Rüştü
Kam
09.09.2012
Ha-ber.com
Sarayın yalnız adamı
“Şahbaba,
yapayalnız bir insanın öyküsüdür.
Şartların doğru
karar vermesine imkan bırakmadığı, hatta olup bitenleri değerlendirmesine bile
izin vermediği çaresiz bir insanın öyküsü… Huzuruna el-pençe girildiği günlerin
hemen ertesinde hain ilan ediliveren sarayın yalnız adamının, Osmanoğulları'nın
son hükümdarı Mehmed Vahideddin'in, torunları arasındaki ismiyle Şahbaba'nın
hikayesi...
Taç sahiplerinin
gerçi hemen hepsi yalnızdır ve yalnız olmayan belki tek bir hükümdar bile
yoktur ama aralarında derin bir mesafe de bulunsa, içlerini dökebilecekleri
tek-tük dostlara sahiptirler.
Peki, Sultan
Vahideddin'in hiç dostu olmadı mı?
Cevabı hükümdarın
bizzat kendi kızı veriyor; Sabiha Sultan yayınlanmamış hatıralarında "…
Babam, yaradılış itibariyle çekingen, çok mütevazı, muhiti çok dar, dostu,
arkadaşı yok denecek kadar az bir insandı" diyor.
Vahideddin iktidar
yıllarında da yalnızdı… Bu yüzdendir ki hep tek başına kaldı ve nihayet bir
zamanlar suretâ da olsa kendisinden yana görünenler tarafından bile terkedildi
O, bütün bu olup
bitenlerin galiba en başından beri farkındaydı… Bu idrak ediş, sürgünde
yazdıklarında apaçık görünüyor… Mektuplarında tahtından ve memleketinden olmuş
bir hükümdardan ziyade küskün, yalnızlığın darbesi altında ezilmiş, dönüş
ümitleri yavaş yavaş erirken vatan ve aile hasretini alaturka şarkılar
besteleyerek terennüm eden, her şeyiyle kadere teslim olmuş bir insan konuşmaktadır…
“
Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da
“Vahdettin
dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından
parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Ve cenazesini rehin ettiler
San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da öyle gömüldü.
Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Bunlar
hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa
Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Her şeyin tam yerinde
olduğunu tespit ettirdi. Nuriye Hanım, oradan Kaşıkçı Elması'nı alıp
gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinindi çünkü. Kesinlikle bunlar namus u mücessem.
Bu 48 kişinin cebine Vahdettin’in bizzat kendi cebinden 25.000 altın koyduğunu
yazıyor. 25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın
alınırdı.” (Cemal Kutay)
“Mesela karısına bir merasimle
takmak için bir yüzük ve gerdanlık gelmiştir, onlar da teker teker ailesin
üstünden, kızının boynundan, alıp hazineye iade edilmişlerdir. Padişahın maaşı
var, 23 gün çalışmış o ay, yedi gününü kısmış, öyle almış maaşı.
"Çıkıyorum çünkü Türkiye'den. Hakkım yok benim bunda diyor. Özetle birinin
kahraman olması için birinin hain olması gerekmiyor.” (İsmet Bozdağ )
Yalan söyleyen tarih utansın
Bu
bir faryad idi. Ben feryadı duydum, peşine takıldım gittim. İstanbul’da evinde
kaldım ve kendisyle röpoortaj yaptım bu feryadın sahibiyle. Değerli arkadaşım
Ekrem Kızıltaş da daha sonra bu röportajları devam ettirdi ve Berlin’de yaşayan
insanımızla paylaştım. TFD Televizyonu’nun Genel Yayın Yönetmenliğini
yapıyordum o zaman. Sene 1989. Ulusal televizyonlar daha yoktu.
Mustafa
Müftüoğlu’ndan bahsediyorum. Eserlerine ad olarak seçmişti bu feryadını”Yalan
söyleyen tarih utansın”. İlmi yönü fazla olmayan bu kitaplar sayesinde
öğrendik biz bize öğretilen tarihin yalan olduğunu. Yakın tarihimizin
yalanlardan ibaret olduğunu. Kendi geçmişine yabancı olarak yetiştirilen
gençlik...Bu gençliğin kime ne faydası olacaktı. İşte olmadı. 100 sene bile
dayanmadı bu yalanlar. Bu mumlar yatsıya kadar bile yanmadı...
Yıllarca
uyutulmuşuz. Yalanlar düzenlenmiş ve o yalanlar bizlere gerçek tarih olarak
okutulmuş. Gelin Mustafa Müftüoğlu’nun ruhuna birer Fatiha okuyalım ve ruhunu
şad edelim.
Murat
Bardakçı 1998’de Bandırma Vapuruyla Samsun’a çıkan 48 kader yolcularından
bahsediyor. Ve bu 48 kişinin tahsildar olarak Anadolu’da görevlendirildiğini
Vahdettin söylüyor işgalci İngilizler’e ve onlardan bizzat kendisi vize alıyor.
Heyetin başına da bizzat Mustafa Kemal’i kendisi tayin ediyor. Bu alnı
öpülesice insan, Sultanımız Vadettin’den vatan haini diye bahsediyoruz.
Murat
Bardakçı Sultan Vahideddin’in hayatı, hatıraları ve özel mektuplarını
araştırmış, bulmuş buluşturmuş ve bir kitap yazmış: Şahbaba.
Bu
kitabı Pan Yayıncılık yayınlamış 1998 de. Birinci baskısı Kasım 1998. Yedinci
baskısı 1999. 679 sayfa. Ben 2001 yılında bu kitaba ulaşmış ve okumuşum.
Kütüphanemde neler var neler yok şöyle bir göz gezdirirken dikkatime geldi.
Sizlerle bazı pasajlarını paylaşmak istedim. Sultan Mehmed Vahdeddin (1861 - 1926) Okuyalım:
“...Facialara ve olaylara
kalkan olamadım ise de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri
üzerime çektim.... Kendimi
feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.” (Sultan Mehmet Vahideddin)
“Sultan
Vahideddin hakkında şimdiye kadar ciddi bir makale ve ciddibir kitap doyurucu
bir yayın yapıldığını söyleyemeyiz...Necip Fazıl’ın “Vatan haini değil, büyük
vatan dostu Sultan Vahidüddin” adlı kitabı çıkmasının ardından toplatıldı...Bir
de Tarık Mümtaz Göztepe’nin 1978 de yayımlanan şahsi hatıraları vardır...”
“Resmi
tarih her memlekette varolan birşeydir. Bazı kişiler ve gruplar yüceltilir,
bazı olaylar resmi ideoloji doğrultusunda ön plana alınır...”
“Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla
neticelenen böyle bir bilmezlik karşısında söylenecek bir kelime var: Ayıp,
yazık ve günah!...”
“...Sultanlar
ve saraylılar protokolde kendilerinden gerideki vükelâ hanımlarından her
sahada, para harcamda bile ileri olmalıydılar. İsraf yarışına girildi ve
maliyenin altı üstüne geldi. Masrafın, lüzumsuz harcamanın haddi hesabı yoktu artık. Tahsisatı
harcamalarına yetmeyen sultanlar bu defa borç edinmeyi adet edindiler. Sarayın
biriken borçları üç senede üç milyon keseye dayandı... Sonraları devletin
başına tam bir bela açacak olan ilk dış borçlanma 28 Haziran 1855 günü yapıldı.
Fuad Paşa İngiltere ve Fransa’dan yüzde dört faiz ve yüzde bir amortisman la
beş milyon İngiliz altını aldı. Devletin gelirleri ve bilhassa Mısır vergisiyle
İzmir ve Suriye gümrük hasılatı borca garanti gösterilmişti...”
