaleti var. Kimisi bir kullanımlık kimisi iki- üç kullanımlık. Maske üzerinden vurgun yapanların sayısı oldukça kabarık. Devlet yetkilileri ve bakanlık koltuğuna oturan zevât bile vurgun peşinde. Seyahet özgürlüğü, eğlence özgürlüğü, alı-şveriş özgürlüğü kısıtlanmış. Misafirliğe gidip gelinemiyor. Dostlarınızla aranıza 1.5 metre mesafe koymak zorundasınız. Öyle kucaklaşmak, koklaşmak, öpüşmek falan yok. Günlük yaşam felç olmuş durumda. Bütün bunlar oluyor olmasına da, herşey insanların gözü önünde oluyor, insanlar bu sıkıntıları birebir yaşıyor ama ibret almayı hiç düşünmüyorlar. Bu salgınlar geçmiş yıllarda da olmuş. Toplu ölümler olmuş, bir nesil olduğu gibi hastalıktan kırılmış. Veba denilmiş, verem denilmiş, sarıhumma denilmiş, kolera denilmiş v.b. Bugün de Kovid-19 deniliyor, farklı bir şey yok. Yapılacak şey, yetkililerin uyarılarına karşı duyarlı olmak, ilgisiz kalmamak ve sonrasında tevekkül etmektir. Günümüz insanında eksik olan şey tevekküldür. Çünkü günümüz insanı her şeyi çok iyi bilir, her şeyi kendisi yapar, kimselere de muhtaç değildir. Muhatabınıza Yaratıcı’nın varlığından bile bahsedemediğiniz zamanlar olur. İsyanı tavan yapar. Tevekkülü yoktur. Geçmişten bize ulaşan bilgiler var. O zamanın insanları da başlangıçta benzer tepkileri vermişler. Sonuçta çareyi ölüm danslarıyla teselli bulmakta aramışlar kilise avlularında. Bizim gidişimiz de oraya doğru galiba. Yakında biz de ölüm dansları yapmaya başlayacağız. Çünkü Kovid-19 virüsü insanların aklını başından almadı daha. Toplu ölümlere de sebep olmadı daha. Çünkü kısa süre içinde ve hızlı bir şekilde önlemler alınmaya başlandı. Aşı konusunda da aynı şekilde tedbirler alındı. Yapılması gerekenler bu süreç içinde yapıldı. Yapılanlar kolay işler değildir. Dedikodular her zaman yapılır, dedikodulara bakarak yapılanları küçümsemek nankörlük olur kanısındayım. Yapılması gerekenler yapılmaya devam ediyor. Henüz havlu atılmamıştır. Ancak bütün bu tedbirler alınırken, toplu yapılan dualar ihmal edilmiştir. Ben rastlamadım. Hristiyan aleminde, Yahudi aleminde ve Müslüman aleminde veya Pagan aleminde ben böyle bir toplu duaya şahit olmadım. Bana göre eksik olan budur. Motivasyon dua ile sağlanır. Ritüeller motivasyon kaynağıdır. Bütün güçlerin üzerinde bir güce sahip olan ‘O’ varlıktan hiç yardım talep edilmemiştir. Talep edilmeliydi. Yaşama tutunmak için ümit içinde olmak gerek. Yani bizler hiç günah işlemedik mi? Nedir bu gurur bu kibir? Kimdir kafa tuttuğumuz o varlık? İnsanlık O varlığa rağmen mi sürdürüyor hayatını? Bu ne aymazlıktır? Daha bir sineği bile yaratamamışken, kime güveniyoruz ki? Neyimize güveniyoruz ki? Tanrılar adına kesilen kurbanlar, adaklar, yalvarışlar, yakarışlar boşuna değildir. Geçmişte bunlar yapılmıştır. Mesela Hitit Kralı ll. Murşili. Dua etmiş. Salgın hastalıkların zararından kurtulmak için yapmış bu duayı. Kral devletin başı demektir. Bugünkü başlar da aynı şeyi yapabilirler, yapabilirler değil yapmalıdırlar. Yok yok öyle demeyin, korkmayın, laiklik falan elden gitmez. Korkanların korktuğu şey başlarına gelmez. Hem böyle korku içinde yaşamanın anlamı da yoktur. Laiklik elden gidecek mi gitmeyecek mi, onu denemek gerekir. Üzerinden 100 yıl geçmiş hâlâ laiklik elden gidiyor diye korkulu rüyalar görmenin de anlamı yoktur. Artık bu kâbustan kurtulmak gerek. Bakınız, MÖ 2.000 yılında ll.Murşili ne yapmış, ne yapacak, dua etmiş: Hititler’de insanlara bulaşan tüm hastalıkların, tanrılar tarafından gönderildiğine inanılmaktaydı. Ülkeye zarar verme yönünden en çok korkulan hastalık da “salgın hastalıklar”dı. Hititler’de bu hastalık türüne genel olarak “henkan-/hinkan” adı verilmekteydi. Diğer hastalıklarda olduğu gibi, salgın hastalıkları iyileştirmek için de dinsel yollar seçilirdi. Bu yollardan biri ise, dua idi. Hastalıkların kaynağını tespit etmek ve iyileştirmek için yapılan dualara en güzel örnek, II. Murşili’nin veba duasıdır. M.Ö. 1321-1295 yılları arasında Hitit ülkesine hükümdar olmuş II.Murşili tarafından yapılan “Veba Duası” nın tanrıların öfkesini dindirmek amacıyla yapıldığı anlaşılmaktadır. Şiirsel anlatımı ile de edebiyat tarihi açısından ayrı bir yere sahip olan dua, Hitit Panteon(çoktanrılılıkta bir ulusun, bir halkın bütün Tanrıları)‘ un baş tanrısı olan Fırtına Tanrısı Teşup ve diğer Tanrılara olan hitapla başlar. “Ey Hatti’nin fırtına Tanrısı, benim Efendim ve ey Siz, benim Efendim olan bütün Tanrılar! Doğrudur, insan günah işler. Benim babam da günah işledi. Hatti’nin Fırtına Tanrısı’nın, benim Efendim’in sözünü dinlemedi. Ama ben, ben hiç günah işlemedim. Doğrudur, babamın günahı oğluna da geçer, bana da babamın günahı geçti. Şu anda Hatti’nin Fırtına Tanrısı’na, benimEfendime ve Efendim olan bütün Tanrılara iletirim ki, doğrudur, biz bu günahı işledik, bunu yaptık. Ve şimdi ben, babamın günahını doğruladığıma göre, Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, ey benim sahibim ve ey benim sahibim olan bütün Tanrılar! Niyetleriniz artık değişsin! Artık benim için de yeniden dostça şeyler düşünün! Ve artık vebayı Hatti ülkesinden kovun! Ey Tanrılar, siz ki benim sahibimsiniz. Eğer Tudhaliyas’ın kan öcünü almak istiyorsanız, bilin ki, Tudhaliyas’ı öldürenler, döktükleri kanın kefaretini ödediler ve Hatti ülkesi dökülen kan yüzünden yok olacak duruma geldi, böylece Hatti ülkesi de kefaretini ödemiş olmadı mı? Eğer bu kefareti ödemek sırası bana gelmişse, ben de şimdi bütün ailemi bu günahtan ve bu kefaretten kurtarmak istiyorum. Ve siz ey Tanrılar, sizler ki benim Efendim siniz, artık öfkeniz yatışsın. Ey tanrılar, benim sahibim olan Tanrılar, artık bana karşı eskisi gibi iyilikler düşünün. Dileğim huzurunuza varmaktır, huzurunuzda dua ettiğim için, kötü hiçbir şey yapmadığım için beni dinlemelisiniz, bir zamanlar yanlış yola sapanlardan, kötü işler yapanlardan hiç kimse kalmadı artık. Hepsi öldü. Ama babamın günahı bana bulaştığı için, yalnızca bunun için, bakın sizlere, ey Tanrılar, ey benim Efendilerim, Sizlere ülkem için, ülkemi vebadan kurtarmanız için, kefaret kurbanları sunuyorum. Bu acıları çekip çıkarın yüreğimden, ruhumdan bu korkuları alın benim.” Anlaşılan odur ki, Veba, Hitit devletini önemli ölçüde güçsüz bırakmıştır. Halk ve yönetim çaresizdir. Vebanın genellikle kentlerde ortaya çıktığını düşünecek olursak, Hitit ordularının da salgının şiddetine göre, başka kentlerde mevkilendirildiğini düşünmemiz doğru olacaktır. Bununla birlikte salgının, neredeyse tüm Önasya’yı etkisi altına aldığı görülmektedir. Hititler’in temizliğe ne denli önem verdiğini biliyoruz. Hattuşa’ya gidenler, MÖ 2.000 yılında şehrin kanalizasyon teşkilatını nasıl kurduğunu göreceklerdir. Evlerin banyolarını göreceklerdir. Isıtma sistemlerini göreceklerdir. II. Murşili, ilk bakışta aleyhine görünen durumu belki de yaptığı dua ile kendi lehine çevirmeyi bilmiştir. Halkına özgüven aşılamıştır. Halkın motivasyonunu yükseltmiştir. Halka yalnız olmadıklarını anlatmıştır, bir Sahiplerinin olduğu düşüncesini kavramalarını sağlamıştır. Ümit vermiştir halkına. Ben inanıyorum ki; günümüz insanları da devletlerin başları tarafından yapılacak böyle bir dua ile motivasyon kazanacaklardır. Bu mümkün olacak bir şeydir. Denemenin zararı olmaz.

YETER ARTIK EY MAGAZİN FAHİŞELERİ

Kara mizah almış başını gidiyor. Vur abalıya mantığı. Amaç üzüm yemek değil bağcıyı döğmek. Derenin alt tarafında olan koyuna, üst tarafında olan kurdun, niçin benim suyumu bulandırıyorsun mantıksızlığı. Biraz insaf lazım, biraz aklıselim lazım. Nerede o vatan sevgisi nerede o millet sevgisi. Ne oldu sana ne oldu böyle. Kimsin sen. Kimedir hıncın. Magazin fahişeleri bunlar. Bunların derdi günü kurtarmak. Alavere dalavere yaparak nöbeti Kürt Mehmet’e yıkmak. Ben 70 yaşıma geldim. Kendimi bildim bileli bu kara mizah devamlı yapılır. Nehar Tüblek’in kaleminden yapılırdı o zamanlar, şimdi Nehar Tüblekler çoğaldı. Filim çekilirdi köyün hocası pejmürde kıyafetiyle ve tiksindirici sakalı ve cübbesiyle, şeytani görünümler arz ederdi. Köy ağasının ayak oyunlarının figüranlığını yapardı. Amaç o şeytan kılıklı hocanın üzerinden İslâm’a saldırmaktı. Nehar Tüblek de aynı mantıkla çizerdi karikatürlerini. Günümüzde o algı mantığı değişmedi. Bir öğrenci yurdunda yangın çıksın, hurraaa… Hep bir ağızdan öğrenci yurdu üzerinden hedefe konan yine İslâm’dır. Sapığın birisi cinsel istismar da bulunur -bu sapık konu mankeni de olabilir- hurraaa … Yine cinsel istismarcı üzerinden İslâm’a saldırılır. Bir cemaat yurdunda gencin biri intihar eder hurraaa… O cemaat üzerinden İslâm’a saldırılır. Yetti artık be. Gerçekten yetti. Kimsiniz siz, kimin davuluna tokmaklık yapıyorsunuz? Sanatçısıyla, siyasetçisiyle, medyasıyla, sosyal medyasıyla koro halinde vur abalıya. Dün Müslüm Gündüz üzerinden, Fadime Şahin üzerinden, Ali Kalkancı üzerinden İslâm’a saldıranlarla bugün saldıranlar aynı zihniyetin sahipleridir, sadece isimleri, kimlikleri değişiktir. Nur cemaatine oldum olası mesafeli durmuşumdur. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı, bu insanlar evlerde yurtlarda dergâhlarda çalışmalar yaparlar, risaleler okurlar, gazeteleri vardır, dergileri vardır, yurtları vardır, dershaneleri vardır, okuyucuları vardır, yazıcıları vardır, tarikatları vardır. Bu insanlar 82 milyonun içinde yaşarlar. Bunların dışında başka cemaatlerde vardır; Süleymancıları vardır, Menzilcileri vardır, İskender Paşacı cemaati, İsmailağa cemaati vardır, daha başkaları da vardır. Allah aşkına bugüne kadar bu cemaatlerin (fötö hariç) hangi terörist eylemi yaptığını, vatanın hangi değerini aşağıladıklarını, milletin hangi kutsalına el uzattıklarını gördünüz? Nur cemaati; yazıcısıyla, okuyucusuyla hep birlikte taaa en başından beri Fethullah Hoca(!) grubunu Nur Cemaatinin dışında tutmuştur. Hiçbir zaman onlara Said-i Nursi’nin öğrencisi gözü ile bakmamışlardır. Onu diğer cemaatlerle karıştırmamak lazımdır. Hal böyle iken, her yaprak kımıldadığında Müslümanların üzerine yapılan bu saldırılar neyin nesidir? Demokratız dersiniz saldırırsınız, Atatürkçüyüz dersiniz saldırırsınız, Liberaliz dersiniz saldırırsınız. İşiniz hep saldırmaktır, tek bildiğiniz şey saldırmaktır. Magazin fahişeleri, bu sefer Enes Kara üzerinden saldırıyorlar. Ajitasyon yaparak saldırıyorlar. Gelenek değişmiş değil, hedef yine İslâm. Allah rahmet eylesin Enes Kara’ya. Ailesine de sabırlar diliyorum. Hiç kimseye Allah evlad acısı yaşatmasın. Zor bir şeydir. Acıların en büyüğüdür. Ancak çocuk ateist, herhangi bir inanca sahip değil. Ailesi oğullarını okutmak istiyor belli ki, anlaşılan maddi durumları yeterli değil. Çocuk hayattan kopmuş, okumak istemiyor. Ancak içine kapalı birisi olmalı ki, bu halini kimseye açamıyor. Bunalıma giriyor ve intihar ediyor. Bu çocuğun ateist olmasında bugünün çığırtkanlarının da payı vardır. Bu genç durduğu yerde ateist olmadı. Hiçbir kutsal değere saygısı olmayan magazin fahişelerinin de o çocuğun ateist olmasında katkıları vardır. Biz sosyal demokrasiye inanırız diyenlerin de dahli vardır. ‘İnançlı bir nesil istemezük! diye bağıranların da dahli vardır. Suçlu aranıyorsa o suçlu gösterilen adreste değil, o adresi gösterenlerin içinde aranmalıdır. Ben Avrupa’da yaşıyorum. Geçmişi ‘engizisyonlara’ dayanan Avrupa ülkelerinde, Ortaçağ karanlığını yaşayan Avrupa ülkelerinde. Onların içinde ateist olanlar da var. Ama ben öyle ulu orta, pervasızca, sırf algı oluşsun diye halkın çoğunluğunun kabul ettiği Hristiyanlığa saldırdıklarını işitmedim okumadım onların. “Hem biliyor musunuz? Ekşi sözlükte şöyle bir tespit var: Ateistlerin intihar oranı, bir dine inananlara kıyasla çok daha yüksektir. kendisini bir dine nispet etmeyenler arasında intihar teşebbüsünün yaygınlığı, günümüzde birçok araştırma tarafından da ortaya koyulmuştur. Bunların en büyük sebebi, “dinlerin sabır telakkisi, her şeyin bir anlamı olduğu mesajı, hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağı ve nihai adaletin gerçekleşeceğine dair mesajlardır.“ Sizler kimsiniz ey tatlı su balıkları! Sizler kimlerin neslisiniz! Halkı Müslüman olan ülkede yaşıyorsunuz, bari biraz arlanmanız olsun, utanmanız olsun da içinde yaşadığınız ülke insanının dini inançlarına biraz saygı gösterin! Üstelik bu dini cemaatlerin oluşmasına siz çanak tuttunuz. Atatürkçüler, sosyal demokratlar çanak tuttular. Tekke ve Zaviyeleri niçin kapattınız. Hangi olumsuz faaliyetlerinden dolayı kapattınız. Kapattınız da onlar yok mu oldu. Onları kapatmasaydınız kontrol altında tutma imkânınız olacaktı. Yazımı Ahmet Hakan’ın Enes’in babası için yazdığı şu cümleleriyle bitiriyorum: -“ Evladını senin kayıtsızlığın ve muazzam anlayışsızlığın öldürdü. - İntihara kadar sürüklenecek bir psikolojiyi fark edememiş olman öldürdü. - “Oğlum, galiba senin bir derdin var, hadi anlat bana” dememiş olman öldürdü. - Kendisini gayet ifade eden oğluna kulak vermemen öldürdü. - Oğlunun bunalımını ciddiye almaman öldürdü. - Oğluna “Sakın kendini baskı altında hissetme evladım” dememen öldürdü. - Oğlunu cemaate terk ederek her şeyin en güzelini yaptığına duyduğun kesin inanç öldürdü. - Sorumluyu asla kendinde aramayan, hep başkalarında arayan şu sorumsuz tabiatın öldürdü.“

LAĞIM MEDYASI CHP TOPLANTI BERLİN

Rüştü Kam CHP Berlin Birliği tarafından organize edilen toplantıya davet edildim. Davete icabet ettim. CHP Genel Başkan Yardımcıları Oğuzkaan Salıcı, Ahmet Ünal Çeviköz ve CHP İstanbul Milletvekili Sera Kadıgil Sütlü konuşmacı olarak toplantıya katıldılar. Oturum başkanı Kenan Kolat tarafından kendilerine sırayla söz verildi. Konuşmaların merkezine iktidar partisi konuldu. Yaptığı her şey eleştirildi. ‘Ekonominin düzgün gitmediğinden, dış politikanın yanlışlığından, bürokratların kadın düşmanlığından, Kanal İstanbul’un yapımına mâni olunacağından, Libya’ya asker göndermenin yanlışlığından ve lağım medyasının CHP’nin haberlerini kasıtlı olarak vermediğinden bahsedildi’. Soru cevap bölümü kısa tutuldu. Dolayısıyla sorular cevapsız kaldı. Oğuzkaan Salıcı “salonda basın var, CHP’ li olmayanlar var bundan dolayı soruların yarısına cevap veremeyeceğim, soruların çoğu bizim iç meselemizle ilgilidir” diyerek soruların yarısını elediğini ifade etti. Devlet sırrı olsa tamamdır deriz, anlarız, ancak üyelerin parti hakkındaki tekliflerine verilecek cevapların basının ve CHP’ li olmayanların yanında konuşulamayacak kadar gizli olması ister istemez aklımıza CHP’ nin gizli ajandası mı var? sorusunu getiriyor. Toplantıda, Almanya’daki Türklerin sorunları ile ilgili bir paragraf açılmadı. Sadece CHP değil, CHP nin dışındaki partiler de buraya geldiklerinde aynı şeyleri yapıyorlar. İktidar partisi de dahil olmak üzere. İçinde yaşadığımız ülke Almanya. Bizlere anlatılan sorunlar Türkiye’nin sorunları. Paradoks değil de nedir bu. 11 ay Almanya’da yaşayan sene de 1 ay Türkiye’ye giden diasporayı Türkiye’nin sorunları niçin bu kadar ilgilendirsin. Bize lazım olacak olan Almanya’da yaşayan Türkiye insanına Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından hangi hizmetler sunulacaktır, hangi haklar verilecektir, hangi sorunlar çözülecektir, bunlardan bahsedilmiyor. Kanal İstanbul’u yaptırmayacaklarmış, yaptırmazsanız yaptırmayın, bize ne sizin kanal İstanbul’unuzdan… Bizim çocuklarımız değerlerinden uzaklaşmış, ırkçılık almış başını gidiyor, İslamofobi tavan yapmış; parti sözcüleri buraya gelip hâlâ Kanal İstanbul’dan bahsediyorlar…! Ayıptır, günahtır…Diasporasına bîgâne başka bir ülke yoktur herhalde dünyada… Ayrıca, konuşmalar insanlarımızı ayrıştırıyor. Her partiye göre, ayrıştıran hep öbürü oluyor. Parti sözcüleri kendilerini Türkiye’de sanıyorlar. Almanya’da yaşayan 4 Milyon insanımızın birlik ve beraberliğe ihtiyacı var. Türkiye’nin sorunlarını Almanya’ya getirmenin anlamı yoktur. Parti sözcüleri Almanya’da yaşayan insanımızın ihtiyaçları üzerinde çalışmalar yapmalı ve o çalışmaların doğrultusunda insanımıza yön vermelidir. CHP sözcüsü Sera hanım, “lağım medyası”ndan bahsetti. Yandaş medya demiyormuş artık, lağım medyası diyormuş. Bu ne kadar çirkin bir benzetmedir. Bu küfürdür. Bu küfür o salonda bana ve benim gibi arkadaşlara yapıldı. Salonda bulunan arkadaşlar da bu küfrü alkışladılar. Küfür kime yapılırsa yapılsın alkışlanmaz, ayıptır. Onlara göre, orada bulunan benim gibi gazeteciler lağım medyasının temsilcileri olduk. Sera hanımın bilmediği şey var; diaspora ne demek onu bilmiyor. Diasporada yaşayan insanlar hangi şartlarda yaşıyorlar onu da bilmiyor. Almanya’da hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun insanlar birbirlerine küfretmezler. Birbirlerine saygı ile davranırlar, birbirlerine tahammül ederler. Buraya gelip, hem de davet ettiğiniz insanlara lağım medyası diyerek küfrederseniz bu şık durmaz. Sosyal Demokratlığa ise hiç yakışmaz. Birlik ve beraberlik çağrısının sıkça yapıldığı bir toplantı da böylesine bir hakaret, olmadı, hiç olmadı, yanlış oldu. Ben Sera hanımın seviyesine inmeyi düşünmüyorum. Tribünlere oynamak her zaman fayda getirmez Sera hanım... Ben özelikle Sera hanımı Kenan kardeşimin müsaadesiyle şiddetle kınıyorum... CHP’ li kardeşlerimiz toplantıda neler konuştular özetle sizlerle paylaşacağım. Değerlendirmeleri sizlere bırakacağım: “CHP İyi Parti ve Saadetle ittifak yaptı. Aslında CHP normal şartlarda Saadet Partisiyle ittifak yapmaz. Şartlar bizi bu noktaya getirdi. CHP, tarihinde ilk defa İstanbul seçimlerinde %54 oy aldı. Bu başarıdır sonuç değildir. 17 yıldır iktidar olan bir partiye karşı başarı kazandık. İzlediğimiz strateji sayesinde elde ettik bu başarıyı. Yaptığımız bu ittifak, Türkiye normalleşinceye kadar devam edecektir. 2001 yılındaki Ecevit hükümeti zamanında da aynı durumları yaşadık. Yazar kasalar fırlatılıyordu başbakanlığın önüne. Başkanlık sistemine geçildiği günden beri de ekonomik kriz hızlandı. Sözcü gazetesinin yazarları fetöcü diye cezalandırıldı. Herkes bir araya gelerek bu iktidarı mutlaka devirmelidir. Buna ihtiyacımız vardır. İktidar Ortadoğu’ya müdahale etti, düşman kazandı. Arapların Türkiye’ye karşı güvenleri zedelendi. Müttefiklerimiz olan Avrupalılar da bizlere güvenmiyorlar artık. İktidar Türk askerini kullanarak kaybettiği güveni yeniden kazanmak istiyor. Libya’ya asker göndermenin arkasında yatan gerçek budur. Libya’ya asker gönderilmeyecek, cihatçı gönderilecek. Libya’ya asker gönderme isteği meclise geldi 3 partinin dışında kalan diğer partiler hayır oyu kullandılar. Askerlerin de %56 sı Libya’ya gitmek istemiyor. 2013 yılından beri İsrail’de, Mısır’da Suriye’de, Yemen’de Büyük Elçimiz yok. Dünyanın her tarafında olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar tacize uğruyorlar. CHP bu konuda mücadele ediyor. İktidar Ortaçağ özlemiyle yaklaşıyor kadınlarımıza. Akademisyenlerin %56’ sı kadın olmasına rağmen üst kademelerde kadın görmek mümkün değil. Buraya gelirken bir bayan anlattı, burada kadınlar için park yerleri varmış. Bu gibi uygulamaları biz Türkiye’de de uygulayalım, bizlere bu konularda ulaşabilirsiniz. İktidar kadınlara savaş açmış durumdadır. Lağım medyasını açın bakın bunları oralardan okuyabilirsiniz. Ben yandaş medya demiyorum artık, lağım medyası diyorum. Türkiye’de bürokratlar kadın düşmanıdır. Biz iki sene sonra iktidara geleceğiz, özgür ve güvenilir bir Türkiye kuracağız. Bazı sorular var, cevaplandırmam mümkün değil. Biz burada rahat konuşamıyoruz. Basının davet edilmesi bizim tercihimiz değildi. Bundan dolayı sorularınızın yarısını eliyorum. Medya bizim toplantılarımızı vermiyor. Faaliyetlerimizi düşüncelerimizi sizlere ulaştıramıyoruz. …Kanal İstanbul’u yaptırmayacağız.”

BİNMİŞİZ BİR ALAMETE ...SEZEN AKSU VE ADEM

“Binmişiz bir alâmate Gidiyoruz kıyamete Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e” Bu şiirden Adem ile Havva’yı çıkarın, yerine Atatürk ve Zübeyde’yi yazın ondan sonra ne olacak birlikte seyredelim. Yine de aynı tepki mi gösterilirdi? Bu bir şarkı sözüdür, fikir özgürlüğüne girer, üstelik yıllar önce yazılmış bir şiirdir, büyütmeye gerek yoktur mu denirdi? Okuyalım bakalım: Binmişiz bir alâmate Gidiyoruz kıyamete Selam söyleyin o cahil Atatürk ve Zübeyde‘ye Nasıl oldu, nevriniz döndü değil mi? Müslümanların değerleri vardır, kendilerine kimlik kazandıran değerlerdir bunlar. İnançlarından kaynaklanan değerlerdir bunlar. Türk olmalarından kaynaklanan değerlendir bunlar. Allah’tır, peygamberdir, kitaptır, bayraktır, vatandır, millettir, mezarlardır, ülkenin tapu senetleridir, bunların dokunulmazlığı vardır. Uluorta bu değerlere hakaret edilemez, aşağılanamaz, yok farzedilemez. Bu değerler yok fazedilirse yok oluruz. Sezen Aksu bir şiir yazmış ve sonra da onu bestelemiş. Günümüzün siyasi iklimini biraz değiştirmek isteyenler, bu şarkıyı arşivden çıkarmış tedavüle koymuş. Kim yaptıysa yanlış yapmıştır. İyi niyetle yapmamıştır. Fitneye sebep olan bir iş yapmıştır. Fitne katlden(öldürmekten) eşeddir. Sonrasında bu yanlışa, yanlıştır demek gerekirken, yanlış yapan koruma altına alınmış, kendilerine yanlış yapılanlar ise hedefe konmuştur. Onlara sabır tavsiye edilmiştir. Yeryerinden aynamıştır. Neymiş efendim; adem insan demekmiş, burada Hz. Adem kastedilmiyormuş, hem o olsa ne farkedermiş, zaten Allah’ın buyruğunu dinlemediği için cahillerden olmamışmıymış..., aman Allah’ım akıl tutulması mıdır, yoksa hainlik midir, nedir bu? O kadar ki, Sezen Aksu’yu savunacağız diye 9 takla atanlar bile var. Sezen Aksu üzerinden kanaat önderliğine soyunan kalemşörlere ne demeli. Tekrar ediyorum, bu şiirin sözleri yukarıda yazdığım şekliyle olsaydı. Yani Adem’i kaldırıp yerine Atatürk konulsaydı, Sezen Aksu yine de koruma altına alınır mıydı, masumdur denir miydi? Denir miydi gerçekten merak ediyorum? Böyle bir şiirin yazılması tesadüflerle izah edilemez. Mutlaka bir hesaba dayanarak yazılmış olmalıdır. Nüfusunun %90 ı müslüman olan bir ülkede o milletin fabrika ayarlarıyla oynanıyorsa orada bir hinlik vardır, masumluk yoktur. Biz bu filmi çok gördük. Burada açıkça, Hz. Adem ve Hz. Havva üzerinden dine saldırı vardır. Din itibarsızlaştırılmak istenmiştir. Günümüzün siyasi iklimine uygun bir balans ayarı yapılmak istenmiştir. "Sezen’in, ‘dini’ bir iddia taşımayan şarkısı" şeklindeki açıklamalar niyet okumadır. Sezen Aksu bu ifaderi bilinçsiz olarak kullanmış değildir. Eğer öyle olsaydı çıkar ve derdi; “benim bu yazdıklarım maksadını aşmıştır, halkımdam özür diliyorum.” Sezen Aksu böyle bir ifade kullanmaya ihtiyaç duymadığı halde, onun şakşakçıları Sezen Aksu adına açıklama yapıyorlar: ”İşte öyle demek istememiştir... Bizim literatürümüzde daha kötü ifadelere yer verilmiştir, hadis diye yer verilmiştir, şu ayet bu manaya gelir, öbür ayette de böyle birşey vardır, Süleyman Çelebi’nin mevlidinde daha kötü şeyler vardır, üstelik Sezen’in tevhid şarkısı bile vardır....” "İslâm'da, 'Bir sevap bir günahı' götürür diye bir kural mı vardır, vardır da biz mi bilmiyoruz? Yazık hem de çok yazık. Gelenekte yanlışlar vardır, yapılmıştır, bundan sonra da yapılacaktır. İnsanın olduğu heryerde yanlış olur. Temcid pilavı gibi ikide bir bu yanlışlar üzerinden İslâm'a ve Müslümanlara saldırmanın anlamı yoktur. Müslümanların değerlerine; söz yazarları hakaret ediyor, tiyatrocusu hakaret ediyor, siyasetçisi hakaret ediyor, karikatüristi hakaret ediyor vb. ama sabır nedense hep hakarete uğrayanlara tavsiye ediliyor, hakaret edenler ise 'ifade hürriyetinden dolayı yapmıştır' denilerek koruma altına alınıyor. Hem de bu işi Müslüman ilim adamları yapıyor. Yapmayın, etmeyin, Müslümanların yumuşak karınlarına fazla dokunmayın, dokunanlarla da aynı tasa kaşık sallamayın. Saygıdeğer ilim adamları, din‚ âlimleri, yazarlar-çizerler; hürmette kusur etmediğim, ilim adamı kimliğinizin önünde şapka çıkardığım üstadlar; bilhassa 20. yy.da Müslümanlar hedef tahtasına fazlaca konulur oldular. Bunların içinde sizler de varsınız. Salman Rüştü’sünden karikatüristine, şarkı sözü yazarlarından sinema filimlerine, dizilere ve tiyatro sahnelerine kadar, her yerde ve herkes tarafından Müslümanlar hicvediliyor. Hicvedenler, fikir hürriyetinden dolayı yapmıştır denilerek koruma altına alınıyor, hicvedilenler veya değerleri üzerinden dinlerine saldırılanlara ise sabır tavsiye ediliyor. İnsanları ayakta tutan kimlikleridir, kimlikleriyle varlıklarını sürdürürler veya geleceklerini inşa ederler. Bunları bize sizler öğrettiniz. Bizler Adem'i peygamber ve Havva'yı da peygamber hanımı biliriz ve öyle tanırız, bunu da sizler öğrettiniz. Bu konuda değişik görüşler olsa da halk böyle inanır, böyle bilir. Yani Âdem vahiy almıştır. Sezen aksu da bu sözleri bilinçli olarak yazmış olmalıdır. Eğer öyle olmasaydı çıkıp, "Ey halkım, ben maksadını aşan bir ifade kullanmışım, özür diliyorum” derdi ve konu kapanırdı. Halkımız hakarete maruz kalmıştır. Kırmızı çizgileri ihlal edilmiştir. Savunma hakları vardır, haklarını kullanmalıdırlar. Bu haklarını kullanıyorlar diye onlar aşağılanamaz, onlara hakaret edilemez, itibarsızlaştırılmaları için çalışılamaz. Onlara da derim ki; nerede duracağınızı biliniz ve söylemlerinizi hukuk çerçevesi dışına çıkarmayınız. Herkes haddini bilmelidir. Not: Yazımın altına yazıyı okuyan herkesin yorum yapma hakkı vardır. Ancak yorumlar maksadını aşmamalıdır. Küfür içermemelidir. İnsanları provoke etmemelidir. Kendi düşüncesine muhalif yazanları rencide etmememlidir. Gayet medeni bir şekilde görüşlerimizi yazmak zenginliktir. Bize yakışan da bu zenginliği yaşatmaktır. Ayakta tutmaktır. Uyarım konusunda gösterdiğiniz hassasiyetten dolayı teşekkür ederim.

DEĞER VERİLENLERE SAYGISIZLIK YAPMAMAK GEREKİR

"Allah'tan başka varlıklara yalvarıp sığınan kimselere sövmeyin ki, onlar da kin ve cehaletlerinden dolayı Allah'a sövmesinler. Zira biz, her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik. Ama zamanı geldiğinde, onlar Rablerine döneceklerdir. O zaman Allah onlara, bütün yaptıklarını en doğru şekilde anlatacaktır."(Enam 108) "Başka insanların kutsal saydığı herhangi bir şeye -bu, Allah’ın birliği prensibini ihlal ediyor olsa bile- sövmenin yasaklanması çoğul olarak ifade edilmiştir ve bu nedenle bütün müminlere hitab etmektedir. Böylece Müslümanların, başkalarının yanlış inançlarına karşı çıkmaları istendiği halde, bu inançların temel unsurlarını tezyif etmelerine ve böylece hata yapan insanların duygularını incitmelerine izin verilmemiştir." Bu açıklamayı Meal sahibi Muhammed Esed yapmıştır. Müslümanlar, Gayrimüslimlerin değer verdikleri şeylere küfretmemelidirler, o değerleri aşağılamamalıdırlar, o değerler üzerinden inançlılar rencide edilmemelidir. Bu ayet, sadece Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde geçerlidir de Müslümanların kendi aralarındaki münasebetleri düzenleme de geçerli değildir diyemeyiz. Bu egoistçe bir yaklaşım olur. Ayrıca, gayri Müslimler Müslümanların değer verdiği şeylere küfredebilirler; çünkü onlar ile ilgili bir düzenlemeye Kur'an yer vermemiştir de diyemeyiz. İster inançlı olsun isterse inançsız; kim olursa olsun hiçbir kimse diğerinin değer verdiği şeye küfretme hakkına sahip değildir. O insanların inaçlarının doğruluğu veya yanlışlığı küfretmelerinin bahanesi olamaz. İnsan hakları açısından bakıldığında bu böyledir. Birisi kalkar da bir densizlik yaparsa ve de o densize birileri de destek olursa, onun avukatlığına soyunursa o kişinin de o küfredenle beraber aynı kefeye konulması gerekirr. Kimse layüsel değildir. Küfretmenin içine; itibarsızlaştırma girer, alay etme girer, dalga geçme girer... Bu yapılan ister küfür içeren sözlerle olsun, ister şiir dizelerinde, ister tiyatro sahnesinde, ister karikatür yapılarak isterse de şarkı söyleyerek olsun...farketmez. Kur'an bu konu da biraz daha hassas davranır ve "kaş-göz hareketleriyle" aynı işi yapanlara da "veyl olsun, yazıklar olsun" der. Kur'an insan onurunu her fırsatta öncelemiştir. Müslümanlardan da aynı hassasiyeti ister. Kur'an işi yapanla işi yapanı alkışlayanı aynı tencereye koyar. Hangi mevkide hangi pozisyonda, hangi makamda olursa olsun Kur'an herkesi aynı derecede eşit görür. Müslümanlar ne zaman adam olur derseniz cevabım şöyle olur; değerlerine sahip çıktıkları zaman

22 Aralık 2021 Çarşamba

AHLÂK İMANDAN BİR CÜZDÜR

Prof.Dr.mehmet Akif Koç Rüştü KAM 22.12.2021 Bugün(2021) yeryüzünde yaklaşık 2 milyar Müslüman yaşamaktadır. Yani dünya nüfusunun 1/3 i Müslümandır. Müslümanlar Tevhid inancına sahip olan inançlılardır. İnandıkları Allah tek olduğu gibi peygamber olarak da son peygamber Hz. Muhammedin ümmetidirler. Allah birdir Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür diye inanırlar. O Müslümanlar Ahirete de inanırlar. Orada hesaba çekileceklerine de inanırlar. En azından biz böyle biliriz onları. Hesaba çekilecekleri konular dünyada işledkleri ile ilgilidir: „Neden yalan söyledin, neden kul hakkı yedin, neden insanları aşağıladın, neden fakir fukaranın hakkını gaspettin, neden fakir fukaraya yardım etmedin, neden stokçuluk yaptın, neden zulmettin ve neden zalimlere yardım ettin, neden yeşili korumadın, neden haram yedin, neden dünyayı imar etmedin, neden insan hakları konusunda duyarsızdın, neden zalimin zulmüne direnmedin, neden, neden, neden...“ Günümüz Müslümanlarının çoğunun bu sorulara vereceği cevapları yoktur. Çünkü bu soruların cevabı Ahlâkın konusudur. Bu soruları yanıtsız bırakanlar Ahlâksızlık konusunda israrcı olanlardır. Üçüncü kişiye dokunmayanlardır bunlar. Egoisttirler. Ahlâk da imandan bir cüzdür. Kıldıkları namaza, yılda bir tutacakları oruca, riya olarak verdikleri zekata ve ömürlerinde bir gittikleri hacca güvenirler. Oysa Ahlâk ile desteklenmedikçe bütün bu ibadetlerin Allah’ın terazisinde ağırlıkları yoktur, bunu bilmezler, bilselerde çıkarlarına ters düştüğü için işlerine gelmez, ritüellere sarılmaları bundandır, sakal bırakmaları, başörtüsü takmaları bundandır. Prof.Dr.Mehmet Akif Koç Türk Eğitim derneğinde verdiği konferansta bunları ve bunlardan daha fazlasını söyledi. "Ahlâk imandan bir cüzdür" dedi, "yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren bir Müslüman, Müslüman olarak hayatını sürdüremez, iman ondan ayrılmıştır" dedi. Koç'un konuşmasında öne çıkan bazı tespitleri siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum: "Kur'an'ın 1/3 ri kıssalardan oluşur, buna rağmen Kur'an'ın ana konusu değildir. Ahlâk imandan önceki aşamadır, imandan sonraki aşama değildir. Yalnızca doğru değil dosdoğru olmak lazımdır. Müslüman yalan söylemez, söylüyorsa Müslümanlığı sorunludur. Ahlâk iman esaslarının içine girmelidir, teklif ediyorum. Ahlâklı olmak farzdır, Ahlâkın zamanı yoktur, vakti yoktur, her saniye her dakika Müslüman Ahlâklı olmak zorundadır. Müslümanlar itibar görmek istiyorlarsa Ahlâklı olmak zorundadırlar. Ahlâk ilkokul diplamasıdır, bu diplomayı alamayan sonraki aşamalardan geçip üniversiteyi okuyamaz, almazlar. Kur'an'ın ilk inen ayetleri Ahlâk ile ilgilidir, “yağcılık yapmayın, zulmetmeyin” der. Fakirin, zenginin malında hakkı vardır, vermez ise zorla alınacaktır, bu konu imanın değil Ahlâkın konusudur. Hümeze suresi Abese suresi ahlâkla ilgili surelerdir. İnsanların onuruyla oynamaktan, gururdan kibirden bahsederler. Müslüman olmak viraj almakla başlar, ahlâk Müslüman olma yolundaki ilk virajdır. İslam'ın olmazsa olmazıdır Ahlâk. Ahlâksızın namazı olmaz, orucu olmaz, haccı olmaz. Ahlâk olmazsa islam ölür. İbadetlerin kazası vardır, Ahlâkın kazası yoktur, telafisi mümkün değildir. Ahlâksız bir Müslmandan, Ataist bir insan daha hayırlıdır. İslam'ın ilk nehyettiği şey yağcılıktır, yağcılık kişiliksizliktir, Allah’tan başkasının gözüne girmerye çalışmaktır, Müslüman onurlu olur. Ulvi Alacakaptan, "Müslümanın takva dediği şey meğer para imiş" diyor. Bunu ilk duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm. Oysa ne kadar da haklıymış Ulvi alacakaptan. Müslümanlar iktidar olunca anladım ben, Ulvi Alacakaptan'ın ne demek istediğini. Ulvi alacakaptan’ın haksız çıkmasını çok istedim. Ama olmadı. Müslüman hakkını meşru yollardan arar, hangi sistem içinde olursa olsun bu böyledir. Zulüm kimden gelirse gelsin Müslüman zulme karşı durur. "Münafığın alameti 3 tür: Yalan söylemeyeceksin, sözünde duracaksın, emanete hiyanet etmeyeceksin." Edersen Müslüman değilsin demektir bu. Hani Ahlâk imandan bir cüz değildi. Müslümanın haram işleme kredisi yoktur, olamaz. "

12 Aralık 2021 Pazar

NEDEN AZINLIK (EKALLİYAT) FIKHI

Almanya’da yaşıyoruz. Müslümanız. Hristiyan olan bir toplum içinde azınlıktayız. Kabul ettiğimiz bir fıkhımız var. 1500 yıldan beri değişik coğrafyalarda hâkim güç olan Müslümanlar tarafından üretilen bu fıkıh Almanya’da azınlıkta olan Müslümanların problemini çözmüyor. Bundan dolayı Almanya’da yaşayan Müslümanların azınlık fıkıhlarını acilen üretmeleri gerekiyor. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için de aynı sıkıntı vardır, yazdıklarım onlar için de geçerlidir. “Fıkıh: Fıkıh, kelimesi İslam’ın ilk yıllarında bu günkü terim anlamında yaygın bir kullanıma sahip değildi. O zaman Araplar daha çok “fehm” kelimesini kullanıyorlardı. Şu var ki, ele alınan meselenin hassas ve derin bir incelemeyi gerektirdiğini görürlerse, muhtemelen o zaman bunu “fehm” yerine “”fıkıh” kelimesiyle ifade ediyorlardı. İbn Haldun Mukaddime’sinde bu duruma şu sözleriyle işaret eder: “Fıkıh, Allah Teâlâ’nın mükelleflerin fiillerine ilişkin vücub, yasaklama, nedb, kerâhe ve ibâha şeklinde koyduğu hükümlerin bilinmesidir. Bu hükümler Kitap, Sünnet ve Şâri’in onların bilinmesi için vazettiği diğer delillerden elde edilir. Hükümler bu delillerden çıkarıldığı zaman onlara “fıkıh” adı verilir.” Azınlık: Azınlık (Ekalliyât) kelimesi de uluslararası terminolojide kullanılan siyasi bir terimdir. Bu kavram, herhangi bir devletin vatandaşı olup, o devletin hâkim çoğunluğundan farklı din, dil veya ırk özelliklerine sahip bir grubu veya topluluğu ifade eder. Azınlık Fıkhı: Şer’î hükmün, cemaatin koşulları ve yaşadığı mekân ile irtibatını göz önünde bulunduran özel bir fıkıh türüdür. Bu fıkıh, özel koşulları olan ve başkaları için uygun olmayan hükmün kendisi için uygun olacağı sınırlı bir cemaatin fıkhıdır.”* Genellikle azınlıklar, medeni ve siyasi haklarda hâkim çoğunlukla eşit haklara sahip olmayı, inanç ve değerler alanında ise farklı ve ayrıcalıklı kabul edilmeyi talep ederler. Azınlığa önderlik eden birtakım oluşumlar azınlık üyeleri adına onların ihtiyacı olan konularda fıkıh üretirler. İlk vahyin inmesiyle birlikte, putperest bir toplum içinde Müslümanlar ‘azınlık‘ durumuna düştüler. Yıl 611. Müslümanlar o tarihten itibaren Tevhid inancının kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar. Azınlıkların nasıl yaşayacaklarına dair buyruklar vahiy aracılığıyla Peygamberimize ulaştırılıyordu. O da aldığı vahiyleri Allah’ı bir ve kendisini de Peygamber olarak kabul edenlere mevcut şartları göz önünde bulundurarak aktarıyordu, açıklıyordu. Böylece, azınlık (Ekalliyât) Fıkhı oluşmaya başladı. 615 yılında Habeşistan’a 15 Müslüman hicret etti. 616 yılında bu sayı 100’e yükseldi. Onlar da orada kendi fıkıhlarını oluşturdular. 622 yılında ise yaklaşık 400 kişi ile birlikte Peygamberimiz tebdil-i mekân yaptı. Müslüman azınlığın putperest toplum içinde yaşama şansı kalmamıştı. Onlar da hicret ettikleri yerlerde kendi fıkıhlarını oluşturdular. Çünkü yeni yerleşim bölgelerinde de azınlık durumundaydılar. 622 yılında Medine’nin nüfusu 12.000 idi. Müslümanlar 400 kişi. Medine yönetimi ve halkı Müslüman azınlığa imkân verdi. Onların inandıkları gibi yaşamalarına müsaade etti. Eman verdi. Müslüman azınlığın lideri Peygamberimiz (s) idi. Şartları iyi analiz ediyor, vahiyleri çok iyi okuyor ve Müslümanların zarar görmemesi için yaşam standartlarını dikkatli bir şekilde belirliyordu. Nerede olduğunu biliyor ve nereye gideceğinin planını o bilgiler ışığında yapıyordu. Çok iyi bir planlamacıydı. Peygamberimizin yaptığı bu planlamanın sonucu olarak çok kısa denebilecek sürede Müslümanlar azınlık durumundan kurtuldular ve sonraki süreçlerde hâkim güç haline geldiler. Azınlık statüsünden çıktılar. Genele şamil fıkıh oluşturmaya başladılar. 632 yılından sonraki süreçte ise Müslümanlık hızla yayılmaya başladı ve gittiği coğrafyalarda yine azınlıklar hep var olageldi. Peygamberimizin uygulamalarını esas olan o coğrafyaların Müslümanları kendi fıkıhlarını (Azınlık Fıkhı) oluşturmayı başardılar. Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların dönemlerinde hâkim güç Müslümanlardı. Fıkıh hâkim güç olan Müslümanlar tarafından oluşturuluyordu. Hristiyan, Yahudi ve diğer dinlerin mensupları Müslümanların içinde yaşayan azınlıklardı. Onlar için de zimmî fıkhı oluşturuldu. 1923 yılına kadar bu böyle devam etti. 1923 yılında Müslümanlar hâkim güç olma özelliklerini kaybettiler. İşler tersine döndü. 1961 yılından itibaren de Müslümanlar tekrar azınlık durumuna düştüler. Avrupa ülkelerinde, Hristiyan toplum içinde yaşamaya başladılar. O ülkeler Müslümanlarla ahidleşti. Eman verdi onlara. Böylece Müslümanlar Avrupa ülkelerine geldiler ve oralarda yerleştiler, çoğalmaya başladılar. Kendileri azınlık olmalarına rağmen, ihtiyaçları olan fıkıh hâkim güç oldukları dönemde üretilen fıkıhtı. Bu fıkıh Müslümanların yaşamlarını zorlaştırıyordu. Ayrıca, Avrupa ülkelerine gelen Müslümanlar, Mekke’den hicret eden Müslümanlar gibi aynı kültürün Müslümanı da değillerdi. Değişik coğrafyalardan gelen ve değişik kültürlerden beslenen ve çeşitli dilleri konuşan Müslümanlardı. Hâkim güç olan Hristiyanlarla birlikte yaşıyorlardı. Müslümanlar hem kendilerine yabancı hem de yaşadıkları topluma yabancıydılar. Önlerinde liderleri de yoktu. Dili diline, dini dinine uymayan bir toplumun içinde Müslüman azınlık olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Her cemaat, kendi ülkesinden getirdiği fıkıhla yaşamanın daha doğru olduğunu savunuyordu. Bu anlayış Müslümanları parçalayan bir anlayıştı. Azınlık Fıkhı Yeni bir coğrafyada Hristiyan bir toplumda yaşamaya mahkûm olan Müslümanlar mutlaka kendi fıkıhlarını, (Azınlık Fıkhı) oluşturmalıydılar. Ancak kimse böyle bir yolu yürümeye cesaret edemiyordu. Yamalı bohça gibi yaşamayı tercih ediyorlardı, Müslümanlık bilinciyle hareket etmiyorlardı. Aynı coğrafyadan gelen Müslümanlar bile bir araya gelerek istenilen birliği, cemaati inşa edemiyorlardı. Cemaatler halinde yaşamayı, ayrı ayrı camilerde ibadet etmeyi çıkarlarına daha uygun görüyorlardı. Avrupa Birliği ülkelerinde bugün(2021) itibariyle 30 Milyona yakın Müslüman yaşıyor. Son yıllarda gelen mültecilerle bu sayı daha da artacaktır. Hâlihazırda 495 milyon olan Avrupalı nüfus, 30 yıl sonra 463 milyona düşerken; 25 milyon olan Avrupa’daki Müslüman nüfus üç katına çıkarak 75 milyona yükselecektir. Bu ülkelerde ‘Azınlık Fıkhı’nın oluşturulması zaruridir. Avrupa’da yeni bir nüfus oluşmaktadır. Müslüman nüfus; 2050 yılında bu nüfusun 75 Milyona ulaşacağı varsayılmaktadır. (İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (İNSAMER)) Müslümanlar geleceğe yatırım yapmalıdırlar Müslüman nüfus, asimile olmadan ve fakat marjinalleşmeden gayrimüslim toplumlarla nasıl bir arada yaşanılacağının alt yapısını oluşturmalıdırlar. Dinî duyguların, asimilasyona karşı motive ettiği entelektüel bir refleks oluşturmalıdırlar. Bunun yolu azınlık fıkhını oluşturmaktan geçer. Hedef böyle konulmalıdır. Azınlık Fıkhı; iyi bir Müslüman olmakla, iyi bir komşu, iyi bir tüccar ya da iyi bir siyasetçi olmanın yolunu gösterecektir. Azınlık Fıkhı; Müslüman bireyin ötekiyle sağlıklı ilişkiler kurmasına rehberlik edecek ve yanı sıra, farklılıklarının da bilincine varmasını sağlayacaktır. Avrupa ülkelerinde Azınlık olarak yaşamlarını sürdüren Müslümanların çözüm bekleyen yığınla problemleri vardır Gayri Müslimler ile evliliklerde sıkıntı vardır. Gayrimüslim bir erkekle Müslüman bir kızın evlenemeyeceği, din farkının evlilik engeli sayılacağı, Gayri Müslim’in kestiği hayvanın etinin yenilemeyeceği, Gayrimüslimlerin dinî bayramlarına iştirak edilemeyeceği, Müslüman cenazelerinin gayrimüslim mezarlığına gömülemeyeceği, Haram mal veya hizmet tedariki yapan işyerlerinde çalışılamayacağı, Organ nakli yapılamayacağı, Bugünkü Hristiyan ve Yahudi toplumunun Ehl-i Kitap olarak görülemeyeceği gibi anlayışlar, sıkıntı yaratan anlayışlardır. Bu anlayışlar dinin buyruklarından kaynaklanan anlayışlar değildir. Örfidir veya maslahat icabı şartların oluşturduğu anlayışlardır. Bu anlayışların kendi zamanlarında makul bir açıklaması vardır elbet. Ancak bugün bu anlayışlar sorunludur, düzeltilmesi gerekir. Bunun için yapılması gereken öncelikli çalışma azınlık fıkhını oluşturmaktır. İbadetler ve zamanları ile ilgili problemler vardır Günlerin uzun olmasına bakılmaksızın, orucun ve namazın güneşin doğuşu ve batışıyla vakitlendirilmesi, Cuma namazlarının rekât sayısı, Seferilik anlayışının gidilecek yolun uzunluğu ile alakalı olarak düşünülmesi, Kadın ve erkek arasında haklar açısından eşitsizliğin olması, Helal gıda anlayışı, tesettür ölçüleri, yaşam tarzı ve dünya görüşü hakkındaki düşünce farklılıkları, bu ve benzeri konular Müslümanların yaşamlarını zorlaştırmaktadır. Azınlık fıkhı oluşturarak bu sıkıntıların üstesinden gelmek mümkündür. Azınlık fıkhıyla; özellikle gençlere öteki toplumlarla ‘bütünleşme‛ iradesi göstermelerini tavsiye etmek ve aynı zamanda da onlardan ‘farklılaşma‛ lüzumuna yönelik şuur aşılamak mümkündür. Azınlık Fıkhıyla; baskın doku(ırkçılık, kapitalizm, emperyalizm) içinde yavaş yavaş eriyen genç nesillerin İslâm ile bağlarını koparmamaları gerektiğini anlatmak mümkündür. Azınlık Fıkhıyla (fıkhu’l-ekalliyyât); bireysel ve toplumsal düzeyde Müslüman azınlığın dinî ihtiyaçları, inançlarından taviz vermeden ancak korunabilir. Azınlık fıkhı, içinde yaşanılan toplum ile Müslümanlar arasında katalizör işlevi görür. Azınlık Fıkhıyla Müslümanlar; aynı coğrafi mekânı paylaşan, ancak demografik bakımdan onlardan üstün olan gayrimüslimler içinde İslâmi değerleri yaymanın ideal yöntemlerini belirlerler. Azınlık Fıkhı; Müslüman bireyin kimlik erozyonuna maruz kalmasını önler, onun çevresiyle sağlıklı ve tutarlı bir iletişim kurmasını temin edici bilgiler sunar. Müslüman azınlığın kimlik problemini çözmenin yolu, onların Allah’a olan imanlarını ve İslâm’a olan güvenlerini sağlamlaştırmaktan geçer. Bu yolun adı azınlık fıkhıdır. Azınlık Fıkhı; özellikle Batı ülkelerinde yaşayan göçmenlerin içinde yaşadıkları toplumlarda, Müslüman olmanın özgün dilinin üretilmesini sağlayarak, İslâm’a yönelik olumsuz imaj taşıyan basmakalıp söylemlere geçit vermez. Azınlık Fıkhı sayesinde; İslâm doğru anlaşılacak ve doğru anlatılacaktır. Böylece getirdiği mesajların kuşatıcı karakteri, evrenselliği, tatbiki mümkün olan temel enstrümanları, kimlik problemlerinin üstesinden gelmeye yeterli olacaktır. ‘Azınlık Fıkhı’ bilinçli bir şekilde oluşturulur ise, Müslüman azınlıklar beraber yaşadıkları sosyal dokuya sağlıklı bir şekilde entegre olacaklardır. Zamanla sivil toplum kuruluşları, diğer din mensuplarıyla yapıcı ilişkiler içine girecek ve bu ilişkileri geliştireceklerdir. Gayrimüslimlerin, İslâm’ın temel ilkelerine dair bilgi düzeyleri sağlıklı bir şekilde arttıkça İslâmofobik saldırılar ve tehditler hafifleyecektir. Eğer yaklaşan tehlikenin farkına varılmaz da ‘Azınlık Fıkhı’ oluşturulmaz ise; herkes yapmakta olduklarını yapmaya devam edecektir ve Müslümanlar Allah rızası için birbirlerinin ayağına basmakta sakınca görmeyeceklerdir. Helal ve haram sarmalından kurtulamayacaklardır. Dolayısıyla Gayrimüslimler İslâm’ı sosyal medyadan öğrenmeye devam edeceklerdir. Müslümanları da yine aynı kanallardan tanıyacaklardır. Böylece İslâmofobi artacak ve Müslümanlar marjinal bir şekilde her zaman toplumun dışında kalmaya mahkum olacaklardır. Unutulmaması gereken temel kural şu olmalıdır: İslâm tek bahçede yetişen bir çiçek değildir, her bahçede ayrı ayrı yetiştirilen çiçekler demetidir. ……….. *Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar) Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY)

15 Kasım 2021 Pazartesi

Eşcinsellik hastalık mıdır, kader midir, tercih midir?

Rüştü KAM Son günlerde Berlin’deki billboardlarda eşcinselliği teşvik edici reklamlar görmeye başladık. Velilerden aldığımız bilgilere göre bazı okullarda dahi panolarda eşcinselliği teşvik anlamına gelen reklamlar asılmaktaymış. Bu yapılanlar bilgilendirme amaçlı olmasa gerektir. Öyle olsaydı sadece sınıflarda öğretmenler ders olarak okuturlardı; derslerin reklam panolarına asılarak öğretilmediğini biliyoruz. Bu yapılan reklamlar eşcinsellik konusunda olumsuz düşünceye sahip olan insanları, eşcinsellik karşıtlarını kışkırtma amaçlı olsa gerektir. Reklamlardaki resimlere ve altındaki yazılara baktığımızda hedefe Müslümanların konulduğunu anlamak o kadar da zor olmuyor. Yapılmak isteneni anlayabiliyoruz: Müslümanlar bu billboardlarla kışkırtılarak ve zaaflarından yararlanılarak toplumun gözünde yaftalanacak ve aşağılanacaktırlar, böylelikle de İslamophobie beslenmiş olacaktır. Bu reklamlar çok masum düşüncelerle yapılıyor değildir. İki örnek: ”Ich bin Muslim, gläubig und habe trotzdem Sex. Mit Männern!“ (AID - Anlaufstelle İslam und Diversity) (Ben bir Müslümanım, inançlıyım ve buna rağmen seks yapıyorum. Erkeklerle!) „Ich bin mal er, mal sie. Aber immer Muslim*in. Das entscheide ich.“(AID ( Bazen erkeğim, bazen kız. Ama her zaman Müslümanım. Kararı ben veriyorum.) Billboardlardaki reklamlar bunlar ve benzerleridir. Hedef kitle Müslümanlar olmasaydı bu ifadeler genele şamil olarak yazılırdı. Sadece bir inanç kesimi hedefe konulmazdı. Bu yapılanlar, demokrasi veya düşünce özgürlüğü ile ifade edilemez. Düşünce özgürlüğü başkasının özgürlük alanına girilen yerde biter, bitmesi gerekir. Eğer bitmiyorsa başkasının özgürlük alanına müdahale edilmiş demektir. Eşcinsellik, şüphesiz, insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih kitaplarında, din kitaplarında, efsanelerde, arkeolojik buluntularda eşcinselliğin izlerine rastlanıyor. Öyle gözüküyor ki, insanlığın bilinen tarihi boyunca bazı toplumlarda kabul görüp, ahlaken onay verildiği dönemler olduğu gibi (mesela Roma), bazı toplumlarda da görmezden gelinip ya da dışlanıp eziyet edildikleri de olmuş. Çağımızda, Hristiyan olan Batı Avrupa ve ABD’de eşcinseller, tarihin belki de en özgür dönemini yaşıyorlarken bazı İslam ülkelerinde idam cezasına çarptırılmaya devam ediyorlar. Eşcinsellik hastalık mıdır, kader midir, tercih midir? Bu soruların cevabı her dönemde aranmıştır ama tarafsız, empati yaparak net bir cevap bulunamamıştır. Eşcinsellere tavır almak, onları aşağılamak, itip kakmak elbette yanlış olmuştur. Ancak yanlışlar başka yanlışları doğru kabul ederek ve özellikle bazı kesimlerin gözüne sokarak düzelmez. Düzeltilemez. Yanlışlar konuşarak, empati yaparak düzeltilir. “Ben yaptım, oldu“ demekle olmaz. Sadece Almanya’da 6 milyon Müslüman vardır. 6 milyon Müslümanın eşçinselliğe karşa bir tavrı vardır. Ama dinlerinden kaynaklanır, ama örflerinden kaynaklanır. Sonuçta ortada belli bir tavır vardır. Bu tavır görmezden gelinmemeli, yok farzedilmemeli; Müslümanları hedefe koyan bir karar verilmemelidir. Hele demokrasinin beşiği dediğimiz Almanya’da böyle bir yanlış yapılmamalıdır. Almanya’da Müslümnalrın yanı sıra Yahudi ve Hristiyanlar da yaşıyor. Billboardlarda “ben Hristiyanım ben Yahudiyim/Museviyim” diye bir ifade kullanılmıyor, kullanılmamış. Mocca dergisi 37.sayısında, bütün bu yapılanları göz önünde bulundurarak, “Eşcinsellik” konusunu işlemeye karar verdi. İlim adamlarından, Hristiyan din adamlarından ve Müslüman din adamlarından görüş aldı. Bu görüşleri olduğu gibi, kendi yorumumuzu katmadan sizlere aktarıyoruz. Taktir siz değerli okuyucularımıza aittir...

CUMHURİYET BAYRAMINI KANÇILARYA’DA KUTLADIK BERLİN

Rütü KAM Cumhuriyetin 98’inci yılını kutladık. Kançılaryada yaptık bu kutlamayı. Bu toplantıya Ahmet Başar Şen ev sahipliği yaptı. Önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ın mesajı okundu. Anlam yüklü bir mesajdı. Daha sonra Berlin Sefiri Ahmet Başar Şen kürsüyü teşrif etti. Kendinden emin bir şekilde geldi kürsüye. Berlin’de Başkonsolosken Özbekistan Sefirliğine atanmıştı. Özbekistan dönüşünde bir süre Ankara’da misafir edilen Şen, daha sonra Berlin Sefirliğine atanmış. İsabetli bir atama olmuş. Orta Asya kültürünü arkasına alarak kürsüye çıktığı her halinden belliydi. İmam Maturidî, Hoca Ahmed Yesevî, İmam Buharî nefesiyle beslenmenin haklı gururunu yaşıyor olmalıydı. Verilen mesajların satır aralarında o nefesin gücünü hissetmek bizlere ayrı bir motivasyon oldu. Kendisini seven ve sayan tanıdık simalarla birlikte olmanın verdiği rahatlığı da görmezden gelmemek lazımdır. En az 20 Cumhuriyet Bayramı kutlamışlığım vardır Berlin’de. Bazı büyükelçiler Türkçe konuşurlardı, bazıları Almanca. Hem Almanca hem de Türkçe olarak konuşma yapan büyükelçiye fazla rastlamadım. Sefir Şen mesajını Türkçe ve Almanca verdi. Yapılması gerekeni yaptı. Ancak bizim insanımızın garip bir alışkanlığı var. Saygısızlık yapmayı marifet sayıyorlar sanki. Cumhuriyetin 98’inci yılı kutlamasına davet edilen insanlardan bahsediyorum. Belirli bir seviyeleri var bu insanların. Kimisi sivil toplum kuruluşlarında yönetici, kimisi iş adamı, kimisi basın görevlisi kimisi de Türk ve Alman makamlarında görevli kişiler bunlar. Sefir kürsüde, konuşuyor, dünyaya mesaj veriyor, Türkiye’nin sesi olarak veriyor mesajını. Dinleyen yok. Herkes birbiriyle muhabbet ediyor. Sefirin gözü önünde oluyor bütün bunlar. Ayıptır, saygısızlıktır. Be adam, 10 dakika sabret ve verilen mesajı dinle. 10 dakika, hadi 20 dakika olsun. Sen zaten oraya o mesajı almak için davet edildin. Sabredip verilen mesajı almayacaksan veya almak istemiyorsan o davete niçin geldin… Ne zaman adam oluruz, dinlemesini öğrenince… Bu derece saygılı(!) insanların huzurunda mesajını yine verdi sefir. Dinlemeyen insanlara rağmen konuşmasını tamamladı. Verilen mesaj aynen şöyleydi: ““Sayın Milletvekilleri, Sayın Büyükelçiler, Kıymetli Vatandaşlarımız, Saygıdeğer Misafirler, Bu akşam Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 98. Yıldönümünü hep birlikte gururla kutluyoruz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bu en büyük bayramımızda sizleri Büyükelçiliğimizde ağırlayabilmekten büyük mutluluk duyuyorum. Bugün ayrıca, daha önce Başkonsolos olarak görev yaptığım Berlin’de bu kez Büyükelçi sıfatıyla bu kutlamaya ev sahipliği yapmanın heyecanını ve kıvancını yaşıyorum. Türk milleti için bu en anlamlı günde, coşku ve mutluğumuzu paylaşan tüm misafirlerimizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Kutlamamızı esasen arzu ettiğimizden çok daha az sayıda katılımla gerçekleştirebiliyoruz. Çünkü pandemiyle mücadelede katedilen olumlu mesafe bayramımızı kutlamamıza imkan verse de, bulaşma riski ve kısıtlamalar maalesef devam ediyor. Keza Resepsiyonumuzun saati, süresi ve içeriğini, ikramlarımızın miktar ve tarzını, pandemi şartlarını düşünerek saptadık. Tedbirlerimizi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Cumhuriyet, Türk milletinin Atatürk önderliğinde verdiği benzersiz mücadelenin, onurlu duruşun, vatan sevgisinin, egemenlik ve bağımsızlık iradesinin ortaya çıkardığı bir eserdir. Bu eser, milletine güvenen, geleceğe özgüvenle bakan, heyecan ve şevkle çalışan o neslin bugünkü nesillere, bizlere armağanıdır. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucuları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava arkadaşlarını, vatanımızın bağımsızlığı, birlik ve bütünlüğü uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi derin minnet duygularımızla anıyoruz. Cumhuriyetimizin kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihi, Türk Milleti için bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyet vizyonuyla, ülkemizin sadece siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısı değil, milletimizin kaderi yeniden şekillenmişti. Uzun savaşların yakıp yıktığı topraklarda, imkansızlıklar içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerin hayatında kısa denebilecek bir sürede modern bir devlete dönüşerek bugünkü seviyeye ulaşması, örnek bir başarı ve gurur tablosudur. Bu yönüyle Cumhuriyet aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Aklı, bilimi, demokrasi anlayışını, hukukun üstünlüğünü ve eşitlik ilkesini merkeze alan Türkiye Cumhuriyeti, her zaman çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı hedef edinmiştir. Cumhuriyet deneyimimizin en gurur verici sıçramalarından biri kuşkusuz kadın-erkek eşitliğini sağlaması, kadınlarımızı toplumsal hayatta hak ettikleri yere getirmesi olmuştur. Çağının ilerisinde hükümler içeren ilk Medeni Kanun 1926 yılında kabul edilmiş, Türk kadını pek çok ülkeden önce medeni haklara kavuşmuştur. Bugün hayatın her alanında kendine güvenen, yetenekli, başarılı kadınlarımızı en üst konumlarda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Cumhuriyet, geniş çaplı bir eğitim atılımını da hayata geçirmiştir. Latin harflerini esas alan Türk alfabesinin 1928 yılında kabulü, yani Harf Devrimi, bu atılımın temelini oluşturmuştur. Türkiye’yi daha aydın, daha güçlü ve müreffeh bir geleceğe ancak iyi eğitimli yurttaşların taşıyabileceği anlayışı, Cumhuriyet tarihimizin şiarı olmuştur. Türkiye 98 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyük dönüşümleri ve kalkınma atılımlarını başarıyla hayata geçirmiştir. 98 yıl önce 13 milyon olan Türkiye’nin nüfusu bugün 85 milyondur. 98 yıl önce Türkiye’deki okuryazarlık oranı %15 civarındayken bugün %98 okuryazardır. Bugün, 25 yaş üstü nüfusumuzun 5’te birinden fazlası üniversite mezunudur. Yükseköğretim kurumlarımızda 8 milyonu aşkın öğrenci kayıtlıdır. Ve en önemlisi, yükseköğretimdeki kız öğrenci oranı yüzde 49’u yakalamıştır. Üniversitelerimizde 10 bini aşkın profesörümüz arasında kadınların oranı yüzde 32’nin üzerindedir. Bu oran örneğin AB ülkeleri ortalamasının oldukça üzerindedir. Cumhuriyet, Türkiye’nin ekonomik dönüşüm ve gelişiminin de itici gücü olmuştur. Türkiye, halkına daha yüksek yaşam standartları sunan, müreffeh toplumlar arasında yerini almıştır. 1923’te tarım ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti önce sanayisini geliştirmiş, son yıllarda ise küresel dönüşümle de uyumlu biçimde bilgi toplumun yönelmiştir. Günümüzde Türkiye, genç, üretken ve çalışkan nüfusu benzersiz coğrafi konumu, güçlü dijital altyapısıyla ciddi bir ekonomik potansiyeli barındırmaktadır. Dünyanın farklı coğrafyaları için bir cazibe, çekim merkezidir. Sunduğu fırsatlar ve iş imkanlarıyla artık göç veren değil, göç alan bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda ihtilaflarla dolu bir coğrafi çevrenin ortasındaki bir barış ve istikrar adasıdır. Kuruluşundan bu yana Cumhuriyetimizin dış politikasının temelini oluşturan Atamızın “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi sadece söylemde bırakılmamış bugün de girişimci ve insani dış politikamızla etkin bir şekilde hayat geçirilmektedir. Mümkün olduğunda ikili ve çok taraflı mekanizmalarla ve üyesi olduğumuz uluslararası örgütlerle işbirliği halinde, gerektiğinde tek başımıza, yerel, bölgesel ve küresel sorunlara iyi niyetli, yapıcı ve kalıcı çözümler üretmeye çabalıyoruz. Ortadoğu’da, Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de, Balkanlarda, Kafkaslarda ve bu bölgelerin de ötesinde ihtilafların önlenmesine, istikrarın yayılmasına, barışın tesisine, refahın artmasına önemli katkılarda bulunuyoruz. Cumhuriyetimiz 98 yaşına girerken, Federal Almanya, derin ve çok boyutlu ilişkilerimiz olan ülkeler arasındadır ve bizim için müstesna bir konumdadır. İkili ticaret hacmimiz pandemiye rağmen, 2020 yılında 38 milyar ABD Doları’na ulaşmış, Almanya, Türkiye’nin en büyük ticari ortağı konumunu korumuştur. İkili ticaretimiz 2021 yılında da başarılı bir grafik sergilemektedir. Yılsonu itibariyle ticaretimizin 40 milyar Dolar’ı aşarak rekor seviyeye ulaşmasını beklemekteyiz. Almanya son 20 yılda ülkemize gelen uluslararası doğrudan yatırımlarda da 10 milyar Dolarla 6. sırada yer almaktadır. Kendi sektörlerinde dünyada önde gelen Alman firmaları –isimlerini saymak reklam olur- Türkiye’de de karlı yatırımlara imza atmıştır. Benzer bir şekilde, bugün Almanya’da faaliyet gösteren yaklaşık 90 bin Türk girişimcinin sahip olduğu işletmelerin yıllık ciroları toplamda 50 milyar Avro’yu geçmektedir. Türk sermayesi Almanya’da 500 binden fazla istihdam sağlamaktadır. Almanya’daki Türk yatırımlarının toplamı da 3 milyar Dolar’ı aşmıştır. Türkiye ve Almanya, yakın coğrafyamızdaki kriz bölgelerinde barış ve istikrarın korunmasına dönük uluslararası çabalarda birlikte yer almıştır. Balkanlar ve Afganistan, bunun hemen akla gelen örnekleridir. NATO Müttefiki iki ülke, Avrupa çapında olsun, küresel düzeyde olsun Batı demokrasilerinin oluşturduğu tüm önde gelen uluslararası kuruluşların ortak üyesidir. AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı), Avrupa Konseyi, G-20 ve OECD gibi çok taraflı platformlardaki işbirliğimiz ikili ilişkilerimize ayrı derinlik kazandırmaktadır. Öte yandan, sınırlarımız içinde ve ötesinde, PKK, DEAŞ ve FETÖ başta olmak üzere, terör örgütleriyle mücadelemiz esasen Almanya’nın güvenliğini ve kamu düzenini de yakından ilgilendirmektedir. Bu bakımdan terörle mücadeledeki işbirliğimizi geliştirmek, yalnızca dostluğumuzun değil, müttefikliğin ve karşılıklı çıkarlarımızın da gereğidir. AB’ye tam üyelik Türkiye’nin önüne çıkarılan engellere rağmen stratejik hedefimiz olmaya devam etmektedir. Bu konuda Almanya ayrı önem taşımaktadır, çünkü Türkiye’yi de kapsayacak AB’nin küresel sınamaları çok daha başarıyla göğüsleyebileceğine ilişkin vizyonu geçmişte olduğu gibi gelecekte de yeniden ortaya koymaya muktedir bir ülkedir. Dost ve müttefik Almanya’yla ilişkilerimizin en önemli boyutu burada yaşayan üç milyonun üzerinde insanımızdır. İşgücü anlaşması çerçevesinde çalışmak üzere 1960’lı yıllardan itibaren Almanya’ya gelen insanlarımız, Türkiye ile Almanya arasında güçlü sosyo-kültürel bağlar kurmuştur. Takip eden kuşaklarla bu bağlar giderek güçlenmiştir. Türk toplumu, Almanya’nın bugün ulaştığı refah seviyesine, kalkınmasına çok büyük katkılarda bulunmuştur. Ve bugün, göçün 60. yılında ekonomiden kültüre bilimden siyasete, sanattan spora, hayatın her alanında Türkiye kökenli insanları görmek bizlere mutluluk vermektedir. Dr. Özlem Türeci ile Prof. Uğur Şahin de Türk toplumunun Almanya’daki başarılarına en yeni örneklerdir. Almanya’da geliştirdikleri aşı, tüm dünya için umut olmuştur. Onları huzurlarınızda bir kez daha kutlarım. 26 Eylül’deki Federal Meclis seçimlerinde birçok Türkiye kökenli adayın milletvekili seçilmesi de Almanya’da yaşayan Türkler için kayda değer olumlu bir gelişmedir. Almanya’nın hemen her bölgesinde günlük hayatta karşımıza çıkan yüzler hatta binlerce diğer örnek, Türk toplumunun Almanya’daki uyum başarısını ortaya koymaktadır. Almanya’daki Türklerin kültürel kimlik ve milli benliklerini koruyarak, yaşadıkları ülkeye her alanda katılım ve katkılarını arttırarak sürdüreceklerine eminim. Bu, iki ülke arasındaki dostluğu daha da pekiştirecektir. Diğer taraftan, Almanya’da yaşayan Türk kökenli insanlarımızın son 60 yılda karşılaştıkları zorlukları ve halen süren sorunları da unutmamak lazımdır. Şimdiye kadar Almanya’da 50’den fazla insanımız Mölln, Solingen ve Hanau cinayetleri gibi ırkçı saldırılarda ve NSU terör örgütünün menfur seri cinayetlerinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, Almanya’nın bir numaralı güvenlik meselesi olmaya devam etmektedir. Türklerin ve diğer birçok göçmen kökenlinin Almanya’da gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık olayları ne yazık ki sürmektedir. Federal Hükümet’in son yıllarda bu tehditlere karşı attığı adımları memnuniyetle karşılıyoruz. İster Türklere ya da Müslümanlara yönelik olsun, ister İslamofobi, anti-Semitizm ya da göçmen karşıtlığı şeklinde tezahür etsin, nefret ve ayrımcılığın her türüyle, tüm imkanlar kullanılarak topyekun mücadele edilmelidir. Tabiatıyla Almanya’daki insanlarımızın kültürlerini korumaları da sağlıklı uyum açısından önkoşuldur. Bu anlamda, Türk toplumunun kökleriyle bağlarını sağlayan ana unsur olan Türkçe dil eğitiminin devlet tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesi, aynı zamanda dini ihtiyaçlarının tam anlamıyla karşılanması önem taşımaktadır. Almanya Türk toplumunun çifte vatandaşlık, anadilin korunması, din hizmetlerinin yaygınlaştırılması gibi beklentilerini destekliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Almanya’daki insanlarımızın hak ettikleri şekilde huzur, esenlik, refah içinde, Alman toplumuyla uyum içerisinde yaşamaları ve ülkelerimize değerli katkılar sunmayı sürdürmeleri için Alman makamlarıyla işbirliği yapmaya devam edeceğiz. Sonuç itibariyle başarılı uyum, etkin katılım gerektirir. Katılımı mümkün kılan da eğitimdir. Eğitim ise ancak kabul, hoşgörü ve eşitlik kültürünün yeşerdiği koşullarda arzulanan sonuçları verebilir. Bu duygu ve düşüncelerle, bu anlamlı günümüzde davetimize katıldığınız için hepinize tekrar teşekkür ediyor, Cumhuriyetimizin kurucusu büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk ile dav arkadaşlarının, Cumhuriyetimizin bekası için canlarını feda eden şehitlerimizin, bu uğurda her şeylerini feda etmeye her daim hazır gazilerimizin huzurunda bir kez daha derin saygı, sevgi ve minnetle eğiliyorum. Teşekkür ederim.”

Berlin-Denizli Hattı (I)

Rüştü KAM Saat 19:00. Bosna-Hersek Gümrük kapısındayız. Gişeye yanaştık ve pasaportlarımızı uzattık. Görevli memur içeriye giremeyeceğimizi söyledi. Bozuk bir İngilizce ile. -“Niçin giremiyoruz?“ -“PCR testi yaptırmanız gerekiyor.” Aşı defterlerimiz var, telefonda da kaydı var, dolayısıyla böyle bir teste ihtiyacımız olmasa gerek, buraya kadar Almanya, Avusturya, Slovenya ve Hırvatistan’ı geçerek geldik bir sıkıntı olmadı, desek te kar etmedi. Çaresiz Hırvatistan’a geriye döndük. ‘Sabah 08’de ancak test olabilirsiniz hastanede’ dediler. Sınır kasabası Brod. Sava Nehri’nin kenarında şirin bir kasaba. Sava Nehri şehri ikiye bölüyor. Nehir aheste aheste akarak, gittiği her yere hayat vererek menziline ulaşıyor olmalı. Allah’ın yarattığı her şey ne kadar da güzel, ancak insanların elinde bu güzellik çirkinleşiveriyor. Dört yıldızlı bir otelin kapısına yaklaştık ve boş oda sorduk, “Boş odamız var” dedi resepsiyondaki görevli. Yorgun olduğumuz için hemen odamıza yerleştik. Dışarıdaki dört yıldız yazısı odaların görünümüyle mütenasip değildi. O üç yıldızı kaldırıp bir yıldızlı yazmak daha doğru olacak. Yastığa başımı koyunca keskin bir nikotin kokusu burnumun direğini sızlattı. Valizimden çıkardığım iki tane havluyu yastığın üstüne, üst üste koyarak uyumaya çalıştım. Sabah saat sekizde hastanede aldık soluğu. Korona testi saat 10’da sona eriyor. Daha sonra gelenler ertesi günü saat 08’i beklemek zorunda. Sonucu saat 17:00 de alabileceğiz, telefonumuza gönderilecek, tekrar hastaneye gelmemize gerek yok. Avrupa Birliği’ne dâhil olan bir ülkeden bahsediyorum. Hırvatistan’dan. Saat 15:00 te telefonumuza test sonuçları düştü. Negatif. Verilen saatten iki saat önce. Sevindik, hemen Bosna Hersek gümrüğüne geçtik. Bu sefer de ‘PCR testiniz var mı?’ sorusunu sormadan sadece pasaport kontrolünü yaptı ve ‘Tamam geçin’ dedi memur. “Güler misin ağlar mısın” derler ya, işte tam da öyle bir şey. Verdiğimiz test bedeli olan 90 Euro’ya mı yanalım yoksa kaybettiğimiz koca bir güne mi? Homurdana homurdana girdik Bosna Hersek topraklarına. Akşamki memur mutlaka Sırp veya Hırvat olmalıydı diye düşündük. Saraybosna’daki konuştuğumuz kişiler de bizim bu düşüncemizi doğruladılar. Saraybosna’ya tepeden bakan bir Apart otelde yer ayırtmıştık Bosna Hersek topraklarına girer girmez. Apartın bulunduğu adrese gittik. Yokuş yukarı oldukça dik bir yoldan gidiyoruz, aynı zamanda dar bir yol. Kenarlara sürtmemek için oldukça dikkatliyim. Saat 19:00 daha odalar temizlenmemiş. Ev sahibesiyle tanıştık, biraz sonra eşi ve oğlu da yanımıza geldi. Önce biraz mesafeliydiler, Türk olduğumuzu öğrenince çok mutlu oldular. Ev sahibesi benim için “Babanızı Çinli sanmıştık.” dedi. Gülüştük. Arabayı orada bıraktık ve taksi ile hemen şehre indik. Başçarşı’nın girişinde bir ahşap Sebil var, ziyaretçilerin attığı yemlerle beslenen güvercinlerini uçurarak karşıladı bizi. “Hoş gelmişsiniz, safalar getirmişsiniz. Sizi bekliyorduk zaten. Buyurun Başçarşı’ya.” O kadar insan var ki çarşıda, adım atmak mümkün değil. Kimisi Arap, kimisi Afrikalı, kimisi Avrupalı, kimisi Asyalı. Dünyanın her coğrafyasından insan var Başçarşı’da. Buram buram börek kokusu geliyordu burnumuza, hemen o tarafa doğru yöneldik, eşim Fatma ile 5 sen önce gelmiştim aynı börekçiye, siparişlerimizi verdik, üzerinde kaymaklı(yoğurt) börek, yanında da ayran. Sonrasında kahve içmek için Saraj kahvesine yanaştık, yer yok. Her masada Araplar var. Kahvelerini içmişler sohbet ediyorlar. Kocaman kocaman da gülüyorlar. Kalkmaya da hiç niyetleri yok. Garson kız biraz sonra bizi içeriye aldı. O sıcakta içeride de kahve içilmezdi ama biz içtik. Bol köpüklü Türk kahvesi. Yanında lokum ve suyu da var. Böyle ikram ediliyor Bosna Hersek’te kahve. Osmanlı usulü ikram diyorlar adına. Berlin’de Büyükelçilik resepsiyonları dâhil olmak üzere bir türlü Türk çayı ve Türk kahvesi kültürüne alıştıramadığımız Türkiyeliler aklıma geldi hemen. Hayıflandım. İnsan kendi kültürüne bu kadar mı yabancılaşır. Esnafı anladım diyelim, Büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları neden yabancıydı kendi kültürlerine… Ha-ber.com internet portalinde yaza yaza kalemimde tüy bitti. Sonuç? Sonuç yok. Türk kahvesini içmek için Bosna Hersek’e gelmem mi gerekiyor he seferinde. Ayıptır, günahtır. Kahveden sonra çarşıyı adımladık. Dondurma yedik. Dükkânları temaşa eyledik. Bugünlük bu kadar yeter dedik ve Apart otelimize döndük. Temizlenmiş, her taraf pırıl pırıl. Tepeden, gecenin bu vaktinde Saraybosna bir başka güzel. Hemen istirahate çekildik. Sabah ezanıyla uyandık. Müezzin ne de güzel ezan okuyor böyle. Sadece onu dinlemek için bile kalkmak yeterli. Sabah balkondan Saraybosna’yı seyrederken gördük. Cami hemen önümüzde. Minaresi ahşap. Bosna mimarisine uygun bir yapıymış. Saraybosna’da Osmanlı mimarisine uygun minare olduğu gibi Arap mimarisine de uygun minareler de var. Herhalde savaştan sonra her ülke kendi mimarisine uygun camiler inşa etmişler Saraybosna’da. İkinci gün, Goethe Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan bir Bosnalı öğrenci gezdirdi bizi Saraybosna’da. İsmi Armin. Yine önce börekçiden başladık geziye, bu sefer başka bir börekçi. Armin’e aralarındaki farkı sorduk. “Sadece yumuşaklık farkı var. Sizin yediğiniz biraz çıtır idi bu ise yumuşaktır, zaten fark edeceksiniz.” Sonra Gazi Hüsev Bey Camii’ne gittik. Caminin avlusunda bir taş var. Bu taşın burada ne işi var diye düşünürken, Armin o taşın özelliğini anlattı. Taşın ortası oyulmuş. Kuşların su içmeleri için özel yapılmış bir taşmış. Hüsrev Bey’in vasiyetiymiş; “bu taşın ortasından hiç su eksik olmayacak ve medresede okuyan öğrenciler sabah namazlarını devamlı bu camide kılacaklar,” diye. Vasiyet bugün de aynen uygulanırmış. Ancak o taşa bir açıklayıcı bilgi yazmamışlar. Rehberi olmayan ziyaretçiler ne bilecek o taş hakkında. Caminin avlusunda bir de saat kulesi var. Caminin karşısında bir de Medrese… Üzüldüğüm bir uygulama. Savaştan sonra Gazi Hüsrev Bey Camii’ni restore etmek istemişler. Suudi Arabistan biz restore edelim demiş. Etmiş de. Ancak içinde eski halinden eser kalmamış. Osmanlı izlerini silmek için yapmışlar bunu. Mekke’deki Ecyad kalesini yıkarak Osmanlı izini silmek istedikleri gibi. İstisnasız bütün camiler aynı şekilde restore edilmiş. Armin’de caminin bir eski halinin bir de yeni halinin resimleri var. İçimiz sızladı.… Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (II)

Rüştü KAM Başçarşı Caddesinde’yiz. Sanki sel, katmış insanları önüne sürüklüyor. Biz de karşımızdan akan o insan kalabalığını yara yara yürüyoruz bütün gücümüzle. Bu arada sağımıza solumuza da bakınıyoruz etrafta ne var yok görmek için. Hemen solda Gazi Hüsrev Bey bedestenini görüyoruz. Girdik içeriye. Restore edilmiş besbelli. Bedestende Osmanlının izlerini kaybetmişler ama bedestenin içine sinen Osmanlı kokusunu yok edememişler. Bedestene girmişken hediyelik bir şeyler alalım dedik. Saraybosna çarşısında olduğumuza göre, Bosna’yı hatırlatan bir şey olmalı alacaklarımız. Tişört, şapka, mıknatıs gibi. O dükkân senin bu dükkân benim aradık durduk ama aradığımız o eşyayı bulamadık. Tişörtlerin ve şapkaların üzerinde, N…, A…, N… gibi çok bilindik emperyalizmin ürünü olan markalar yazıyor. Saraybosna’nın sembolleri hediyelik eşyalarda kullanılmamış. Varsa bile çok az onu da biz göremedik, bulamadık. Neler olabilir düşününce aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim: Başçarşının girişindeki tarihi Sebil olabilir, Gazai Hüsrev Beyin yaptırdığı saat kulesi olabilir, Aliya’nın portresi olabilir, Şehitlik olabilir, savaş zamanında Sırplar tarafından 2 milyon cilt kitabın yakıldığı kütüphane olabilir, Saraybosna havaalanının altından 4 ay 4 günde kazılan böylece insanlara insani yardım ulaştırılabilen “umut” tüneli olabilir. Müslümanların soykırıma tabi tutulduğu Srebrenitsa olabilir, Sarı Saltuk türbesi olabilir, Mostar köprüsü v.b. olabilir. Bu sembollerle dünyaya mesaj verilir. Daha dün savaştan çıktınız be kardeş, bu teslimiyet neyin nesidir. O baş tacı ettiğin markaların sahipleri olan ülkeler değil miydi seni mahkûm eden, hürriyetini elinden alan, Srebrenitsa’da 8 bin canını soy kırıma tabi tutan. A benim güzel kardeşim, ne çabuk unuttunuz o savaşı da yine kucağına düştünüz emperyalizmin? Bedestenden çıktık, yürümeye devam ediyoruz. Gözümüz o hediyelik eşyalarda. Acaba gözümüze bir şeyler çarpar mı diye bakınıyoruz. Armin sıkıldığımızı anlamış olmalı ki, birden bire, “ben sizi öyle bir yere götüreceğim ki, orada içtiğiniz o kahvenin tadı hep damağınızda kalacak” dedi. Girdik salaş bir sokağa. Küçük bir kahve. Yapay şelalenin önünde 3 masa var. Oturduk oraya ve siparişlerimizi verdik. Biraz bekledikten sonra kahvelerimiz geldi… Armin az bile söylemiş. Mükemmel bir lezzet. Sırrını sorduk bu lezzetin kahveciye. “Kahvemiz, dibek kahvesidir, biraz da ustalık tabii ki” dedi. Hemen yanında aradığımız sembolleri üzerinde taşıyan tişörtler gördük. Çaldık kapısını dükkânın. Bir hanımefendi çıktı karşımıza. Gayet nazik bir hanımefendi. Dükkânın sahibesi imiş. Kendisi çiziyormuş bütün sembolleri. Baskısını da kendisi yapıyormuş. Elinde sadece teşhir için birer örnek varmış. Sipariş usulü çalışıyormuş. Sipariş vermek için bizim vaktimiz yok. Örneklerden almak istedik ama bedenleri uymadı. Bedeni XXL olmasına rağmen bir tişört aldık. Maksat, bir hatıra kalsın elimizde. Hanımefendi de dertli, “Kimse bu gibi sembollere itibar etmiyor artık” diye söylenmeye başladı. Başımızı sallayarak tasdik ettik kendisini. Vedalaştık. Karşısında bir de baklavacı var o hediyelik eşya dükkânının. Orada pişirilen baklavadan dünyada sadece 5 kişi yapıyormuş. Özelliği şu. Baklava yufkası açıldıktan sonra, yufka bir hafta dinlendiriliyormuş ve ondan sonra içine malzemesi konarak pişiriliyormuş, malzeme de çok özelmiş. Akşam için sipariş verdi Armin ve bize dönerek ekledi, “Bu baklavayı aldıktan sonra başka bir yere gideceğiz ve bu baklava gibi özel olan kahve ile birlikte yiyeceğiz.” Eyvallah dedik. Çıktık yine Başçarşı caddesine, yürüyoruz. Caddenin sonunda sağda Sinagog ve Katedral var. Katedralin hemen karşısında ise Ortodoks kilisesi. Bosna’da yapılan minarelerin boyu o kilisenin kulesinin boyunu geçemezmiş. Bunun için çok mücadele edilmiş ama sonuç? Sonuçta kilise galip gelmiş. Bosna’da üçlü bir yönetim biçimi varmış. Dünyada başka örneği olmayan bir yönetim biçimi. Karmaşık bir yapı. Dayton antlaşmasının mirası. Şu şekilde özetlemek mümkün bu karmaşık yapıyı. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birlikte yönetiyorlar devleti. Boşnaklar nüfusun %85ini oluşturuyormuş, Sırplar ile Hırvatlar % 15’şini. Kararlar demokrasinin(!) gereği olarak çoğunlukla alınıyormuş. Bu durumda çıkarılan kanunlar, alınan kararlar kimlerin lehine çıkar, varın siz karar verin. Azınlığın çoğunluğa galibiyeti. Demokrasi. Aman da aman, ne güzel şeymiş bu demokrasi(!) Savaştan sonra %85 in %85 i travma geçirmiş, halâ kontrol altında yaşıyorlarmış. Armin’in ninesi kuşatma bitinceye kadar, aç susuz 3.5 yıl mahzende yaşamış Hırvat bir arkadaşıyla birlikte. Yiyecek içecek aramaya çıktığı bir gün keskin nişancı kendisini fark etmiş, eceli keskin nişancının kurşunundan korumuş onmu, hemen yere yatmış, yatış o yatış kalkınca hedef olurum diye akşama kadar hareketsiz bir şekilde öylece kalmış… Dönüşte, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kıldık ve biraz soluklandık. Sonrasında bir Bosnalı ağanın konağına gittik. Balkanlar Osmanlıdan koparılırken komitacılar o evde toplantılar yapmışlar. Tamamen ahşap. Çok amaçlı kullanılmış. Haremlik ve selamlığı bile var. Mimarisi ve ağaç işçiliği ne kadar görkemli olursa olsun, komitacılara hizmet ettiği için gözümüzden birden bire düşüverdi o güzelim eser. Eserin ne kabahati varsa… Konaktan çıktıktan sonra Aliya İzzetbegoviç Müzesi ve Şehitlik vardı hedefimizde. Taksi ile gittik. Taksi, müzenin kapısında indirdi bizi ve gitti. Baktık, müze tadilatta. Taksici tadilatta olduğunu bize söylemedi, bilmemesi mümkün değil. Savaşın vahametini ne de çabuk umutmuşlar…Oradan başka bir taksi ile hemen yanındaki şehitliğe geçtik. Bilge Kral diye bildiğimiz Aliya İzzetbegoviç’in mezarı başında dua ettik, onun ve bütün şehitlerin ruhuna. Hiç yoktan bir devlet var eden Aliya’yı rahmetle andık. Yaptıkları olağanüstü çalışmaları hatırladık. Bir tarafta Aliya ve şehitler, öbür tarafta emperyalizmin sömürü aracı olan ürünleri ve onlara gösterilen rağbet. Ne yaman bir çelişki... Allah rahmetiyle yarlığasın tüm Bosna şehitlerini. Şu andaki yönetimden memnun olmayan Boşnaklar, sorumluluğu Aliya’ya yüklüyorlar. “O imzayı atmayacaktı” diyorlar. Anlaşılan başarılı olan Müslüman liderler dünyanın her yerinde itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu algıyı oluşturmak için her türlü aracı kullanıyorlar. Bütün ahlaki değerleri yok sayarak bunu yapıyorlar. Kullandıkları ortak kelime “Diktatör”. Bir zaman sonra halk da algının kurbanları olmaya başlıyor. Akşam yemeği için Bosna’ya hâkim başka bir tepeye çıktık. Bosna ayağımızın altında. Armin oranın kuzu çevirmesini (peçenye) çok övdü. Lezzetli idi ama beklentimizi karşılamadı. Peçenyenin Denizli’nin tandır kebabıyla boy ölçüşmesi ne mümkün. Sonrasında aldığımız baklavaları yiyeceğimiz kahveye gittik. Müşterisiyle bu kadar yakın ilişki içine giren bir esnaf görmedim ben bu yaşıma kadar (69). Mekân sahibinin adı Hüseyin. Sipariş alırkenki nezaketi, servis yaparkenki kibarlığı mest etti bizi. Önce cezvenin içindeki bol köpüklü kahveyi koyuyor önünüze bakır tepsiyle, sonra o köpüğün bir kısmını ısıtılmış fincanın altına kaşıkla yerleştiriyor, sonra da cezve ile üzerine kahveyi ilave ediyor. Kahvenin köpüğü iki kez çoğalıyor ve size bol köpüklü o kahveyi içmek kalıyor. Yanında lokumu ve suyu da ihmal edilmiyor servis yapılırken. Baklavamız da yanımızda hazır vaziyette bekliyor olunca... Müthiş bir tat. Mübalağa olmasın ama gerçekten tadı damağımızda kaldı. 300 bin insanımızın yaşadığı Berlin’de yok böyle bir servis, böyle bir ikram ve böyle bir tad. Gerçekten yorulduk. Sıcak canımıza okuyor. Bosna’ya gelmişseniz sadece Saraybosna için bir haftanızı ayırmanız gerekiyor. Biz iki günde ancak bu kadar gezebildik. Bir başka sefere diğer yerlere gideceğiz nasip olursa. Mostar, Travnik, Srebrenitsa, Sarı Saltuk Tekkesi ve Osmanlı köyü misafirlerinin kendilerine gelmesini bekliyor. Kahve içerken tanıştığımız Sancaklı bir çift, Türkiye’nin PCR testi olmadan kimseyi içeriye almadığını söyledi. “Yeni bilgi” dedi. İşkillendik bu durumdan. Bizim ADAC den aldığımız bilgi ile çelişse de içimize bir kurt düştü. Sabah hastaneye test yaptırmak için gittik. Saat 16:00 da almaya gelin dediler. 80 Euro’da orada ödedik. Telefon uygulaması yok onlarda. Böylece bir gün Hırvatistan’da bir gün de Saraybosna’da kaybetmiş olduk. Toplamda iki günümüz bir hiç uğruna elimizin altından kayıp gitti. Elveda Saraybosna Bosna’dan ayrılıyoruz. Saat 17:00. Navigasyon Saraybosna’dan Türkiye’yi 1270 km.olarak hesapladı. Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden. 14 saatte varırız İstanbul’a diye düşündük. Yol gelişli gidişli olunca hesap tutmadı. 10 km. yolu tam 3 saatte aldık. Önümüzde seyreden arabaları geçmek mümkün olmayınca ortalama 30 km. hız yapabildik. Saat 05:00 te Edirne’deydik. Kapıkule’de. Önümüzde araç yok. Hemen şartele yaklaştık. Beyaz önlüklü ve yakasında ismi yazılı bir görevli nazik bir şekilde bize yaklaştı, “Hoş geldiniz beyefendi” dedi ve ilave etti, “Aşı defterlerinizi görebilir miyim.” Gösterdik. “Yolunuz açık olsun.” Dedi ve ayrıldı yanımızdan. Şimdi Saraybosna’da o 80 Euro’yu neden verdik. Toplamda 170 Euro. Kaybedilen o iki gün ne olacak. “Türkiye aşı defteri olsa da yine test istiyor” algısı var ya, işte o algının kurbanı olduk. Ya doğruysa endişesi… Başınıza Türkiye kadar taş düşsün de altında ezilesiniz emi... Bu, beddua bilinçli olarak algıyı oluşturanlar içindir… Kapıkule’de, şartellerin hemen önünde kurulmuş COVİD-19 çadırları var. Aşınız yoksa orada hemen test yapıp sizi 15 dakika içinde yolculuyorlar, yolunuzdan alıkoymuyorlar. Sürekli tenkid edilen ve insanlara korku pompalanan hakkında algı oluşturulan bir ülkedeyiz. Türkiye’de. Birkaç gün öncesi yaşadıklarımızla Türkiye’de yaşadıklarımızı kıyaslarsak Türkiye o ülkelere fark atar. Covid 19 konusunda çağ atlayan bir Türkiye ile karşılaştık. Bakalım başka nelere şahit olacağız. Geç kalabiliriz endişesiyle, test süresini geçirme korkusundan yolda konaklamak mümkün olmadı. Edirne’de otel aradık. Hepsi dolu. Benim sünnetime uygun olmayan bir yolculuk yapıyorum ilk defa. Yola devam ettik ve saat 10:00’da İstanbul’a bayrağı diktik. Ümraniye’deyiz. İlahiyat Fakültesi’nin hemen yanında. Orada konaklayacağız. Tuğrul kardeşimiz bize evini açtı. Tuğrul Hureyre’nin arkadaşı. Goethe Üniversitesi’nde doktorasını yapıyor. Kendisi Gebze’ye gitmiş. Evi boş. Anahtarı komşusundan aldık ve istirahate çekildik. Bir zaman sonra Tuğrul geldi İstanbul’a. Dinler tarihi okumuş bir akademisyen. İstanbul mihmandarımız Tuğrul oldu. Önce, Marmaray ile Sirkeci’ye geçtik. Marmaray; ilk olarak Abdulmecid tarafından planlanmış, sonra II. Abdulhamid tarafından yeniden ele alınmış ve tekrar planlanmış. Planı gerçekleştirmek Recep Tayyip Erdoğan’a nasip olmuş. Belgeleri Marmaray’ın duvarına asılmış. Marmaray’la Üsküdar Sirkeci arası 5 dakikaya düşmüş… Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (III)

Rüştü KAM Sirkeci’den tramvayla Sultan Ahmet Meydanı’na geçtik. Hipodrom’dayız. Tuğrul anlatırken Hipodrom’u, hayalimizde Romalıların at yarışlarını canlandırdık. İki tekerlekli arabalar ve canhıraş koşan atlar. Özel kıyafetiyle hızlı koşması için atları sıkıştıran yarışmacılar. Hipodromda önceden yerlerini almış, özel giysiler içinde kalburüstü seyirciler. Atların dönüş yerlerine fakirleri oturturlarmış, at arabalarının tekerlerinden fırlayan taş ve topraklar hatırlı kişileri rahatsız etmesin diye. Fakirlerin rahatsız olması önemli değilmiş. Hipodrom’da tarihe tanıklık eden iki sütun var. Onlar hakkında da bilgi verdi Tuğrul: “Dikilitaş, Mısır’dan getirtilmiştir. Sultanahmet Meydanı'nın güney tarafına dikilmiştir. Yılanlı Sütun'un yanında bulunur. Antik Mısır dikilitaşıdır. MS. 390 yılında Roma imparatoru I. Theodosius tarafından Mısır'dan getirilerek şimdiki yerine dikilmiştir. Orijinali 30 metredir. Taşınma sırasında alt kısmı kırılmıştır veya kesilmiştir. Şimdiki yüksekliği kaidesiyle birlikte 24,87 metredir. Ağırlığı 200 tondur. Taşın iki ayağında, bir meclis ve bir muharebe resmi kabartma olarak yer almaktadır. Diğer iki ayağında ise, Latince ve Rumca yazılar bulunmaktadır.” Biraz ilerledik ve Alman Çeşmesi’nin önünde durduk. Bu sefer Osmanlı İmparatorluğu’nun o ihtişamlı günlerini gözümüzün önüne getirdik. II. Abdulhamid ve II. Wilhelm kol kola açılışını yapıyorlar çeşmenin. Bütün devlet erkânı orada. Biz de katıldık törene. Günümüzdeki kavganın yerini eski dostlukların almasını temenni ettik. Tuğrul’un anlattığına göre “Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm, 19 Kasım 1898’de Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’i ikinci kez ziyaret etmiş. Bu ikinci ziyaretinde yanında bir çeşme ile birlikte gelmiş. Bu çeşme, Bizans’ın vaktiyle hipodrom olarak kullandığı eski At Meydanı’nda inşa ettirilmiş. Söylentilere göre çeşmenin bütün parçaları Almanya’da hazırlanmış, daha sonra İstanbul’a getirilerek burada birleştirilmiş. Kubbeyi taşıyan kemerlerin iç tarafında Mehmed İzzet Efendi’nin sülüs hattıyla ziyaret yılını (1316) gösteren, Ahmed Muhtar Efendi’nin sekiz beyitlik manzum tarihi yer almaktadır. Çeşmenin açılış töreni 27 Ocak 1901’de yapılmıştır. Su haznesinin ortasında bulunan tunç bir levha üzerine kabartma harflerle Almanca olarak, çeşmenin Kaiser II. Wilhelm’in 1898 yılı sonbaharında Osmanlıların hükümdarını ziyaretinin “şükran hâtırası” olarak yaptırıldığı ifade edilmektedir.” Rivayet edildiğine göre o dönemde çeşmenin musluklarından şerbet akarmış. Halk ücretsiz şerbet içermiş. Çeşme hakkındaki bilgilendirmeden sonra Ayasofya’ya doğru yöneldik. Oldukça kalabalık, girişte izdiham var. Oğlum Zülfikar oldukça duygulandı Ayasofya’nın girişinde, “Nasibimizde Ayasofya’yı cami olarak görmek ve içinde namaz kılmak da varmış. Rabbime şükürler olsun” diye mırıldandı. Bu gezide oğlum Zülfikar ve Hureyre ile birlikteydik. Kızım Dilruba’nın izni tatil tarihimize uygun değildi. Keşke o da yanımızda olsaydı. Tuğrul kardeşimiz, Ayasofya’nın tarihi hakkında bilgilendirme yaptı. “Ayasofya veya resmî ismiyle Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi, eski ismiyle Ayasofya Kilisesi, İstanbul'da yer alan bir cami, eski bazilika, katedral ve müze. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş. 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye dönüştürülmüştür. 1934 yılında yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile de müzeye dönüştürülmüştür. 1935-2020 yılları arasında müze olarak hizmet vermiştir. 2020 yılında ise dönemin Cumhurbaşkanı recep Tayyip Erdoğan tarafından müze statüsünün iptal edilmesiyle tekrar cami statüsü kazanmıştır.“ Tuğrul, giriş kapısındaki (Orea Porta) ikonu göstererek, “ortada Meryem ana var, kucağında Hz. İsa. Sağındaki Kostantin şehri, solundaki de Justinyanus Ayasofya’yı Meryem Ana’ya takdim ediyorlar” açıklamasını yaptı. İkonları konuşturunca anlam yüklü mânâlar dile geliyor. Tam kubbenin altı, orta kısım cami haline getirilmiş. Kenarlar yine müze olarak hizmetine devam ediyor. Yabancılar, Müslümanların ibadet edişlerini rahatlıkla seyredebiliyorlar. Cami tıklım tıklım doldu. Sosyal mesafeye dikkat ediliyor. İki şey dikkatimizi celbetti. Birincisi yere serilen halı engebeli bir şekilde serilmiş. O halı oraya dümdüz serilmeliydi. Zemin çalışması yapılmamış. Bu şekliyle Ayasofya’ya yakışmamış. Halının rengi yeşil. Renk seçiminde isabet edilmiş. İkincisi de engellilere bir yer ayrılmamış. Sanki engellilere Ayasofya Camii’nde namaz kılmayın der gibi bir anlayış var. Modern Türkiye’ye böyle bir ayrımcılık yakışmamış. Dini endişe ile bu ayrımcılık yapılmış ise-kiliseye benzememe gibi- o daha da kötü. Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuyu tekrar gözden geçirmelidir. Allah’ın evinde Allah için ayrımcılık yapmak olmamalı. Allah insanları eşitlerken, kulları, ayrımcılık yapmamalıdır. Hele ibadethanelerde hiç yapmamalıdır. Denizli’de ’Hoşgeldiniz’ e gelen bir yakınıma da anlattım bu durumu. Cevaben, Camilerde sandalye olması caminin kiliseye çevrilmesi anlamına gelir. Elbette sandalye üzerinde namaz kılınmamalı. Diyanet’in aldığı bu kararı destekliyorum, sandalye uygulamasının Kur’an’da zemini yok. Oturarak, yatarak, ima ile kılınabilir ama sandalyede olmaz.” Dedi. Tamam işte o insanlar oturarak namazlarını kılabilirler, sen söyledin. “Öyle değil, sandalyesiz olarak yere oturacak, sandalyeye oturmayacak.” Kur’an böyle mi diyor. Yere oturacak, sandalyeye oturmayacak mı diyor? “Oturacak demek o demektir. Yere oturmak demektir.” Yani sen, yaşlılar ve engelliler camiye gelmesin mi diyorsun, Diyanetin kararını destekliyor musun? “Evet” destekliyorum, gelmesin, ya da yanında kendisi getirsin oturacağı tabureyi… “ Bu anlayışa göre camide ibadet yapacak olan insanların genç olması ve engelli olmaması gerekiyor. Bu anlayışa göre, vatan savunması yaparken bir azasını kaybeden gazilerimizin de camilerde ibadet yapmamaları gerekiyor. Yazık hem de çok yazık. Engelliler resmen camilerden kovuluyor. Hem de devlet eliyle. Sandalyede ibadet olmaz kararını alanlara tavsiyem empati yapmalarıdır. Bu uygulamanın adı akıl tutulmasıdır. Yetkililer bu kararlarını tekrar gözden geçirmelidirler. Ayasofya Camii’nden sonra, Unkapanı’na gittik. Orada kebapçılar sokağı varmış. Büryan kebabı yiyeceğiz. Önce bir mekâna girdik, ambiyansı hoşumuza gitmişti. Lavaboyu sorduk “4. Katta” dediler. İkinci kata indirme çalışmaları yapıyorlarmış. Bizim bildiğimiz lavabo, ya zemin katta olur ya da zeminin altında. Merdivenle 4. kata çıkmak meşakkatli bir iş. Dördüncü katta lavabo mu olurmuş. Ne kadar egoistçe bir uygulama. Türkiye’de engelli ve yaşlı kültürü maalesef oluşmamış. Hizmetler, gençler ve sağlıklı olanlar düşünülerek veriliyor. Kadim bir yaşlı ve engelli kültürüne sahip olan o koskocaman Türk kültürü, Selçuklu kültürü ve Osmanlı Kültürü 100 senede ne hale gelmiş. Herkes daha fazla kazanmanın peşinde. Hizmet anlayışı yok. Canımız sıkıldı. Oradan müsaade isteyerek ayrıldık. Yan tarafta başka bir mekâna geçtik. “Hemen girişte lavabo var” dedi. Kadınlar içinmiş. Erkekler yine 4. Katta. O mekâna oturduk. Mekân sahiplerinden Sinan Bey’in anlattığına göre “Bitlis büryan kebabı, yöresel olarak ’hevur’ denilen tekenin etinden yapılırmış. Kaya tuzu ile tuzlanıp, dilimlenerek kor haline getirilmiş tandıra konulurmuş. Sonrasında su dolu kabın üstüne çengellerle sarkıtılırmış. Üstü de hava almayacak şekilde kapatılarak buharla pişirilen yöresel bir yemekmiş.“ Oldukça lezzetliydi. Sinan Bey “bu lezzeti buradaki diğer kebapçılarda bulamazsınız” diye de kendisini biraz övdü ama. Teke aynı tekeyse ve pişirme usulü de aynı ise ne fark olabilir. Belki de haklıdır... Çamlıca Tepesi’ne çıkıp İstanbul’u seyredecektik, yatsı namazını da Çamlıca Camii’nde kılacaktık, vakit cimrilik yaptı. Biz de üstelemedik. İstirahate çekilmeyi daha uygun bulduk. Zülfikar taksi ile gitmeyi daha uygun buldu Unkapanı’ndan Üsküdar’a. O sıcakta trafiğe denk geldik. Resmen arabada piştik demek doğru olur. Taksi şoförüyle muhabbet edeyim de yol kısalsın istedim. Sohbete İstanbul trafiğinden başlayarak girdik, biraz sonra sohbet döndü dolaştı siyasete geldi. Güneydoğuya geldi, dağa çıkanlara geldi, çözüm sürecine geldi, hendek kazmanın haklılığına geldi… Şoför Bitlisli. Resmen PKK propagandası yapmaya başladı. Karşılıklı sertleşmeler oldu zaman zaman ama sonunda işi tatlıya bağlayarak ayrıldık. Fitili çekilmiş bombalar bunlar, İstanbul’un sokaklarında dolaşıyorlar. Ne zaman nerede patlayacakları belli değil. Allah Türkiyelileri esirgesin. Sabah oğlum Hureyre’yi Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan uğurladık. Uçağa binmeden 24 önce korona testi olacaktı. Yoksa uçağa alınmıyordu. Bosna-Hersek’ten beri söylenenler bunlardı. Korkulu rüyalar görmüştük yollarda. Bosna-Hersek’ten İstanbul’a kadar 1270 km’yi hiç uyumadan bu yüzden gelmiştik. Hatta Üsküdar’da bir test daha yapmıştık sıkıntı olmasın diye. 80 Euro da para vermiştik. Sabiha Gökçen Havaalanı’nda ekstra PCR testi falan istenmedi. Pasaport kontrolü yapıldı, bagajlar alındı. Yola devam edildi. Hep algı, hep algı. İnsanların iki ayağını bir pabuca sokmak. Biz oradan yola devam ettik. Hedefimiz Denizli. Osman Gazi Köprüsü’nü kullandık. Köprü hakkında söylenenlerin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış onu da test etmiş olduk. Köprü gayet görkemli, yollar otoyol. Daha önce 10 saatte geldiğimiz Denizli’ye bu sefer 6.5 saatte ulaştık. Yolun kısalmasından dolayı yakılan benzin, arabanın yıpranması ve de zaman kaybını hesap ettiğinizde köprü pahalı değildir. Köprü İhtiyaç değildi şeklindeki propagandalara da katılmak mümkün değil. Aydın- Denizli arası otoyolu da tamamlanınca Osman Gazi Köprüsü tercih edilen güzergâh olacaktır. Öbür yol iptal edilmemiş zaten, isteyen o yolu kullanabilir. Köprü pahalıdır diye algı oluşturmanın anlamı yoktur. Yapılan güzel işler alkışlanmalıdır. Devam edecek

Berlin-Denizli Hattı (IV)

Rüştü KAM Osman Gazi Köprüsü ile girdiğimiz otoyol, bizi Aydın’a kadar ulaştırdı. Yol kaymak gibi. Size kalan sadece direksiyon hâkimiyeti. Arabanız hedefinize doğru kayıp gidiyor zaten. Aydın -Denizli arası bölünmüş yol. Otoyol çalışmaları devam ediyor. Aydın Denizli arasında, yol kenarlarına tezgâhlar kurmuşlar; incir tezgâhları, ağacından yeni koparılmış taze incirler bunlar. Tam mevsimi. İncirlerle ilgilenmesek saygısızlık olacaktı. Ağacın dalından inmişler, yol kenarına kadar gelerek bizlere tebessüm ediyorlar, boyunlarını da bükmüşler, al beni-götür der gibi… Bu kadar cilveye can mı dayanır, indik arabamızdan önce pazarlık yaptık sonra da taktık kolumuza doğru eve. Güzel bir banyodan sonra koyduk sofraya. Koyduk koymasına da herhalde biraz fazla ilgilendik incirlerle, nerede duracağımızı kestiremedik, sonrasında olanlar oldu… Saat 19:00’da kız kardeşimin evinin önündeydik. Balkonda oturuyorlarmış. Onlar bizi bir gün sonra gelecek sanıyorlardı. Sürpriz yaptık. Pür telaş aşağıya indiler. Kucaklaşma faslı sokakta başladı. Annem balkondan bağırıyor. O yürümekte zorluk çekiyor. Bagaj bir anda boşaldı. Yolculuk üzerine sorular soruldu. Cevapladık. Ee anlatın hele, Stuttgart’ta ne işiniz vardı. Oldu mu o iş… Anlaşılan merak edilen biz değiliz, Stuttgart’ın hikâyesi. Bu arada yemekler hazırlandı. Yol yorgunu olduğumuz için, sohbeti ertesi güne bırakarak odalarımıza çekildik. Ertesi gün hoş geldiniz demeye gelen misafirlerimiz vardı. Hal hatır sorma faslı bitince günlük siyasete hızlı bir şekilde dalış yaptık. “Almanya’dan Türkiye nasıl görünüyor?” şeklinde bir soru ile açıldı perde. Bu soru, takip eden günlerde başka mekânlarda da soruldu. “Özellikle Avrupa ülkelerinden Türkiye; bir diktatör tarafından halkı esir alınmış bir ülke olarak görülüyor. Halkı açlık sınırında olan bir ülke. İşsizlik almış başını gitmiş. Ekonomisi çökmüş. Komşularıyla da arası iyi değil… Böyle bir ülke Türkiye.” dedim. “Burada yaşayan sizler nasıl görüyorsunuz, gerçekten yurt dışından görüldüğü gibi midir Türkiye? “ “Fazlası var azı yok” dediler. Kafalar oldukça karışık ve öfkeliler. İktidarın Suriyeli ve Afganistanlı mültecilere yaklaşımı ilk sırada hemen masaya konuverdi. “Afganistanlılar şu anda kurtuluş savaşını veriyorlar. Türk Halkı onların yanında olmalıdır. Onlar biz kurtuluş savaşı verirken, bileziklerini, küpelerini, ceplerindeki son kuruşlarını bize gönderdiler. Biz de o paralarla İş Bankası’nı kurduk. Taliban terörist değildir. Onlar vatanının bütünlüğü için mücadele eden vatansever yiğitlerdir. Onların din anlayışlarını sonra tartışacağız. Şimdi değil. Taliban’ın din anlayışının Cübbeli’nin, Diyanet İşleri başkanlığının, tarikatların, Nihat Hatipoğlu’nun, Cevat Akşit’in din anlayışından farkı yoktur. Taliban’ın din anlayışı üzerinden Afgan halkı mahkûm edilemez.” dedim. Demesine dedim de, hepsi beraber, kuyruğuna basılmış kedi gibiler, hemen başladılar oturdukları yerde kıpırdanmaya. Bir sağa bir sola devriliyorlar. Ellerini nereye koyacaklarını bilemiyorlar, bazen de işaret parmaklarını sallayarak konuşmalarını güçlü hale getirmeye çalışıyorlar. “Mülteciler ekmeklerini bölüyormuş, onlar yüzünden işsizlik artıyormuş, tecavüzler artıyormuş, hırsızlık artıyormuş… İktidar partisi mülteci politikası yüzünden, 2023 seçimlerinde kaybedecekmiş, gitse de kurtulsak bu diktatörden…” Konuştuğum kişiler, adına Süleymancı denilen cemaate, Saadet Partisi’ne, İyi Parti’ye ve de Fetö terör örgütüne mensup kişiler veya onların yakınları. Benim akrabalarım bunlar. -“Şurada bir seneniz kalmış, Erdoğan gitti diyelim, yerine kimi koyacaksınız?”- -“Ondan sonrasına bakarız. Önce Erdoğan gitsin de sonrası kolay...” -“2000 yılında gayrisafi Milli gelir ne kadardı Türkiye’de? -“2.000 Dolar.” -“Şimdi ne kadar, yani 18 sene sonra?” -“8.000 Dolar.” -“2.000 yılında iflas etmiş bir Türkiye vardı değil mi? Hastaların, hastane masraflarını ödeyemediği için hastanelerde rehin kaldığı bir Türkiye. SSK iflas etmişti, başında Kemal Kılıçdaroğlu vardı. İlaç paralarını ödeyemiyordu hastalarına? Doğru mu?” -“Doğru.” “Aradan 18 sene geçti. Şimdi isteyen istediği hastanede ücretsiz muayene olabiliyor ve ilaçlarını alabiliyor, doğru mu?” “Doğru” -“İhtiyacı olan herkese emekli maaşı bağlanmış, işsizlik maaşı bağlanmış, eğitim üniversite dâhil olmak üzere parasız, askeri vesayet kalkmış öyle zırt-pırt aklına gelen darbe yapamıyor, savunma sanayi gelişmiş, iyi kötü isteyen herkesin altında bir arabası da var vb. Doğru mu?” “Doğru.” -“Ben anlamakta güçlük çekiyorum, siz bu Erdoğan’dan tam olarak ne istiyorsunuz? “Erdoğan’ın gitmesini istiyoruz?” Erdoğan gitti diyelim, yerine kimi getireceksiniz? “Kılıçdaroğlu var, Ekrem İmamoğlu var, Mansur yavaş var, Mehmet Şimşek var…” Bunlar önemli de değil, birisi bulunur mutlaka, ama önce Erdoğan gitsin. Neden iktidar demiyorsunuz da sadece Erdoğan diyorsunuz?” “Yolsuzluklar var, zinayı yasaklayamamış, içkiyi yasaklayamamış, ihtiyaç olsun olmasın durmadan cami açıyor. Her tarafa İmam-Hatip Lisesi açıyor, Fetö damgası vurularak haksız yere insanlar işlerinden atılmış, hapislere atılmış. Suçlu mu suçsuz mu ona bakılmıyor. Banka Asya’ya para yatırdı, Fetö’nün yurtlarında kaldı, üniversitelerinde okudu diye insanlar içeriye alınıyor. Bu insanlar suçsuz. Bundan sonra sıra Süleymancılara gelecek, ondan sonra da Adıyamanlılara. Bu adam tarikat düşmanı, din düşmanı… Anlaşılan o ki, Erdoğan düşmanlığı Erdoğan’ın Müslümanlığından kaynaklanıyor. Bir kısım insanlar Erdoğan’ın şeriat getireceğini düşünüyor bir kısım insanlar da “Erdoğan içkiyi niçin yasaklamıyor, niçin zinayı serbest bırakıyor” diyor. Velhasıl Erdoğan ne İsa’ya yaranabiliyor ne de Musa’ya. İnsanlar tamamen algıdan besleniyorlar. Yolsuzluk yapıyor şeklindeki sözler işin bahanesi, yolsuzluk konusu kendilerinin de özelliği. Türkiye’nin iflası onların yaptıkları yolsuzluklar yüzünden değil midir? Ve ben bu insanları saygı ile dinledim, sonra da onlara saygı duydum. İşlerini iyi yapan bu ‘algı üreticilerine’ saygı duydum. Çünkü çalışıyorlar, bir şeyler üreterek insanları manipüle etmesini çok iyi biliyorlar. Bu işi çok iyi yapıyorlar. Bu kadar dezenformasyona rağmen, AK Partililer ne yapıyorlar, hangi işlerle meşguller, bu algıların hafızalardan silinmesi için neler yapıyorlar diye biraz araştırdım; benim gördüğüm kadarıyla hiçbir şey yapmıyorlar, sadece algı değirmenine su taşıyorlar. Onlar şımarmışlar. Hak etmedikleri makam ve mevkileri onları sarhoş etmiş. Belediye başkanları bilbordlara resimlerini asmakla meşguller. Bu resimleri bizler üçüncü dünya ülkelerinde görürdük. Allah şımarık insanları sevmez. Zalimleri sevmez, egoistleri sevmez, paraya-pula, makama köle olanları hiç sevmez. Nankörleri sevmez. Allah sevmediği insanlara yardım da etmez. Müslümanı Peygamberimiz şöyle tarif eder; ”Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” “Kendin için istediğini başkası için istemedikçe mümin olamazsın.” Peygamber böyle tanımlıyor Müslümanı. Müslüman olan bu buyrukların çerçevesinden dışarıya çıkamaz, hatta burnunu bile çıkaramaz, bırakın çıkmayı çerçeveyi bile zorlayamaz. Hem Müslümanım diyeceksin hem de Peygamberimiz’in tanımının dışında kalacaksın… Önemli bir örnek; iki sene önce de yazmıştım bugün yine yazmak durumundayım. Ben bizzat gördüğümü yazıyorum. Çöp bidonlarının ağızları 39 derece sıcaklıkta hâ açık duruyor. Bu bidonlar ülkeye mikrop pompalıyorlar. Sokaklar pislik içinde. Edirne’den Denizli’ye kadar hep böyle. Ülkenin başka yerlerindeki belediyelerin de bunlardan farklı olduğunu sanmıyorum. Can dostum Faruk Kâhya Hoca’nın babasının vefatı münasebetiyle Denizli’den Fethiye’ye gittim. Bu hüzünlü gününde yanında olmak istedim. Ona sabırlar diledim. Bir gün de misafiri oldum. Sağ olsun acılı gününe rağmen bizimle ilgilendi. Fethiye’de gezdirdi. Sahil kenarına indik, Babadağ Paragliding Merkezine çıktık. Kaya Mezarlarını gördük, fotoğraflarını çektik, âşıklar tepesine çıktık. Yanımızda mâşukumuz yoktu ama onları hayalimizde canlandırmak bile iyi geldi. Ben kendi adıma söylüyorum… Faruk Hocamın kendi elleriyle pişirdiği ve fesleğenle tatlandırdığı Kefal balığını yedik ve Berlin’de görüşmek üzere vedalaştık. Eşi Medine Hanıma ve oğlu Ramazan’a da çok teşekkür ederim. Fethiye’de de aynı manzara var, çöp bidonlarının ağzı orada da açık. Hava o gün 42 derece idi. Fethiye herkesin gözü ününde bir şehir. Ama o şehir, gelenleri güzellikleriyle değil, mikroplarıyla tanıştırıyor. Olmaz böyle bir anlayış. Ben dinin buyruklarından vazgeçtim. Onları takan falan yok zaten. Be mübarek insanlar 21. Asırdayız. Hiç mi hijyen kurallarından haberiniz yok. Bu yazımı bir ayet ve bir hadisle sonlandırayım. Tövbe Suresinin 24. Ayeti: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz/menfaat çevreniz, elde ettiğiniz mallar, kesadından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah'tan, resulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, yoldan ayrılmış bir topluluğu doğruya ve güzele kılavuzlamaz." Hadis, “Öküzün kuyruğuna yapışır da cihadı ter kederseniz, Allah sizi zelil eder, ta ki tekrar cihada (iyiliği hâkim kılmak için yapılan mücadele) dönünceye kadar.“ Devam edecek…