Zaman
ne kadar da hızlı akıyor. Zaman aktıkça bu akışa paralel
olarak insan da akıyor. Ancak bu akışa ayak uydurmak ve aynı
hızla akmaya devam etmek mümkün olmuyor. Sene 1986 Berlin'deyim.
Yabancısı olduğum bir şehir, yurt dışına ikinci çıkışım.
Birinci çıkışımda Witten'deydim. İki ay kalmıştım orada.
Berlin
etrafı duvarlarla çevrili bir yer. Duvarın içinde olduğunuzu
Berlin'in dışına çıktığınız zaman hissediyorsunuz,
gümrükten geçme zorunluluğunuz var. Çok soğuk bir ülkeydi DDR.
DDR'nin o soğuk yüzünü gümrüklerde görebiliyordunuz. Gümrük
memurlarının, polislerin o sizi yiyecekmiş gibi bakışları,
tavırları, arabanızı didik didik etmeleri, pasaportların içine
atıldığı o tenekeden borunun çıkardığı takırtılar-tukurtular
can sıkıcıydı. Müzik dinleyememeniz, yanınızdaki ile
konuşamamanız, sürekli kontrol sırasında polisin gözüne bakma
zorunda oluşunuz sıkıntının dozunun artmasına yol açıyordu.
DDR
topraklarında seyrederken, parklarda fazla duramazsınız, hızınız
100 km'yi geçmemeli, lastiğiniz patlarsa veya çok yorgun olur da
biraz uyursanız DDR çıkışında çekeceğiniz var polisin
elinden; " Neredeydin, niçin geç kaldın, lastik değiştirdiğine
dair ispatın var mı?..."
Berlin
Duvarı'nın içine girince rahatlıyordunuz. Sırtınızdan
tonlarca yük kalkıveriyordu birden. Oh be hayat varmış
diyordunuz. Duvar Berlin'i ikiye ayırmıştı, duvarın içine
Batı Berlin deniliyordu. O zaman nüfusun 2 milyon civarında olduğu
söyleniyordu, şimdi de 3,5 milyon civarında deniliyor. O 2 milyon
nüfusun içinde 150 bin dolayında Türkiyeli vardı. O zamanlar
Berlin'de yaşayan insanlara Berlin yardımı adı altında her ay
belli bir para ödeniyordu. Bir anlamda Berlin'de yaşamak teşvik
ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Berlin'de yaşamak
riskliydi, böyle düşünülüyordu. Amerikalılar, İngilizler,
Ruslar hâlâ Berlin'deydiler.
Türkiyeliler
zaten hayatlarını riske ederek Almanya'ya geldikleri için,
Berlin'e gelerek ikinci bir risk daha almışlardı. Onların
gayesi bir miktar para biriktirip evlerine dönmekti. Sırf bu açıdan
olsa gerek, diğer şehirlerle kıyaslandığında Türkiyeli nüfus
oldukça yoğundu Berlin'de.
Konar-göçer
alışkanlıklarını burada da sürdüren Türkiyeliler,
İbadethanelerini de aynı mantıkla yapmışlardı. Apartman
dairelerinin-bodrumlarını camiye çevirmişlerdi. Kalıcı
yatırımları yoktu. Kurumları yoktu. Bir sabah erkenden toparlanıp
gidebilecek şekilde yaşıyorlardı. Türkiyelilerin çoğunluğu
Almanların sokaklara bıraktıkları mobilyaları kullanıyorlardı
evlerinde, paralarını kuruşuna kadar biriktirmenin derdindeydiler.
Ahmet Akyol isminde Karadenizli bir vatandaş krediyle ev almıştı.
Ayıplamıştı insanlar Ahmet Akyol'u. Ev almak boşuna yapılan
yatırımdı. Kredi almak ise dini açıdan negatif olarak
değerlendiriliyordu. Ayıptı, günahtı...
Kendilerini
duyarlı Müslüman olarak görenler, düğünlerini camilerde
yapıyorlardı. Hoca kürsüye çıkıyor, evliliğin önemini
anlatan bir konuşma yapıyor, hafızlar ilahiler okuyor ve bir dua
ile düğün sona eriyordu. Sonra yemeğe geçiliyordu. Halıların
üstüne yağlı kâğıt seriliyor ve bayat lahmacunlar ayran ve
diğer içeceklerle birlikte ikram ediliyordu.