“Sultan
Vahidüddin Abdulmecid’in 42 çocuğunun sonuncusuydu. Sarayın yalnız adamı işte
böyle bir ortamda ve böyle bir sarayda doğdu. Bir yaşına basmadan yetim, dört
yaşındayken de öksüz kaldı...24 yaşına geldiğinde 19 yaşında bir Çerkez
kızıyla(Nazikeda) dünya evine girer. Sultan Vahidüddin depdebeden ve
gösterişten uzak bir hayatı yaşamayı tercih etti. Ağabeyi Abdulhamid, başını sokacak tek bir
evi bile olmayan küçük kardeşine
Çengelköy’de bir köşk hediye etmiş ve ayrıca devletten cüz’i bir
tahsisat ayırmıştı. Ayrıca her ay cep harçlığı da verirdi...
Çoğumuz
saraylarda bolluk içinde yaşandığını, sultanlarla şehzadelerin kuş sütüyle
beslendiklerini düşünürüz. Ama sarayda hâkim olan, aslında sadece darlık ve
sıkıntıdır...Birkaç istisna dışında hükümdarların kendisini bile saran bir
sıkıntı...”
Yalnız
adam Vahdeddin, İstanbul’dan dışarıya ilk adımını 1909 da, 46 yaşındayken atar.
Ağabeyi Sultan Reşad’la Bursa’ya gider.
Daha
sonra, 1917 de Alman Kayzeri II.Wilhelm’in davetlisi olan Sultan Reşad’ın
vekili olarak da Yaveri Mustafa Kemal’le birlikte Almanya’ya gider.
Yalnız
adam 1918 de Padişah’lık teklifi alır.
İttihatçı paşalar onu tahta davet ederler. İki gün sonra cevabını
verir. Cevabı olumludur...
Seneler
sonra Mekke’de yayınladığı bildirisinde o günlerden bahsederken, Yıldırım
ordularının kumandanını ve Mondoros’u imzalayanları” felaketlerin müsebbibi”
olmaktan, zillete kadar uzanan sözlerle itham edecektir...”
Vahdeddin,
çok sonraları da Ferit Paşa’dan bahsederken “..iç meselelerde çok bilgisizdi.
İngilizler’le Mustafa Kemal Paşa’nın kurnazlığının kurbanı oldu ve bizi tam bir
yenilgiye götürdü. Zavallı Ferit Paşa dünyaya İngilizler’in gözlüğüyle
bakıyordu. Allah onu affetsin” diye yazacaktır...”
Fetva
“...Kurtuluş
Savaşı’nı ilk ataşleyen kişi Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’dir: “İşgale
uğrayan memleket halkının silaha sarılması ve savaşması farz-ı ayındır! Fetva
veriyorum, silah ve cephane azlığı veya yokluğu mücadeleye mani olamaz!...”
diyordu cami kürsüsünden bu cesur müftü.
Denzili Müftüsü’nün bu fetvasından sonradır
Bandırma Vapuru’nun demir alması limandan.
Bandırma Vapuru’yla İstanbul’dan yola çıkan 48 kader yolcusu.
İngilizler’den vize alarak Samsun’a
doğru hareket etmişlerdir. Vapurda üç binek hayvanı ve bir de otomobil
vardı. Gemi 279 grostonluk yolcu ve yük gemisi idi. Buhar donanımlı idi. Demir
uskurlu, 48.9 metre uzunluğunda 6 metre genişliğindeydi.
Vizeyi bizzat Vahdettin kendisi almıştır.
Vizede şu ibare vardı: “Müttefik Pasaport Kontrol Bürosu, İngiliz Bölümü.
Samsun’a gidiş için geçerlidir. İstanbul, 16 Mayıs 1919”
Harbiye Nazırı Şakir Paşa Bu heyetin başına
Mustafa Kemal’in getirilmemesi gerektiğini söylemiştir Sultan Vahdettin’e.
Sebep olarak da “İyi bir askerdir ama cumhuriyetçidir” demiştir. Vahdettin askerlerle yaptığı istişareyi
Mediha Sultan’ın oğlu Sami Bey’le de yapmıştır. Ondan da Şakir Paşa’nın verdiği
cevabı almıştır. “Hanedanınızı düşünün Efendim” diye de ilave etmiştir.
Vahdettin:
“ Ne Hânedan’ı be, hepsi Hânendegân oldu. Madem ki en iyi askerimizdir, öyleyse
onun gitmesi lazım. Cumhuriyet vesaire gibisinden şahsi fikirleriyle bu işin
alakası yok...” Ve Sultan Vahdettin imzayı attı. İşte tarih o anda değişti...
...Türk
milleti, Kurtuluş Savaşı'ndan muzaffer çıkmış, düşmanlar vatan topraklarından
atılmıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Sultan Vahdettin sürgüne
gönderiliyordu. İstimbotlar rıhtımdan peşpeşe
kalktı… Açıkta demirli zırhlıya varmaları, sadece birkaç dakika sürdü… İskele
indirildi ve istimbottan gemiye çıkan 60'ını geçkin gözlüklü adam güverteye
ayağını attığı anda askerler selama durdu…
Güneş daha yeni doğmuştu…
Biraz
sonra demir alındı… Gözlüklü adam zırhlının kıç tarafında, ayaktaydı… Şehrin
sisler içinde hayale dönen siluetini seyrediyordu… Gözleri hafiften yaşarmıştı
herhalde… Belki çıktığı sonrasız yolculuğun muhasebesini yapıyordu, belki 61
yıllık ömrünün… Belki de ufukta artık seraba dönen şehri bir daha görüp
göremeyeceğinin elemindeydi…
Sonra
bir yağmur başladı… Marmara ağlıyordu, İstanbul ağlıyordu ve güvertedeki
gözlüklü adam, Abdülmecid Han oğlu Sultan Altıncı Mehmet Vahideddin de
ağlıyordu… İstanbul, 1922'nin 17 Kasım Cuma sabahına gözü yaşlı girdi…
Son
hükümdarın 1275 gün devam eden ve ölümüyle bile noktalanmayan dönüşsüz
yolculuğu, böyle başladı…
Ankara
Hükümeti'nin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa'nın (Bele) bir akrabası,
yıllar sonra bir dostuna "Padişah'ı gitmeye ikna edebilmek için, bizim
Paşa günlerce az mı dil dökmüştü?… 'Kalırsanız kan akacak efendimiz… Hiç
olmazsa birkaç aylığına gidin; payitahtınıza ortalık yatışınca yeniden avdet
buyurursunuz…' diye az mı uğraşmıştı?" diyecekti…
Malta’daydı.
Mustafa Kemal’in adamları bir süreliğine Malta’da kalması gerektiğini, en kısa
zamanda geriye döneceğini ona söylemişlerdi. Gitmek istemeyince de gözdağı
vererek İstanbul’u terk etmesini sağlamışlardı.
Sultan
Mehmed Vahdeddin, Malta’dan sonra Mekke’ye gitmiş, bir süre sonra, San Remo'ya dönmüş ve oraya yerleşmişti. 15
Mayıs 1926 günü 65 yaşında orada vefat etti. Vatan topraklarına gömülmek en
büyük arzusuydu. Ancak bunun mümkün olmayacağını bildiği için en azından halkı
müslüman olan bir ülkenin topraklarına gömülmek istemişti. Şam'daki Selâhaddin
Eyyubi Türbesi'ni seçmişti ve bu son arzusuydu.
Cenazesi
alacaklıların haciz koymaları yüzünden bir süre ortada kaldı. Ancak devrin
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Nami Bey, olayı duyunca çok üzüldü ve bütün
borçlarını ödeyerek, cenazesini Suriye'ye getirtti. Ancak toprağa verilmeyi çok
arzuladığı Selâhaddin Eyyubi Türbesi doluydu. Ahmed Nami Bey, Sultan Mehmed
Vahdeddin'in cenazesinin Sultan Selim Camii'nin bahçesine gömülmesini sağladı.
Son sözü: “Ben O’na güvenmiştim...”
Merak
edenler bundan sonrasını Murat Bardakçı’nın yazdığı Şahbaba kitabından
okumalılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder