15 Temmuz 2017 Cumartesi

SİYERİ FARKLI OKUMAK (II-2) TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN 8. EĞİTİM KAMPI / PROF. DR. MEHMET AZİMLİ İLE




Önüne gelen siyer yazmıştır

Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en önemli insanı olduğunu düşündüğümüz Hz. Peygamber’in hayatı herkesin ilgi alanındadır, binlerce siyer kitabı yazılmıştır. Almanca siyer çalışan bir öğrencim 2 bin küsur Almanca siyer yazıldığını tespit etti. Türkiye’deki yazılanlar, Arap ülkelerinde yazılanlar var. Dünyanın ilgi alanında olan, hayatı sürekli genişleyen bir peygamberden bahsediyoruz. Son peygamberden bahsediyoruz, dünyada gündem belirleyen bir peygamberden bahsediyoruz. Ne yazık ki böyle bir şahsiyetin hayatı net değil, hakkında birçok hikâye uydurulmuş, hayatına birçok şey ilave edilmiş… Maalesef bugün karşımızda robot bir peygamber var.

Mucizeler

Daha kendisi doğmadan başlıyor mucizeler. Mesela Fil Olayı, daha doğmamış çocuğa zarar gelmesin diye Allah’ın Kâbe’yi Fil ordusundan koruduğu anlatılıyor. Hâlbuki o günkü Kâbe putlarla dolu bir yerdir, gelen ordu ise, o gün Allah’ın gönderdiği son dine mensup bir ordudur, yani Müslüman bir ordudur.
Peygamber gelmeden önceki son din Hristiyanlıktır ve o da hak dindir. Kuran, peygamber gönderilen toplumlar için Mümin sıfatını kullanır. Sonuçta Allah’ın o günkü anlamda Müslüman bir orduyu yok etmesi ve böylece Müşrikleri desteklemesi, yani putperestleri desteklemesi söz konusu olamaz. Muhammed bu olaydan 40 sene sonra peygamberlikle müjdelenecektir.
Ama öyle bir anlatım tarzına girilir ki, bu biraz da övgü edebiyatı içinde yapılır, Allah Kureyşlilerin, Müşriklerin yanındadır da, Hristiyanlardan Evini korumaktadır. Hâlbuki tarih boyunca Kâbe’yi Allah hiçbir zaman birilerinden korumamıştır. İslam’dan önce de korumamıştır İslam’dan sonra da.
Kâbe birkaç kez saldırıya uğramış ve yıkılmıştır; Haccac yıkmıştır, Emeviler yıkmıştır. Allah’ın Kâbe’yi korumak gibi bir derdi, yasası, sünneti yoktur. Ebrehe’den niçin korusun.

Doğduğu gün ile ilgili hikâyeler

Anlatılanlara göre, Peygamber doğduğu gün bir yıldız doğmuştur. Bu hikâye bütün büyük insanların doğumuyla ilgili olarak da anlatılır. Sadece Peygamber’e özel değildir. Abdülmuttalip rüyasında karnından bir ağaç çıktığını görür ve bu ağaç bütün dünyayı kaplar. Aynı rüyayı Osman Gazi de görmüştür, Sasanilerin kurucusu I. Ardeşir de görmüştür. Bu rüyalar copy-paste yapılır. Oysa Peygamber doğduğu gün hiç olağanüstü bir şey olmamıştır. Olsaydı, Mekkeliler onu söylerlerdi. Eğer böyle bir şey varsa, olsaydı o gün bütün Mekkelilerin bunu görmesi lazımdı.
Mecazen bakarsak hikâye doğrudur; Hz. Muhammedin Peygamber olarak doğuşu bütün dünyayı aydınlatmıştır, bu soyut olarak doğru bir şeydir, ama somut olarak doğru bir şey değildir. Peygamber’in doğumuyla Sasanilerin mermer sütunları yıkılmıştır, bu doğrudur, sarayları yıkılmıştır bu da doğrudur, ama doğduğu gün olmamıştır bunlar. Daha sonra onun getirdiği dinin mensupları tarafından bunlar yapılmıştır. O’nun getirdiği dinin mensupları Şam’ı da aydınlatmıştır, bu da doğrudur ama onun doğduğu gün değil.
O’nun getirdiği dinin mensupları putperestliği ortadan kaldırmıştır,  Kâbe’deki putlar Mekke’nin fethinden secdeye kapanmıştır, bunlar doğrudur ama onun doğduğu gün değil. Soyut ifadeleri somutlaştırarak insanların gözünde Peygamber’i yüceltmeye gerek yoktur. Peygamber bu tür anlatımlarla yücelecek biri değildir. O’nu Allah peygamberlik makamı vererek zaten yüceltmiştir. Bu olağan üstü anlatımlardan vazgeçtiğimiz zaman da peygamber alçalacak değildir. O dünya tarihinde kendini ispatlamış insanların en yücesi bir insandır.

Peygamber normal bir insandır

Peygamberimiz yetim olarak Mekke’de doğan, normal insanlar statüsünde yaşayan, sütanneye verilen, 6 yaşında annesi ölen, amcası Ebu Talip’in yanında büyüyen, onun yanında ticareti öğrenen, ticaretle uğraşan, en büyük dedesi Haşim’in yolundan giden birisidir. Dedesi Haşim; Mekke’yi uluslararası ticarete açan, yazın daha serin olduğu için Şam’a, kışın da sıcak olduğu için Yemen’e seferler düzenleyen, o günün büyük devletleriyle anlaşmalar yaparak Kureyş ’in kervanlarına dokunulmamasını sağlayan, ticaret kervanlarına güvenlik getirdiği için de Kureyşlilerin zenginleşmesini sağlayan, Mekke’ye sınıf atlatan biridir.
Büyük dedesi Kusay da, Kureyş’i Mekke’ye yerleştiren şahıstır. İki dedesi de Mekke’yi Mekke yapan büyük insanlardır. Dedesi Haşim sayesinde Mekke’ye para yağmıştır. Para güvenli yere gider. Peygamber dedelerinin yolunu takip etmiştir. Peygamber ticaret için Şam’a, Yemen tarafına, hatta Muhammed Hamidullah’a göre Bahreyn tarafına da gitmiştir. Bahreyn’den gelenlerle Bahreyn şivesiyle konuştuğu söylenir.
Üç tane ana ticaret yolu vardır o gün. Biri Şam’a, biri Yemen’e, biri de Hire’ye (Irak’a yakın bir bölge) yani Sasaniler tarafına gider. Bu 3 ticaret yolunun ulaştığı merkezlerde Mekke’nin önemi büyüktür. Ficar Savaşları bu yolların güvenliğini korumak maksadıyla yapılan savaşlardır. Peygamberimiz de bu savaşlara katılmış ve savaşmıştır. Anlatıldığı gibi sadece ok toplayıp savaşçılara vermemiştir. O  büyük bir savaşçıdır. Ayrıca o, Haşimoğullarının Mekke’de zayıfladığı dönemde kurulan Hılfu’l- Fudul hareketine de katılmıştır. Hılfu’l- Fudul, Mazlumların hakkını koruyan bir cemiyettir.

Güvenli bölge

Bugün hiçbir tüccar gidip Suriye’de fabrika kurmaz, Irak’ta fabrika kurmaz, bırakın Suriye’yi Irak’ın, Türkiye’nin doğusunda bile kurmaz. Ortaçağ’da, yağma ekonomisinin hâkim olduğu bir ortamda korsanlar, sadece Kureyş kervanlarına dokunmuyordu, yağmalamıyordu. Böyle olunca da her tüccar devesini Mekkelilerin ticaret kervanına katmak istiyordu. Böylece Mekke müthiş bir şekilde zenginleşmiştir.
Mekkeliler, asıl atılımlarını Fil Olayı’ndan sonra yaptılar. Fil Olayı Mekke’nin otoritesini pekiştirdi. Fil olayında yenilen Ebrehe değildir, koca Sasani İmparatorluğu’dur. Kureyşlilerin Peygamber’e karşı çıkmalarının altında yatan asıl gerçek ekonomiktir. Dediler ki, “Senin derdin ne, tam biz işi kurduk, rayına oturttuk, sen bu halde diyorsun ki bırakın putları. Görmüyor musun, bizler putlar üzerinden müthiş paralar kazanıyoruz, senin derdin ne Ey Muhammed? Biz kavmimizin içinde kavmine senin kadar zarar veren birini daha görmedik. Para mı istiyorsun, makam mı istiyorsun, kadın mı istiyorsun, ne istiyorsan verelim ama sistemimize karışma, putlarımıza laf atma. Eğer senin dediklerini yaparsak biz aç kalır, sürünürüz. Buralardan da atılırız, sürülürüz!”

Peygamber’e direniyorlar

Müşrikler peygambere, sen tek Allah inancıyla bizim kaynaklarımızı kurutacaksın, otoritemizi zayıflatacaksın diyorlar, itirazları  putları önemsediklerinden dolayı değildir; “Vaz geç bu işten, yapma bu işi” diye yalvarıyorlar O’na. Hatta kaç kez amcası Ebu Talib’i devreye sokarak tekliflerini yinelemişlerdir. Peygamber de amcasına der ki “Ben onlardan hiçbir şey istemiyorum, istediğim sadece bir tek kelime söylemeleridir; La ilaheillallah (Allah biridir) demeleridir.” Baktılar olmuyor, son kararlarını verdiler; “Yürüyün, putlarınıza sahip çıkın. Çünkü bizim putlar üzerine kurduğumuz sistemi yıkacak bu adam.”

Peygamber’in getirdiği din barış dinidir

İslâm demek barış demektir.  Hudeybiye’de dillere destan bir barış gayreti vardır Peygamber’in. O’nun tek derdi barıştır, kalıcı bir barıştır, barış-anlaşma, barış- anlaşma...Hayatı hep böyle geçmiştir. Çünkü o peygamberlik öncesinde dedelerinden böyle görmüştür. Barışın nelere kâdir olduğunu o çok iyi bilir, amcalarından da aynı şeyleri öğrendi; “barışla elde edeceğini savaşla elde edemezsin.”
Birileri saldırmadıkça O saldırmaz. Medine döneminde de bu böyledir. Kafama esti, şurayı bir işgal edeyim, şunları biraz sömüreyim, biraz köle- cariye toplayayım, derdi hiç olmamıştır O’nun... Sürekli etrafındaki kabilelerle anlaşmalar yapmıştır. Hîmâ geleneğini yaşatmak için gayret sarf etmiştir. Hîmâ; anlaşma yapılan kişiyi ve topraklarını korumak- kollamak, oralara girmekten düşmanı men etmek, yasaklamak demektir. Bir kabileyle anlaştığınızda onun topraklarından kimse geçip size gelemezdi, oralardan kimse size saldıramazdı. Çünkü bütün Araplar Hîmâ’larını korumak zorundadırlar. Eğer birisi izinsiz başkasının Hîmâ’sına, yani topraklarına girerse; o bölgenin halkına vurmak, onlara saldırmak, öldürmek, onları köle etmek, cariye etmek hakkı vardır. Ortaçağ Araplarında sistem böyledir. Bunun için kimse cesaret edip de Hîmâ’ya giremez, girerse başına geleceklere razıdır. Bundan dolayı peygamber etrafına adeta doğal bir kale oluşturmaya çalışmıştır, başarılı da olmuştur.

Peygamber bütün başarılarını kendi yaptığı çalışmalara borçludur. Allah yukarıdan sihirli bir değnek göndermiş ve Peygamber de böylece başarıya ulaşmıştır gibi bir anlatımlarla ne Peygamber’i örnek alabiliriz ne de onu anlayabiliriz. O sahabelerini (arkadaşlarını) de bu anlayışla eğitmiştir.

Tüccar Peygamber

Peygamberimiz saygın bir tüccardır. Eşiyle ortaktır, eşinin 40 yaşında olduğu söylenir ama bence bu rivayetler doğru değildir. Hz. Hatice 28 yaşında olmalıdır. İbn-i Saad’da böyle bir rivayet vardır. Çünkü, İbni Saad’a göre 40 yaşından sonra kadının 6 çocuk doğurması pek mümkün değildir. Peygamberimiz ise 25 yaşındadır. Hatice’nin adına 2 defa ticaret için sefer yapmıştır. Hatice’yle evlendikten sonra ortaklığı çok iyi yönetmiştir, evlilikten sonra, sefere gitmemiş sadece koordine etmiştir. Bir emanet sandığının da sahibidir. Mekke birçok panayırın yapıldığı bir yerdir. Panayıra katılmak için insanlar Mekke’ye gelmektedirler ve buralarda mallarını satmaktadırlar. Satamadıkları mallarını geri götürmek külfettir. Bir sonraki panayıra kadar bu mallarını emanetçiye bırakıp gitmeleri daha kârlıdır. Öyle de yapmışlardır. Bu sandık Hz. Muhammed’in kurduğu ve işlettiği sandıktır. Hicret sırasında Hz. Peygamber  Ali’ye, evdeki malları sahiplerine dağıt demiştir. Evde mallar vardır, dağıtılacak olan mallar bu emanet sandığındaki mallardır. Hz. Muhammed bu malları koruyarak, kontrol ederek, kazanç elde etmiştir. Peygamberlik geldiği zaman muhtemelen Mekke’nin en zenginlerinden biri peygamber Hz. Muhammed’dir.

Ticaret Kervanına ortaklık

Benedikt Köhler’in İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu adlı bir kitabı vardır, burada anlatılır; “Mekke’den Şam’a bir kervan gidecekse, herkes elindeki sermaye ile o kervana ortak olur. Mesela 1.000 develik bir kervan var, birisi 3 deveyle katılıyor, birisi 50 deveyle, herkes katıldığı kadar pay alıyor. Civardaki kabileler de Mekke’nin kervanlarına katılmak istiyor, çünkü Mekke’nin kervanlarına kimse saldıramıyor.”

Hz. Ali Peygamber’in yanında çalışıyordu

Peygamber’in evlendikten sonra bol kazançlı ve sessiz bir hayat yaşadığını söyleyebiliriz. Hz. Ali’yi de yanına aldı, Zeyd’e hamilik yaptı. Bu sürede 6 tane çocuğu oldu, onların eğitimiyle meşgul oldu. 2 oğlu daha küçükken vefat etti. Kızları yaşadı ama Fatma hariç çocuklarının hepsi kendisinden önce vefat etti. Fatıma da 6 ay sonra vefat etti.
Peygamberimiz 35 yaşına geldiğinde Kâbe’nin inşasında görev aldı. Kâbe eskiden dikdörtgen şeklindeymiş, şimdi kare şeklindedir. O gün bugündür Kâbe Müşriklerin yaptığı şekliyle kaldı. Peygamberimiz, peygamber olduktan sonra bir rivayete göre; “Eğer kavmim cahiliyete yakın olmasaydı, Kâbe’yi yıkardım ve İbrahim’in temelleri üzerine yeniden kurardım. Bunu şimdi yaparsam Araplar Muhammet Kâbe’yi yıkıyor derler.” der.

Hanif dini diye bir şey yok

Bazı siyer kitaplarında anlatılır ki, Peygamber, peygamber olmadan da Müslümanca bir hayat yaşadı. Bu doğru değildir, daha vahiy gelmemiştir. Nitekim Kuran’da “Sen dalaletteydin sana hidayeti biz verdik. “ diye ayet vardır. Yani Kuran onun dalalette olduğunu, yani hidayetin zıttı olan, Müslümanlığın zıttı olan dalalette olduğunu belirtiyor. 40 yaşından önceki hayatının tam bir Müslümanca hayat olduğuna dair anlatımlar abartılıdır. Peygamberimiz hayatında içki içmeyen, yalan söylemeyen, kötülük yapmayan, insani erdemleri bünyesinde toplamış bir insandır. O’nun yaşantısını peygamberlik gelmiş gibi anlatmak doğru değildir. Bunu Hanif kelimesi içerisinde anlatmaya çalışıyorlar. Hanif dini diye bir din yok. Haniflik bizim siyercilerin uydurduğu bir şeydir. Hanif diye bahsettikleri 4 tane insan vardır. Bunlardan 3’ü Hristiyan olmuştur, bir tanesi de Allah’ım ben nasıl ibadet yapacağımı bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum diyerek ölmüş olan Zeyd bin Amr’dır. Haniflik diye bir din varsa, bu dinin kitabı olması lazım, bu dinin peygamberi olması lazım, bu dinin ritüelleri olması lazımdır. Bunu, Peygamberimizin peygamber olmadan önceki hayatının nasıl Müslümanca olduğunu anlatmak için yapıyorlar.

İslâm’da kutsal aile yoktur

Peygamber’in annesini, babasını, dedesini kurtarmak için onları kutsallaştırıyorlar. O’nun dedesi, dedesinin dedesi, onun da dedesi ta Adem’e kadar hepsi Müslümandı diyorlar. İslam’da kutsal aile yoktur, İslam’da ırkçılık yoktur. İslam’da Allah katında bütün insanlar eşittir. Kur’an bize şunu öğretir. İbrahim’in babası bir putperesttir. Peygamber oğlu olmak, peygamber babası olmak onları kutsallaştırmaz. Firavun’un hanımından bahsediyor Kur’an, “mü’min” bir kadın olarak bahsediyor. Nuh ve Lut’un hanımlarıyla ilgili ise “İnat ettiler kocalarına karşı geldiler.” diyor. Peygamber hanımı olmak da kurtarmıyor insanı ve Mü’min olunca Firavun’un eşi olmak da insana en büyük payeyi verebiliyor. Herkes kendi ameliyle yargılanacaktır. Onun için peygamber ailesini kâfirlikten kurtarmaya çalışmak boş şeylerdir, Müslümana yakışmaz. Evet, Peygamberin babası da, dedesi de kâfirdir.

Mekke dönemi


Peygamberimiz Mekke’de ilk vahyi aldı. İlk vahyin Hira Mağarası’nda geldiğini söyleyenler
olduğu gibi Cirane Mescidi’nde geldiğini söyleyenlerde vardır.
İlk vahiy hakkında ihtilaflı rivayetler var. Bazılarına göre Alak Suresi’nin ilk ayetleridir,
bazılarına göre de Fatiha Suresidir. Ben Fatiha Suresi’nin ilk vahiy olduğu konusundaki
rivayetlere itibar ediyorum. Peygamberimiz ilk vahyi alınca, meseleyi tam anlayamadı, hatta
bocaladığını söyleyebiliriz. Aşkın bir varlıkla irtibata geçmek nasıl bir şeydir bilemiyoruz, ama
çok sıkıntılılar çektiğini biliyoruz. Hz. Aişe “Vahiy alırken en soğuk günde bile onun alnı
terlerdi” diyor. Bir ara vahyin kesildiği dönem var. Biraz zaman geçtikten sonra, aldığı emirle
açıktan tebliğe başladı ve en yakınındaki insanlara durumu açıkladı. Mekke dönemi 13 yıl
sürmüştür ve oldukça sıkıntılı geçmiştir.

İlk Müslüman kimdir?

Bu konuda da bir tartışma var. İlk Müslüman Ali midir yoksa Ebubekir midir? Sünniler
‘Ebubekir’dir’ diyor, Aleviler ‘Ali’. Bunlarla ilgili kitaplar yazıyorlar, ciltler dolusu rivayetler
uyduruyorlar. Önce Ali olsa ne olur, Ebubekir olsa ne olur? Ali evin içinde olduğu için önce
Müslüman olmuş olabilir, bundan doğal ne olabilir ki? Ama Ebubekir de Müslümanlığını ilk ilan
edendir. Ali belki babasından korktuğu için Müslüman olduğunu ilan edememiştir. Bunlar
mesele edilecek şeyler değildir. İşi Fenerbahçe-Galatasaray taraftarlığına dönüştürmeye gerek
yoktur. Aslında ilk Müslüman olan Zeyd’dir, azatlı bir köle. Onu insan yerine koymadıkları için
Müslümanlığını söylemiyorlar. Hatice de var. Hatta bu zamanda Peygamberimiz’e çok destek
olduğunu da biliyoruz. Peygamber’i amcası Varaka’yla görüştürmesi vs.
Bu arada saçma sapan yığınla hikâye uydurulmuştur. Güya Peygamberimiz kendisine gelenin
melek mi şeytan mı olduğundan şüphelenmiştir, eşi Hatice’ye açılmıştır, o da demiş ki:
“Şeytan mıdır melek midir bilmediğin o varlık geldiğinde bana söyle”. Bir gün Cebrail gelince,
Peygamberimiz hemen Hatice’ye; “Şimdi geldi” demiş. Hatice de alel acele başından örtüsünü
çıkarıvermiş ve Peygamberimiz’e; “O varlık şimdi gitmezse, durursa şeytandır, değilse
melektir” demiş, test etmiş.
Böyle saçma bir şey olur mu? Eğer bir kadın saçını açtığında melek gelmiyorsa o zaman her
türlü haltı işleyebiliriz, çünkü o zaman sağımızdaki solumuzdaki melekler gelmiyor demektir.
Türkiye’de başörtüsü yasağı olduğu zamanlarda da, başörtüsünü savunmak için bu örneği
kullanmışlardı Müslümanlar.

Siyer’e siyaset bulaşmıştır

Mesela başörtüsü mücadelesi sırasında yine çokça anlatılan bir hikâye daha vardır. Benu
Kaynukalılar başörtülü bir kadına saldırmışlar, başından başörtüsünü çekip almışlardır. Bu olay
savaş sebebi sayılmış ve Peygamberimiz “Namus elden gidiyor!” diye Benu Kaynuka’ya savaş
açmıştır ve onları Medine’den sürmüştür. O zamanlar İhsan Süreyya Sırma yazmıştı bunları.
“İslâm’da ilk savaş ilanı başörtüsü yüzündendir” diye anlatmıştı. Çok sloganik laflar bunlar.
Kaynukalı Yahudilerle hiç alakası olmayan şeyler, uydurma rivayetler bunlar. Yahudiler böyle
bir şey yapmamıştır, 40 sene önce Mekke’de Ukaz Panayırı’nda meydana gelen bir olayı
siyerciler almışlar olayın faillerini değiştirerek 40 sene sonraya kopyala-yapıştır yapmışlardır.
İşin aslı şöyledir: 
Medine’den ilk sürgün edilen kavim Beni Kaynuka’dır. Onlar Yahudilerin en zenginleri ve en azgınlarıydılar. Peygamberimiz onlara hiç güvenmiyordu. Müslümanların Medine’den atılması gerektiğiyle ilgili konuşmaları peygamberimizin kulağına geliyordu. Bedir savaşında Müslümanların mağlup olacaklarına olan inançları tamdı. Aksi olunca huzurları kaçtı ve kendileri planlar kurmaya başladılar. Peygamberimiz onların planlarından haberdardı. İç savaş tehlikesi kapıya gelmiş dayanmıştı. Uhud’dan bir yıl önce, (Mayıs 624) Hz. Peygamber onların çarşısına gitti ve onlara nasihat etti. Onları yaptıkları kötülüklerden vazgeçirmeye, sözleşmeye uymaya davet etti. “Kureyş’in başına gelenler sizin de başınıza gelmesin” diye uyardı. Onlar diklendiler, “Kureyş savaşmayı bilmez, tecrübesizdir, bizi Kureyş sanma, bizimle savaşırsan bunu anlarsın” diyerek meydan okudular.
Peygamberimiz de Allah’ın buyruğunu esas alarak onlarla olan antlaşmayı bozdu. “Eğer bir
topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı
bozarak aynı şekilde davran.” (Enfal 56) ve 700 kişilik bir askeri güçle onları kuşattı.
Hazreç’den Abdullah b. Ubey onların eskiden müttefikiydi, onlar için sürekli iyi muamele istedi.
Ubade b Samit de onlarla dosttu ama o “Ben onlardan beriyim” dedi ve onları sahiplenmedi.
Maide Suresi 51. Ayetin bu gelişmeler üzerine inzal edildiği söylendi: “… sizden kim onlarla
dost olursa o da onlardandır…”
Kuşatma on beş gün kadar sürdü. Sonunda Hz. Peygamber'in vereceği karara ve sonuçlarına
razı oldular. Abdullah b. Übeyy Hz. Peygamber'den onların yurtdışı edilmelerini istedi. Neticede onlar Suriye bölgesindeki Izreât'a sürüldüler. 300'ü zırhlı olan bu insanların tamamı 700 kişiydiler. Bu olay, Hicrî ikinci yılın Şevval ayında olmuştu. Eğer Benu Kaynukalılarla ilgili tedbir önceden alınmasaydı; Uhud Savaşı’nda Müslümanları arkadan kuşatırlar ve savaşın seyrini değiştirirlerdi.


Benu Kureyzalılar

Bir de Benu Kureyzalılar var. Kendileriyle Hendek Savaşı öncesinde bir anlaşma yapılmıştır ve
onlar bu anlaşmayı bozmuşlardır. Anlaşma yapılanlarla ne yapılması gerektiğini anlatan ayet
çok açıktır, Peygamber bu ayetin hükmünü yerine getirmiştir. Aynı hüküm Tevrat’ta da vardır
ve Peygamberimiz “Ben bu kararımı Tevrat’ın buyruğuna dayanarak da yapıyorum.” demiştir.
“Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın et. Eğer bir topluluğun anlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Doğrusu Allah hainleri sevmez.”(Enfal 56-58)
Hendek savaşı için Peygamber Mekkelilerin geleceği tarafa 5 kilometrelik bir hendek kazdırdı.
Bütün askeri yığınağını da oraya yaptı. Arka tarafa ise kadınlar ve çocukları koydu. Kureyzalılar
bizim dostumuz, onlar bize ihanet etmez, anlaşmamız var onlarla diye düşünüyordu.
Mekkeliler ummadıkları şekilde Hendeklerle karşılaşınca şoke oldular. Benu Kureyzalılarla
Peygamber’in öldürülmesi konusunda anlaştılar, onlar Mekkelilere yol verecekler, Mekkeliler de
Peygamber’i öldürecek, böylece onlar da kurtulacaklar, Kureyzalılar da. Anlaşma böyle.
Mekkeliler Kureyzalıların bulundukları yerden içeriye girmek için yöneldiler. 10.000 kişilik
donanımlı bir ordu ve karşısında 300 silahlı kişiyle direnen bir Peygamber var. Mekkeliler
oradan girebilselerdi sonuç oldukça vahim olurdu. Bugün Müslümanlıktan bahsedilemezdi.
Kur’an durumun vahametini dehşetli bir şekilde anlatır. Beni çok etkileyen ayetlerdir bunlar:
“Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler korkudan
yerinden fırlamış, yürekler gırtlağınıza gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında
(birtakım) zanlarda bulunuyordunuz.” (Ahzab Suresi, 10)
Hendek Savaşı böyle bir savaştır, o savaşa katılan sahabelerin korkusunu anlatıyor bu ayet.
Müslümanların o durumdaki halini düşünün. Peygamber’in yanında 300 kişi kalmış. Karşısında
10 bin kişilik donanımlı bir ordu var. O sırada Benu Kureyza Yahudileri Mekkelilere Gelin
buradan girin.” diyor. Bu fiili durumun vahametini görmezden gelerek olayı düşmanlıkla izah
etmeye kalkmak Hendek Savaşı’nı anlamamak olur.
Ve savaş bittikten sonra Peygamberimiz’in emriyle Benu Kureyza kuşatıldı. Peygamber’e
başka yol bırakmadılar. Kureyzalılara uygulanan bu hükmün adil olup olmadığı konusu devamlı
tartışılmış ve bu konu Hz. Peygamber’e karşı kullanılan olaylardan birisi haline gelmiştir. Bunun
bir katliam olduğu değişik boyutlarda ifade edilmiştir. Kimi araştırmacılar Kureyza ile yapılan
anlaşmanın kesin olup olmadığını bile yazmışlardır. Bunlar Müslüman yazarlardır. Bunların
aksine meseleyi olduğu gibi gören, Peygamber'in bu işe mecbur kaldığını ve dolayısıyla
Peygamber’in haklılığını savunan müsteşrikler de vardır. Montgomery Watt bu müsteşriklerden
biridir. Watt der ki: “Bazı batılı yazarlar bu cezayı gaddarca buluyorlar ve Muhammed’e
saldırıyorlar, hâlbuki o günkü örfe göre Araplar da birbirlerine böyle davranıyorlardı, bunda
ayıplanacak bir durum yoktur. Esasen Muhammed’in Yahudilere yönelik özel bir tavrı yoktur,
düşmanlığı yoktur, bu olaydan sonra da birçok Yahudi, İslâm toplumlarında rahatça
yaşayabilmiştir.”
Üstelik Peygamber cezayı mesnetsiz, hukuksuz, şahitsiz yapmadı, Tevrat’a göre ceza verdi.
Tevrat’a göre ihanetin cezası “erkeklerin öldürülmesidir.” Mekkelilerle anlaşma yapılırken karşı
çıkanlar, ‘Muhammed’e ihanet etmeyelim.’ diyenler öldürülmedi. Bizzat bu ihanetin içinde
bulunan ve ihaneti teşvik edenler, hatta Mekkelilerle birlikte olup Müslümanlarla savaşanlar
öldürüldü. Bundan doğal başka ne olabilir. Bizim siyercilerin, tarihçilerin ‘Yok şöyle olmamıştır
da böyle olmuştur…’ şeklinde özür dilemeci bir yaklaşımları var. Çok yanlış bir yaklaşım. Adalet
müessesini dinamitleyen bir yaklaşımdır bu. Onlar başarılı olsalardı binlerce Müslümanın başı
kesilecekti. Böylesine devasa bir boyutu olan konuyu düşmanlığa indirgemek ahmakça veya
düşmanca bir yaklaşımdır. Burada bir ihanet vardır, hainlere hak ettikleri ceza da verilmiştir.
Hem de Tevrat’a göre. (Tesniye 20/10-15)
Bu cezaya o günün Kureyzalıları bile itiraz etmezken bizim Siyercilere ne oluyor? diye sormak
gerekir. Hz. Peygamber o dönemde bile hiçbir kabile şefi tarafından kınanmamıştır. Reinhart
Pieter Anne Dozy’nin deyimiyle; “Hz. Peygamber'e burada bir suç izafe etmek mümkün
değildir.”(Dozy 78)
Müslümanlarda antisemitizm hiçbir tarihte olmamıştır, olmaz da. Hristiyanlardan darbe gören
Yahudiler hep Müslümanlara sığınmış, onların koruması altında yaşamışlardır. Kureyza
Yahudilerinin ihanetini antisemitizm olarak anlatmak doğru değildir. Bu yanlış bir şeydir.
Kur’an insanların Allah nezdinde eşit olduğunu söyler.

Abartılı rivayetler

Hendek Savaşı sırasında anlatılan bazı abartılı rivayetler de mevcuttur: “Peygamber
Kureyzalıları cezalandırmak üzere giderken Hz. Peygamber'in evine Cebrail atıyla birlikte inmiş ve bindiği atın üzerinde dikkati çekecek güzellikte bir kadife varmış, gözleri
kamaştırıyormuş…(İbn Hişam, VI, 222.)
Hz. Aişe Cebrail’i kapı aralığından görmüş, o ne ihtişammış öyle…( Belazuri, I, 415.)
Ve Cebrail Dihye b. Halife’nin suretinde Müslüman ordusunu düzene sokmuş (Vakıdi, 499)
Sahabeler Cebrail’i, Kureyzalılara doğru giderken atının ayaklarından çıkan kıvılcımlardan fark
etmişler, ortalık öylesine toz dumana katılmış ki, önceleri böyle bir olaya şahit olmamışlar,”
(İbn Sa’d, et-Tabakatu’l- Kübra, Beyrut, 1985, II, 76) gibi, olayı mecrasından çıkartan
abartılarla süslü anlatımlar bulunmaktadır. Bu rivayetlerin arasında çelişkiler de vardır.
Rivayetlerin kimisinde Cebrail Dihye suretinde, kimisinde kendi suretinde veya başka bir insan
suretinde gözüküyor. Benu Kureyza kuşatması da böylelikle Cebrail tarafından yapılmış
oluyor… Hz. Peygamber'in insan olarak, devlet başkanı olarak, ordu komutanı olarak, lider
olarak yaptığı planlar, çalışmalar her defasında nedense göz ardı ediliyor.

Habeşistan hicreti

Hz.Ebubekir’in Müslüman olur olmaz yoğun bir şekilde davet çalışmalarına başladığını
görüyoruz, hatta Peygamber’den daha çok çalışıyor desek abartılı olmaz. Çünkü halk
tarafından tanınan birisidir. İlk Müslümanlar olarak saydığımız yığınla insanın
Müslümanlaşmasına sebep olan kişidir. Vahyin ilk yıllarında, ilk 4 yıl diyebiliriz; Müşrikler
Müslümanlara dokunmuyorlardı, Müslümanları o kadar önemsemiyorlardı. Bu bir hevestir gelir
geçer diye düşünüyorlardı. Gizli davet diye anlatılan hikâyeler işe biraz gizem katmak için
uydurulmuştur. 10 bin nüfuslu Mekke’de bir şeyin gizli kalması mümkün değildir.
Aldırmıyorlardı ama bu yeni dinin mensupları her gün biraz daha çoğalıyordu ve her önlerine
gelene açıktan açığa dinlerini anlatmakta sakınca görmedikleri için, cesaretlerinde ve
sayılarında hatırı sayılır miktarda çoğalmamalar başlamıştı.

İşkence dönemi

Bu durum Müşriklerin gözünden kaçmadı. Müslümanlar daha fazla taraftar toplamadan
nefeslerini kesmek lazım diye düşünmelerine vesile oldu. İşkence dönemini başladı. Ağır
işkenceler yapılıyordu. Peygamber de fazla bir şey yapamıyordu, kölelik sistemi vardı, sahibi
isterse kölesini öldürebilirdi, kimse ona bir şey yapamazdı. ”Benim malımdır ona
karışamazsın.” der ve işin içinden çıkardı. O dönemin insanı, köleyi hayvan gibi düşünüyor,
“Hayvanımı istersem döverim, istersem keserim sana ne?” diyordu. Ortaçağ’dan bahsediyoruz.
Engizisyon mahkemelerinin çağından. İnsanların derilerinin yüzüldüğü çağdan...
Bir müddet sonra işkenceler dayanılmaz hale gelince Peygamberimiz Müslümanlara
Habeşistan’a göç etmeleri gerektiğini söyledi. Birinci grup gidiyor, ama bir müddet sonra
geriye dönüyorlar; çünkü Ömer’in ve Hamza’nın Müslüman olduğuna dair bilgiler geliyor
kendilerine. İşkencelerin dozu artırılınca, dayanılmaz hale gelip ölümler başlayınca 14 yıl
sürecek ikinci Habeşistan Hicreti gerçekleşiyor. Peygamberliğin 7. yılıdır (Milâdî 616)
Peygamber’in amcası Ebû Talib'in oğlu Cafer'in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan
ikinci kafile de,10 u  kadın 92 kişi vardır. (İbni Hişâm, Sîre, 1/345-346)
Müslümanlar orada Habeş Kral’ı Necaşi’nin himayesi altında Hayber’in fethine kadar kaldılar.
Hayber fethedilince, artık Medine’de kalış kesinleştiği için Habeşistan’dan Medine’ye onlar da
hicret ettiler.

Boykot dönemi

İşkencelerle Müslümanlaşmanın önünü alamayan Müşrikler, yedinci yıldan itibaren boykota
başladılar. İslâm’ın gelişinin yedinci yılında başlayan ve onuncu yılında sona eren “Boykot”
uygulaması (ambargo), Hz. Peygamber ve onu savunan akrabaları Haşimoğullarına yapılan
ilginç bir baskı yöntemidir. Habeşistan’da Müslümanlara saygı duyulup ikramlar yapılmasını
kabullenemeyen Mekkeliler, işi kökten halletmek üzere toplandılar ve Haşimoğulları’ndan, Hz.
Peygamber’in öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmesini istediler. Fakat onların bu
isteklerine Haşimîler çok sert tepki gösterince, farklı bir baskı metodu denemeye karar
verdiler. Bu metot, Hz. Peygamber’i kendilerine teslim etmeyen Haşim oğullarına toplumsal
baskı oluşturmak için uygulanacak olan boykot (toplumsal ambargo) kararı idi. Boykot bütün
Müslümanlara uygulanmadı, sadece Haşimoğlularına uygulandı. Açlıktan ölen insanlar oldu
boykot süresince. “Haşim oğullarının barış teklifini kabul etmemek, onlara acımamak,
kız alıp-vermemek, mal alıp-satmamak, konuşmamak, görüşmemek, evlerine
girmemek” üzere anlaştılar ve bu sözleşmeyi bir sahifeye yazarak mühürlediler. Sözlerinden
caymamak için de bu sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Mekke çevresindeki Araplardan oluşan
geleneksel müttefikleri olan Ehabişleri de bu anlaşmaya katarak işi büyüttüler.
Üç sene sonra, beş insaf sahibi müşrik tarafından boykot kırılınca Müslümanlar artık Mekke’de
kalamayacaklarını iyice anladılar. Ve peygamberimiz kendisine yurt aramaya başladı. Önce
Taif’e gitti, oradan eli boş dönünce, Mekke’ye hac ve ticaret için gelen kabilelerin çadırlarına
girip onlarla konuşmaya başladı. Artık davet üslubu da değişmişti: “Kendisini ve davetini”
sahiplenecek bir merkez arıyordu. Boykot Müslümanların Mekke’yi terk edişin önemli
sebeplerinden biridir.
Peygamber vefalı bir insandı. Kendisine yapılan iyilikleri hiçbir zaman unutmadı. Taif dönüşü
kendisine kefil olarak Mekke’ye girmesine yardımcı olan ve de boykot sırasında zaman zaman
boykotu delerek oradaki insanlara yiyecek ve su gönderen Müşrik Mutim b. Adiy’i, Zema b.
Esved’i, boykot sırasında oraya giden yardımları engellemeye çalışan Ebu Cehil’i, Kâbe’de
döven Ebul Buhteri’yi hiçbir zaman unutmamış, her zaman onların önünde saygı ile eğilmiştir.
Bedir Savaşı’nda, Uhud Savaşı’nda sahabelerine “Bu isimlerle karşılaşırsanız sakın onları
öldürmeyin!” diye tembih etmiştir.

Şakku’l-Kamer

Boykot sırasında gerçekleştiği söylenen bir rivayet vardır. Güya Peygamberimiz Müşrikleri bir
araya toplamış ve onlara Allah’ın bir olduğunu anlatmak istemiş, peygamber olduğunu
ispatlamak için de elini uzatmış, ay ikiye bölünüvermiş, büyük bir mucize diye siyer
kitaplarında anlatılır bu olay. Ayet delili de kullanırlar mucizeyi ispatlamak için. Eğer
Peygamber mucize getirmiş olsaydı, gücü mucize göstermeye yetseydi en büyüğü bu olurdu
gerçekten. Çok ilginçtir, boykot döneminde insanlar açlıktan ölürken nedense onların açlığına,
susuzluğuna çare olacak olan bir mucize gerçekleşmiyor, gökten bir sofra inmiyor,
Peygamber’in parmaklarının arasından sular şarıl şarıl akmıyor da “mucize olarak ay ikiye
ayrılıyor...,”

İlk kaynakların hiçbirinde bu olaydan bahsedilmiyor zaten. Üçüncü asırdan sonraki kaynaklarda
görülüyor bu konudaki rivayetler…


Miraç

Mekke’de gerçekleştiği söylenen Miraç mucizesi hakkında, ciltlerle kitap yazılmıştır. İlk kaynaklarda İsra ve Miraç farklı anlatılır. Daha sonraki kaynaklarda birleştirilmiştir. Kuran’da İsra bir ayette geçer. Çok büyük mucize olarak anlatılır. İsra gece yürüyüşü demektir. Mescid-i Haram zaten bellidir Mekke’deki Kâbe ve civarı. İlk kaynaklara baktığımız zaman Mescid-i Aksa diye bir tabir geçmiyor. Yani Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan bahseden bir Mescid-i Aksa yoktur ilk kaynaklarda. Kudüs hep Beytü’l Makdis diye geçer. Arapların algısında orası Beytü’l Makdis’tir. Kudüs için Mescid-i Aksa tabiri Peygamberimiz ’den 80 yıl sonra kullanılmıştır. Emevi kralı Abdulmelik bin Mervan ile Abullah bin Zübeyr’in savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Abdülmelik bir daha Mekke’ye hacca gidilmeyecek diye bir karar alır. Ve Mekke yerine Müslümanları Hac için Kudüs’e yönlendirir. Hemen bir de hadis uydurulur. ‘Hac için şu 3 mescide ziyaret yapılabilir, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.’ Ve böylece Mescid-i Aksa kutsal bir mekân olur.

Mescid-i Aksa

İslâm coğrafyasında en fazla gelir getiren ülke Mısır’dır. Çünkü baharat yolu üzerindedir. Buranın bütün geliri 9 yıl boyunca Emeviler tarafından Küdüs’e aktarılır ve Mescid-i Aksa inşa edilir. Hacılar 9 yıl hac için buraya gelirler. Bu siyasi bir gerekçeyle yapılmıştır. Ondan sonra da Mescid-i Aksa olarak burası anılmaya başlanır ve  Peygamberin buraya gelip buradan göklere çıktığı yer olarak anlatılır. Peygamberimiz miraç mucizesinde Mekke müşriklerine Beytu’l-Makdis’e gittiğini söyler, fakat müşrikler inanmazlar. Cebrail o anda Beytu’l-Makdis’i gözünün önüne getirerek o da mescide bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi verir. (Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41)
Fakat o zamanlarda Beytu’l-Makdis yıkılmıştı, harabeleri bile yoktu, tamamıyla çöplük alanıydı. Daha sonra bu alanı Hz. Ömer temizlemiştir. Yani ortada ne kapı ne pencere ne de Mescid vardı, mescidin o zamanlarda olmadığı hem İslami hem de tarihi yazıtlarda kesindir. Peki, peygamber hangi kapı ve pencereyi ve mescidi tarif etti. Ya bu rivayetler uydurma ya da Peygamber yalancı konuma düşüyor. Başka bir izahı yok, çünkü ortada hiçbir Mescid yok ki pencere ve kapı olsun açıklayabilir misiniz?

Peki bahsedilen Mescid-i Aksa burası değilse neresidir?

İlk kaynaklarda Mescid-i Aksa diye bir yerden bahsedilir. Ezrakî'ye göre Mescid-i Aksâ Kudüs'teki Süleyman Mabedi değil, Arafat bölgesinde Cirane'de bulunan bir mescittir.
Peki, ama Süleyman Mabedi'ne niçin bu isim verilmiştir? Hz. Ömer, eski Süleyman Mabedinin yerine bir mescit yaptırmıştır. Mescid-i Aksâ adı, eski Süleyman Mabedinin bulunduğu yerin güney kesiminde yapılmış olan bu camiye verilmiştir. Bazılarına göre bu cami, başlangıçta Justinian tarafından yaptırılmış bir kiliseydi. Sonraki dönem Arap yazarlarına göre de bu cami, Halife Abdülmelik tarafından yaptırılmıştır. Aslında bu ifade, Justinian kilisesinin, esaslı bir onarımıyla camiye dönüştürüldüğü anlamına gelir. (Bkz. İslâm Ansiklopedisi, Mescid-i Aksâ maddesi.)
Mekke’den hicret edildikten sonra Cirâne Mescidi kullanılmamıştır ihtiyaç da olmamıştır. Mescid-i Aksa denilen mekân benim kanaatime göre işte burasıdır. İsra olayı vardır ama Mekke’de gerçekleşmiştir. Miraç olayına gelince, Kudüs’ten göklere çıkmış, birinci kat, ikinci kat vs. Biz çocukken babam Peygamberler Tarihi okurdu bize. Uzun kış gecelerinde, televizyon yoktu o zamanlar, ben hatırlıyorum, babam sadece bir hafta boyunca birinci katı okumuştu. Kalınca bir kitaptı. Birinci katta şunlar oldu, şunlarla görüştü vs. Bunlar hurafedir, uydurmadır da eski şeylerden alınmadır da, ama şöyle söyleyebiliriz, rüyada olmuş olabilir, rüyasında bu tip şeyler görmüş olabilir. Rüyasında cennet cehennemi görmüş olabilir, bu şekilde rüyada bir yolculuk yapmış olabilir. Ancak namaz hediyesiyle geriye döndüğü ve onu da Musa’nın telkiniyle ancak 5 vakte indirtebildiği bir Miraç olayı yoktur. Tamamen uydurmadır.

Mekke dönemi bitiyor

Hatice ve Ebu Talip ölünce, Peygamberimiz yalnızlaşıyor. Taif’e sığınabilir miyim diye oraya gidiyor. Ancak oradan da dayak yiyerek geriye dönüyor. Tekrar Mekke’ye geliyor ve Mekke’ye gelen kabilelere sığınma teklifi yapıyor, bu arada tebliğ de yapıyor. 15 ayrı kabileye teklifte bulunduğu rivayet edilir, teklifi kabul edilmez. Sadece sığınma teklifini reddetmekle kalmıyorlar hakaretler de ediyorlar “seni neye kabul edelim, adam olsaydın Mekke’den kaçmazdın…” 
Bitkin, endişeli ve korku içinde 16. Kabileye gidiyor, orada Medine’den gelen 6 kişilişk bir grup vardır. Evs ve Hazreç kabilelerinden. Aynı zamanda bunlar anne tarafından peygamberin akrabalarıdır. Onlara da teklifini ve tebliğini sunuyor: “Ben, Muhammed, peygamberim, Mekke’de hayati tehlike içinde yaşıyorum, bana yardım ederseniz ben de size yardım ederim, birlikte güçleniriz…”  Teklife sıcak bakıyorlar, “evet sana yardım ederiz” diyorlar.  Medineliler ile bu ilk görüşme 6 kişiyle yapılıyor. “Biz Evs ve Hazreç kabileleri olarak sürekli savaşıyoruz, bir de Yahudiler var, biz bu bu savaşlardan ve Yahudilerden bıktık, bir lidere ihtiyacımız var, gel bizim başımızda dur bize liderlik yap, bu savaşlar bitsin diyorlar.”
Peygamber Muhammed, Peygamberliğin 11. Yılında her taraftan kuşatılmışken Medine yoluna açılan bu kapı Peygamber’i oldukça mutlu ediyor. Sanki sırtından tonlarca yük birden iniveriyor, rahatlıyor. Bir sonraki yıl o, 6 kişi 12 kişi olarak geliyor. Onlarla, Mekke’nin 2 km. dışında Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice buluşuyorlar ve  bîatlaşıyorlar. Kuran’da Mücadele Suresi’nde, Müntehine Suresi’nde anlatılan “Kadınlar Biatı” denilen anlaşmayı yapıyorlar:
a) Allah birdir ve  hiçbir şey, hiçbir şekilde  O’na eş ve ortak koşulmayacak,
b) Hırsızlık yapılmayacak,
c) Zina yapılmayacak,
d) Çocuklar öldürülmeyecek,
e) Kimseye iftirâ edilmeyecek,
f) İnsanlığın yararına olan hiçbir hayırlı işe karşı çıkılmayacak.

Bu bîatlaşmadan sonra Peygamber, kendilerine hitaben şöyle diyor: "Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah  tekeffül etmiştir ve  onlara Cenneti hazırlamıştır.  Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur. Kim de yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikâp eder de işlediği o şeyi gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır."
Bu Medineli 12 Müslüman da Peygamber’e şu sözü verirler: "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itaat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz."
İlk Akabe biadlarında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardır. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için gelen İslâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacaktı.

Anlaşmalar yapıldı ve onlar döndüler Medine’ye. Öbür sene bu 12 kişi  90 kişi olarak geldiler. Ve o 90 kişiyle ikinci Akâbe Biat’ı yapıldı, hemen sonra hicret başladı. Hicret 4 aylık süreye yayıldı. Peygamber geminin kaptanı gibi Mekke’yi en son terk etti.
Müslümanlar, gündüz öğle uykusu vakti ya da gece kimsenin olmadığı saatlerde hicret ediyorlardı, evler boşalıyordu, Müslümanlar Mekke baronlarının zulmünden kaçıyorlardı. Mekke’de gizli Müslümanlar dışında Müslümanlığıyla bilinen sadece 3 kişi kaldı. Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali.

O nu öldürelim

Hicret devam ederken Mekkeliler toplandı ve Peygamber’i öldürmeye karar verdiler. Bu haber güya Cebrail tarafından Peygamber’e bildirilmiştir, bu bilgi doğru değildir. İşin aslı şöyledir, İbn-i Saad’da geçiyor: Akrabalarından birinin kızı, toplantıya katılan eşinden durumu öğrenmiş ve Peygamber’e haber vermiştir, “Bu gece sana saldıracaklar kaç.” Bu haberi alır almaz peygamber doğru Ebu Bekir’e koşar. Bizim de hicret etme zamanımız gelmiştir, davran hemen çıkalım, gece vaktini beklemeyelim. Hz. Aişe böyle anlatıyor olayı. “Gündüz vakti geldi ve babama çıkalım ey Ebubekir” dedi. Ebubekir de hazırlık yapmıştı, hatta Müşrik, ama liyakat sahibi olan Abdullah b. Uraykıtla önceden anlaşmıştı bile. Uraykıt yolları çok iyi bilen birisiydi, ağzı da çok sıkıydı, adam satmazdı. Uraykıt 3 gün sonra Sevr’e gelecek ve orada buluşacaklardı. Anlaşma tamamlandı ve yola çıkıldı.

Mekkeliler evi kuşattıklarında Peygamberimiz evde yoktu. Eve girdiklerinde karşılarında Ali’yi buldular, deliye döndüler ve o hışımla etrafı darmadağın ettiler. Peygamberi bulana 100 deve vazedilmiştir. Haber çok hızlı yayılmıştır Mekke’ye, herkes sokağa dökülmüştür, herkes her yerdedir. Kaçaklar aranmaktadır. Siyer kitaplarının anlattığına göre, Mekkeliler izleri takip ederek Sevr mağarasına kadar geldiler. Orada güvercin yuvası ve örümcek ağıyla karşılaştılar ve geriye döndüler.
Bunlar doğru değildir. İz takip ederek mağaraya ulaşılacak ve örümcek yuva yapmış diye mağaradan geriye dönülecek, bu mantıklı bir açıklama gibi gelmiyor bana. Benim kanaatim mağaraya hiç gelmediler, gelselerdi yakalarlardı zaten. Onlar kaçakları Medine yolunda arıyorlardı. Mağara Yemen tarafında Medine ise kuzeydedir. Dâhice bir plan hazırlanmış, hedef şaşırtılmıştır, bir plan dâhilinde yapılan şeylerdir bunlar. Müşrikler onu Medine yolunda ararken onlar mağarada ortalığın sakinleşmesini beklemişlerdir. Örümcek hikâyeleri, güvercin hikâyeleri, yılan hikâyeleri bunların hiçbiri doğru değildir, peygamberi robotlaştıran, küçük düşüren hikâyelerdir bunlar.
Peygamber burada 3 gün kaldı. Üç gün sonra mağaradan çıktılar ve tali yollardan Medine’ye doğru yol aldılar. Hatta yolda bir kervana rastladılar, Kervandakiler Ebubekir’i tanıdılar ve ona “bu yanındaki kimdir” diye sordular, o da “bu benim hizmetlimdir” demiştir. Bu şekilde saklanarak, gizlenerek, binbir sıkıntıyla  Medine’ye ulaşmışlardır.

Kuba

Kuba’ya vardıklarında, güvenlik endişesiyle hemen dayılarını haberdar etmişlerdir. Onların rehberliğinde bir gece yarısı Medine’ye gizlice girilmiştir. Önceden yeri belirlenmiş bir mekâna yerleştirilmişlerdir. Aradan birkaç gün geçince de nelerin yapılacağının planı yapılarak Medine macerası başlamıştır.
Kalabalıklar tarafından şarkılarla filan karşılanmamıştır peygamber. Mekke’den ‘gizlice kaçan ve 90 kişi tarafından Medine’ye gizlice davet edilen birisi öyle şarkılarla, türkülerle karşılanmaz, bu aklen de mümkün olmayan bir şeydir. Küçücük bir şehirde 500 tane Müslüman vardır. Kim koruyacaktır onları.
Allah deveyi memur etti, deve kalacağı yeri tayin etti ve kalacağı evi belirledi vs. bunlar sonradan uydurulmuş, üretilmiş şeylerdir.

Medine’de ilk icraat

Peygamberin Medine’de yaptığı ilk icraat mescit inşa etmektir. Bir buluşma yeri, eğitim yeridir orası.
Orası aynı zamanda namaz kılma yeridir vaaz yeridir, eğlence yeridir, mesela Habeşli erkekler ve kadınlar orada oynamışlardır, Peygamber de Hz. Aişe’yle birlikte onları zevkle izlemiştir.
Orası hapishanedir, ilk zamanlarda suçlular oraya konulmuştur.
Orası ordugâhtır, ordu oradan hareket ettirilmiştir,
Orası misafirhanedir, misafirler orada ağıurlanmıştır,
Orası protokol yeridir, toplantılar orada yapılmıştır, dışardan gelen elçiler orada ağırlanmıştır,
Orası kabul salonudur, devlet yetkilileriyle görüşmeler orada yapılmıştır,
Orası yemekhanedir, orada sofralar kurulmuş yemekler yenmiştir,
Orası noterdir, Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik anlaşmalarının yapıldığı yerdir. Medine Sözleşmesi orada imzalanmıştır. Bu sözleşme Müslümanlar arasında yapılan bir sözleşmedir. Müslümanların birbirlerine karşı olan hukuklarını anlatmaktadır. İyi işlediği için sonradan Yahudiler de sözleşmeye dâhil olmak istemişlerdir. İlk 16 maddesinden sonraki hükümler Yahudilerle ilgili hükümlerdir. O zaman Medine’de 3 tane Yahudi kabilesi vardı. Beni Kaynukalı, Beni Kureyza ve Beni Nadir. Bunlar Bedir Savaşı’ndan sonra çok problem çıkardıkları için, peygamberin eşlerine hakaretler ettikleri için, kuşatılmıştır ve Medine’den kovulmuşlardır.

Siyer kitaplarında yazıldığı gibi, peygambere devamlı ilahi müdahale yapılmamıştır. Bu şekildeki anlatımlar yanlıştır. Peygamber entelektüel bir insandır, ne yapacağını çok iyi bilen birisidir, tecrübe sahibidir. Onun hayatının her anının önceden düzenlendiği ve ayarlandığı şeklindeki rivayetlerin Müslümanları,  Cebriyyeci anlayışa da sürükleme ihtimali mevcuttur. Hâlbuki Hz. Peygamber yapacağı işlere kendi karar verdiği gibi, gerektiği zamanda ashabından birinin görüşüne uymada -Sad’ın hükmüne uyduğu gibi- hiç mahzur görmemiştir. Bunlar onun tavırlarının insanî platformda olduğunun göstergeleridir.

Devam edecek



8 Temmuz 2017 Cumartesi

SİYERİ FARKLI OKUMAK VE MEHMET AZİMLİ (I)

 -Hadis literatüründe her önüne gelen rivayeti alana “hâtıbu’l-leyle” derler. Gece oduncusu demektir- 
 
Türk Eğitim Derneği’nin IX/9. Eğitim Kampı’nda hatip olarak Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Kürsüsü Başkanı ve İlahiyat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Azimli konuğumuzdu. 75 kişinin katıldığı kamp üç gün sürdü. Kamp süresi içinde belirli aralıklarla devam eden seminerlerde ana konu olarak “Siyer’i Farklı Okumak” işlendi. Toplam seminer 11 saat sürdü. Bilinen bir peygamber profilinden ziyade, gerçek olduğu halde gerçek olduğunu bilmediğimiz o gerçek peygamberle tanıştık. Bu tanışma sıkıntılı oldu, bazı konuklar peygamberin elini sıkmakta gecikti, bazıları sevgililerine kavuşmanın heyecanını yaşadı, bazı misafirler de önceden tanış olmanın rahatlığıyla muhabbeti koyulaştırdılar. Bu sıkıntılı tanışma faslından sonra belirli bir rahatlama geldi. Müslümanların Peygamberlerini tanımaları için gerçeklerle yüzleşmeleri gerekiyormuş demek ki, yüzleştik ve ağırlıklarımızdan kurtulduk, tanıştığımıza da memnun olduk. Üç gün süresince birlikte olduğumuz o gerçek peygamberle siz sevgili okuyucularımızı da tanıştırmak istedim. O sizden biri, onu tanıyınca sizler de çok mutlu olacaksınız. Tanıtma faslı yazıya dökülünce biraz uzun olacak sabrederseniz mutlu sona siz de ulaşacaksınız. Her Pazartesi bu köşemde sizlerle birlikte olmak bana da mutluluk verecektir. Yorumlarınız olursa onları da Sayın Azimli’ye ulaştırabilirim. 
 
Okuyalım: 
 
“Ben Mehmet Azimli, aslen Konyalıyım. Konya İmam Hatip, Konya İlahiyat mezunuyum. Hitit Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. Buraya Rüştü Bey’in daveti üzere, sizlerle tanışmak için geldim. Yüzlerce seminer verdim. Bu seminerleri “Siyer’i Farklı Okumak” adlı kitabımdan dolayı verdim. Bu kitap (Siyer’i Farklı Okumak) Türkiye’de ve dünyada Türkçe okuyan insanlar arasında çok talep gördü, bu kadar ses getireceğini düşünmemiştim. Bir kitap bir baskı yapar 10 yılda filan zor tükenir. Ama bu öyle olmadı, kısa sürede 8 baskı yaptı. Bu da bize Türk halkının ve dünyadaki Türkçe okuyan kesimin siyer tabanının olduğunu ama Siyer’i nasıl okuyacaklarını ve anlayacaklarını bilmediklerini anlatıyor. İnsanlar Siyer’i bir şekilde öğreniyorlar, tanıdıkları bir peygamber var; havada uçan, suda yürüyen, sürekli mucize gösteren, insan gibi değil de melek gibi yaşayan bir peygamber tanıyorlar Müslümanlar. Maalesef bu anlatılanlardan insanların örnek alacağı bir peygamber ortaya çıkmıyor. Bu Peygamber reel hayata oturmuyor. Oysa Kur’an, “Allah’ın Resûlü’nde sizin için güzel örnekler vardır” diyor. O güzel örnekleri bize anlatılan o peygamberde bulamıyoruz. Reel hayata uymayan bir Peygamber’i insanlar nasıl örnek alacaklar, akıllara bir çok soru işareti takılıyor. “Siyer’i Farklı Okumak” bu sorulara cevap vermek anlamına geliyor. Siyer’i Farklı Okumak; Peygamber nasıl biridir, o nu nasıl anlayacağız, ona nasıl tâbi olacağız? Sorularına cevap bulmaktır. Ben sizlere bu kamp süresince siyer anlatmayacağım; Müslümansınız zaten, şimdiye kadar Peygamberinizi öğrenmişsinizdir. Kürsülerde, minberlerde anlatılan, din kültürü derslerinde öğretilen bir Peygamber var. Siz O’nu zaten tanıyorsunuz. Ben sizlere Allah’ın gönderdiği Elçi’nin nasıl bir peygamber olduğunu anlatacağım. O Elçi bizim hayatımızı ne kadar etkileyecek, nasıl etkileyecek onu anlatacağım, “Siyer’i Farklı Okumak” kitabımda da anlatılanlar bu ve benzeri soruların cevaplarıdır. En doğruyu yazdığımı söyleyemem. Ancak bizlere anlatılanların çoğunun Allah’ın gönderdiği son Elçi’yle ilgisinin olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Müslümanlara anlatılan o, olmayan peygamber imajının yıkılması gerekiyor, ben işte o imajı yıkmaya çalışıyorum. Allah’ın gönderdiği Elçi’nin bana örnek olabilmesi için o imajın yıkılması gerekiyor. Ben, ‘Bize anlatılan Peygamber gerçek peygamber değil’ diyorum, sadece demiyorum; alternatifini de sunuyorum, gerçek peygamberi de tanıtıyorum. Kur’an temelli bir peygamber anlatıyorum ben. Bu kitabı 2008’de yazdım, şu ana kadar ciddi bir eleştiri almadım; “Sen şu şekilde yanlış söylüyorsun, şu ayeti yanlış tercüme ediyorsun, şu hadisi yanlış tercüme ediyorsun, falan kaynağı yanlış gösteriyorsun, uyduruyorsun, hikâye anlatıyorsun” diyen olmadı bana. Ancak, mesnetsiz hakaretler yapıldı, bu hakaretlerin sayısı ise oldukça fazla. “Ben de insanım, elbette hata yapabilirim. Kur’an’ın dışında, hatası olmayan kitap yoktur. Her kitapta yanlış vardır, kimisinde yüzde 5 olur, kimisinde yüzde 1 olur, kimisinde yüzde 100 olur.” 
 
Hikmeti aramak 
 
Biz hepimiz bir hikmetin peşinde koşuyoruz. Ebu Hanife hazretleri, gerçekten adı gibi kendi de büyük bir âlimdir, İmam-ı Âzam diyoruz O’na. O na Müslüman idareciler tarafından çok zulümler yapılmıştır ve işkence altında hapiste öldürülmüştür. Diyorlar ki ona, “doğruyu sadece sen mi biliyorsun, senin söylediklerin yanlış olamaz mı? ” O da diyor ki; “Benim geldiğim noktada ulaştığım doğrular bunlardır. Birileri çıkar da bunların yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koyarsa ben söylediklerimden vazgeçerim.” Hikmeti aramak budur, Mü’min hikmetin peşinde koşan insan olmalıdır. Hikmet Çin’de bile olsa oraya koşmalıdır. Benim söylediklerim en doğru olandır, bundan sonra söyleneceklerin hepsi din dışıdır diye piyasada dolaşan birçok hoca tanıyoruz. “En doğruyu ben bilirim, gerçek İslâm budur”, deyip noktayı koyuyorlar. Ondan sonra siz ne söylerseniz söyleyin İslâm karşıtı oluyorsunuz. Bunlar doğru şeyler değildir. Doğrusu şudur, biz ömür boyu hikmeti aramak zorundayız. Elhamdülillah ki elimizde sağlam bir kitap var, Kur’an. Kur’an’a endeks yaparak, bize gelen bütün bilgileri onun mihengine vurarak çok rahat analiz edebilir ve çözebiliriz. Ayrıca hamdolsun ki Allah akıl vermiş. Akla uygun olup olmayana bakabiliriz. “Her şey akılla mı çözülecek, her şeyi akılla mı çözeceğiz” diyorlar. Elbette akılla çözeceğiz. Delilerin hiçbir sorumluluğu yoktur. Akla başvurmayacaksak aklın ne anlamı vardır. Peygamber’i anlayacaksak, onu Kur’an’ın bize anlattığı şekilde anlamak en önemli şartımız olmalıdır. Peygamber’i anlamak için, O’nu kendi tarih diliminde yaşayan bir insan olarak görmeliyiz. 
 
Tarihsel bağlam çok önemli 
 
Ben bu kitapta tarihsel bağlam metodunu kullandım. Peygamber’i bize gerçekten olduğu gibi aktaran bir metottur bu. Elimizde Peygamber’i anlatan hadisler, tarihi rivayetler, siyer kitaplarında anlatılan bilgiler var. Bu bilgilerin doğru olanı da var yanlış olanı da, ayıklamak lazım. Bunlar insanlardan gelen bilgilerdir. Bunların hepsini atamayız, hepsini kabul de edemeyiz. Ben diyorum ki; bu bilgileri Kur’an’a arz edelim ve Kur’an’ın kabul etmediği bilgileri, nereden gelirse gelsin fark etmez, atalım. Şimdi bir örnek vereyim. Hepimiz biliriz ve övünerek anlatırız: Peygamber Efendimiz çocukluğunda amcası Ebu Talip’le birlikte ticaret kervanıyla Şam taraflarına gitmiş. Bulut onu gölgeliyormuş, taşlar ona doğru sürünerek geliyormuş, ağaçlar tekbir getiriyormuş. Bu olağan üstü halleri görünce, Bahira adında bir papaz yolda onları durdurmuş, sormuş soruşturmuş ve o kervandaki çocuğun peygamber olduğunu anlamış. Bahira çocuğun elinden tutmuş, kaldırmış yanağından sıkmış, okşamış ve demiş ki, “Ey Ebu Talip bu çocuk ilerde peygamber olacak, bu çocuğu sakın Şam’a götürme, orada Yahudiler bunu öldürürler.” Böyle bir hikaye anlatılır, hocalarımız, vaizlerimiz anlatır, televizyonlardaki “kıssacılar” anlatır. Hatta Bu hikâyeyi anlatırken övünerek şöyle derler; “Peygamberimizi önceki din bilginleri bile doğruluyor.” Bir başka açıdan bakarsak, bu hikâyeye göre, Peygamberimiz çocukken peygamber olacağını bilmiş oluyor ve Bahira’dan duyuyor peygamber olacağını. Peygamberimiz, peygamber olmadan önce peygamber olacağını biliyordu demek doğru değildir. Kur’an bu bilgiyi onaylamaz. “Ey Muhammed, sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Sen sana kitap indirileceğini de ummazdın.”(Şuara 52) Kur’an, Peygamber, Peygamber olmadan önce peygamber olacağını bilmiyordu derken, bize gelen rivayetler biliyordu diyor. Hangisini kabul edeceğiz? Öte yandan Peygamberimizin Kur’an’a ilaveler ve eksiltmeler yapamayacağı ile ilgili Rahmetli Mevdudi’nin çok güzel bir tabiri var: Kâfirler peygamberin ayet uydurduğunu söylüyorlar. Kur’an’da onlara cevap veriyor, diyor ki, “Sen eğer bize karşı bir şey uydursaydın seni sağlam bir şekilde ensenden yakalardık ve yere çalardık.”(Hakka 46) Peygamber’in Kur’an’a bir şeyler ilave edemeyeceği ile ilgili başka bir delile ihtiyaç var mıdır? Kur’an’ın bu netliği yetmez mi? Mevdudi devam ediyor ve Peygamber ile ilgili bu rivayet doğrudur diyenlere bir şey demiyorum ama bu rivayetler zaten zayıftır reddedelim diyenlere bir çift sözüm var, “Eğer Peygamber’in ayet uydurduğunu söyleyen rivayetler sağlam olsaydı kabul mü edecektik? ” Onun için sistematik bir şekilde düşünüp metotları sağlam koymalıyız. Bugünün en büyük problemi metotsuzluktur. Önümüze gelen her rivayeti alırsak gerçek peygamberi hiçbir zaman bulamayız. Sonra da kimi Müslümanlar IŞİD gibi, kimi Müslümanlar Selefiler gibi olur. Kur’an’ı anlamadan okuyorlar ve önüne geleni asıp kesiyorlar. Ayet, onları “Bulduğunuz yerde öldürün diyor, ben de öldürdüm.” diyor. O ayet hangi ortamda indi, niçin indi, buna bakmıyor, sadece lafza bakıyor. Onun için benim metodum tarihsellik metodudur. Metodumuz olmadan ne Kur’an’ı ne de peygamberin hayatını anlayabiliriz. 
 
 “Hâtıbu’l-leyl” 
 
 Asım Köksal İslâm Tarihi yazmış, 18 cilt. Tam bir “Hatıbulleyl” cinsinden bir hoca. Hadis literatüründe her önüne gelen rivayeti alana “Hatıbulleyl” derler. Arapça’da gece oduncusu demektir. Gece odun toplamaya çıkarmış ay ışığında adam. Her karaltıyı odun sandığı için, yılanı da atarmış torbasına odunu da. İşte bunlara “Hatıbu’l-leyl” denir, zararlı ile faydalıyı ayırt edemeyen demektir. Elbette rivayetleri toptan reddetmeye gerek yoktur, bunlar bizim kültürümüzdür, ama odun toplayacağız diye, yılanları da torbaya doldurup insanları zehirlemenin de âlemi yoktur. Onun için Kur’an merkezli bir anlayışla Peygamber’i tanımalıyız, Peygamber’in hayatını anlarken en önemli kriter tarihsel bağlam olmalıdır. Anlatılan olay üzerinde düşünmeliyiz, o zaman diliminde bu olayın olması mümkün müdür, değil midir bakmak zorundayız. Tarihsel bağlam dediğim budur. Bir örnek: 
 
Hz. Ömer’in Müslüman oluşu 
 
Mesela Hz. Ömer eline kılıcı alıyor ve Peygamber’i öldürmeye gidiyor. Birisi yolda önüne çıkıyor ve onu yolundan döndürüyor, “önce git kız kardeşini düzelt” diyor, o da gidiyor kız kardeşine, sıkıntılı bir ortamdan sonra oturup Kur’an’ı dinliyor ve Müslüman oluyor vs. hatta filmler çevriliyor bu anlayışla. Çağrı filminde var, Türk filmleri de çevrildi, çok meşhur bir olay olarak anlatılır bu hikâye insanlara. Herkes de dinler, ama şunu sormak kimsenin aklına gelmez: O tarih diliminde Mekke’nin sosyal yapısında bir kişi kılıcını çekip Haşimoğulları tarafından çok sıkı korunan Peygamber’i öldürmeye gidebilir mi, gidemez mi? Peygamber, Müşrik olsun Müslüman olsun bütün Haşimoğulları tarafından korunan birisiyken kim onu öldürmeye cesaret edebilir, bu mümkün müdür? Bize anlatılan Ömer deli dolu birisidir, önüne geleni kesiyor, arkasına geleni tepeliyor. Öyle bir Ömer yok, konunun aslı öyle değil. Ağırlığı olan bir adamdır Ömer. İslâm tarihinde onun kadar benim favorim olan bir insan yoktur. İdarecilikte tavan yapmış bir liderdir O. Koyduğu ilkeler, getirdiği yönetim şekli hâlâ aşılamamıştır. Öte yandan tarihsel bağlam itibariyle böyle bir şey zaten mümkün değildir. Kimse Peygamber’i öldüremez, öldürebilselerdi öldüreceklerdi. Haşimoğulları gibi koca bir kabileyi kimse karşısına alamaz, alamadı. Bırakın Ömer’i, aşiretler bile onu öldürmeye cesaret edemediler. Peygamberimiz ’in hicretini hatırlayın, hicret haberini alınca Mekkeliler; “Bu şimdi Medine’ye gidecek, Medine’deki Müslümanların başına geçecek, sonra da bizim kervanlarımızı vuracak. Buna engel olmamız lazım” dediler ve Kâbe’de toplandılar. Kur’an bu olaydan “Seni öldürmek, sürmek için tuzak kuruyorlardı” (Enfal 30) diye bahseder. Toplantıda alınan karar şöyledir: “40 kabileden 40 tane genç seçelim, her gencin eline birer kılıç verelim, beraber gitsinler ve Muhammed’i öldürsünler, kimin öldürdüğü belli olmasın.” Haşimoğulları 40 kabileye birden savaş açamayacağından dolayı böyle bir yol seçilmiştir. Evet, ” Ebu Talip ölmüş, Hatice ölmüş, Müslümanlar Medine’ye göç etmiş, kimse kalmamış Mekke’de, Peygamber güç kaybetmiş; o anda bile kimse Peygamber’i öldürmeye cesaret edemezken, Ömer tek başına gidip Peygamber’i nasıl öldürecektir? Tarihsel bağlamda böyle bir olayın olması mümkün müdür? Hz. Ömer’in bir gece yarısı gizlice Müslüman olduğu ilk kaynaklarda geçer ama bunu anlatmaz hocalarımız. Oysa Hz. Ömer Peygamberimiz ’den bir gece yarısı Kur’an dinlemiştir, Hakka Suresi’ni dinlemiştir, dolayısıyla çok etkilenmiştir ve Müslüman olmuştur. Kimsenin haberi de yoktur Müslüman oluşundan. Bu rivayet daha önemlidir, bu rivayeti destekleyen yığınla rivayet vardır ama siyercilerimiz ısrarla öbür rivayeti ön plana alırlar, niye? Çünkü o hikâye daha eksantriktir, peygamber hayatını övmek üzerine kurulu bir anlatım tarzı vardır. Ancak öveceğiz derken araya sokulan uydurma rivayetler doğruları da alıp götürüyor. 
 
Tarihsel bağlam önemli bir ayraçtır 
 
Gelelim peygamber hayatına övgü bağlamında sokulan şeylere. En meşhur örnek Şakku’s-Sadr olayıdır; Peygamberimiz sütannesinin yanındayken, -4 yaşlarındadır o zaman- Melek geldi, kalbini açtı, içindeki günahları temizledi, yıkadı geri koydu. Bunu övgü makamında anlatırız. Ama biz her çocuk fıtrat üzerine doğar diyen bir dinin mensuplarıyız. Bizim dinimize göre ergenlik çağına kadar çocuklarda günah olmaz. Biz Hristiyanlar gibi “asli günah” inancını kabul etmiyoruz. Doğuştan günahkâr olduğumuza inanmıyoruz. Hristiyanlarda çocuk Âdem’in suçundan dolayı günahkâr doğar, vaftizle günahlarından temizlenir. Biz bu hikâyeyi doğru kabul ederek, vaftizi Peygamberimize de uygulamış oluyoruz. 4 yaşındaki çocuğun kalbinde günah mı olur? Biz öyle bir hakaret ediyoruz ki Peygamberimize, “4 yaşındayken kalbinde günah vardı.” diyoruz. Siyer kitapları övgü için bunu anlatıyorlar, Peygamberimiz ‘in böyle bir eylemle temizlenebildiğini anlatmış oluyorlar. Müslümanlar, Peygamberimiz ‘in kalbinin yarılarak temizlenmesine inanmakla İslâm’ın “çocuklar günahsız doğar” bilgisini çöpe atmış oluyorlar. Bu uydurmalar kötü niyetli olmayabilir, iyi niyetli de uydurulmuş olabilir. İyi niyetli de olsa, sonuç olarak uydurulmuştur, yalan bilgidir. Yalan bilgiler üzerine peygamber sevgisi, gerçeği inşa edilemez. Üçüncü asırda kıssacılardan birine sormuşlar, “Sen kaç hadis uydurdun?” “14 bin” demiş, “niye böyle bir şey yaptın?” demişler; “Allah için yaptım” cevabını vermiş ve ilave etmiş; “Baktım insanlar namaz kılmıyorlar, kılanlar da az kılıyor, dedim ki; “Şu kadar namaz kılarsanız cennette şöyle olur, bu kadar tespih çekerseniz böyle olur, şu kadar oruç tutarsanız böyle olur, Bunu Allah için insanlar daha çok namaz kılsınlar, ibadet yapsınlar diye yaptım. Başka bir amacım yoktu.” İyi niyetle yapılan işler vardır, ama dinin aslını bozmak olmaz. Mehmet Said Hatipoğlu Hocamız der ki; ”Dinlere en büyük düşmanlığı kendi mensupları yapmıştır.” Bizim dinimizi bir Hristiyan, bir Yahudi bozamaz; biz bozarız, bozduk da nitekim. Eski ilahi kitaplar bozuldu, bunu Kur’an söylüyor, Tevrat ve İncil’i değiştirdiler. Son dinin kitabı geldi, bunu bozamadık ama Peygamber’in hayatını bozduk, Peygamber’i öveceğiz yücelteceğiz derken onu olduğunun çok ötesine taşıdık, böylece yaşamda örnek alınamayacak bir peygamber çıktı ortaya. Miraç olayında uçan bir peygamberi ben nasıl örnek alacağım ki… Birisi onu öldürmeye geldiğinde, hemen Cebrail geliyor bir yumruk vuruyor adamı deviriyor, ben bu peygamberi nasıl örnek alacağım ki. Benim örnek alacağım peygamber benim gibi yaşamalı. Kur’an diyor ki, “Yeryüzünde melekler olsaydı melekten bir peygamber gönderirdik. İnsan olduğu için insandan peygamber gönderdik. Sizin gibi yaşayan bir peygamber gönderdik.”(İsra 95) Mehmet Sait Hatipoğlu Hocamızın meşhur bir sözü var, “Kur’an son peygamber için beşer olarak yaşayan bir insandır.” der. Kur’an Peygamberimizi hep böyle anlatır. Acizliklerini, perişanlıklarını anlatır, yanlışlarını anlatır. Mesela, Müşrikler sürekli Peygamberimizi “Bir mucize getir de görelim.” diye sıkıştırırlar; Peygamberimiz de içinden geçirir, “Bunlara bir mucize gösterseydim ve onları Müslüman yapsaydım.” Hemen Kur’an devreye giriyor ve peygamberi azarlıyor; “Ey Muhammed, Müşriklerin senden mucize talep etmeleri zoruna gidiyorsa, yerin altına bir tünel kaz oradan bir mucize getir, göğe doğru bir merdiven koy oradan bir mucize getir, getirebiliyorsan getir biz sana vermeyeceğiz. Allah dileseydi onların hepsini Müslüman ederdi. Bir daha cahillik yapma.” (Enam 35) 
 
Zaafları vardır peygamberin 
 
Bundan daha kötü bir azar olabilir mi? Peygamberimizle ilgili yığınla zaaf anlatılır Kur’an’da; Peygamber yiyen içen, sevinen, ağlayan, hanımları ile tartışan, zaaflar ortaya koyan, beceremeyen, ne yaptığını şaşıran birisidir. Peygamber böyle anlatılıyor Kur’an’da. Biz de insanız, biz de öyleyiz çünkü. Hicrete peygamber uçarak gitseydi ben neyini örnek alacaktım onun. Ama şimdi anlatıyorlar, “bizim şeyh sabah namazını Mekke’de, öğle namazının Medine’de, ikinde namazını Kudüs’te, akşam namazını Sultanahmet Camii’nde, yatsı namazını da bizim mahallenin camisinde kılardı” diyorlar. Şeyhler iyi uçuyor, Peygamber uçamadı ve 13 günde kaçarak gitti Medine’ye. Saklana saklana, yiyecek dilenerek, süt dilenerek gitti Medine’ye, parmaklarının arasından şarış şarıl akan sütü içerek gitmedi Medine’ye. Ben öğrencilerime “Peygamber zorluklar içinde kaçarak Medine’ye vardı.” dediğim için, sorguya çekildim. Bana, “sen Peygamber’e kaçtı diyormuşsun” diye hesap sordular. Ne demem lazımdı şeklindeki soruma cevaben dekan, ”Hicret etti diyeceksin” dedi. Saklanmak kaçmak değil midir? Kaçmak insani bir şeydir ve biz de onu örnek alıyoruz şeklindeki açıklamama karşılık, “Sen Peygamber’e hakaret ediyorsun” diyerek hiddetleniverdi. Sonuçta Peygamber insandı. Aç kaldı, korktu, gizlendi. Ama biz, 13 günlük sıkıntılarla, ölüm tehlikeleriyle, çadırlardan süt isteyerek yaptığı yolculuğu öyle eğlenceli bir hale getirdik ki; işte mağaranın önüne örümcek yuva yapmış, güvercin yumurtalarını oraya bırakmış, dolayısıyla müşrikler onu bulamamış falan. Güvercinin olduğu yerde örümcek yaşar mı, yılanın olduğu yerde güvercin yaşar mı? Nasıl bir dünya, yığınla hikâye, yığınla hurafe var. Ve onu yılan bile sokmamış, kuşlar onu korumuş, hayvanlar onu korumuş, örümcek onu korumuş. Peygamberi böyle uçuk hikâyelerle anlatarak onu gerçek hayattan koparıyor ve örnek alınamaz noktaya taşıyoruz. 
 
Merhametsiz bir peygamber 
 
Mesela şöyle bir hikâye de anlatıyorlar; “Hicret sırasında Peygamberimiz bir kadın görmüş, kadından su istemiş, kadın vermemiş, Peygamberimiz eliyle şöyle bir hareket yapmış ve kadını taşlaştırmış.” Diyorlar ki; “o kadın orada hâlâ taşlaşmış şekilde duruyor, gidip gelen hacılar onu görüyormuş.” Bunu övgü makamında anlatıyorlar. Bir kadından su isteyip vermedi diye onu taşlaştıran merhametsiz bir peygamber anlatıyorlar. Peygamber’in böyle bir özelliği vardıysa, bir su vermedi diye bir kadını taşlaştıracağına; kafasına işkembe koyan, yüzene tüküren, vuran kıran, her gün hakaret eden, Ebu Cehilleri taşlaştırsaydı olmaz mıydı, niye onlara gücü yetmedi de bu zavallı kadını taşlaştırdı? Bir şeyi anlatırken aslında Peygamber’e hakaret ediyoruz haberimiz yok. 
 
 Benim peygamberim senin peygamberini döver 
 
 Müslümanlar Arap Yarımadası’ndan çıkınca, diğer din mensuplarıyla karşılaşıyorlar. Bir bakıyorlar ki, Hristiyanların anlattığı peygamber Tanrı gibi bir peygamber. Senin peygamberinde olağan üstü güçler var da benim peygamberimde yok mu? Benim peygamberim senin peygamberini döver mantığıyla Peygamberimiz de yüceltiliyor. Mesela Peygamber’in doğduğu gün olduğu söylenen mucizeler var. 
 
 “Bugün Ahmet’in yıldızı doğdu
” İbn-i Hişam’da anlatılıyor: Bir Yahudi, Peygamberimiz doğduğu gece onun doğuşuna alâmet olan yıldızın doğduğunu görmüş ve katıldığı bir Kureyş meclisinde; “Bugün Ahmet’in yıldızı doğdu.” Diyor. Bu ne menem bir yıldızmış ki, dünya tarihinde bir defa görünüyor ve onu da bir Yahudi görüyor ve o Yahudi de onun Mekke’de doğan bir çocuk olduğunu anlıyor. Bu hikâyenin anlatılmasının gerekçesi de şöyle; Müslümanlar Hristiyanlarla karşılaşınca, Hristiyanlar hikâye anlatmaya başladılar, Müslümanlarda anlatılacak hikâye olmadığından o anlatılanları aldılar ve kendi peygamberleri için anlatmaya başladılar. Bu hikâyelerden biri de bizim Peygamberimizin doğduğu gün gökte bir yıldızın doğmasıyla ilgilidir. Bu yıldız hikâyesinin aslı şöyle, Matta 2 de anlatılıyor; “Kral Heredos döneminde bazı yıldız bilimciler doğudan gelip İsa’nın yıldızını gördük ona tapınmaya geldik diyorlar.” şimdi İsa doğduğunda bir yıldız doğar da bizimkinde neden doğmasın… Doğuyor, hem de bunu bir Yahudi anlatıyor, niye Yahudi anlatıyor da Hristiyan anlatmıyor? Onlarla yarışacaklar çünkü. Böyle yığınla uydurulmuş hikâye var, Peygamber’in peygamber olmadan önceki hayatıyla ilgili bunlar. Peygamber’in hayatını 3 bölümde ele almak lazımdır: 40 yaşına kadarki hayatı, peygamber olduktan sonraki Mekke dönemi ve hicret sonrası Medine dönemi. Muhammed en çok mucizeyi 40 yaşına kadar göstermiş, peygamber olmadan önce. Peygamber olduktan sonra Mekke döneminde mucize daha az, Medine döneminde ise neredeyse hiç mucize göstermemiş. Oysa en fazla halkla içi içe olduğu dönem Medine dönemi. Mucize Medine’de daha çok lazım, orada Mucize yok denecek kadar az. 
 
 Kopyala yapıştır yapmışlar 
 
Kalp yarılma mucizesi Zerdüşt’ün hayatında vardır. Ümeyye bin Sadr’ın hayatında vardır. Bu olayı, aynen onlardan alıp Peygamber’e uygulamışlardır. Kopyala ve yapıştır. Mesela Miraç olayı; Peygamberimiz ’den önce yığınla miraç olayı vardır. Buda’nın miracı vardır, Zerdüşt’ün miracı vardır. Ardâvîrâfname diye bir kitap var. Ardâvîrâf, Zerdüşt peygamberlerinden biridir. Peygamberimiz ‘den 300 sene önce yaşamıştır. Orada anlatılıyor: Ardâvîrâf bir defasında uykuya dalınca, bir hayvana bindiriliyor ve göğün katmanlarına götürülüyor, sırat, cennet, cehennem hepsini görüyor… Onu okuyun, oradaki Ardâvîrâf kelimelerini çıkarın Muhammet kelimesini yazın oraya, aynı bizim peygamberin miraç olayı çıkar karşınıza. Bu hikâyeler alınıp Peygamber’in hayatına böyle konulmuş. Niye? O peygamber miraca çıkar da bizim peygamber niçin çıkmaz anlayışı. Bu hikâyelerle birlikte gerçek peygamber kaybolmuştur. 
 
Mekkeli Müşrikler gibiyiz 
 
Aslında karşımızda; beşer gibi yaşayan, yanlışlar yapan, çocuklarla oynayan, onları dinleyen, kadınlarla görüşüp sohbet eden, savaşan, galip gelen, mağlup olan, ağlayan, gülen, bilemeyen, hata yapan ve hatasından dönen bir insan peygamber var. Kur’an’ın anlattığı peygamber işte bu peygamberdir, örnek peygamber. Biz bu insan peygamberi istemiyoruz, böyle peygamber mi olurmuş diyoruz, Mekkeliler de, “Bu ne biçim peygamber? Yemek yiyor, sokakta geziyor, evleniyor, ağlıyor-gülüyor… böyle peygamber olmaz” diyorlardı. Biz de aynen öyle diyoruz, aynı o Mekkeli Müşrikler gibiyiz. 
 
O başarılarını aldığı istihbaratlara borçludur 
 
Ankebut suresi 54.ayette, ”Senden mucize mi istiyorlar. Onlara gönderdiğimiz Kur’an yetmiyor mu?” diyor. Kur’an böyle derken biz, dünyevi mucize istiyoruz. Peygamber başarılarını mucizelerle değil çalışmakla elde etmiştir. Ben Mehmet Akif Ersoy hayranı bir insanım. Safahat’ı yıllarca okudum, hâlâ okuyorum, okutuyorum. Osmanlıca metninden Safahat okumaları yaparım zaman zaman. Akif’in anahtar kelimesi şudur. “çalış, çalış, çalış, çalış...” Peygamber de başarılarını çok çalışmaya, hep çalışmaya borçludur. Hiçbir zaman şöyle dememiştir, “Arkadaşlar bu savaşı da sorun etmeyin, melekler yine gelecek ve bizlere yardım edeceklerdir.” Peygamber, ” Talim yaptırıyor, at yarışları yaptırıyor, atlarını hazırlattırıyor, casuslar gönderiyor. Onun casus teşkilatını bir incelerseniz, orada görürsünüz, Peygamberimiz başarılarını aldığı istihbarata borçludur. Her kabilede muhbiri vardı, müthiş bir teşkilat kurmuş. Savaşta tedbirler alıyor. Erken davranıyor, bir kabile saldırmadan önce ona baskın yapıyor. Cesaret ortaya koyuyor. Savaşıyor, gerektiği zaman çekilmeyi de biliyor. Allah meleklerini göndersin, ben de kazanayım demiyor. Yok, öyle bir şey. 
 
Biz de insanız o da insan 
 
 Peygamber ve sahabeler için onlar beleş bir şekilde savaş kazandılar demek büyük saygısızlıktır. Peygamber’in hayatını iyi anlamak istiyorsak iyi okumalar yapmak zorundayız. Peygamber’e ve sahabeye saygımız varsa, onları bu yalan, uydurulmuş hikâyelerle değil gerçek hayatlarıyla tanımalıyız, gerçek hayatını örnek almalıyız. Biz de insanız o da insan. Bilemediği şeyler de olmuştur. Bedir Savaşında peygamberimiz önden gider ve arkadakiler gelmeden oraya çadırları kurar. Komutanlar gelince sorarlar, “Ya Rasulullah buraya karargâh kurma kararını vahiy alarak mı verdin?” Cevaben peygamber; Vahiy değil kendi irademle böyle kurdurdum” der. “O zaman yanlış yaptın, bu çadırın buradan kaldırılması şuraya kurulması lazım” derler. Peygamber komutanlara, “Size ne oluyor ben peygamberim karar benim kararımdır” demiyor. “Tamam, ben yanlış yapmışım, siz doğru olanı yapın” diyor. Akıldan üstün akıl vardır. İstihareyi bize sünnet olarak anlatırlar. Bize hep başka şeyleri sünnet olarak anlatırlar. Bize göre sünnet, sakaldır, bıyıkların şuradan kesilmesidir, sarıktır. Hep kaportaya bakıyoruz, motora hiç bakmıyoruz. Peygamber nasıl bir hayat yaşadı, nasıl ahlaki davranışlarda bulundu, kadınlara nasıl davrandı, çocuklara nasıl davrandı, doğaya nasıl davrandı, nasıl bir savaş ahlakı vardı? Bunlara bakmıyoruz. Varsa yoksa kaporta…Ve kaporta ustası bir peygamber… 
 
Manastırlara, papazlara dokunmayın 
 
 Peygamber’in ortaya koyduğu savaş ahlakına bugünün dünyası hâlâ gelemedi. İlk orduyu Mute’ye doğru gönderirken diyor ki, “Kuzeye doğru gidiyorsunuz, kadınları öldürmeyin, çocukları öldürmeyin, yaşlıları öldürmeyin, manastırlara, papazlara dokunmayın, ekinleri yakmayın, ancak size silah çekenlerle savaşın.” Bu savaş ahlakına bugünün dünyası gelebildi mi? Hayır. Biz mucizeyle uğraşıyoruz, al sana mucize. Bundan daha bir iyi mucize var mı? 1400 yıldır aşılamamış bir mucize değil mi bu? 
1948’de Dünya İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yazıldı. Uygulanıyor mu? Hayır. İşte burnumuzun dibinde Suriye. Bir şey yapamıyoruz, yapmıyorlar. Hani adamın birine köpekler saldırmış, eline taş almak istemiş, alamamış, taşlar soğuktan donmuş. “Bu ne biçim köy, köpekleri salmışlar taşları bağlamışlar.” demiş. Şimdi bizim önümüzde çocuk-çocuk, genç -ihtiyar, kadın-erkek insanlar katlediliyor, bir şey yapamıyoruz. Nasıl bir dünya bu? Peygamberin getirdiği ahlaka ne zaman gelinecektir. Kaportayı parlatmakla oralara gelinmez… 
Elimizde bize miras bırakılmış böyle bir cevher var, Sünnet gibi bir cevher var, biz bu fiili sünnetleri bırakıyoruz, hurafelerle- hikâyelerle uğraşıyoruz. İşte kütük ağlıyordu, Peygamber uçuyordu, o mübareğin sakalı şöyleydi-bıyığı böyleydi, yemek tabağını şöyle sıyırırdı…onlarla uğraşıyoruz. Bazı hocalar da televizyonlarda anlatıyor bunları. 
Geliyorlar Avrupa’ya 10 binlerce Euro para alıyorlar. Bazıları da YÖK gibi önemli kurumlarda görev yapıyor bunların. Çok acı, üzülüyorum. Bu hurafecilerle biz nereye varacağız. Hangi bilimsel çalışmayı yapacağız… 
Devam edecek…