Ağlamak
mı gerekiyor yoksa düşünmek mi? Bazı gerçeklerle yüzleşmek o
kadar zor geliyor ki insana, çoğu kez yüzleşmemeyi tercih etmek
daha kolay olabiliyor. Nice hayallerle yıllar önce gurbete çıkan
insanlar, her an geriye dönme ümidiyle yatırımlarını
Anavatanlarına yaparak hem ülke kalkınmasına destek oldular hem
de hayallerini gerçekleştirmek için küçük küçük adımlar
attılar. Ev, arsa, dükkan, tarla satın aldılar. Canlarının
çektiği yemeği bile yiyemediler ağız tadıyla, yerlilerin çöpe
attıkları koltukları, dolapları kullanmayı tercih ederek
artırdılar o yatırım paralarını. Aldıkları kredilerin
borçlarını ödemek için 1 odalı 2 odalı evlerde oturmayı
tercih ettiler. Derken bir baktılar ki, yaş gelmiş 60'a- 70'e.
Torun torba derken kalakalmışlar gurbet ellerde. Geriye gitse
gidemiyor, burada kalsa kalamıyor.
Ne
yapsın şimdi bu adam, yıllarca ana baba özlemi çeken, vatan
hasreti çeken bu adam ne yapsın şimdi?
Başbakan
yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ, Berlin Büyükelçiği'nin
verdiği sabah kahvaltısında (20.01.2012) ''Almanya'dan Türkiye'ye
giden paranın daha fazlası, Türkiye'den Almanya'ya akıyor''
derken film şeridi gibi geçti o güzelim yıllar gözümün
önünden. Evet doğru söylüyordu Bozdağ. Devletimiz 50 yıllık
süreç içinde hep döviz yumurtlayan tavuk gözüyle baktı
gurbetçisine. Onun birikimini devlet eliyle yatırıma dönüştürmenin
yollarını aramadı. Yurtdışında yaşayan Türklerle ilgili birim
daha yeni oluşturuldu. Ancak bu arada ne din kaldı ortada ne de
dil. Şu anda açılan camiler cemaat sıkıntısı çekiyor. Böyle
giderse on sene sonra açılan camiler birer birer kapanacaktır.
Yeni neslin din konusunda yeterli duyarlılığa sahip olduğunu
söylemek o kadar kolay değildir.
Pansuman
tedbir olma kabilinden okullarda verilen Türkçe dersleri faydasız
değildir ama dil eğitimi konusunda yeterli de değildir.
Sayın
Bozdağ, haklı olarak ''İki şeyden asla taviz verilmemlidir.''
derken ikinci bir yaranın kabuğunu kaldırıyordu: ''Din ve Dil
konusunda taviz verilemez.'' Ama bu iş nasıl olacak? İşte ortada
duran soru bu? Nasıl olacak bu iş?
Sayın
Bozdağ, bu iki vazgeçilemez olan değerin ikisi de maalesef
kaybolmak üzere. Siz bizlere ve toplantıda söylediklerimize, biz
şunları yapıyoruz, bunları yapıyoruz demelerimize fazla
güvenmeyin. ''Bizler burada birlik ve beraberlik içindeyiz''
dememizi de fazla önemsemeyin. Keşke öyle olsaydı.
Ancak
bir gerçek var, sivil toplum kuruluşları her türlü imkansızlığa
rağmen, engellemelere rağmen bilâ ücret geleceklerine yatırım
yapmanın derdiyle yanıp tutuşuyorlar. Bazı STK'lar temsil
ettiklerini söyledikleri toplumun değerlerini istismar ederek
kendilerine imkân sağlamış olabilirler, sağlıyor da
olabilirler.. Kötüler emsal teşkil etmemelidir. Kurduğu folklör
derneği ile Türkiye toplumunun bir değerini geleceğe taşımaya
çalışan Muzaffer Topal gibi hizmet aşığı insanların başkan
olduğu derneklerin sayısı az değildir. Buna inanın.
Burada
acı olan devlet yardımıyla bu hizmetlerin yapılmış olmasıdır.
Arzu edilen, halkımızın kendi değerlerini ayakta tutmak için
gençlerine, geleceğine kendilerinin yatırım yapmasıdır.
Sahiplenme ancak o zaman olur. Bu şuur meselesidir. Kimliğin
korunması gerektiğini bilen, düşünen insanların derdi
olmalıdır değerlerin korunması için yatırım yapmak. Böyle
olursa o zaman Muzaffer Bey'lerin derneği kapanmayacaktır.
Cenazelerimizin
Türkiye'ye gitmesi için vasiyet edenler, şimdilerde burada kalması
için vasiyet etmeye başladılar. Ancak burada yeterli müslüman
mezarlığı yok. Mezar taşları tapudur. Kimliğin tapusudur,
asimile olmamanın tapusudur, saygının ve sevginin tapusudur. Arefe
günlerinde mezarların ziyaret edilmesi insanların sevdikleriyle
bağ kurmasına vesile olacaktır. Dualar yapılacaktır o mezarların
başında, dini kimliğin muhafazasına yarayacaktır bu ritüel. El
atılmalıdır, sahip çıkılmalıdır.
Sayın
Bozdağ, bir kahvaltı çerçevesinde dile getirilen problemler o
kadar fazlaydı ki, bıraksanız arkası gelecekti mutlaka. Çoğu
tekrar olan bu problemleri bizler her gelen devlet yetkilisine
söyleriz, belki aynı şeyleri sizler de tekrar tekrar
dinlemişsinizdir. Belki de aynı şahıslar aynı şeyleri
söylemişlerdir. Sizlerin de gözlemlemiş olabileceği gibi bazı
STK temsilcileri konuşmak için de konuşmuş olabilirler; ancak
ortada bir gerçek var ki yurt dışında yaşayan Türkiyeliler çok
dertli. Hem de çok.
Bu
insanların derdiyle dertlenmek gerek. Sadece dinleyip gitmekle
insanlarımızın gazı alınmış olabilir, bir süre idare eder bu
gaz, ama yara gittikçe derinleşiyor.
Sayın
Bozdağ, ya bu insanları alıp götürün vatanlarına, ya da bu
insanların problemlerinin çözümüne destek olmak için imkanlar
hazırlayın ikinci vatanlarında. Onların tutan eli olun, yürüyen
ayağı, gören gözü olun. Yapabileceklerinizi yapmak için lütfen
beklemeyin.
''Seçme
hakkı veriyoruz size, seçilme hakkı değil'' demek, ne kadar
demokratik bir yaklaşımdır onu ben bilemiyorum. Ancak bu durumda,
seçilme hakkı da bir gaz alma olabilir mi diye düşünmeden
edemiyoruz.
Sayın
Bozdağ, ''doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi'' atasözünden
yola çıkarak, doyulan yerin de vatan olabileceğinin altını
çiziyorsuz. Siyasetin bu yeni vatanda yapılması grektiğini
söylüyorsunuz, ancak bunu buradaki insanlara söylüyorsunuz. Oysa
bu insanlar Türkiye'deki bir fikir kuruluşunun, bir siyasi
kuruluşun, dini kuruluşun devamıdır. Bence Türkiye'deki o
kuruluşlara da Almanya'daki inanların yakasından düşmesini
söylemeniz daha etkili olacaktır. Bu konuda ilk adımı parti
olarak sizin atmanız örnek olması açısından daha doğru olur
kamaatindeyim. UETD Derneği'ni kapatmakla işe başlamak mümkündür.
Sayın
Bozdağ, buradaki müslümanlar, mali ibadetlerini Türkiye'ye ve
dünyanın başka bölgelerine göndererek yapmaya çalşıyorlar.
Hattâ bu konuda yarışıyorlar. Sırf bu amaçla birçok yardım
kuruluşu var Almanya'da. Bu konuda yönlendirici olunması lazımdır.
Bu suretle hem buradaki insanımız istismar edilmemiş olacaktır,
hem de burada yaşayan insanımızın geleceğine yatırım yapılmış
olacaktır.
2011
yılında, ha-ber.com' da yazdığım bir yazıyı bu vesileyle
tekrar gündeme taşımak istiyorum:
Dini
Cemaatler ne iş yaparlar?
İslâm
dinini din olarak seçen insanlara müslüman denir. Müslümanların
rehber edinmeleri gereken kitabın adı Kur'andır. Kur'an'la
müslümanları tanıştıran kişiye peygamber denir. O'nu Allah
seçmiştir. Seçilen bu kişiler güvenilir kişilerdir. Son elçi
olduğu, Seçen tarafından son peygamber- dir diye ilan edilen
kişinin adı Muhammed'dir. Bu isim Hz. İsa tarafından son Elçi'den
6 asır önce İncil'de ilan edilmiştir. Bunlar Elçi'dirler,
kendilerine emanet edilen ''Emanet'e''
birşey ilave edemezler ve O'ndan birşey eksiltemezler.
Dinler
insanların dünya hayatını dizayn etmek için gönderilirler.
Hedeflenen, ahiret hayatının mutlu bir hayat olarak devam
edebilmesidir. Bu gaye için bir dizi ön şart sıralar Allah,
Elçi'ye emanet ettiği O Kitap'ta.
İbadetler,
emir ve yasaklar bu ön şartları oluştururlar. Cemaat olmak ve
cemaat şuuru ile yaşamak bu ön şartlardandır. Cemaat hedefi olan
topluluk demektir. Cemaatlerde ortak hedefler olmalıdır. Bu ortak
hedefler insanların dünyada mutlu bir hayat sürebilmeleri için
gereklidir:
-Barış içinde
yaşanılacaktır.
-Zulüm
yapılmayacaktır, zalimler desteklenmeyecektir.
-Eğitime ağırlık
verilecektir.
-Komşuların hakkı
korunacaktır.
-Adaletle muamele
edilecektir.
-Doğa
korunacaktır, tahrip edilmeyecektir, yani, ekolojik denge muhafaza
edilecektir.
-Fakirler görüp
gözetilecektir.
-Kurumlaşılacaktır
v.b.
Cemaatleşmenin
amaçlarından sayılabilecek birkaç örnektir yukarıda
zikredilenler. Dinîn buyruklarını yaşamının şekillenmesinde
eas alan cemaatlere dinî cemaat denir. Cemaatleşme bu insanlar için
Farz-ı ayn bir ibadettir. Allah'ın olmazsa olmaz buyruklarındandır.
Güçlerin birleştirilmesini ister Allah. Çünkü, ciddi çalışmalar
güçlerin birleşmesiyle yapılır. ''Hep
birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, fırkalara bölünüp
parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.''
(Âl-i İmrân 103)
Günümüzde
cemaatler güçbirliği yapmak için değil, sanki güçbirliği
yapanları zayıflatmak için oluşturulurlar. Dinî cemaatler bu
amaca uygun olarak kurdurulur da denilebilir bir başka ifadeyle.
Almanya'da hizmet verdiklerini söyleyen dinî cemaatlere bakarsak;
onların Allah'a kul değil kendilerine üye yatiştirmekle meşgul
olduklarını görürüz. İstisnalar her zaman vardır elbette.
Cemaat
başkanı veya hocası, kendi cemaatlerinin dışındaki dinî
cemaatlerin hep yanlışlarını anlatırlar cemaatlerine. Çünkü,
kurtuluşa erecek olan cemaat kendi cemaatleridir. Yani fırka-i
naciye kendisidir. Fırka-i naciye, kurtuluşa eren cemaat/topluluk
demektir. Güya son Elçi: ''Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır,
içinden bir tanesi kurtuluşa erecektir, 72 si dalâlettedir.''
buyurmuştur.
Almanya'daki
dini cemaatler ne iş yaparlar diye bakarsak; ''kendiliğinden camiye
gelen insanların cebindeki paraları nasıl alırız''ın hesabını
yaptıklarını görürürüz. Camide çocuklara dini eğitim
verilmesi de aynı amaca yöneliktir.
Samimiyetle,
canını dişine takarak hizmet eden, sadece Allah'ın rızasını
gözeten gerçek mü'minler bu dairenin tabii ki dışındadırlar.
Allah onlardan razı olsun, onların yar ve yardımcısı olsun. Ne
mutlu o Allah dostlarına...
Bu
cemaatlerin camilerinde, zekatlar toplanır, fitreler toplanır,
kurbanlar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki
insanların durumu ajite edilerek toplanır bu sadakalar. Sinevizyon
gösterileriyle insanların manevi duyguları tetiklenir. Hedef
duygu sömürüsü yaparak daha çok para elde etmektir. Bu
cemaatlerin hizmet portföyünde çocuk okutmanın dışında elle
tutulacak hizmet yoktur desek yeridir.
Çocukları,
pedagojik formasyonu olmayan hocalar okutur. Ehil olan insanlara
verilecek maaş fazladır çünkü. Bazı camilerde bir hoca 50-60
çocuğu bir iki saat içinde okutmak zorundadır. Bir çocuğa düşen
zaman 5 dakika bile olmayabilir. Bazen hocalar iki üç çocuğu aynı
anda okutmak zorunda kalır. Yeteri kadar hoca istihdam etmek
istenilmez. Çünkü, toplanan paralar camilerde kalmaz, genel
merkezlere gider. Hocaların aldıkları maaşlar yaptıkları
hizmetlerle doğru orantılı değildir. Çark böyle döner. Çarkın
yanlış döndüğünü farkedenler ve bu yanlışlığı
dillendirenler hemen görevden alınırlar. Hem de çeşitli
iftiralar atılarak görevden alınırlar.
Dinî
cemaatlerin :
-Vakıfları
yoktur.
-Hastaneleri
yoktur.
-Öğrenci
yurtları yoktur.
-İmam yetiştiren
yüksek okulları yoktur.
-Kur'an
öğretmeni, din dersi öğretmeni yetiştiren kurumları/okulları
yoktur.
-Gazeteleri,
dergileri yoktur, televizyonları yoktur.
-Hukuk büroları
yoktur.
-Danışma
merkezleri, araştırma merkezleri yoktur.
-Sosyal konutları
yoktur.
Yani
gelecekleri yoktur...
Topladıkları
paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla
meşguldürler onlar. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar,
bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım
diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları
vardır. Yıllardan beri ne Afganistan'ın problemi çözülmüştür,
ne Filistin'in, ne Çeçenistan'ın... Buna rağmen yine de toplanır
o paralar. Cemaat bu paranın hesabını sormaz veya soramaz.
Bu
sorumsuz sorumluların tutumu yüzünden; dini cemaatler bir araya
gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek
ortak çalışma içine girememektedirler. Meşrep çalışmaları
dini hizmetlerin devamlı önünde tutulmaktadır. Olmazsa olmaz
olan, din değil de sanki meşrepmiş gibi hareket edilmektedir.
Örneğin,
50 yıldan beri kendi ihtiyaçları olan imamlarını kendileri
yetiştirememektedirler. İmam yetiştiren bir yüksek okul
açamamışlardır. Bu cemaatlerin böyle bir yüksek okul açmaya
güçleri yetmez mi? Elbette yeter. Ancak bu yetişen imam hangi
meşrebe göre din anlatacaktır, Kur'an'ı hangi meşrebe göre
yorumlayacaktır? Sorun buradadır. Yazıktır, günahtır.
Türkiye'den
getirilen emekli hocalar, hizmet aşkıyla gelmiyorlar buraya. Biraz
para kazanarak, geriye gitmeyi düşünüyorlar. Etliye sütlüye
karışmadan sürelerini doldurmak istiyorlar. Diyanet'in gönderdiği
din görevlileri de sorumluluk konusunda fazla hevesli
davranmıyorlar. Onların süreleri de sınırlı. Bu yüzden ciddi
çalışmaların altına imza atamıyorlar. Cami derneklerinin de
işine geliyor bu uygulama. Böylece ne şiş yanıyor ne de kebap.
Halk, veren el olduğu, alan el olmadığı sürece kervan yürüyor.
Tekerin önüne taş koymak isteyen olursa, ona haddini bildirmek o
kadar zor olmuyor.
20
yıl öncesinde camiler Ramazanlarda, Cumalarda dolup taşardı. 20
yıl sonrasında ilave cami yapılmamasına rağmen camilerdeki
tutulan saflarda boşluklar olabiliyor. 20 yıl önce doğan çocuk
bugün 20 yaşındadır. Bir ailede ortalama en az dört yetişkin
olabileceğini düşünürsek, bugün camilerin cemaati almaması
gerekir.
Bu
duyarsızlık böyle devam ederse 10 yıl sonra camiler birer birer
kapanmaya başlayacaktır. İşte o zaman çok geç olacaktır.
Afrika ülkelerine para göndermenin cezasını 20 yıl sonra 30 yıl
sonra gelen nesil çekecektir.
Kendi
çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken,
Afrika'ya el uzatmak ihanet değildir de nedir? Oradaki insan yarın
yine aç kalacaksa, birgün et yese ne olur yemese ne olur...
''Aklınızı
çalıştırmazsanız, sizi pislik çinde bırakırım.'' (Yunus
100)
Kiliselerin
papaz yetiştiren:
-Yüksek okulları
vardır.
-Vakıfları vardır.
-Sosyal konutları
vardır.
-Danışma
merkezleri vardır.
-Meslek okulları
ardır.
-Televizyonları,
dergileri vardır.
-Yayınevleri
vardır.
-Araştırma
merkezleri vardır.
-Meslek okulları
vardır
-Hastaneleri vardır.
-Üniversiteleri
vardır.vb.
Müslüman
cemaatlerin ise:
-Tarihe mal olmuş
ataları vardır (!)
-Babaları deleri
müftüdür (!)
-Kalpleri temizdir
(!)
-Somalileri vardır
(!)
-Filistinleri vardır
(!)
-Afganistanları
vardır (!)
Ancak,
kendi çocukları parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır,
kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapihanededir. İş merkezlerinin
kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın
gibi dolaşırlar ortalıkta.
Allah
aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
Rüştü
Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder