29 Ocak 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (Xll-12)

Biz eğer yıllar ve yıllar, kuşakları sağcı-solcu diye, şucu-bucu diye yaftalar ve paftalarla değil de; namuslu-namussuz, dürüst-düzenbaz, hizmet eden-hıyanet eden, erdemli-erdemsiz, vefalı-namert gibi zamanüstü ayırımları esas alarak yoğurup şekillendirseydik, ülkemizin ve insanımızın kaderi bugünkünden çok daha parlak olurdu. 
 
Avrupa Milli Görüş Teşkilatgları Genel Başkanı Osman Yumakoğullarının 3 Haziran 1995 yılında Frankfurt’ta yapılan Genel Kurulda yaptığı konuşmadır. Bu konuşmayı ben, üniversite öğrencileri Metin İlhan, Sami Alphan, Muhittin… ile birlikte hazırladık. 
 
3 HAZIRAN 1995/ FRANKFURT 
 
Sayın Misafirler, Kıymetli üyelerimiz, Değerli basın mensupları, 1985 yılında kurulan Avrupa Milli Görüş Teşkilatları’nın 11. Olağan Genel Kurulu’na hoşgeldiniz der, hepinizi muhabbetlerimle selamlar, saygılar sunarım. Ayrıca Avrupa Milli Görüş Teşkilatlarının çalışmalarında, başta Almanya olmak üzere, faaliyetlerini sürdürdüğü tüm devlet yetkililerine ve özel kurum ve kuruluşların yetkililerine ve o ülke halklarına, gösterdikleri yakın alaka ve ilgiden dolayı teşekkür ederim. 
 
Özellikle Hessen eyaleti başbakanı HANS EICHEL’e ve Frankfurt belediye başkan vekili TOM KÖNIGS’e teşekkür eder, en içten dileklerimle saygılarımı sunarım. Biz Türkiyeli Göçmenleriz, 30 yıl önce içinde yaşadığımız bu ülkelere geldik. Sayımız Avrupa’da bugün 3 milyonun üzerindedir. Sadece Almanya’da 40 bin işverenimiz, 15 bin üniversite ögrencimiz vardır. Bu işyerlerinin yatırım hacimleri 8 milyar Mark, yıllık ciroları ise 31 milyar Mark civarındadır. İşveren sayımızın 2030 yılında 92 bin 500’e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu işyerle-rinde istihdamın da 2030 yılında 315 bin kişiye çıkacağı tahmin edilmektedir. Ailelerimizin yüzde 11’i bugün ev sahibidir. Kendi kimliğimizi korumak ve bu kimliğimizi kaybetmeden gelecek nesillere aktarabilmek için hep birlikte elele vererek, gönül gönüle vererek dini bir teşkilat olarak kurduğumuz Avrupa Milli Görüş Teşkilatları’nın da, bugün üye sayısı 64.779’e ulaşmıştır. Bizim burada artık kalıcı olduğumuz inkâr edilmez bir gerçektir. 
 
Geriye dönüş 1. kuşak olarak, genelde mümkün olsa bile 2. ve 3. kuşaklar, yaşadıkları ülkelerde kalacaklardır. Kalıcı olduğumuzun göstergelerini şu şekilde sıralayabiliriz: -İlk zamanlarda sadece ibadet görevini yerine getirmek için geçici bir şekilde, bodrumlarda ve arka bahçelerde mescitler açtık. Bugün ise, içinde yaşadığımız şehir mimarilerini de gözönünde bulundurarak, kültür evi işlevini de gören, minareli ve kubbeli camiler inşa etmekteyiz. İnsanlığın ruhunu aydınlatmaya devam ediyoruz. 
-İşadamlarımız, sermayelerini, içinde yaşadığımız ülkelerde daha iyi bir şekilde nasıl değerlendire-bileceklerine yönelik çalışmalarını sürdürmektedirler, işverenler dernekleri kurmaya devam etmek-tedirler. -Çocuklarımız tahsillerini burada yapmakta, mesleklerini burada edinmektedirler. Gençlerimiz ve çocuklarımız Avrupa kültürüyle uyum sürecine girmiştirler. 
-Alman vatandaşlığına geçişler hızla artmaktadır. İkinci nesil siyasi partiler içinde yerlerini almakta ve Avrupa’da siyaset yapmaktadır. Leyla Onur ve Cem Özdemir Türk kökenli milletvekilleri olma hasebiyle gurur duyduğumuz temsilcilerimizdir. Sayın Leyla Onur ve Sayın Cem Özdemir’in Türkiyelilerin ve yabancıların haklar ve hürriyetler açısından daha iyi bir konuma gelmeleri için çalışacak-larına inanıyoruz ve bu konularda kendilerini bütün gücümüzle destekliyoruz. 
-Burada kalıcıyız. Ve bu kalıcı olmanın getirdiği sorumluluklarımızın şuurundayız. İçinde yaşadığımız ülkenin kanunlarına da saygılıyız. Aynı zamanda gençlerimiz emniyet teşkilatında görev almakta ve örnek hizmetler vermektedirler. 
-Çalışan bütün insanlar gibi vergimizi ödüyoruz, ülke kalkınmasına yardımcı oluyoruz. Cennet vata-nımız Türkiye’yi sevdiğimiz gibi içinde yaşadığımız ülkeleri ve o ülke halklarını da seviyoruz. Hukuki sorumlulukların da ötesinde, doğanın korunması, kötü alışkanlıklar ve uyuşturucuyla mücadele vs. gibi, toplumdaki ahlaki değerleri korumaya yönelik çalışmalar yapıyor ve bunun için didiniyoruz. 
-Ancak, sorumluluklarımızı ve görevlerimizi daha iyi bir şekilde yerine getirebilmek için, önümüzde duran engelleri aşmamızda bize yardımcı olacak haklara ihtiyacımız vardır. Nimet külfet dengesinin tam olarak sağlanabilmesi için, yerleşik olmamızdan doğan şu haklarımızın, bizlere verilmesi gerekir: 
-Belçika, Avusturya ve İspanya da olduğu gibi, diğer Avrupa ülkelerinde de İslam’ın resmen din olarak tanınması, 
-İki dilde eğitim hakkı verilmesi, -Kapsamlı bir şekilde seçme ve seçilme hakkı verilmesi, 
-Çifte vatandaşlık hakkının verilmesi, 
-Vatandaşlığın kan bağına göre değil de doğum yerine göre belirlenmesi, -Bu hakların bizlere verilmesi insan hakları açısından zorunluluktur.
-Demokratik Avrupa ülkelerine düşen görev, bu hakları hak sahiblerine teslim etmektir. AMGT’nin kıymetli üyeleri ve değerli misafirlerimiz, Cennet vatanımızdan kilometrelerce uzaktayız. Ama yüreğimiz Türkiye diye atıyor. Çünkü Türkiye kökenliyiz. Güçlü bir Türkiye bizi sevindiriyor. Problemsiz bir Türkiye bizi ümitlendiriyor. Bugünlerde Türkiye zor bir dönemden geçiyor. Avrupalı dostlarımızın, dostluktaki samimiyetlerine rağmen (!) Türk Devleti’nin bu zor dönemi başarı ile aşarak geride bırakacağı inancını içimizde yaşatıyoruz. AMGT olarak bu zorlu yolda her zaman Devletimizin yanındayız, maddi ve manevi her konuda dai-ma göreve hazırız. Yeni SEVR’ lere hayır diyoruz! Tüm Avrupa ülkelerinin de toprak bütünlüğümüze saygı göstermelerini istiyoruz. Misak-ı Milli sınırları içerisinde güçlü bir Türkiye istiyoruz! Anavatanımızın ve milletimizin geleceğinin teminat altına alınabilmesi için yeni Sevr’lere hayır diyo-ruz! 
 
AMGT’nin saygıdeğer üyeleri, 
 
Kendimizi Türkiye’den soyutlayarak, problemlerimize hal çaresi bulmak mümkün değildir. Zira problemlerimizin çözümünün bir ucu da Türkiye’ye dayanmaktadır. Bu nedenle; yurtdışındaki Türkiyeli vatandaşların problemlerini yakından bilen ve yaşayan ve onları temsil eden sivil toplum kuruluşlarının da, uluslararası görüşmelerde temsil edilmeleri kaçınılmazdır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden isteklerimiz şunlardır; 
-Yurtdışında çalışan Türk vatandaşlarına oy kullanma hakkının fiiliyata geçirilmesi, 
-Dış Türkler Bakanlığı’nın kurulması, -Yurt dışındaki Türkiyeli çocukların eğitimini ön plana çıkaracak kültür anlaşmalarının yapılması, -Yurtdışındaki Türkiyeli vatandaşlarımızın her türlü sosyal haklarının korunulmasını sağlayacak, kanuni düzenlemelerin yeniden gözden geçirilmesi, 
-Bedelli askerliğin yeniden gözden geçirilerek, bedel hususunda indirime gidilmesi, 
-TRT-INT Televizyonu’nda Avrupa’daki insanımızın konumu göz önünde bulundurularak yayın yapıl-masını istiyoruz, milli ve dini duygularımızı rencide eden yayınlara yer verilmemesini istiyoruz. Bu isteklerimiz hemen halledilmesi gereken konuların başında gelmektedir. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
AMGT olarak bizler, ‘İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır’ kutlu sözünden hareketle şubele-rimizin bulunduğu yerlerde renk, din, dil ve ırk farkı gözetmeksizin, insanlara gereken sosyal ve kültürel hizmetler götürmeye, bu hizmetlere yenilerini eklemeye devam etmeliyiz. Kimliğimizi kaybetmeden varlığımızı sürdürebilmemiz için; 
-Anadil ve içerisinde yaşanılan ülke dilinde lisan ve tamamlayıcı eğitim kursları açmalıyız. -Çocuklarımızın ilk ve orta öğretimde başarı grafiklerinin yükselebilmesi için okul öncesi eğitim kurs ve kurumları açmalıyız. 
-Gençlerin iyi bir eğitim alabilmeleri için onları yönlendirici danışma merkezleri kurmalıyız. 
-İçinde bulunduğumuz ülke insanlarıyla uyum içerisinde yaşamayı sağlayacak ve kolaylaştıracak her türlü kültür hizmetlerinin birliktelikle verildiği kültür evleri açmalıyız. 
-Toplumdaki gençlerin her türlü kötü alışkanlık ve özellikle uyuşturucudan uzak tutulması için spor kulüpleri, musiki evleri, folklor kursları ve gençlik lokalleri açmalıyız. 
-Ayrıca kötü alışkanlıklara ve uyuşturucuya bulaşmış gençler için de terapi ve rehabilitasyon imkânları hazırlamalıyız. 
-Bu konuda hizmet veren resmi kuruluşlarla yakın temasa geçip onlara çalışmalarında yardımcı olarak, toplum huzurunun sağlanmasına katkıda bulunmalıyız. 
-Hizmet götürmede meşrep, din, dil, renk ve ırk farkı gözetmeksizin herkese eşit davranmalıyız. 
-Haklarımızın savunulması, alınması ve korunması için, bilhassa gençlerimizin, bulundukları ülkeler-deki siyasi partilere aktif olarak katılmalarını teşvik etmeliyiz. -Faaliyetlerimize kadınlarımızın da eşit olarak katılımlarını hızlandırmalıyız ve bu yönde onlara yardımcı olmalıyız. 
-Velhasıl Türkiyeli olmamıza rağmen, Türkiye’de değil de Avrupa’da yaşadığımızın şuurunda olarak faaliyetlerimize yön vermeliyiz ve hedeflerimizi içinde yaşadığımız toplumun refah düzeyini daha da yukarılara taşıyacak şekilde tespit etmeliyiz. Saygıdeğer üyelerimiz, Dünyanın başka yörelerinde olduğu gibi, Avrupa’da da son zamanlarda ırkçılık rüzgârları esmektedir. İslâm'ın, tehlikesinden dolayı yasakladığı ırkçılık, bugün insanlığın sinesinde derin yaralar aç-maktadır. Dünyayı bir baştan bir başa saran çatışmalar ve savaşların asıl sebebi, değişik yönleriyle tezahür eden hoşgörüden yoksun, eli kanlı bir ırkçılık anlayışıdır. Bu ırkçılıktan içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri de değişik şekillerde nasibini almaktadır. Mesela birçoğumuzun yaşadığı Federal Almanya'da 1993 yılı verileri itibariyle yabancılara yönelik saldırılar toplam olarak 6721 iken 1994’te bu sayı 3100’e düştüğü söylenmektedir. Bu sevindirici bir gelişmedir. Ancak saldırıların camilere, ibadethanelere ve Türk işyerlerine yöneltilmiş olması fevkalade üzücüdür. Bu olayların faillerinin en kısa zamanda yakalanarak adalet önüne çıkarılması arzumuzdur. Bizler Solingen’ı ve Solingen’leri unutmadık ! 
 
 Değerli üyelerimiz, 
 
Bizlere düşen görev her türlü ırkçı provokasyonlara karşı duyarlı olmak ve olaylara serinkanlı yak-laşmaktır. Bunun yanında, yabancısever yerli halk çoğunluğuyla birlikte, yasal çerçeve içerisinde kalarak, yalnız yabancıları değil, diğer azınlıkları da hedefleyen saldırılara karşı dayanışma içerisin-de olarak yerli halkla dostluğumuzu pekiştirmemiz gerekmektedir. 
 
AMGT’nin değerli üyeleri ve saygıdeğer Misafirlerimiz,
 
 Kur’an, insan haklarının omurga noktasını insanın saygınlığı olarak belirler. İnsan gaye varlıktır. Yaratıcı’nın yeryüzündeki temsilcisi, aynası, dostu, parçası insandır. Ve tüm insanlar, hiç bir ayırım söz konusu omaksızın bu özelliklerin doğuştan sahibidir. O halde insan, şu veya bu patenti taşıdığı için değil, sadece insan olduğu için azizdir, saygındır, onurludur, hizmete ve sevgiye layıktır. İnsan, doğuştan özgür, temiz ve asildir. Dünyaya tertemiz bir halde gelir. Sırtında hiçbir ayıp, kambur ve leke taşımaz. İlk babası Âdem’in günahı ona intikal etmemiştir. Bu yüzden, dünyaya gelişinin ardından birilerinin vaftiz veya vesayetiyle arınmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Ezeli günah teranesiyle, insanın kaderini şunun bunun eline teslim etmek, Kur’an öğre-tisi açısından bir zulümdür. İnsan, tüm lekeleri, karanlıkları, kamburları sonradan ve yalnız kendi elinin ürünü olarak sırtlar. Yani kaderini kendisi belirler. Kur’an, insanın patent ve yafta hegemonyası altında tekmelenmemesi için, daha ilk ayetinde, Allah’ı „ âlemlerin Rabbi „ olarak tanıtmış ve O’nun en belirgin niteliğini rahmet yani sınırsız sevgi ve şefkat olarak göstermiştir. Kur’an’ın tanıttığı Allah belli bir ırkın, bölgenin, zamanın belli bir mabedin veya sınıfın tanrısı değildir. Kur’an’ın tanıttığı Allah Yehova değildir. O, tüm insanlara „Şah damarlarından daha yakın „ bir dosttur. (Kaf suresi, 16; Bakara, 257) Kur’an, bu prensiplerden hareketle insan haklarının kozmik temellerini oluşturacak ilkeler getirir. her şeyden önce, tüm insanlar ölümsüzlüğe, ebedi kurtuluşa adaydır. Kurtuluşun yeterlilik şartları üçtür: „Yaratıcı Kudrete, ölüm sonrası hayata, yani hayatın sürekliliğine iman ve insanlığın hayrına, barışa yönelik faaliyetler sergilemek.“ (Bakara, 62; Mâide, 69) Böylece Kur’an „bizim dışımızda kurtuluş yoktur„ ilkesini kırmış ve Allah’ın bir klik ilahı haline geti-rilmesini önlemiştir. İslâm’da, ikrah yani baskı ve zorlama yoktur. Baskı ve zorlama, Allah’ın iradesine kafa tutmaktır; dinsizliktir. Hiç kimse sevip istemediği hür iradesiyle benimsemediği şeye inanmaya, içten bir niyetle yapmak istemediği hiçbir şeyi yapmaya zorlanamaz. İkrahı insana hükmetme yolu olarak seçenlere karşı çıkmak insan olmanın onur borcudur. Doğruyu ve güzeli anlatanları engelleyenler de ikraha sapmışlardır. Onlara karşı çıkmak da bir insanlık borcudur. Bu onur borcunu yerine getirirken ölenler „sonsuzlaşmış erlerdir.“ Ve cihadın boyutlarından biri olan savaş bu sonsuzluk erlerinin verdikleri savaştır. İnsanları tekmeleyerek Cennet’e götüreceğini sa-nanlar, söyleyenler, gerçek cihadı yozlaştıran karanlık ruhlardır. Yerel ve uluslararası despotizmle mücadele de, bir insanlık borcudur. Tâğûti sistemlerin hegemon-yaları yere gömülmelidir. Şûra yani Cumhuriyet ve Kur’an’sal demokrasi esastır. İnsanın alın teri ve emeği Allah’ın adı kadar kutsaldır. Emeği kapitale, gayret ve yeteneği servete boğduran sistemler zulüm sistemleridir. Sadece insana değil, tüm canlılara eziyet ve işkence zülümdür, hayata ihanettir. İnsana eziyet ve işkence ise Allah’a harp açmaktır. Bir tek düşman vardır, o düşman zalimlerdir ve de o zalimlere yandaşlık eden zalimlerdir. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Yaratıcı deha ideyi bulur, var eder, oluşturur, ortaya çıkarır. Aksiyoncu deha ise bu ideyi alır, teşkilatçı, yönetici kudretiyle şekillendirip hayata mâl eder. Sürekli akan bir nehirdir yaratıcı deha... Teşkilatçı deha bu nehire yön verir, taşıp kendini yıkmasını ve kendini işe yaramaz hale getirmesini önler. Yaratıcı deha doğuran rahim, teşkilatçı deha ise büyüten gözeten eldir. 
 
AMGT’nin değerli üyeleri ve saygıdeğer misafirlerimiz, 
 
 Tarih bir tekerrür sahnesi ve ibret levhasıdır, kendisiyle sadece övünülecek bir olaylar zinciri değil-dir. Kur'an bize geçmiş milletlerin hikâyelerini anlatarak, onların düştüğü hataya düşmemizi önle-mek ister. Artık yakın tarihdeki ve günümüzdeki kötü sahnelere de bakarak ibret almalıyız. Dolayısyla tekerrür etmesi muhtemel olan tehlikelere karşı önlem almalıyız. Şair der ki: „Yüzüne soğuk su vur da bir çağır-bağır/Senin uyuman tüm kârları ziyana çeviriyor/ Gökyüzüne binmişken yeryüzündekilerden ne korkuyorsun ?’’ 
 
AMGT’nin değerli üyeleri ve sevgili misafirlerimiz, 
 
Bugün ne yazık ki, dünyanın çeşitli ülkelerinde savaşlar devam etmektedir. Bunların belki de en hazini Çeçenistan’da ve Avrupa'nın göbeğinde, gözlerimizin önünde, bir taş atımı uzaklıktaki Bosna-Hersek'te cereyan etmektedir. Çeçenistan ve Bosna-Hersek gibi, müslümanların hunharca katledildiği bölgelere, dünya kamuoyu sadece uzaktan bakmaktadır. Emperyalist emellerinden birtürlü vazgeçemeyen Rusya’ya ve üç buçuk Sırp’a dünyayla alay etme ve Birleşmiş Milletleri hiçe sayma cesaretini onlara kim veriyor dersiniz? Yoksa Avrupa ve yeni dünya düzeninin savunucuları Avrupa’nın ortasında bir müslüman devlet iste-miyorlar mı? Bu sessizliğin sebebi nedir? Yapılan bunca zulüme karşı Avrupalı dostlarımızın (!) vurdumduymaz tavırları, müslümanların hafı-zasından kolay kolay silinmeyecektir. Çeçenistanlı, Bosnalı ve diğer ülkelerin mazlum halkları da çok iyi bilmektedir ki, artık ne Birleşmiş Milletler'den ne de başka dostlarından kendilerine hayır yoktur. Aynı Çeçenistan ve Bosna gibi, diğer bazı İslâm ülkelerinde de durumlar içler acısı bir şekilde dünya kamuoyunun uzağındadır. Ermeniler şimdiye kadar yapılan çağrılara karşın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından hala geri çekilmemekte israr etmektedir. Rusların gayesi, Azerbaycan’da, Bağımsız Devletler Topluluğu himayesinde, barış gücü yerleştirmek ve böylece Azerbaycan’ı tekrar hâkimiyeti altına almaktır. Biz Azerbaycan’da iktidar ve muhalefette olan tüm kardeşlerimize buradan birlik ve beraberlik içerisinde hareket etme çağrısında bulunuyoruz. Aynı çağrıyı Afganistan’daki, Kuzey Irak’taki ve dünyanın diğer bölgelerindeki, iç çekiş-me ile birbirlerini zaafa düşüren müslüman kardeşlerimiz için de yapıyoruz: Kardeş kanı dökmeyin! Siyasi ihtirasların kölesi olmayın. „Aklınızı çalıştırmazsanız, Allah sizleri pislik içerisinde bırakır. (Yunus 100) Yaratıcı buyruğu mihmandarınız olsun. Aranızdaki anlaşmazlıkları Allah ve Rasülüne götürün. Gücünüzü ülkenizin imarı için harcayın. Ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. 
 
Avrupa Milli Görüş Teşkilatları’nın saygıdeğer üyeleri, 
 
 Avrupa ile yakınlaşma veya entegrasyon, dinsel-felsefi açıdan bakıldığında, Kur’an’ın dinine bağlı bir insan için yadırganacak, kabulünde güçlük çekilecek birşey değildir. Elverirki yakınlaşma ve entegrasyon müslümanın ezilmesine sömürülmesine ve bağımlı hale getirilmesine köprü yapılmasın. Hristiyan dünya ile entegrasyon; Kur’anın önerdiği bir keyfiyettir. Kur’an 15 asır önce insanlığı bu beraberliğe çağırmıştır. Bu çağrı sadece hristiyanlara değil, hristiyan batının ruhsal akrabası olan musevi kitleye de yöneltilmiştir. ( Ali İmran 64) Kur’an, Ehl-i Kitap diye Hristiyan ve Musevileri, Müslümanlarla, Allahın birliği ve Allah’tan başkasına kulluk etmeme gerçeği etrafında işbirliğine çağırmaktadır. Kur’an, Hristiyan dünyayı, müslümanlara yakınlıkta ve sevgide bir numaralı kitle olarak göstermektedir. Olaya, nüfus kağıdı, iddia ve slogan açısından değil de, Kur’anın evrensel değerlerini hayata sokma açısından bakıldığında, bugünkü Batı Dünyasının, günümüz İslâm âleminden, Kur’an’a daha yakın olduğu görülür. O halde İslâm’ı tarihin mezarlığında, biriktirilmiş bir örfler yığını değil de, Kur’an vahyinin dinamik ve diyalektik verilerine oturan bir hayat anlayışı olarak düşünenlerin; bugünkü batı ile entegras-yondan bekleyecekleri hayır, bugünkü İslâm dünyasıyla entegrasyondan bekleyecekleri hayırdan hiç de az olmayabilir. Bu yaklaşımdan sonuç almak ve insanlığa yepyeni bir hayat anlayışı sunmak, soylu politikalar izleyecek yönetici benliklerin işidir. Bu dinin anneleri bu benlikleri doğurdu, doğuruyor ve doğuracaktır. Bütün mesele TANZIMAT’tan beri süregelen kişiliksiz, teslimiyetçi, sünepe, kendi insanından tiksi-nen, öz değerlerini tahrip etmeyi kahramanlık sayan, kendi gücünün farkında olmayan eyyamcı, zavallı politikaların terk edilmesidir. Bunun ilk işareti de „ Biricik kurtuluş Avrupa Birliği’ne girmektedir’’ sloganını, „biricik kurtu-luş çalışıp adam olmaktır’’ ilkesine dönüştürmektir. Gerekiyorsa ve onurumuzu satmak pahasına olmuyorsa, Avrupa Birliği’ne de gireriz ! Ama Avrupa Birliği’ne girme manisine, şarkısına tutulup kendimizi felç etmenin „Avrupa Birliği yoksa bizim için hayat yok’’ demeye getirmenin hayra alamet bir yanı yoktur, olamaz da! 
 
Saygıdeğer üyelerimiz ve kıymetli misafirlerimiz, 
 
İnsan denen şu bir avuç topraktan, yaratıcı birşeyler bekliyor. Bu bir avuç toprağın içine sonsuzluğun tohumunu ekmiş. Bunun da dal budak salmasını bekliyor. Hâlâ ümidi devam ediyor Allah’ın, ancak o insan sürekli Cenab-ı Hakk’ın bu ümidini boşa çıkarıyor. Tabii bu ümidin de bir sınırı vardır, bir yere gelecek, o insan tokadı yiyecektir ve yüzüstü yere çakı-lacaktır. Bu noktaya gelmeden Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılalım. Bunun için bir silkiniş gösterelim ve kendimize gelelim. İslâm, barış ve esenliği yakalamak için Allah’a teslim olmak demektir İslâm Allah’a teslimiyet dinidir. İnsanoğlu kaderini Yaratıcı’nın iradesinin dışındaki başka iradelere teslim etmemelidir. İslâm dünyasının birçok ülkesinde, bugün Müslümanların teslimiyeti Allah’a değildir, Allah’ın dışındaki başka kuvvetleredir. Şirk içindedirler. Şirk, Allah’ı kabul etmeyen bir müessese değildir. Allah’ı, Allah’ın istediği gibi kabul etmeyen bir müessedir. Allah, dininin yaşanmasını istiyor, hükümranlığının kabul edilmesini istiyor; ama Kendisinin emretet-tiği şekilde yaşanmasını istiyor. İslâm’ın manası budur. Allah’a teslimiyettir, katıksız bir teslimiyettir. Gelin, Kur’an istikametinde şuurlanma ve bilgilenme seferberliğine çıkalım! Kur’an-ı Kerim’i kılıflardan çıkaralım, kılıfları yırtalım! Yırtalım ki, yarın Kur’an, kılıflarını ip yapıp boynumuza sarmasın! Beni niye buraya hapsettiniz diye hesap sormasın! Yırtalım kılıfları ve okuyalım Kur’an‘ı! İnanın Kur’anı okumadan onu anlayamayız! 
 
AMGT’nin saygıdeğer üyeleri ve kıymetli misafirlerimiz, 
 
 Ayağımıza dolaşan nimetler var. Bu ülkede çok nimet var. Bakın, herkes kendine gelsin. Fazla geriye gitmiyorum, babalarımızın yırtık çarıklarla tırmandığı yollardan, bugün bizler özel otomobillerimizle gidip geliyoruz. 30-40 sene önceleri buralara geldik. Allah bize bu nimetleri lütfetti. Şimdi bu nimetlerden herkes Allah için de bir pay ayırsın. Yapamazsanız, ayıramazsanız o zaman bu işe yarım ekmeğinden pay ayıranlar, gelip üstünüze, gırtlağınıza çökeceklerdir! O zaman dinin güzelliği gelmeyecektir. Cehennem gelecek ve ensenize oturacaktır. Buna fırsat vermeyin, yeniden insanlık engizisyona teslim olmasın! 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
 Komünizm 70 yılda bitti. Çünkü zulmü, Allahsızlığa fatura ediyordu. Şimdi Kapitalizm çıkmış dünya sahnesine nara atıyor ve ihya ediliyor. Kapitalizmde hayır olsaydı, komünizmi doğurmazdı! İnsanlık yeni dengeler arıyor. Sancılar içinde kıvranıyor. Berlin duvarı yıkıldı. Ama Allah’ın kitabı ile aramızdaki duvarlar hala duruyor. Dünya kan ağlıyor, hep birlikte önce bu duvarı yıkalım! İnsanımızla bizim aramızdaki duvarı yıkalım, bütün duvarları yıkalım! Daha yıkılacak çok duvarlar var! Zulüm duvarları var! Zengin ile fakir arasındaki duvarlar var! Ruh ile nefis arasındaki duvarlar var! Bu duvarlar yıkılırsa diyalog kurulur ve sıcak kucaklaşmalar başlar. Ve mutlu yarınlar hem insanlı-ğın, hem de bizim dünyamızın kaderi olur. İnanın bunlar uzakta değil, niyet lazım, gayret lazım, işte o zaman Allah bizlere yardım edecektir! 
 
 Değerli üyelerimiz, 
 
Bizim aydınımızın gafleti ve ihaneti var. 30 senedir bunun muhasebesini yapıyorum. Dost acı söyler ama söylenmesi lazım. Aydınımızın günahı çok büyüktür. Ne demiş Mevlâna: „ Ne adamlar gördüm sırtında elbise yok. Ne elbiseler gördüm içinde adam yok.’’ Aydınımız ne yapıyor? Yaptığı iş sadece filanca şöyle yaptı, falanca böyle yaptı diye bağırıp durmak-tan ibaret. Güzeli, iyisi nasıl vücut bulacaktır? Allah demeyi genelgeyle yasaklayacaksın, ondan sonra iyi din arayacaksın, nasıl olacak bu? 21. asır „Kur’an barışının gerçekleştiği yüzyıl olacaktır! „ İnşallah...... İnsanların eksiklikleri, günahları, hatta zulüm ve cürümleri ne kadar büyük olursa olsun, onların sığınacakları son kapı Allah’ın kapısıdır. Ve Allah tektir. Allah’ın kapısında duran, o kapıyı temsil eden; insanlara sırt dönemez, onları horlayamaz, itemez, kovamaz, onlardan uzaklaşamaz, bahaneler uydurup fildişi kulesine, duvarlar arasına çekilemez! 
 
Saygıdeğer üyelerimiz, kıymetli misafirlerimiz, 
 
İnsan sonsuzluğun tohumunu bağrında taşıyan yüce bir varlıktır, aynı anda birçok zıtlığı çelişkiyi benliğinde yaşatır, ama o çelişkiler birbiriyle barışıktır. En güzel ve ölümsüz meyvaları yüklenen dallar insandadır. Bu meyvaları beslemek için derinlerdeki kirliye, çamurluya dalan kökler yine insandadır. Yaratıcı insanın meyvasına bakmış durmuştur, köklerindeki karanlık ve çamur yüzünden onu horlamamıştır. Gelin bizde horlamayalım insanı! Biz eğer yıllar ve yıllar, kuşakları sağcı-solcu diye, şucu-bucu diye yaftalar ve paftalarla değil de; namuslu-namussuz, dürüst-düzenbaz, hizmet eden-hıyanet eden, erdemli-erdemsiz, vefalı-namert gibi zamanüstü ayırımları esas alarak yoğurup şekillendirseydik, ülkemizin ve insanımızın kaderi bugünkünden çok daha parlak olurdu. 
 
Saygıdeğer üyelerimiz, kıymetli misafirlerimiz, 
 
Takılan ve tıkanan yerden hemen açmaya başlarsak yine toparlanabiliriz. Namert ayrımlara kay-naklık eden saplantıların biri çöktükçe, insanımızı boğmakta ısrar eden eller başka saplantılar imal ederek, kitleyi saniye bile kaybetmeden yeniden kamplaştırıyorlar. Bu zalim ve hain gidişin durdurulması için genelde evrensel değerler, din bazında da Kur’ani değer-ler etrafında kenetlenmek ve onun dışındaki konularda birbirimize tahammülde kararlı olmak zorundayız. Her birimizin maddi vücudunu besleyip doğuran bir anası olduğu gibi, ruhsal benliğini besleyen bir manevi anası da vardır. Bu ikinci ana, bir kişi olabileceği gibi, bir ortam, bir ocak ve odak da olabilir. Ve herbirimiz annesine saygı göstermek mecburiyetindedir. Bize düşen de Annesine saygı gösterene saygı göstermektir. Kendi annemize saygılı olmak bahanesiyle, başkalarının annelerine sövemeyiz. Başka annelere de saygı göstermek zorundayız. Unutulmaması gereken temel gerçek şudur : „Hepiniz topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin’’ (Ali Imran 103) Parçalanıp bölünür, çekişip didişirseniz çürür-bozulursunuz, kuvvet ve enerjiniz tarumar olur. Bu dağınıklıktan kurtulmanın yolu birbirimize tahammüldür, sabırdır. Çevresinde, açlık ve ilaçsızlıktan benizleri solmuş çocukların dolaştığı mabetler, camiler, ne denli görkemli, ne denli süslü- püslü ne denli yüksek minareli olursa olsun, oralardan Allah’a gidemezsi-niz! Allah, hergün toslayıp toslayıp geçtiğiniz, ama dertlerini acılarını bir türlü dinleyip paylaşmadığınız o soluk benizlerin yüreğinden sesleniyor sizlere. Çığırtkanlıkta ortalığı velveleye verenler: Allah’a gitmekte samimi iseniz, fildişi kulelere sığınmak yerine, duvarlara sığınmak yerine o kimse-siz, çaresiz yüreklere girin. İşte Allah oradadır! İnsanın süründüğü bir dünya, Allah’ı memnun etme şansını yitirmiştir. Yitirdiğini bulmakta kararlı olanlar, insana uğramak ve onun gönlünü mutlu ederek oradan „olur’’u almak zorundadır. Allah’a giden yolların en kestirmesini soranlar! Gidin, insana hizmet edin! Duvar değil, duvarlar değil insan yapmak için seferber olun! 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Yaratıcının karanlıklara boğduğunuz bu dünyadaki ümidini, çocuklar temsil ediyor. Çocuklardır bizi arşa taşıyacak olan ak kanatlar. Kanatları zedelemeyin, kırmayın, güçlendirin. Artık ağlamasın ço-cuklar, artık ölmesin o menekşe gözler! Ey düşkünlerin sığınağı, ey kovulmuşların barınağı! Ey hiç ayıp aramayıp hep affeden! Hep ayıp arayıp hiç affetmeyen bizler yine sana geldik. Bir rahmet şafağının can veren yağmurunu çiseletmeye başla. Baş açık, yalın ayak dizildik huzuruna. Herşeyi çepeçevre kuşatan rahmetin hürmetine bakma kulların kusu-runa. Onbirinci Genel Kurul’un rahmet yağmurlarıyla aklayıp pakla bizi! Kendimize zulmediyoruz. Bizi bize bırakma! Sakla bizi ! Biz yapamasak da bütün hamdler sanadır. Biz senin müflis kullarınızız, Allah’ım yüz sürüyoruz kapına. Affet bizi, ayırma Sırat-ı müstakiminden!
 
 Değerli mücahideler- mücahideler, 
 
Bacılarım, Anadolu’nun kadın erenleri, Osmanlı’nın kuruluşunda, dinsel, politik, hatta askeri aksiyonlar sergilemiş, hizmet ve iman öncüleri mücahide Bacılarım. Sizler büyük imparatorluğun oluşumunda, tıpki Anadolu Gazileri, Anadolu Ahileri gibi pay sahibi olan analarımız gibi, Milli Görüş’ün oluşumunda pay sahibisiniz ! “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdırlar, iyi ve güzeli emreder, kötü ve çirkini yasaklarlar. Namazı kılar, zekatı verirler. Allah’a ve onun elçisine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmetiyle muamele yapacaktır.(Tevbe 71). Kur’an bu buyruğuyla kadın ve erkek birlikteliğinin yeni ve erdirici oluşlara, Allah’ın rahmetine kaynaklık ettiğini dikatlere sunmuştur. Ve bu kutsal kural ışığında hareket eden Anadolu Bacıları, iman ve ülkü kardeşleri, Anadolu Ahileri ile, bu birlikteliğin, en seçkin örneklerini vermişlerdir. Değerli bacılarım, sizlerin sayesinde anlaşılmıştır ki, kadını dışlamayan bir iman ve aksiyonun tem-silcileri hedefe çok daha kolay gitmiştir. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Kadın yaratıcılık kokusu taşıyan tek varlıktır. Kadını yanına alan bir gayret, özletici değerleri mutlaka üretir. İnsanlığın yarısı kadındır. Kadına rağmen Kur’an’ın mesajına hizmet edilemez. İslâmın ilk mümini bir kadındır! İlk şehidi bir kadındır! Allah Rasulü’ne ilk mali destek bir kadından gelmiştir ! Allah Rasulünün ilk danışmanı bir kadındır! “Eğer Hz. Hatice’nin fedakâr ve basiretli hizmetleri olmasaydı İslâm zafere ulaşamazdı.“ 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
İslâm aleminde büyük bir kaos yaşanmaktadır. Bu, gönül gözü açık olup Yaratıcı’nın ilminden koku alarak, onun hiçbir rengi olmayan boyasına bo-yanan yolcularda bir hayli üzüntü yaratmaktadır. Rabbimin bize bahşettiği O’na yaklaşma metodu olan İslâmı, Yaratıcı’nın kendi dinini, cahiller, dün-ya tamahları yüzünden, kör kuşların önlerine geleni gagalayıp parça parça ettikleri gibi parçalayıp nefislerine uydurdular. Onlar, Kuran’ı, Hz. Peygamberi, Hz. Ehl-i Beyt’i çıkarlarına alet ettiler. Bu yol kesicilere dikkat edin, onların çıkarlarına alet olmayın. Saygıdeğer üyelerimiz, Doğru yolda ilerlerken tacizlere uğrayabilirsiniz. Bu size yılgınlık ve üzüntü vermesin. Hakk’ın izniyle ve dava erlerinin himmetleriyle kâinatın idaresini sürdüren yüce zevat sizlere yar-dımcıdır. Cahilliğin birgün Hak kılıcı ile doğranacağından kimsenin şüphesi olmasın! Hak erleri aramızda dolaşıyor. İnsanlarla beraber yaşıyorlar, insanları tahlil ediyorlar. İçyüzlerini görüyorlar, filmlerinin banyolarını yapıp negatiflerini kasalara saklıyorlar, Levh-i Mahfuz’da saklan-ması için yukarıya postalıyorlar. Bunları bilen biliyor. Nice erler var ki küskün, konuşmuyorlar, seyircidirler. Bunlara yaklaşıp sevgi ve teveccühlerini ka-zanmak lazımdır. Bu erlere cümleden cümleye selam olsun!
 
 Çok kıymetli üyelerimiz, 
 
Ehl-i Kitap veya kendisine kitap verilenlerden, Kur’an 70 küsür yerde bahseder. Ehl-i Kitap tevhid dini olan peygamberli dinlerin İslâm’dan önceki temsilcileri ve taşıyıcılarıdır. Kur’an, Ehl-i Kitab’ı düşman olarak göstermemektedir. Tam aksine tevhit gerçeğinin egemenliğini sağlamada, işbirliğine çağrılan bir entegrasyon unsuru olarak değerlendirmektedir. Kur’an, kitap ehlinin inat ve kıskançlıktan doğan tahrip ve fesatlarına dikkat çekmekle birlikte, onlara karşı müslüman toplumun sıcak bakmasını esas almış ve bu kitleye farklı bir statü tanımıştır: Onların yemekleri yenir, kestikleri, avladıkları hayvanlar da yenir. Kur’an, Ehli Kitap ile mücadelenin en güzel biçimde yapılmasını emreder: „Ve onlara deyin ki, biz müslümanlar, bize indirilene de inanmışızdır, size indirelene de. Ve bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir. Ve biz o biricik İlah’a teslim olmuş kişileriz. Ve İslâm tarihi boyunca müslümanlar Ehli Kitab’ın dinlerini hep korumuş ve onlara her devirde, her zeminde din ve düşünce hürriyeti götürmüşlerdir. Hatta onları kendi dindaşlarının zulmüne karşı, koruyanlar da büyük ölçüde müslümanlar olmuşlardır. Şu bir gerçektir ki, bir Müslüman için bir kitap ehli en büyük nebiler arasında yer alan Hz. Musa’nın veya Hz. İsa’nın bağlısıdır. Ve yalnız bunun için bile korunmaya layıktır. Çünkü müslüman vicdan hem Musa’ya, hem de İsa’ya inanmakla yükümlüdür. Ve böyle bir vicdan, hatası ne olursa olsun, bir Ehl-i Kitab’ı Hz. Musa ve İsa’nın emaneti sayar. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Kur’an Ehl-i Kitab’ın seçkin ruhlu zümrelere sahip olduğunu açıkça söylemekte ve bu zümreleri öv-mektedir. „Ehl-i Kitab’ın hepsi aynı değildir. Onlardan bir zümre vardır, Allah’ın ayetlerini gece boyu okurlar ve onlar secdeye kapanırlar. Onlar Allah’a, Ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder- kötülüğü yasaklarlar ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte onlar barış ve iyilik sevenlerdir. Onların hayır adına yaptıkları hiçbir şey inkâr edilmez, örtülmez.’’ 
 
Çok değerli üyelerimiz ve misafirlerimiz, 
 
Sözü sözün Sahibine bırakarak konuşmama son veriyorum: „... Eğer Allah’ın insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çokca anılan manastırlar, kiliseler havralar ve mescitler her halde yerle bir edilirdi. Allah kendisine yardım edene elbette yardım eder’’ ( Hac 40) „ O kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir kısmı, sana vahyedilenle ferahlık duyar-lar’’(Rad 36) „... Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, insanların iman edenlere sevgide en yakın olanlarını „Biz hristiyanlarız’’ diyenleri bulursun. Bu böyledir. Çünkü o hristiyanlar içerisinde, derin araştırmalar yapan keşişler, kendisini Allah’a adamış rahipler vardır. Ve onlar kibre sap-mazlar.’’ Maide 82 
 
AMGT’nin saygıdeğer üyeleri ve kıymetli misafirlerimiz, 
 
Hızla kuzey-güney kutuplaşmasına doğru giden dünyamızda, bulunduğumuz ülkelerde İslâm’ın barış mesajını insanlara ulaştıralım. Dinler arasında, bilinçli olarak meydana getirilmeye çalışılan çatışmaları durdurmak için gayret sar-fedelim. Günümüzün maddeci mantığı, bütün gayretini makineyi güzelleştirmeye sarfederek, insanın ruhunu ihmal etmiştir, yalnızlığa itmiştir. İhmal edilen bu yalnız insana, onu güzelleştirme yolunda ‘Yaradılanı sev, Yaradan’dan ötürü’ mantı-ğıyla yaklaşalım. Din, dil, ırk ve maddi farklılıklar gözetmeksizin bütün insanlara hoşgörü ile yaklaşalım. Ve bütün insanlığın barış ve refahı için çalışalım. Hristiyanlarla, Musevilerle ve diğer din mensuplarıyla ilişkilerimizi mutlaka üst düzeyde sürdürelim.
 
 AMGT’nin saygıdeğer üyeleri, 
 
Bu duygu ve düşüncelerle 11.Genel Kurulumuz’un hayırlara vesile olmasını, Yüce Yaratıcı’dan temenni eder, bu ilahi düsturlara bağlı kalarak, yapacağımız bundan sonraki çalışmalarımızda, bizlere yardımcı olmasını diler, hepinizi Allah’a emanet ederim. Esselemü aleyküm ve rahmetullah. (3 Haziran 1995, Osman Yumakoğulları 11. Genel Kurul konuşması/Frankfurt) 
 Devam edecek

22 Ocak 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xl-11)




-Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın “benden başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne yapsın-

Bir taraftan bölgelerdeki çalışmalar, teşkilat çalışmaları, öbür taraftan fetva heyeti ile yapılan tartışmalar, hiç boş vaktim yok, el-ayak çekilince çalışmak daha verimli olduğu için geceleri çalışmayı tercih ediyorum. Uyumak için zaman ayıramıyorum desem abartılı olmaz.  Genel Merkez bana oldukça keyif vermeye başladı; Avrupa ülkelerini geziyorum, yeni simalar tanıyorum, gençlerle birlikte olabiliyorum, tartışabiliyoruz. Berlin’de kendilerini bile aşamamış hoca isimli gurur abideleriyle ve de hayatında iki tane tükenmez kalem bitirmemiş, ayakkabısının kaç numara olduğunu bilmeyen sorumsuz sorumlularla, kifayetsiz muhterislerle geçirdiğim yıllara acımaya başladım. Onlardan Köln’de de var elbet. Fetva heyetindekiler onların birebir kopyeleri. Sanki Milli Görüş Teşkilatları bir adım ilerisini göremesin diye özene bezene seçilmiş tipler bunlar, insana güven de vermiyorlar. Kıyafetleriyle, duruşlarıyla, mimikleriyle, konuşmalarıyla herbiri birer müzelik desem onlara hakaret etmiş sayılmam. Bu böyledir.

Ev arıyorum, bulamıyorum, yani istediğim gibi bir ev bulamıyorum. Şehrin dışına çıkmak gerekiyor, o da bana uymuyor. Üçbuçuk milyonluk bir şehir olan Berlin'den gelen birisi için şehrin dışı cazip değil. Bazı arkadaşlar ev satın alıyorlar, benim öyle bir imkânım da yok. Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ve Ali Yüksel birer villa satın almışlar. Anlatılanlara göre sefer Ahmetoğlu’nun (Malak) kirasını da Genel Merkez ödüyormuş. Genel Merkez’in misafirleri onun evinde kalıyorlarmış, böylelikle otele ödenecek para ona kira olrak ödeniyormuş, 4 odalı mı 5 odalı mı neymiş. Otelde ağırlanmayıp da Sefer Hoca(!)nın evinde ağırlanan kaç misafiri oluyor Genel Merkez’in onu soran yok.

Ben de bilmiyorum “gülüm”

Köln’ün yabancısıyım, ev arıyorum bulamıyorum, söz verenler de sanırım eve aramıyorlar. Arasalardı bulabilirlerdi. Aradan bir hayli zaman geçti, anladım ki, bana verilen ikinci söz de rafa kaldırılmıştı. Çünkü benden sonra gelen Şener Şentürk’e hemen ev bulundu. Ali Yüksel getirmiş Şener Şentürk’ü Genel Merkez’e. Hatta Abdullah Yüksel’e Eğitim Başkanlığı’nda çalışması için tavsiyede de bulunmuş, o da hayır diyememiş. Aynı odada 3 masa var. Abdullah Yüksel’in yüzü giriş kapısına bakıyor, Şener Şentürk’ün ve benim yüzüm bahçeye bakıyor. Şener Şentürk konuşmayı sevmeyen bir yapıya sahip. Masada oturur, kendine göre bir şeylerle meşgul oluyormuş gibi yapar ve akşam olunca da geldiği gibi gider. Bir gün sordum Abdullah Yüksel’e; ‘Hocam Şener Bey ne iş yapıyor burada?’ Ben de bilmiyorum gülüm.’ dedi omzunu çekerek. Benden sonra teftiş kuruluna kaydırılmış. Genel Merkez’de işe adam değil de adama iş bulunuyor. Fetva heyeti üyeleri başta olmak üzere bunlardan bazılarını yazabilirim; Seyfullah Öztürk, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz, Münip Hoca, Ali Rıza Sarı v.b. Arada dolaşanlar da var, onları saymam gerekmiyor.

Birden fazla eş ile evlilik

O hafta Fetva heyetiyle, imam nikâhı ve birden fazla eş ile evliliği tartıştık: Benim konuya baktığım yerden bakılamıyordu, bakmıyorlardı. Çok önemli bir konu olduğu için üzerinde ısrar ediyorum, ama ısrarlarıma itibar edilmiyordu. Nisa Suresi’nin üçüncü ve yüz yirmidokuzuncu ayetlerini, tekrar tekrar okudum ve üzerine basa basa açıklamaya çalıştım ama maalesf görüşlerim reddedildi:

“Bu sure Medenî’dir. Uhud Savaşı’ndan sonra nazil olmuştur, öncesinde de Bedir Savaşı vardır. Bu savaşlarda esir alınan bayanlar vardır, ayrıca eşleri şehit olmuş dul kadınlar vardır. Bunların çocukları da vardır. Ayet yetimlerin hakkını korunması ve sosyal dengenin kurulması için nazil olmuştur. İkişer, üçer, dörder diye verilen rakamlar yukarıya doğru devam eder gider, sınır da konulmamıştır. Evlenecek kişinin; ihtiyaç sahibi olmaması, güvenilir olması, adalet sahibi olması gerekir. Bu tespitleri kamu otoritesi yapacaktır. Evlenecek olan kişi de bu otoriteye müracaat edecektir. Gerekli tetkikler, araştırmalar yapıldıktan sonra karar mercii yine otoritedir. Böyle bir evliliğin adaleti sağlamak kaydıyla önü açılacaktır. Adaletten şüphe edilirse o evliliğe müsaade edilmeyecektir. Ancak adaletin sağlanması için kişi bütün gücüyle çatlarcasına çalışılsa da bunun mümkün olamayacağı yine ayette belirtilir ve kadınlardan birinin mağdur edileceği endişesiyle “tek eşle” evlilik emredilir. Bu emri veren Allah’tır, Adaletin sağlanamayacağını söyleyen de Allah’tır, ‘Tek evlilikle yetinin.’ Emrini veren de Allah’tır. Yani birden fazla eş ile evlilik normal şartlarda yasaktır. Kur’an böyle der.” şeklinde yaptım açıklamayı.
Genel Merkez’deki hocalardan bazıları, iki eşliymiş meğer. Yani ben arı kovanına çomak sokmuşum. Genel Sekreter Ali Yüksel başı çekiyormuş, Ali Rıza Sarı, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz iki eşli hocalardanmış. Ali Yüksel sonradan bir hanım daha aldı ve oldu 3 eşli.

Bölgelerde de varmış bunlardan. Ali İhsan Halisçi, İbrahim Selimoğlu, Necmettin( Hidayet) Kaya… Benim bilmediğim kimbilir daha ne kadar var. Cami başkanlarından ve cemaatten de birden fazla eş ile evli olanlar varmış. Benim sorumlusu olduğum Stutgart bölgesinde, yanında çalıştırdığı kız ile ikinci evliliği yapan dernek başkanı bile varmış.

Hatta Genel Sekreter Ali Yüksel, bir gazetecinin iki eş ile zor olmuyor mu? Sorusuna şu şekilde cevap verebiliyordu: “Birden fazla eş almanın üç şartı vardır, bu şartları yerine getirenler evlenebilir; vakit, nakit, kudret.”  Kudretini bilemem ama vakit ile nakdin nereden, nasıl bulunduğunu sorgulamak gerekirdi, cemaat sorguluyordu da, Genel Merkez bu konuda irade ortaya koyamıyordu. Bölgeleri dolaşırken cevap vermekte zorlandığım sorular arasında mutlaka Ali Yüksel ile ilgili olanlar olurdu: Bindiği BMW marka navigasyonlu arabası,-navigasyon o zamanlar daha yeni takılıyordu arabalara. Aramızda espri konusu bile olmuştu Ali Yüksel’in navigasyonu; “biliyor musunuz, Ali Hoca’nın arabası konuşuyormuş -ve eşleri.

Kur’an mahkûm edilmişti

Fetva heyeti ile yapılan tartışmalarda, zamanla belirli bir anlayış seviyesi yakalayabileceğimizi düşünüyordum, olmadı, tartışmalar ithamlara dönüşmeye başladı. Ön kabullerden vazgeçilemiyordu. Yaptığımız oturumlar, ‘Cemaat arasında sıkıntı doğuran konuları nasıl olur da çözeriz?’ düşüncesiyle değil de ‘Nasıl olur da Rüştü Hoca’yı masadan uzaklaştırırız?’ düşüncesiyle yapılıyor gibiydi.

Oysa yaşadığımız ülke Avrupa ve bu ülkelerde azınlık olarak yaşayanlar da Müslümanlar. Peygamberimiz’in kurduğu Medine Site Devleti’nden itibaren 1923 yılına kadar Müslümanlar otorite idi. Üç kıtada otoriteleri hissediliyordu. Verilen fetvalar otoritenin inancından kaynaklanan adalet anlayışına göre veriliyordu.

1923 yılından sonra otorite değişti, coğrafya değişti, şartlar değişti. Bilhassa 1961 yılından sonra Müslümanlar Avrupa’ya işçi olarak göç başladı. Dolayısıyla Hristiyan topluluk içinde azınlık olarak yaşamaya başladılar. Onların inançlarından ve sistemlerinden kaynaklanan adalet anlayışı ile yönetilmeye başlandılar. Devran dönünce azınlık durumunda kalanlar Müslümanlar oldu. Yeni bir fıkıh da oluşturamadılar. İster istemez dini konularda eski anlayışlarını devam ettirdiler, hatta bu anlayışların savunuculuğunu yaptılar. Eski elbiseler yeni bünyeye uymamasına rağmen inatla giydirmeye çalıştılar. Allah’ın’ ata –baba dininden uzak durun!’ buyruğuna rağmen böyle yaptılar: “Onlara, ‘Allah'ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler (o zaman da mı uyacaklar?)’ (Bakara 170)

Şartlara göre Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerektiğini söyleyenlere mezhepsiz denildi, reformist denildi, onlar itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. ‘İçtihat kapısı kapalıdır.’ denilerek, Kur’an mücmel (anlaşılmaz) bir kitaptır.’ denilerek gelenekler yaşatılmaya çalışıldı ve Kur’an mahkûm edildi. Kur’an ‘Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım’ derken, geleneğin savunucuları, aklını çalıştıranları da mahkûm etmeye başladı. Oysa Avrupa ülkelerinde Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerekiyordu. Yaşanabilir bir İslâm ihtiyaç haline gelmişti ve bu ihtiyacın karşılanmaması halinde Müslümanların kendi dinlerine yabancılaşmaları an meselesiydi. Öte taraftan İslâm’ı lisan-ı halleriyle içinde bulundukları topluma anlatabilecek Müslüman bir topluluğun oluşması da gerekiyordu.  

Fetva heyetindeki zevat bu durumu anlayacak anlayışta değildi. Yaş itibarıyla bu meseleleri anlayamayacakları gibi, önceden verdikleri fatvalardan da geri adım atamıyorlardı. ‘Halk ne der bize?’, anlayışı yapacakları yeni çalışmaları engelliyordu. Mahalle baskısından korkuluyordu. Eskilerin korunmasını ibadet aşkıyla yapanlar da vardı. İşte ben böyle bir heyetle tartışıyordum. Bu tartışmakonularından bazıları kısa sürede uygulama alanı buldu, ancak hâlâ çözülememiş olanlar çoğunlukta.

Hakikatı haykırmak

“Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın“ benden başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne yapsın“ dediği gibi Daniel de Foe’nun, hakikati tek başıma haykırdım ve sonuçta ben kazandım. İkinci kez kırmızı kartla saha dışında kalmama rağmen ben kazandım. Bugün geldiğim yerden bakıyorum da, arkadaşların çoğu söylediklerimi uygulamaya başlamışlar. Bu kazanç değil de nedir? Bu durum teşkilatımın geleceği için sevindiricidir elbet, ben olduğum gibi göründüm ve göründüğüm gibi de oldum ve böyle yapmaya da devam ediyorum.

Sitem

Rüştü Hocam, hakkını helal et, biz hata ettik veya hepimiz hata ettik, bazı şeyleri tam olarak o zaman anlayamadık, ama zamanla yanlışımızı anladık; gel kucaklaşalım ve bundan sonrası için hep birlikte bütün gücümüzle çalışalım demek çok mu zordur, ey Milli Görüşçüler(!)?

Şeytan hata yaptı, ama hatasını kabul edip tövbe etmedi; Şeytan olarak yaşamına devam etti. Âdem de hata yaptı, ancak hatasını anlayıp tövbe etti, hatasından geri adım attı ve peygamber oldu. Kur’an kıssalarından hisse almak ve Âdemleşmek çok mu zordur ey Milli Görüşçüler(!)?

Nikâh ibadet değildir

Ben başladım mayınlı arazide yürüneye. Mayınlara basmadan ne kadar yürüyebileceksem o kadar yürüyebildim. “Nikâh ibadet değildir, akittir. Akdin dinlisi dinsizi olmaz. Herhangi bir hukuk sisteminin kabul ettiği akit nikâh için geçerli olan akittir. Burada önemli olan nikâhı kıyan kişinin kimliği değildir, yapılan akdin kamu otoritesi tarafından kabul edilip edilmediğidir. Allah’ın istediği nikâh işte bu nikâhtır. Resmiyet arz eden bütün nikâhlar İslâm'ın kabul ettiği nikâhtır. Adı "dini nikâh" veya "imam nikâhı" olduğu halde resmi bir bağlayıcılığı olmayan nikâhları İslâm kabul etmez. Resmi makamlar tarafından onaylanmayan evlilikler, genellikle kadınları mağdur eden evliliklerdir. Bazı aileler çocuklarını nişanlayınca hemen dini nikâh yapılmasını istiyorlar. Gençlerin, rahatlıkla konuşmaları gezip dolaşmaları için gerekli görülüyor bu nikâh. İyi niyetli olmayan erkekler bu nikâhı fırsat bilerek imam nikâhlı eşiyle(!) ilişkiye girebilir, hatta bu konuda imam nikâhlı eşini(!) zorlayabilir. Bu durumda kız mağdur olabilir, kız tarafı sıkıntıya girebilir. İşin bu tarafı hiç düşünülmüyor.

Cumhuriyet’ten önce nikâh kıyma yetkisi imamlarda ve müftülerde idi. Bu açıdan imamın veya müftünün imzasını taşıyan nikâh belgesi resmi belge niteliğindydi ve bu nikâhın adı, nikâhı kıyan kişiye atfen imam nikâhı olarak biliniyordu. Cumhuriyet'le birlikte bu yetki, belediyelere verildi ve bu yeni düzenlemeyle adı resmi nikâh oldu. Gelecekte yetki, Diyanet işleri Başkanlığı bünyesinde, tekrar İmamlara verilirse o zaman bu nikâha yine imam nikâhı denilebilir, ancak o zaman resmiyet arzeder. Şimdi değil.

İmam nikâhına dayalı olarak yapılan birden fazla evliliklerde de aynı durum söz konusudur. Keyfi olarak yapılan bu evlilik İslâm'ın kabul ettiği evlilik değildir. Birden fazla eşle evlenmek için resmi makamların onayı şarttır. Şöyle demek daha doğru olacaktır, birden fazla eş ile evliliklerde müsade ve yönlendirme, ihtiyaç tespiti ve araştırma resmi makamların görevidir. Yukarda da anlattığım gibi, Allah bir eşliliği esas kabul etmiş birden fazla eşliliği ise şarta bağlı olarak kamu otoritesinin yetkisine bırakmıştır.

İmam nikâhı, kadın konusunda zaafı olan insanların işine gelen bir nikâhtır, İslâm Allah'ın gönderdiği son İlahi dindir. Bütün İlahi dinlerde olduğu gibi bu dinde de kural koyucu Allah'tır. Dinin mensuplarına düşen de bu kurallara uymaktır. Şahsi çıkarlarını ön planda tutan insanlar, Allah'ın koyduğu kurallara uymak istemezler. Bundan dolayı da, kendi koydukları kuralları çıkarları zedelenmesin diye insanlara, Allah adına dayatırlar. Allah'ın ve O'nun peygamberinin ne dediğinden çok, tarihe mâl olmuş âlimlerin/atalarının-babalarının dediklerine kulak verirler. "Allah'ın buyruğu ile Peygamber'in sözü çakışırsa hangisini tercih edersiniz?" diye sorulan soruya; ‘Tabii ki Resul’ün sözünü veya mezhep imamlarının sözünü tercih ederiz: Çünkü biz Kuran'ı anlayamayız.’ diye cevap verirler. Nikâh konusu da bu konulardan biridir. İyi niyetli olmayan Müslümanlar bu nikâh sayesinde yaptıkları gayrimeşru evliliklere meşrûiyet kazandırmaya çalışırlar.

İslâmiyet, bir erkeğin birden fazla eşle evlenmesine ancak zorunlu durumlarda izin verir. Savaş hali, doğal felaketler ve benzeri olaylarda tek başına kalan kadına sahip çıkılması için buna izin verilir. Günümüzde bu gerekçelere itibar edilmez olmuştur, dolayısıyla hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan keyfi evlilikler yapılmaya başlanmıştır. Bu evlilikler geçersizdir, Kur’an bu evlilikleri onaylamaz. Bu konu suiistimal ediliyor.’ dedim ve sözü Hayrettin Karaman’a bıraktım: "İslâm'da nikâh (evlenme akdi), fıkıh konularının tasnifi içinde ibadetlere değil, dünya hayatını düzenleyen hükümler (muâmelât) bölümüne girer. Bir satım, bir kira akdi, dinle ilişkisi bakımından ne ise bir nikâh akdi de odur. Resmî nikâh ayrıca kayıt altına alındığı için evlilik hukukunu koruması, güvence altına alması bakımından dinin amacına daha da uygundur. İçinde yaşadığımız şartlarda yalnızca dinî denilen nikâh ile yetinmek, dinin önem verdiği evlilik hukukunu korumak için yeterli olmadığından bununla yetinmemek gerekir. Müslüman'ın bir nikâhı vardır; o nikâh, dünya hayatını da düzenleyen dininin, meşru ve makbul gördüğü, ilgili kaynaklarda tanımladığı, unsur ve şartlarını açıkladığı nikâhtır. Bu şartlar ve unsurlar arasında imam yoktur."

En çok anlatmakta zorlandığım konulardandı bu konu. Sözüm bittiğinde rahatladım. Anlatacaklarımı anlatmıştım, olacaklar olacaktı, olacak olan olurdu. Muhataplarımın içinde birden fazla eşi olan hocalar vardı. İkinci eşini imam nikâhıyla alan hoca. Bu açıklamaları kabul ederler mi? Etmezler, etmediler zaten…

Sakal-ı Şerif

Sefer Ahmetoğlu (Malak), bir gün bir şişe ile geldi icra kuruluna, yanılmıyorsam bu şişeye 1.000 DM da para verdiğini söyledi. Çok ucuza aldığı içinde övüldü, övündü. Daha sonra da teşkilatın dergisine (Milli Görüş) şişeyi de yanlarına alarak Ali Yüksel ile birlikte kapak olmuşlar. O zamanlar Ali Yüksel Şeyhülİslâm idi. Avrupa’nın Şeyh-ül İslâm’ı. Sarığı ve cübbesi de vardı. Bir dernek Ali Yüksel’in kanına girmiş, onun da hoşuna gitmiş olmalı ki, kendisine Şeyhul İslâm payesi verilmiş. “aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım” demiş Allah, O istediği kadar desin Şeyhu-l İslâm’dan daha mı iyi bilecek(haşa). Ve karşınızda Avrupa’nın Şeyhu-l İslâm’ı Ali Yüksel. Her kula nasip olamayacak bir paye… Müslümanların Müslümanlara ve Müslümanların kendi inançlarına verdikleri zararı 9 köy bir araya gelse veremezmiş ya, işte bu insanların teşkilata verdiği zarar da aynen o kabildendir.
O dergiyi icraya getirdi Ali Yüksel ve nasıl güzel çıkmış mıyız? Diye de sordu. İcra kurulu üyelerinin yağlama yıkama faslından sonra ben söz aldım ve aynen şu cümleyi kullandım: “Şeyh-ül İslâm kıl tüccarlarına alet olmamalıdır.”  Neden kıl tüccarı dedim Sefer Ahmetoğlu’na (Malak) kısaca açıkladım. Ortam tabiatıyla gerildi, tartışmalar hararetlendi ve sonunda tüccarlar bu raundu da kazandılar. Yıllarca Müslümanlar o kılın etrafında dolandılar durdular, ta’zimde de bulundular o şişenin içindeki kıla. Peygamber sevgisini canlandırıyorlarmış. Özellikle Ali Yüksel ve Sefer Ahmetoğlu başka hiçbir günah işlememiş olsalar bile, bu kıl tüccarlığından dolayı girdikleri günah onlara yeter de artar bile...

Liderinin ağır sanayiden, Milli sermayeden, Milli Ekonomiden, Milli Harp Sanayiinden, İslâm Birliği’nden, İslâm Dinarı’ndan bahsettiği bir teşkilatın Genel Sekreteri ve Fetva heyeti üyesi kıl tüccarlığı yapıyor. Ondan sonra da %1.6 ‘ya düşüyorlar. Sonra da neden böyle oldu? sorusu soruluyor. Cevapları da hazır; “Yahudiler, Avrupalılar, Amerikalılar, İngilizler olmasaydı biz bu duruma düşmeyecektik…”

Toplantıdan sonra Abdullah Yüksel (Yüksel haşal) beni yine lahmacuncuya götürdü ve dedi ki: ‘O sözü söylemeyecektin.’ Neden söylemeyecektim hocam? Ali Hoca çok kindardır. Bu söylediklerini hiç unutmayacaktır, birgün mutlaka senden intikamını alacaktır.” Abdullah Yüksel’in dediği, oldu. Ali Yüksel Genel başkan olur olmaz, ilk icraat olarak beni Genel Merkez’den uzaklaştırdı ve Sefer Ahmetoğlu’nu Dortmund’dan Genel Merkez’e getirdi.

Sevsinler sizi…

Aradan Yıllar geçti Berlin’e geldi iş için Ali Yüksel, o çok sevdiği dostları kapısını bile çalmazken, yine ben sahip çıktım kendisine, Muzaffer Güven’i evinden çıkardım ve oraya Ali Yüksel’i yerleştirdim. Genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra da Erbakan Hoca’nın İsviçre bankalarındaki, Amerikan bankalarındaki dolarlarından ve altınlarından bahsetmeye başladı.
Zeki Bina’nın (Allah rahmet eylesin) evindeki toplantılarda benim Milli Görüş’çü olmadığımı söyleyen ve bana hakaretler yağdıran İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural da, görevine son verildikten sonra Erbakan’ın dolarlarından bahseder hale gelmişti. Ali Yüksel ile aynı şarkıyı söylüyorlardı o zamanlar Berlin’de. Çok iyi düet yapıyorlardı.

Yıllarca işte bu insanlar Milli Görüş’ü savundular(!) ve benim gibi menfaat çarklarına çomak sokan gerçek Milli Görüşçülerin de görevine son verdiler. Nail Dural şimdilerde şeyh olmuş ve bir tarikatın Avrupa temsilciliğini yapıyormuş. Ali Yüksel de Ak Parti’nin kaymağını yedi ve üst düzey bürokrat olarak emekliye ayrıldı. Sevsinler sizi…

Strazburg

Strazburg’ta Eğitim kampındayım.  Bölge başkanı Mevlüt Sançar, Ordulu. Hocalara saygılı ve oldukça mütevazı bir başkan. Ben onun gibisine rastlamadım teşkilatta. Gençlerin davetlisi olarak oradayım. Cojep International adında bir dernek var.  Genel Başkanı Ali Gedikoğlu, Antalyalı bir delikanlı, Antalya yörüklerinden olmalı. Gayretli ve üretken. Etrafında da aynı kendisi gibi üretken ve aktif gençler var. Fevzi Akın, Veysel Filiz, Sedat Öz, Murat Ercan, Tuncay Sağlamer, Sebahattin Yeşiltaş, Sıddık Polat, İsmail Çetin, Ömer Faruk Şentürk ve ismini sayamayacağım birçok yiğit genç var orada. Bilgiye susamış gençler bunlar. Akıllarını kiraya vermeyenlerden, sorgulayanlardan. Tam aradığım gençler. O “sarp yokuş” a tırmanmayı hedeflerine alan gençler bunlar. Gözleri çakmak çakmak. Seminerde anlatılanlar yetmiyor bunlara veya bazı konular tam olarak akıllarına yatmıyor, teneffüslerde, yemek masasında, nerede bulurlarsa orada hemen toplanıveriyorlar etrafıma, soru yağmuruna tutuyorlar beni. Ben o gençleri çok sevmiştim, kanım kaynamıştı onlara. O gençlerin bana olan yakınlıklarını hazmedemeyen bazı hocalar özellikle de Sefer Ahmetoğlu(Malak) benim anlattıklarımı konu ederlermiş, ‘Yanlıştır Rüştü Hoca’nın anlattıkları ona itibar etmeyin.’ derlermiş, bundan dolayı da gençler imtihan ederlerdi sanki beni, sorularından anlardım ne yapmak istediklerini.
Yanılmıyorsam 3 kez aynı amaçla gittim Strazburg’a. Her seferinde mutlu dönerdim Strazburg’tan. Anlattıklarımı anlayan, provoke etmeden sonuna kadar dinleyen bir gençlik vardı karşımda.
Genel Merkez’den ayrıldıktan sonra da ilişkilerimiz devam etti. Zaman zaman Ali Gedikoğlu ile iştişareler yapardık telefon aracılığıyla. Onun da arası o kadar iyi değildi Genel Merkez’le. Sorguluyorlardı çünkü. Oysa itaat etmeliydiler, eyvallah demeliydiler, biz de varız, bizler de birşeyler düşünüyoruz dememeliydiler…

Strazburg’ta konser

Genel Merkez’den ayrıldıktan sonra bir kez daha gittim Strazburg’a. Ümit Akkaya ile birlikte Tasavvuf Musikisi konseri verdik orada. O konser ilk ve son konserim oldu. Keşke o sahneye ilahi söylemek, marş okumak için çıkmasaydım. Sesim güzeldir, okuyuşumda da problem yoktur, dinleyenleri ağlattığım zamanlar çok olmuştur. Askerde de askeri gazinoda korodaydım, türküleri de güzel söylerim. Erzincan’ın soğuğuna dayanamayıp, atmıştım kendimi askeri gazinoya.
Ama Strazburg’ta sahneye çıkarak ilahi ve marş söylemek bana hiç yakışmadı. Ben o gençlere kürsüden seslenirken, onlara yön vermeye çalışırken sahnede ilahi söylemem çok ağırıma gitti. Sebep olanlar utanmalıydı benim o durumuma ama ben utandım. Strazburg’tan sonra Ümit Akkaya çok yalvardı ‘Gel bırakma sahneyi’ diye ama yapamadım. Pazarcılığa başladım, rızkımı oradan temin etme yoluna gittim. Ne kadar büyükmüşüm ki, koskoca Avrupa’ya suğdıramadılar beni. Benim Strazburg’ta sahneye çıktığımı duyan Genel merkez’deki kifayetsiz muhterisler, ‘Rüştü Hoca şarkıcı olmuş’ diyerek benimle alay etmişler… Arkasına da eklemişler ‘Olacağı buydu zaten.’ diye. Ne diyeyim, yapılacak bir şey yok…

Ümit Akkaya bana kasetler/CD ler yapmıştı, kendi kasetleri/CD leri de vardı. Hepsi satıldı Strazburg’ta, paramızı da aldık. Devam ettirseydik sahneye, bugün çok paramız olurdu herhalde, ünlü de olurduk belki. Çünkü saz eşliğinde ilahi söylemek, marş söylemek yavaş yavaş moda oluyordu o zamanlar. O çalışmaların altına da imzayı birlikte atmıştık Ümit Akkaya ile Berlin’de TFD Televizyonu’nda.
Ben o gençleri çok sevmiştim. Hâlâ da seviyorum. Selam olsun Strazburglu sevgili yiğit gençlere.

Lyon

Lyon’da da bir anım var. Önemli bir anı. Bütün bölgelerde, gittiğim her yerde, teşkilat çalışmasını yaptıktan sonra 15-20 dakika süren kısa bir konuşma yaparak, Kur’an’ı anlayarak okumanın öneminden bahsederdim. Bu arada uydurma hadislere de değinirdim. Lyon’da da sünnetimi uygulamaya aynen devam ettim. Program bittikten sonra bir genç kız yaklaştı bana, “Özel görüşebilir miyiz?” dedi. Bir odaya çekildik ve başladı kız konuşmaya. Çarfşaflı bir kız. Hukuk okuyormuş. Yaptığım konuşmadan dolayı beni biraz övdükten, koltuklarımı kabarttıktan sonra, ‘Hocam ben bu dine inanmıyorum biliyormusun’ dedi. Bir an şoke oldum; ‘Peki bu çarşaf nedir’ dedim. ‘Bu çarşafı giymesem babam bana para vermez ‘ dedi.
Tabi bu şok edici ifadelerden sonra anlaştık o kızla. Bu dine inamıyorum derken, mevcut piyasadaki dine demek istemiş. Uydurma hadislerle kendisini aşağılayan dinden bahsetmiş bana. Oldukça heyacanlıydı. Makineli tüfek gibi hiç ara vermeden konuşuyordu. Birkaç tanesini okudu kabul etmediği o hadisleri:
-“İnsanın insana secde etmesi uygun olsaydı, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.”[3293-Tirmizî]
-"Nefsim kudret elinde olan Allah’a (Zât-ı Zülcelâl'e) yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın davetine icabet edip yatağa gitmese, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona beddua ederler." [Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)]
-“Kocanın vücudu irin(yara) olsa, kadın da o yarayı diliyle yalayarak temizlese yine de
kocasının hakkını ödeyemez. ” (Müsned, V 239)

Kız haklıydı

Kız haklıydı. Böyle bir dine gerçekten inanılmazdı. Hele Fransa’da hukuk okuyan birisiysen hiç inanılmazdı. Kız da inanmamış zaten. Ben bu sıkıntıları fetva heyetindekilere anlatabilseydim, Avrupa’daki Müslümanların geldikleri yer çok daha farfklı olacaktı. Ama olmadı. Gücüm yetmedi…
Osman Yumakoğulları değişimden yana olan bir genel başkan idi. Çalışmalarımda benim önümü açan kişiydi o. Çoğu zaman benim için paratoner görevi yaptı. Bana ilk defa kırmızı kart gösteren Osman Yumakoğulları’dır. Ancak Genel Merkez’e geldiğimde anladım ki o, yan hakemlerin kurbanı olmuş.

Genel başkanlar

Daha sonra Ali Yüksel genel başkan oldu, keşke olmasaydı, onun döneminde Milli Görüş gerileme dönemine girdi. Ondan sonra gelen Mehmet Erbakan Milli Görüş’ü şahlandırmak istedi ama ona da dinozorlar mani oldu. Bir kulp taktılar ve genel başkanlıktan uzaklaştırdılar. Yusuf lşık(vekâlet) döneminde hızla inişe geçildi, Yavuz Çelik Karahan döneminde ise çöküş hızlandı. Yavuz iyi bir icracıdır, verilen görevi yapar, bunun için gerekirse uyku bile uyumaz. Dur durak dinlemez. Ancak üretken olmadığı için bir şey yapamaz, patinaj eder hep. Genel başkanlık ona birkaç numara büyük geldi. Kurmayları Oğuz Üçüncü ve Mustafa Yeneroğlu çalışkan insanlardı, Alman mentalitesini de iyi bilen gençlerdi, teşkilatı bir yerlere getirebilirlerdi ama lokomotifsiz tren yerinden bile kıpırdayamıyor. Vagonları ne kadar yeni ve modern olursa olsun… Kemal Ergün döneminde ise Milli Görüş yerlerde sürünüyor. Sanki teşkilata Ezher damgası vurulmaya çalışılıyor gibi…

Genel Kurul Konuşmaları

Osman Yumakoğulları ile komşu olduğumuz için zaman zaman sohbet imkânları buluyorduk. Genel kurul yaklaştıkça telaşlanıyordu Yumakoğulları, Avrupa’nın herbir yanından gelen insanlara mesaj vermek istiyordu. Abdullah Yüksel (Yüksel Haşal) “hocam bu genel Kurul’da konuşmanı biz hazırlayalım müsaade edersen” dedi bir akşam sohbet arasında. Memnuniyetle kabul etti. Tabii ki konuşmayı hazırlayacak olan bendim. Gençlerden bir ekip kurdum. Üniversitede okuyan gençlerdi bunlar. Metin ilhan, Sami Alphan ve Muhittin….-Muhittin’in Türkiye’de bir üniversitede hoca olduğunu duydum- önce geçen genel kurullarda neler konuşulmuş onları gözden geçirdik. Baktık ki, felaket, hem de ne felaket. Hayıflandım ve dedim ki gençlere, ”yazık, Adama neler söyletmişler.” Camide vaaz eden üçüncü sınıf bir hocanın konuşması gibi. Genel başkan, genel kurullarda o kalabalıklara maalesef hikâye anlatmış.

Kolları sıvadık gençlerle. Metin İlhan bilgisayarın başındaydı. Allah selamet versin geleceğe damgalarını vurabilecek kapasitede gençlerdi bunlar. Bu vesileyle hepsine bir daha teşekkür ediyorum bu yazım aracılığıyla. Önce bir plan hazırladık, bu plan dâhilinde hangi mesajlar verilecekse sırasıyla önce araştırdık, tespitlerde bulunduk, hedef kitleyi analiz etmeye çalıştık ve sonra da başladık yazmaya.

Divan başkanıyım

İlk konuşmayı Antwerpen’de/ Belçika’da yapılacak olan Genel Kurul için hazırladık. Orada ben aynı zamanda divan başkanıydım. Misafir konuşmacılara divan olarak 3 er dakika konuşma süresi verdik. Bütün misafirler bu süreye dikkat ederek konuşmalarını yaptılar. Sıra Şeyh Kıbrısi’ye geldi. Aynı süreyi ona da verdik. Ancak o konuşmasını uzattı. Uyardım, uyarıma riayet etmedi. İkinci uyarımdan sonra Erbakan Hocam’dan bana bir pusula geldi, ‘Şeyh Kıbrısî’ye müdahale etme’ yazıyordu pusulada. Ben de Erbakan Hocam’a cevaben bir pusula yazdım; ‘Sayın Hocam, çok kıymetli misafirlerimiz var, her birisi ötekinden kıymetlidir, Kıbrisi’nin onlardan farkı olmasa gerektir. Sonra bir de zaman sıkıntımız vardır. Dolayısıyla bu emrinizi yerine getiremeyeceğim, saygılarımızla/ Divan’.
Ben pusulayı yazdım ama aynı zamanda da heyacanlanmaya başladım. Hocadan azar yemek de vardı. Divandaki arkadaşlarım başta Eyüp Fatsa olmak üzere beni ikaz da etmişlerdi. ‘Hoca’ya böyle yazı mı yazılır?’ diye. Ben izlemeye başladım pusulanın sonucunu ve hocaya bakıyordum pür dikkat.
Hoca pusulayı okudu, bana baktı ve başıyla onayladı beni. Ve ben hemen Şeyh Kıbrisi’ye son uyarımı yaptım, Hocamdan aldığım cesaretle biraz sert bir uyarı oldu ama sonuç alıcı bir uyarıydı.

Osman Yumakoğulları’nın sonradan bana anlattığına göre, Erbakan Hoca ilk defa konuşmasından dolayı kendisini tebrik etmiş. O gün otelde o da bana teşekkür etti, çok sıcak bir teşekkürdü; “Rüştü Hocam, benim siyasi kariyerimi kurtardın, teşekkür ederim” dedi ve o bildik babacan tavrıyla sarıldı, kucakladı beni. Tabiatıyla bizler de mutlu olduk.

İkinci Genel Kurul konuşmasını yine aynı ekip hazırladı. Frankfurt’ta yapılmıştı genel kurul. Bir ara yanıma Gazeteci Ruşen Çakır yaklaştı ve sordu; “Fethullah Gülen’in Avrapa yapılanması hakkında ne dersin?” dedi. Alâkasız gibi geldi bu soru bana o gün, garipsemiştim o soruyu. Demek ki, Türkiye’de bilinen bir yapılanma vardı ve onun Avrupa’da uzantısı var mı diye araştırlıyordu. Erbakan Hoca özel sohbetlerinde onların dış bağlantıları hakkında konuşmalar yapardı, bilgiler verirdi bizlere, oradan bilirdik biz onların kimlere hizmet ettiğini. Ancak Ruşen Çakır’ın bilgi toplamasına mana verememiştim. 2015 yılında yapılan darbe girişimiyle tamamen öğrendik kimlere hizmet ettiklerini… Ancak 22 sene sonra.

11. Genel Kurul’da yapılan konuşmanın içeriğine bakarak, 22 sene önce yaptığımız tespitler bugün gelinen noktadan bakıldığında ne kadar isabetliymiş ona siz karar verin. Burada Antwerpen konuşmasını yayınlamak isterdim ama bulamadım, Osman Yumakoğulları’nın Frankfurt konuşması şöyleydi:

Devam edecek