-Hadis literatüründe her önüne gelen rivayeti alana “hâtıbu’l-leyle”
derler. Gece oduncusu demektir-
Türk Eğitim Derneği’nin IX/9. Eğitim Kampı’nda hatip olarak Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Kürsüsü
Başkanı ve İlahiyat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Azimli
konuğumuzdu. 75 kişinin katıldığı kamp üç gün sürdü. Kamp süresi içinde
belirli aralıklarla devam eden seminerlerde ana konu olarak “Siyer’i
Farklı Okumak” işlendi. Toplam seminer 11 saat sürdü. Bilinen bir
peygamber profilinden ziyade, gerçek olduğu halde gerçek olduğunu
bilmediğimiz o gerçek peygamberle tanıştık. Bu tanışma sıkıntılı oldu,
bazı konuklar peygamberin elini sıkmakta gecikti, bazıları sevgililerine
kavuşmanın heyecanını yaşadı, bazı misafirler de önceden tanış olmanın
rahatlığıyla muhabbeti koyulaştırdılar. Bu sıkıntılı tanışma faslından
sonra belirli bir rahatlama geldi. Müslümanların Peygamberlerini
tanımaları için gerçeklerle yüzleşmeleri gerekiyormuş demek ki,
yüzleştik ve ağırlıklarımızdan kurtulduk, tanıştığımıza da memnun olduk.
Üç gün süresince birlikte olduğumuz o gerçek peygamberle siz sevgili
okuyucularımızı da tanıştırmak istedim. O sizden biri, onu tanıyınca
sizler de çok mutlu olacaksınız. Tanıtma faslı yazıya dökülünce biraz
uzun olacak sabrederseniz mutlu sona siz de ulaşacaksınız. Her Pazartesi
bu köşemde sizlerle birlikte olmak bana da mutluluk verecektir.
Yorumlarınız olursa onları da Sayın Azimli’ye ulaştırabilirim.
Okuyalım:
“Ben Mehmet Azimli, aslen Konyalıyım. Konya İmam Hatip, Konya İlahiyat
mezunuyum.
Hitit Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim.
Buraya Rüştü Bey’in daveti üzere, sizlerle tanışmak için geldim.
Yüzlerce seminer verdim. Bu seminerleri “Siyer’i Farklı Okumak” adlı
kitabımdan dolayı verdim. Bu kitap (Siyer’i Farklı Okumak) Türkiye’de
ve dünyada Türkçe okuyan insanlar arasında çok talep gördü, bu kadar ses
getireceğini düşünmemiştim. Bir kitap bir baskı yapar 10 yılda filan
zor tükenir. Ama bu öyle olmadı, kısa sürede 8 baskı yaptı. Bu da bize
Türk halkının ve dünyadaki Türkçe okuyan kesimin siyer tabanının
olduğunu ama Siyer’i nasıl okuyacaklarını ve anlayacaklarını
bilmediklerini anlatıyor.
İnsanlar Siyer’i bir şekilde öğreniyorlar, tanıdıkları bir peygamber
var; havada uçan, suda yürüyen, sürekli mucize gösteren, insan gibi
değil de melek gibi yaşayan bir peygamber tanıyorlar Müslümanlar.
Maalesef bu anlatılanlardan insanların örnek alacağı bir peygamber
ortaya çıkmıyor. Bu Peygamber reel hayata oturmuyor. Oysa Kur’an,
“Allah’ın Resûlü’nde sizin için güzel örnekler vardır” diyor. O güzel
örnekleri bize anlatılan o peygamberde bulamıyoruz.
Reel hayata uymayan bir Peygamber’i insanlar nasıl örnek alacaklar,
akıllara bir çok soru işareti takılıyor. “Siyer’i Farklı Okumak” bu
sorulara cevap vermek anlamına geliyor.
Siyer’i Farklı Okumak; Peygamber nasıl biridir, o nu nasıl anlayacağız,
ona nasıl tâbi olacağız? Sorularına cevap bulmaktır. Ben sizlere bu
kamp süresince siyer anlatmayacağım; Müslümansınız zaten, şimdiye kadar
Peygamberinizi öğrenmişsinizdir. Kürsülerde, minberlerde anlatılan, din
kültürü derslerinde öğretilen bir Peygamber var. Siz O’nu zaten
tanıyorsunuz.
Ben sizlere Allah’ın gönderdiği Elçi’nin nasıl bir peygamber olduğunu
anlatacağım. O Elçi bizim hayatımızı ne kadar etkileyecek, nasıl
etkileyecek onu anlatacağım, “Siyer’i Farklı Okumak” kitabımda da
anlatılanlar bu ve benzeri soruların cevaplarıdır. En doğruyu yazdığımı
söyleyemem. Ancak bizlere anlatılanların çoğunun Allah’ın gönderdiği
son Elçi’yle ilgisinin olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Müslümanlara anlatılan o, olmayan peygamber imajının yıkılması
gerekiyor, ben işte o imajı yıkmaya çalışıyorum. Allah’ın gönderdiği
Elçi’nin bana örnek olabilmesi için o imajın yıkılması gerekiyor. Ben,
‘Bize anlatılan Peygamber gerçek peygamber değil’ diyorum, sadece
demiyorum; alternatifini de sunuyorum, gerçek peygamberi de tanıtıyorum.
Kur’an temelli bir peygamber anlatıyorum ben.
Bu kitabı 2008’de yazdım, şu ana kadar ciddi bir eleştiri almadım; “Sen
şu şekilde yanlış söylüyorsun, şu ayeti yanlış tercüme ediyorsun, şu
hadisi yanlış tercüme ediyorsun, falan kaynağı yanlış gösteriyorsun,
uyduruyorsun, hikâye anlatıyorsun” diyen olmadı bana. Ancak, mesnetsiz
hakaretler yapıldı, bu hakaretlerin sayısı ise oldukça fazla.
“Ben de insanım, elbette hata yapabilirim. Kur’an’ın dışında, hatası
olmayan kitap yoktur. Her kitapta yanlış vardır, kimisinde yüzde 5 olur,
kimisinde yüzde 1 olur, kimisinde yüzde 100 olur.”
Hikmeti aramak
Biz hepimiz bir hikmetin peşinde koşuyoruz. Ebu Hanife hazretleri,
gerçekten adı gibi kendi de büyük bir âlimdir, İmam-ı Âzam diyoruz O’na.
O na Müslüman idareciler tarafından çok zulümler yapılmıştır ve işkence
altında hapiste öldürülmüştür. Diyorlar ki ona, “doğruyu sadece sen mi
biliyorsun, senin söylediklerin yanlış olamaz mı? ” O da diyor ki;
“Benim geldiğim noktada ulaştığım doğrular bunlardır. Birileri çıkar da
bunların yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koyarsa ben
söylediklerimden vazgeçerim.”
Hikmeti aramak budur, Mü’min hikmetin peşinde koşan insan olmalıdır.
Hikmet Çin’de bile olsa oraya koşmalıdır. Benim söylediklerim en doğru
olandır, bundan sonra söyleneceklerin hepsi din dışıdır diye piyasada
dolaşan birçok hoca tanıyoruz. “En doğruyu ben bilirim, gerçek İslâm
budur”, deyip noktayı koyuyorlar. Ondan sonra siz ne söylerseniz
söyleyin İslâm karşıtı oluyorsunuz. Bunlar doğru şeyler değildir.
Doğrusu şudur, biz ömür boyu hikmeti aramak zorundayız. Elhamdülillah ki
elimizde sağlam bir kitap var, Kur’an. Kur’an’a endeks yaparak, bize
gelen bütün bilgileri onun mihengine vurarak çok rahat analiz edebilir
ve çözebiliriz.
Ayrıca hamdolsun ki Allah akıl vermiş. Akla uygun olup olmayana
bakabiliriz. “Her şey akılla mı çözülecek, her şeyi akılla mı çözeceğiz”
diyorlar. Elbette akılla çözeceğiz. Delilerin hiçbir sorumluluğu
yoktur. Akla başvurmayacaksak aklın ne anlamı vardır. Peygamber’i
anlayacaksak, onu Kur’an’ın bize anlattığı şekilde anlamak en önemli
şartımız olmalıdır. Peygamber’i anlamak için, O’nu kendi tarih diliminde
yaşayan bir insan olarak görmeliyiz.
Tarihsel bağlam çok önemli
Ben bu kitapta tarihsel bağlam metodunu kullandım. Peygamber’i bize
gerçekten olduğu gibi aktaran bir metottur bu. Elimizde Peygamber’i
anlatan hadisler, tarihi rivayetler, siyer kitaplarında anlatılan
bilgiler var. Bu bilgilerin doğru olanı da var yanlış olanı da,
ayıklamak lazım. Bunlar insanlardan gelen bilgilerdir. Bunların hepsini
atamayız, hepsini kabul de edemeyiz. Ben diyorum ki; bu bilgileri
Kur’an’a arz edelim ve Kur’an’ın kabul etmediği bilgileri, nereden
gelirse gelsin fark etmez, atalım.
Şimdi bir örnek vereyim. Hepimiz biliriz ve övünerek anlatırız:
Peygamber Efendimiz çocukluğunda amcası Ebu Talip’le birlikte ticaret
kervanıyla Şam taraflarına gitmiş. Bulut onu gölgeliyormuş, taşlar ona
doğru sürünerek geliyormuş, ağaçlar tekbir getiriyormuş. Bu olağan üstü
halleri görünce, Bahira adında bir papaz yolda onları durdurmuş, sormuş
soruşturmuş ve o kervandaki çocuğun peygamber olduğunu anlamış.
Bahira çocuğun elinden tutmuş, kaldırmış yanağından sıkmış, okşamış ve
demiş ki, “Ey Ebu Talip bu çocuk ilerde peygamber olacak, bu çocuğu
sakın Şam’a götürme, orada Yahudiler bunu öldürürler.” Böyle bir hikaye
anlatılır, hocalarımız, vaizlerimiz anlatır, televizyonlardaki
“kıssacılar” anlatır. Hatta Bu hikâyeyi anlatırken övünerek şöyle
derler; “Peygamberimizi önceki din bilginleri bile doğruluyor.”
Bir başka açıdan bakarsak, bu hikâyeye göre, Peygamberimiz çocukken
peygamber olacağını bilmiş oluyor ve Bahira’dan duyuyor peygamber
olacağını. Peygamberimiz, peygamber olmadan önce peygamber olacağını
biliyordu demek doğru değildir. Kur’an bu bilgiyi onaylamaz. “Ey
Muhammed, sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Sen sana kitap
indirileceğini de ummazdın.”(Şuara 52) Kur’an, Peygamber, Peygamber
olmadan önce peygamber olacağını bilmiyordu derken, bize gelen
rivayetler biliyordu diyor. Hangisini kabul edeceğiz?
Öte yandan Peygamberimizin Kur’an’a ilaveler ve eksiltmeler yapamayacağı
ile ilgili Rahmetli Mevdudi’nin çok güzel bir tabiri var: Kâfirler
peygamberin ayet uydurduğunu söylüyorlar. Kur’an’da onlara cevap
veriyor, diyor ki, “Sen eğer bize karşı bir şey uydursaydın seni sağlam
bir şekilde ensenden yakalardık ve yere çalardık.”(Hakka 46)
Peygamber’in Kur’an’a bir şeyler ilave edemeyeceği ile ilgili başka bir
delile ihtiyaç var mıdır? Kur’an’ın bu netliği yetmez mi? Mevdudi
devam ediyor ve Peygamber ile ilgili bu rivayet doğrudur diyenlere bir
şey demiyorum ama bu rivayetler zaten zayıftır reddedelim diyenlere bir
çift sözüm var, “Eğer Peygamber’in ayet uydurduğunu söyleyen rivayetler
sağlam olsaydı kabul mü edecektik? ”
Onun için sistematik bir şekilde düşünüp metotları sağlam koymalıyız.
Bugünün en büyük problemi metotsuzluktur. Önümüze gelen her rivayeti
alırsak gerçek peygamberi hiçbir zaman bulamayız.
Sonra da kimi Müslümanlar IŞİD gibi, kimi Müslümanlar Selefiler gibi
olur. Kur’an’ı anlamadan okuyorlar ve önüne geleni asıp kesiyorlar.
Ayet, onları “Bulduğunuz yerde öldürün diyor, ben de öldürdüm.” diyor. O
ayet hangi ortamda indi, niçin indi, buna bakmıyor, sadece lafza
bakıyor. Onun için benim metodum tarihsellik metodudur. Metodumuz
olmadan ne Kur’an’ı ne de peygamberin hayatını anlayabiliriz.
“Hâtıbu’l-leyl”
Asım Köksal İslâm Tarihi yazmış, 18 cilt. Tam bir “Hatıbulleyl”
cinsinden bir hoca. Hadis literatüründe her önüne gelen rivayeti alana
“Hatıbulleyl” derler. Arapça’da gece oduncusu demektir. Gece odun
toplamaya çıkarmış ay ışığında adam. Her karaltıyı odun sandığı için,
yılanı da atarmış torbasına odunu da. İşte bunlara “Hatıbu’l-leyl”
denir, zararlı ile faydalıyı ayırt edemeyen demektir.
Elbette rivayetleri toptan reddetmeye gerek yoktur, bunlar bizim
kültürümüzdür, ama odun toplayacağız diye, yılanları da torbaya doldurup
insanları zehirlemenin de âlemi yoktur. Onun için Kur’an merkezli bir
anlayışla Peygamber’i tanımalıyız, Peygamber’in hayatını anlarken en
önemli kriter tarihsel bağlam olmalıdır. Anlatılan olay üzerinde
düşünmeliyiz, o zaman diliminde bu olayın olması mümkün müdür, değil
midir bakmak zorundayız. Tarihsel bağlam dediğim budur. Bir örnek:
Hz. Ömer’in Müslüman oluşu
Mesela Hz. Ömer eline kılıcı alıyor ve Peygamber’i öldürmeye gidiyor.
Birisi yolda önüne çıkıyor ve onu yolundan döndürüyor, “önce git kız
kardeşini düzelt” diyor, o da gidiyor kız kardeşine, sıkıntılı bir
ortamdan sonra oturup Kur’an’ı dinliyor ve Müslüman oluyor vs. hatta
filmler çevriliyor bu anlayışla. Çağrı filminde var, Türk filmleri de
çevrildi, çok meşhur bir olay olarak anlatılır bu hikâye insanlara.
Herkes de dinler, ama şunu sormak kimsenin aklına gelmez: O tarih
diliminde Mekke’nin sosyal yapısında bir kişi kılıcını çekip
Haşimoğulları tarafından çok sıkı korunan Peygamber’i öldürmeye
gidebilir mi, gidemez mi? Peygamber, Müşrik olsun Müslüman olsun bütün
Haşimoğulları tarafından korunan birisiyken kim onu öldürmeye cesaret
edebilir, bu mümkün müdür?
Bize anlatılan Ömer deli dolu birisidir, önüne geleni kesiyor, arkasına
geleni tepeliyor. Öyle bir Ömer yok, konunun aslı öyle değil. Ağırlığı
olan bir adamdır Ömer. İslâm tarihinde onun kadar benim favorim olan bir
insan yoktur. İdarecilikte tavan yapmış bir liderdir O. Koyduğu
ilkeler, getirdiği yönetim şekli hâlâ aşılamamıştır. Öte yandan tarihsel
bağlam itibariyle böyle bir şey zaten mümkün değildir. Kimse
Peygamber’i öldüremez, öldürebilselerdi öldüreceklerdi. Haşimoğulları
gibi koca bir kabileyi kimse karşısına alamaz, alamadı. Bırakın Ömer’i,
aşiretler bile onu öldürmeye cesaret edemediler.
Peygamberimiz ’in hicretini hatırlayın, hicret haberini alınca
Mekkeliler; “Bu şimdi Medine’ye gidecek, Medine’deki Müslümanların
başına geçecek, sonra da bizim kervanlarımızı vuracak. Buna engel
olmamız lazım” dediler ve Kâbe’de toplandılar. Kur’an bu olaydan “Seni
öldürmek, sürmek için tuzak kuruyorlardı” (Enfal 30) diye bahseder.
Toplantıda alınan karar şöyledir: “40 kabileden 40 tane genç seçelim,
her gencin eline birer kılıç verelim, beraber gitsinler ve Muhammed’i
öldürsünler, kimin öldürdüğü belli olmasın.” Haşimoğulları 40 kabileye
birden savaş açamayacağından dolayı böyle bir yol seçilmiştir. Evet, ”
Ebu Talip ölmüş, Hatice ölmüş, Müslümanlar Medine’ye göç etmiş, kimse
kalmamış Mekke’de, Peygamber güç kaybetmiş; o anda bile kimse
Peygamber’i öldürmeye cesaret edemezken, Ömer tek başına gidip
Peygamber’i nasıl öldürecektir? Tarihsel bağlamda böyle bir olayın
olması mümkün müdür?
Hz. Ömer’in bir gece yarısı gizlice Müslüman olduğu ilk kaynaklarda
geçer ama bunu anlatmaz hocalarımız. Oysa Hz. Ömer Peygamberimiz ’den
bir gece yarısı Kur’an dinlemiştir, Hakka Suresi’ni dinlemiştir,
dolayısıyla çok etkilenmiştir ve Müslüman olmuştur. Kimsenin haberi de
yoktur Müslüman oluşundan. Bu rivayet daha önemlidir, bu rivayeti
destekleyen yığınla rivayet vardır ama siyercilerimiz ısrarla öbür
rivayeti ön plana alırlar, niye? Çünkü o hikâye daha eksantriktir,
peygamber hayatını övmek üzerine kurulu bir anlatım tarzı vardır. Ancak
öveceğiz derken araya sokulan uydurma rivayetler doğruları da alıp
götürüyor.
Tarihsel bağlam önemli bir ayraçtır
Gelelim peygamber hayatına övgü bağlamında sokulan şeylere. En meşhur
örnek Şakku’s-Sadr olayıdır; Peygamberimiz sütannesinin yanındayken, -4
yaşlarındadır o zaman- Melek geldi, kalbini açtı, içindeki günahları
temizledi, yıkadı geri koydu.
Bunu övgü makamında anlatırız. Ama biz her çocuk fıtrat üzerine doğar
diyen bir dinin mensuplarıyız. Bizim dinimize göre ergenlik çağına kadar
çocuklarda günah olmaz. Biz Hristiyanlar gibi “asli günah” inancını
kabul etmiyoruz. Doğuştan günahkâr olduğumuza inanmıyoruz.
Hristiyanlarda çocuk Âdem’in suçundan dolayı günahkâr doğar, vaftizle
günahlarından temizlenir. Biz bu hikâyeyi doğru kabul ederek, vaftizi
Peygamberimize de uygulamış oluyoruz. 4 yaşındaki çocuğun kalbinde günah
mı olur? Biz öyle bir hakaret ediyoruz ki Peygamberimize, “4
yaşındayken kalbinde günah vardı.” diyoruz. Siyer kitapları övgü için
bunu anlatıyorlar, Peygamberimiz ‘in böyle bir eylemle
temizlenebildiğini anlatmış oluyorlar. Müslümanlar, Peygamberimiz ‘in
kalbinin yarılarak temizlenmesine inanmakla İslâm’ın “çocuklar günahsız
doğar” bilgisini çöpe atmış oluyorlar. Bu uydurmalar kötü niyetli
olmayabilir, iyi niyetli de uydurulmuş olabilir. İyi niyetli de olsa,
sonuç olarak uydurulmuştur, yalan bilgidir. Yalan bilgiler üzerine
peygamber sevgisi, gerçeği inşa edilemez.
Üçüncü asırda kıssacılardan birine sormuşlar, “Sen kaç hadis uydurdun?”
“14 bin” demiş,
“niye böyle bir şey yaptın?” demişler; “Allah için yaptım” cevabını
vermiş ve ilave etmiş; “Baktım insanlar namaz kılmıyorlar, kılanlar da
az kılıyor, dedim ki; “Şu kadar namaz kılarsanız cennette şöyle olur, bu
kadar tespih çekerseniz böyle olur, şu kadar oruç tutarsanız böyle
olur, Bunu Allah için insanlar daha çok namaz kılsınlar, ibadet
yapsınlar diye yaptım. Başka bir amacım yoktu.”
İyi niyetle yapılan işler vardır, ama dinin aslını bozmak olmaz. Mehmet
Said Hatipoğlu Hocamız der ki; ”Dinlere en büyük düşmanlığı kendi
mensupları yapmıştır.” Bizim dinimizi bir Hristiyan, bir Yahudi bozamaz;
biz bozarız, bozduk da nitekim. Eski ilahi kitaplar bozuldu, bunu
Kur’an söylüyor, Tevrat ve İncil’i değiştirdiler. Son dinin kitabı
geldi, bunu bozamadık ama Peygamber’in hayatını bozduk, Peygamber’i
öveceğiz yücelteceğiz derken onu olduğunun çok ötesine taşıdık, böylece
yaşamda örnek alınamayacak bir peygamber çıktı ortaya. Miraç olayında
uçan bir peygamberi ben nasıl örnek alacağım ki… Birisi onu öldürmeye
geldiğinde, hemen Cebrail geliyor bir yumruk vuruyor adamı deviriyor,
ben bu peygamberi nasıl örnek alacağım ki. Benim örnek alacağım
peygamber benim gibi yaşamalı. Kur’an diyor ki, “Yeryüzünde melekler
olsaydı melekten bir peygamber gönderirdik. İnsan olduğu için insandan
peygamber gönderdik. Sizin gibi yaşayan bir peygamber gönderdik.”(İsra
95)
Mehmet Sait Hatipoğlu Hocamızın meşhur bir sözü var, “Kur’an son
peygamber için beşer olarak yaşayan bir insandır.” der.
Kur’an Peygamberimizi hep böyle anlatır. Acizliklerini, perişanlıklarını
anlatır, yanlışlarını anlatır. Mesela, Müşrikler sürekli Peygamberimizi
“Bir mucize getir de görelim.” diye sıkıştırırlar; Peygamberimiz de
içinden geçirir, “Bunlara bir mucize gösterseydim ve onları Müslüman
yapsaydım.” Hemen Kur’an devreye giriyor ve peygamberi azarlıyor; “Ey
Muhammed, Müşriklerin senden mucize talep etmeleri zoruna gidiyorsa,
yerin altına bir tünel kaz oradan bir mucize getir, göğe doğru bir
merdiven koy oradan bir mucize getir, getirebiliyorsan getir biz sana
vermeyeceğiz. Allah dileseydi onların hepsini Müslüman ederdi. Bir daha
cahillik yapma.” (Enam 35)
Zaafları vardır peygamberin
Bundan daha kötü bir azar olabilir mi? Peygamberimizle ilgili yığınla
zaaf anlatılır Kur’an’da; Peygamber yiyen içen, sevinen, ağlayan,
hanımları ile tartışan, zaaflar ortaya koyan, beceremeyen, ne yaptığını
şaşıran birisidir. Peygamber böyle anlatılıyor Kur’an’da. Biz de
insanız, biz de öyleyiz çünkü.
Hicrete peygamber uçarak gitseydi ben neyini örnek alacaktım onun. Ama
şimdi anlatıyorlar, “bizim şeyh sabah namazını Mekke’de, öğle namazının
Medine’de, ikinde namazını Kudüs’te, akşam namazını Sultanahmet
Camii’nde, yatsı namazını da bizim mahallenin camisinde kılardı”
diyorlar.
Şeyhler iyi uçuyor, Peygamber uçamadı ve 13 günde kaçarak gitti
Medine’ye. Saklana saklana, yiyecek dilenerek, süt dilenerek gitti
Medine’ye, parmaklarının arasından şarış şarıl akan sütü içerek gitmedi
Medine’ye. Ben öğrencilerime “Peygamber zorluklar içinde kaçarak
Medine’ye vardı.” dediğim için, sorguya çekildim. Bana, “sen Peygamber’e
kaçtı diyormuşsun” diye hesap sordular. Ne demem lazımdı şeklindeki
soruma cevaben dekan, ”Hicret etti diyeceksin” dedi. Saklanmak kaçmak
değil midir? Kaçmak insani bir şeydir ve biz de onu örnek alıyoruz
şeklindeki açıklamama karşılık, “Sen Peygamber’e hakaret ediyorsun”
diyerek hiddetleniverdi.
Sonuçta Peygamber insandı. Aç kaldı, korktu, gizlendi. Ama biz, 13
günlük sıkıntılarla, ölüm tehlikeleriyle, çadırlardan süt isteyerek
yaptığı yolculuğu öyle eğlenceli bir hale getirdik ki; işte mağaranın
önüne örümcek yuva yapmış, güvercin yumurtalarını oraya bırakmış,
dolayısıyla müşrikler onu bulamamış falan. Güvercinin olduğu yerde
örümcek yaşar mı, yılanın olduğu yerde güvercin yaşar mı? Nasıl bir
dünya, yığınla hikâye, yığınla hurafe var. Ve onu yılan bile sokmamış,
kuşlar onu korumuş, hayvanlar onu korumuş, örümcek onu korumuş.
Peygamberi böyle uçuk hikâyelerle anlatarak onu gerçek hayattan
koparıyor ve örnek alınamaz noktaya taşıyoruz.
Merhametsiz bir peygamber
Mesela şöyle bir hikâye de anlatıyorlar; “Hicret sırasında Peygamberimiz
bir kadın görmüş, kadından su istemiş, kadın vermemiş, Peygamberimiz
eliyle şöyle bir hareket yapmış ve kadını taşlaştırmış.” Diyorlar ki; “o
kadın orada hâlâ taşlaşmış şekilde duruyor, gidip gelen hacılar onu
görüyormuş.” Bunu övgü makamında anlatıyorlar. Bir kadından su isteyip
vermedi diye onu taşlaştıran merhametsiz bir peygamber anlatıyorlar.
Peygamber’in böyle bir özelliği vardıysa, bir su vermedi diye bir kadını
taşlaştıracağına; kafasına işkembe koyan, yüzene tüküren, vuran kıran,
her gün hakaret eden, Ebu Cehilleri taşlaştırsaydı olmaz mıydı, niye
onlara gücü yetmedi de bu zavallı kadını taşlaştırdı? Bir şeyi
anlatırken aslında Peygamber’e hakaret ediyoruz haberimiz yok.
Benim peygamberim senin peygamberini döver
Müslümanlar Arap Yarımadası’ndan çıkınca, diğer din mensuplarıyla
karşılaşıyorlar. Bir bakıyorlar ki, Hristiyanların anlattığı peygamber
Tanrı gibi bir peygamber. Senin peygamberinde olağan üstü güçler var da
benim peygamberimde yok mu? Benim peygamberim senin peygamberini döver
mantığıyla Peygamberimiz de yüceltiliyor. Mesela Peygamber’in doğduğu
gün olduğu söylenen mucizeler var.
“Bugün Ahmet’in yıldızı doğdu
”
İbn-i Hişam’da anlatılıyor: Bir Yahudi, Peygamberimiz doğduğu gece onun
doğuşuna alâmet olan yıldızın doğduğunu görmüş ve katıldığı bir Kureyş
meclisinde; “Bugün Ahmet’in yıldızı doğdu.” Diyor. Bu ne menem bir
yıldızmış ki, dünya tarihinde bir defa görünüyor ve onu da bir Yahudi
görüyor ve o Yahudi de onun Mekke’de doğan bir çocuk olduğunu anlıyor.
Bu hikâyenin anlatılmasının gerekçesi de şöyle; Müslümanlar
Hristiyanlarla karşılaşınca, Hristiyanlar hikâye anlatmaya başladılar,
Müslümanlarda anlatılacak hikâye olmadığından o anlatılanları aldılar ve
kendi peygamberleri için anlatmaya başladılar. Bu hikâyelerden biri de
bizim Peygamberimizin doğduğu gün gökte bir yıldızın doğmasıyla
ilgilidir. Bu yıldız hikâyesinin aslı şöyle, Matta 2 de anlatılıyor;
“Kral Heredos döneminde bazı yıldız bilimciler doğudan gelip İsa’nın
yıldızını gördük ona tapınmaya geldik diyorlar.” şimdi İsa doğduğunda
bir yıldız doğar da bizimkinde neden doğmasın… Doğuyor, hem de bunu bir
Yahudi anlatıyor, niye Yahudi anlatıyor da Hristiyan anlatmıyor?
Onlarla yarışacaklar çünkü. Böyle yığınla uydurulmuş hikâye var,
Peygamber’in peygamber olmadan önceki hayatıyla ilgili bunlar.
Peygamber’in hayatını 3 bölümde ele almak lazımdır: 40 yaşına kadarki
hayatı, peygamber olduktan sonraki Mekke dönemi ve hicret sonrası Medine
dönemi. Muhammed en çok mucizeyi 40 yaşına kadar göstermiş, peygamber
olmadan önce. Peygamber olduktan sonra Mekke döneminde mucize daha az,
Medine döneminde ise neredeyse hiç mucize göstermemiş. Oysa en fazla
halkla içi içe olduğu dönem Medine dönemi. Mucize Medine’de daha çok
lazım, orada Mucize yok denecek kadar az.
Kopyala yapıştır yapmışlar
Kalp yarılma mucizesi Zerdüşt’ün hayatında vardır. Ümeyye bin Sadr’ın
hayatında vardır. Bu olayı, aynen onlardan alıp Peygamber’e
uygulamışlardır. Kopyala ve yapıştır. Mesela Miraç olayı; Peygamberimiz
’den önce yığınla miraç olayı vardır. Buda’nın miracı vardır, Zerdüşt’ün
miracı vardır.
Ardâvîrâfname diye bir kitap var. Ardâvîrâf, Zerdüşt peygamberlerinden
biridir.
Peygamberimiz ‘den 300 sene önce yaşamıştır. Orada anlatılıyor:
Ardâvîrâf bir defasında uykuya dalınca, bir hayvana bindiriliyor ve
göğün katmanlarına götürülüyor, sırat, cennet, cehennem hepsini görüyor…
Onu okuyun, oradaki Ardâvîrâf kelimelerini çıkarın Muhammet kelimesini
yazın oraya, aynı bizim peygamberin miraç olayı çıkar karşınıza. Bu
hikâyeler alınıp Peygamber’in hayatına böyle konulmuş. Niye? O peygamber
miraca çıkar da bizim peygamber niçin çıkmaz anlayışı. Bu hikâyelerle
birlikte gerçek peygamber kaybolmuştur.
Mekkeli Müşrikler gibiyiz
Aslında karşımızda; beşer gibi yaşayan, yanlışlar yapan, çocuklarla
oynayan, onları dinleyen, kadınlarla görüşüp sohbet eden, savaşan, galip
gelen, mağlup olan, ağlayan, gülen, bilemeyen, hata yapan ve hatasından
dönen bir insan peygamber var. Kur’an’ın anlattığı peygamber işte bu
peygamberdir, örnek peygamber. Biz bu insan peygamberi istemiyoruz,
böyle peygamber mi olurmuş diyoruz, Mekkeliler de, “Bu ne biçim
peygamber? Yemek yiyor, sokakta geziyor, evleniyor, ağlıyor-gülüyor…
böyle peygamber olmaz” diyorlardı. Biz de aynen öyle diyoruz, aynı o
Mekkeli Müşrikler gibiyiz.
O başarılarını aldığı istihbaratlara borçludur
Ankebut suresi 54.ayette, ”Senden mucize mi istiyorlar. Onlara
gönderdiğimiz Kur’an yetmiyor mu?” diyor. Kur’an böyle derken biz,
dünyevi mucize istiyoruz. Peygamber başarılarını mucizelerle değil
çalışmakla elde etmiştir. Ben Mehmet Akif Ersoy hayranı bir insanım.
Safahat’ı yıllarca okudum, hâlâ okuyorum, okutuyorum. Osmanlıca
metninden Safahat okumaları yaparım zaman zaman. Akif’in anahtar
kelimesi şudur. “çalış, çalış, çalış, çalış...”
Peygamber de başarılarını çok çalışmaya, hep çalışmaya borçludur. Hiçbir
zaman şöyle dememiştir, “Arkadaşlar bu savaşı da sorun etmeyin,
melekler yine gelecek ve bizlere yardım edeceklerdir.”
Peygamber, ” Talim yaptırıyor, at yarışları yaptırıyor, atlarını
hazırlattırıyor, casuslar gönderiyor. Onun casus teşkilatını bir
incelerseniz, orada görürsünüz, Peygamberimiz başarılarını aldığı
istihbarata borçludur. Her kabilede muhbiri vardı, müthiş bir teşkilat
kurmuş. Savaşta tedbirler alıyor. Erken davranıyor, bir kabile
saldırmadan önce ona baskın yapıyor. Cesaret ortaya koyuyor. Savaşıyor,
gerektiği zaman çekilmeyi de biliyor. Allah meleklerini göndersin, ben
de kazanayım demiyor. Yok, öyle bir şey.
Biz de insanız o da insan
Peygamber ve sahabeler için onlar beleş bir şekilde savaş kazandılar
demek büyük saygısızlıktır. Peygamber’in hayatını iyi anlamak istiyorsak
iyi okumalar yapmak zorundayız. Peygamber’e ve sahabeye saygımız varsa,
onları bu yalan, uydurulmuş hikâyelerle değil gerçek hayatlarıyla
tanımalıyız, gerçek hayatını örnek almalıyız. Biz de insanız o da insan.
Bilemediği şeyler de olmuştur. Bedir Savaşında peygamberimiz önden
gider ve arkadakiler gelmeden oraya çadırları kurar. Komutanlar gelince
sorarlar, “Ya Rasulullah buraya karargâh kurma kararını vahiy alarak mı
verdin?” Cevaben peygamber; Vahiy değil kendi irademle böyle kurdurdum”
der. “O zaman yanlış yaptın, bu çadırın buradan kaldırılması şuraya
kurulması lazım” derler.
Peygamber komutanlara, “Size ne oluyor ben peygamberim karar benim
kararımdır” demiyor. “Tamam, ben yanlış yapmışım, siz doğru olanı yapın”
diyor. Akıldan üstün akıl vardır. İstihareyi bize sünnet olarak
anlatırlar. Bize hep başka şeyleri sünnet olarak anlatırlar. Bize göre
sünnet, sakaldır, bıyıkların şuradan kesilmesidir, sarıktır. Hep
kaportaya bakıyoruz, motora hiç bakmıyoruz. Peygamber nasıl bir hayat
yaşadı, nasıl ahlaki davranışlarda bulundu, kadınlara nasıl davrandı,
çocuklara nasıl davrandı, doğaya nasıl davrandı, nasıl bir savaş ahlakı
vardı? Bunlara bakmıyoruz. Varsa yoksa kaporta…Ve kaporta ustası bir
peygamber…
Manastırlara, papazlara dokunmayın
Peygamber’in ortaya koyduğu savaş ahlakına bugünün dünyası hâlâ
gelemedi. İlk orduyu Mute’ye doğru gönderirken diyor ki, “Kuzeye doğru
gidiyorsunuz, kadınları öldürmeyin, çocukları öldürmeyin, yaşlıları
öldürmeyin, manastırlara, papazlara dokunmayın, ekinleri yakmayın, ancak
size silah çekenlerle savaşın.” Bu savaş ahlakına bugünün dünyası
gelebildi mi? Hayır. Biz mucizeyle uğraşıyoruz, al sana mucize. Bundan
daha bir iyi mucize var mı? 1400 yıldır aşılamamış bir mucize değil mi
bu?
1948’de Dünya İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yazıldı.
Uygulanıyor mu? Hayır. İşte burnumuzun dibinde Suriye. Bir şey
yapamıyoruz, yapmıyorlar.
Hani adamın birine köpekler saldırmış, eline taş almak istemiş,
alamamış, taşlar soğuktan donmuş. “Bu ne biçim köy, köpekleri salmışlar
taşları bağlamışlar.” demiş. Şimdi bizim önümüzde çocuk-çocuk, genç
-ihtiyar, kadın-erkek insanlar katlediliyor, bir şey yapamıyoruz.
Nasıl bir dünya bu? Peygamberin getirdiği ahlaka ne zaman gelinecektir.
Kaportayı parlatmakla oralara gelinmez…
Elimizde bize miras bırakılmış böyle bir cevher var, Sünnet gibi bir
cevher var, biz bu fiili sünnetleri bırakıyoruz, hurafelerle-
hikâyelerle uğraşıyoruz. İşte kütük ağlıyordu, Peygamber uçuyordu, o
mübareğin sakalı şöyleydi-bıyığı böyleydi, yemek tabağını şöyle
sıyırırdı…onlarla uğraşıyoruz. Bazı hocalar da televizyonlarda anlatıyor
bunları.
Geliyorlar Avrupa’ya 10 binlerce Euro para alıyorlar. Bazıları
da YÖK gibi önemli kurumlarda görev yapıyor bunların. Çok acı,
üzülüyorum. Bu hurafecilerle biz nereye varacağız. Hangi bilimsel
çalışmayı yapacağız…
Devam edecek…
dilenen peygamber nerede görülmüş.bu abartı değilmi
YanıtlaSilabartının ötesinde haddi aşmak değilmi
YanıtlaSil