Caminin
düğün salonu olarak kullanılması, para biriktirme amacına uygun
düşüyordu. Bazı camilerin hocaları bu psikolojiyi iyi analiz
etmiş olmalılar ki; salonlarda düğün yapmanın haramlığından
bile bahsedebiliyorlardı.
Almanya'ya
gelen Türkiyelilerin kahir ekseriyeti taşralıydı, din konusunda
bildikleri, köy imamının anlattıklarından öte bir şey değildi.
Berlin'de en ünlü hatipleri bile dinleme imkânına sahip olan bu
insanlara, doğru bilgiyi anlatmak mümkün olmuyordu, hatta "Sen
falan hocadan daha mı iyi biliyorsun?" diye dikleşenler bile
oluyordu. Bu durum dini cemaatlerin işine geliyordu, hâlâ işine
geliyor: Çünkü bu insanları cemaat, meşrep ve siyaset mantığıyla
yönlendirmek daha kolay oluyordu, hâlâ öyle olmuyor mu?
Berlin'e
geldiğim ilk günün akşamı Mevlana Camii'nin kürsüsüne
çıkarıldığımda, önümdeki cemaatin neredeyse yarısı sarıklı
ve şalvarlıydı. Şaşırdım kaldım. Sarığı âlimler takar,
şalvarı da biraz daha tasavvufta yol almış pîrifaniler giyerdi
Türkiye'de. Ne konuşacağımı şaşırdım. 30 dakikalık o süre
bana o kadar uzun geldi, sanki 10 saat gibi. Aradan uzun zaman
geçmedi ki, ben meseleyi anladım; bu sarıklı ve şalvarlıların
"sübhaneke" de bile en az 10 yanlışı vardı. Takılan sarık
ve giyilen şalvar, sevap kazanma amaçlı olarak takılıyor,
giyiliyordu. O büyük hocalar bu insanlara öyle anlatmışlardı.
Aynı
günlerde An der Urania'da hicret günü kutlanıyordu, benden de
konuşmam rica edildi. Ben kravatımla ve biraz uzun saçımla çıkıp
konuşmaya başladım. Aşağıdan sesler gelmeye başladı: "Kim
çıkardı bu Atatürkçüyü buraya, indirin onu kürsüden..."
Sebep, kravat takmam, sakalsız oluşum ve saçımın biraz uzun
olmasıydı. O zamanlar Mevlana Camii'ne kravatlı insan
giremiyordu, girerlerse camiden atılıyordu, şapkalı ve fötrlü
girenlerin şapkaları, fötrleri asıldıkları yerden alınıyor,
kesiliyor ve çöpe atılıyordu. Millet namaz kılarken işgüzarlar
yapıyordu bunları.
Ben
İslâmî İlimler Okulu'nun müdürlüğünü yapıyordum. Aynı
zamanda da Milli Görüş Teşkilatlarının Berlin Bölgesi
Teşkilatlanma Başkanlığı'nı yürütüyordum. Zaman zaman
Milli Görüş Berlin Bölge Yönetim Kurulu toplantılarına
katılarak Berlin'de olup bitenleri konuşuyorduk. Yine böyle bir
toplantıda gazeteci Nevzat Özpelitoğlu bir teklif sundu:
"Berlin'de Türkçe yayın yapan yerel televizyonlar var, biz de
böyle bir televizyon açabiliriz." O günkü Bölge Başkanı
Aykut Algan şiddetle karşı çıktı bu teklife ve "Televizyona
karşı olan bir teşkilat nasıl olur da televizyon açar..." diye
tepkisini koydu. Uzadı gitti tartışma, o toplantıda sonuç
alınamadı. Ancak benim konu dikkatimi çekti. Nevzat Özpelitoğlu
ilgimi görünce büyük bir heyecanla, uzun uzadıya anlattı konuyu
bana ve ‘Seni o televizyonlardan birinin sahibi ile tanıştırayım.'
dedi, memnuniyetle kabul ettim.
Randevu
aldı ve gittik. Benim tanıştığım o kişi Mehmet Deniz Olcayto
idi. DDR topraklarından duvarın içine doğru esen o soğuk havayı,
o küçücük stüdyosundan yaptığı Türkçe yayınlarla
ısıtıyordu.
Onunla
uzun uzun sohbet ettik. Yukarıda anlatmaya çalıştığım
konulardan bahsetti, yapılan bu ve benzeri yanlışların Türk
toplumuna mal edildiğini ve bu durumun Alman toplumunda sıkıntılar
doğurduğunu uzun uzun anlattı bana. Bir ilahiyatçı olarak bu
konularda bana ve benim gibilere görev düştüğünden bahsetti.
Beni tanımaya, çözmeye çalışıyordu. Hayat arkadaşı Mary de
vardı yanında. O gün orada Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile
de tanıştım. Sonradan öğrendiğime göre onlar da televizyonun
ortaklarıymış.
İkinci
kez buluştuğumuzda, üzerimize düşen görevleri konuştuk.
Berlin'de, ATT televizyonunun dışında Türkçe yayın yapan iki
televizyon daha vardı. TD1 ve BTT televizyonları. Onların haftalık
yayın akışını da konuştuk.
Sonra
ben neler yapabilirdim, Olcayto bana nasıl bir imkân tanıyabilirdi
ATT televizyonunda onu konuştuk. Çok tereddütlü davranıyordu.
Enver Canoğlu tereddütlerinin yersiz olduğu konusunda onu ikna
etmeyi başarmış olmalı ki; üçüncü buluşmamızda bana haftada
3 dakikalık dini konuşma zamanı verdi. Diğer televizyonlarda dini
konuşmalar yapılmıyordu o zaman.
ATT
(Almanya Türk televizyonu) de yaptığım o 3 dakikalık konuşma
Berlin'de olay oldu. Yayından sonra stüdyonun telefonları
kilitlendi, halk Olcayto'ya dua ediyor ve memnuniyetlerini
bildiriyordu. Sonraki yayınlarda bu 3 dakika yarım saate çıktı.
Televizyon aynasından Berlin'de yaşayan insanımıza İslâm
Mehmet Deniz Olcayto'nun onayıyla işte böylece anlatılmaya
başlandı. ATT den dinini öğrenen binlerce insan vardı. Onların
içinden bir tanesi bile ATT televizyonu sayesinde gerçek İslam'la
tanıştı ve İslâm'ı yaşam biçimi olarak seçtiyse bu Deniz
Olcayto için yeterli bir referanstır.
Olcayto
Türkçe yayın yapan yerel bir televizyon kurarak, halkına büyük
bir hizmet yapmıştır. Milli konularda oldukça duyarlıydı.
Yürüyüşler düzenledi, mitingler düzenledi ve bu etkinlikleri
televizyonunda yayınladı. Televizyonlarda yaptığı yorumlarla,
yönettiği açık oturumlarla halkı bilgilendirdi ve onların
ufkunu açtı.
Daha
sonra kurulan TFD Televizyonu'nun(Almanya Türk televizyonu)
kurulmasında da onun emeği inkâr edilemez.
BTT
Televizyonunun sahibi Ata Tilmaç daha önce aramızdan ayrıldı,
İlklerin altına imza atmaktan hoşlanan Olcayto bugün aramızda
yok. O da bu dünyadaki ömrünü tamamladı. Zamanın akışına
ayak uyduramadı. Gücü bitti, yoruldu ve pes etti. Zaman ise akmaya
devam ediyor. Gazeteci arkadaşları onun cenaze namazını kıldılar
ve onu ebedi istiratgâhına uğurladılar. Onlar zamanla yarışmaya
devam ediyorlar, bir gün gelecek onlar da pes edeceklerdir...
Ben
o büyük ustanın yaptığı işlerin hep iyi ve güzel yönlerini
aldım, kendime ışık yaptım. Allah'tan O Koca Usta'ya
rahmetler diliyorum.
Şimdi
aramızda Atalay Özçakır var. O'nun da Berlin halkına yaptığı
hizmetleri elbette yadsınamaz. İnsanlar öldükten sonra arkasından
anılmamalı, dünyada kıymetleri takdir edilmeli ve onlara sahip
çıkılmalıdır.
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder