-Sulara gömülmüş tarihin küflü kokusu-
Şanlıurfa’ya doğru yol almaya
başladık. Yollar oldukça güzel yapılmış. Fıstık bahçeleri, zeytin
bahçeleri, üzüm bağları selamlıyor bizleri. Muhabbet güzel. Akşam sıra
gecelerini konuşuyor arkadaşlar. Emin
mikrofonu her eline aldığında Antep’in hamamlarını söylüyordu Antep’ten
önce, Antept’en sonar da aynı türküyü söyhleyince tad vermemeye
başladı.
Bu yolculukta; “Urfa’nın Etrafı
Dumanlı Dağlar/ Ciğerim Yanıyor Aney Gözlerim Ağlar/ Benim Zalim Derdim
Cihanı Dağlar/ Gezme Ceylan Bu Dağlarda Seni Avlarlar/ Anandan Babandan
Yardan Ayrı Koyarlar” söylenmeli değil miydi?
Baktım Emin’den iş çıkmayacak, ben
aldım mikrofonu peygamberler diyarına yaklaşırken. ‘Ben bir Yakup idim
kendi halimde’…ilahisinden sonra, ‘Şehitlerin Serçeşmesi’ni söyledim.
Arkasından ‘Medineye varabilsem/ Mübarek ravzasın görsem/ Eşiğine yüzüm
sürsem/ Sürsem ağlayu ağlayu’ ilahisini de Tevhid’e bağladım. Hüzün
kapladı otobüsü, gözler nemlendi. Dedim “Alkış yok mu?” ‘Hocam bizde
alkışlayacak hal mi bıraktın’ dediler, ben de zaten öylesine sormuştum.
Bir de dua yaparak mikrofonu teslim ettim Emin’e. O da hüzünlenmişti
besbelli, mikrofonu aldığı gibi koyuverdi yerine.
Fıstık bahçeleri
Yolun sağı da fıstık bahçesi, solu
da. Öyle geçip gitmek olmazdı. Fıstık bahçelerini yakından görmek lazım.
Otobüsü durdurduk. Fıstık ağaçlarının arasında yürüdük ve fotoğraflar
çekildik. Ben ilk defa
fıstık ağacını bu kadar yakından gördüm ve dokundum, meyvesi
olgunlaşmamış daha, taze taze tadına bakamadık. Mevlam ne nimetler
vermiş, şükretmek lazım. Hedefimizde Halfeti var. Karagül’ün anavatanı
Halfeti.
Halfeti
Meyveleriyle sebzeleriyle,
Karagül’üyle, Şamut balığıyla, Rumkalesi’yle, dünya harikası
manzarasıyla, geçmiş medeniyetlerin kendilerini ispatlamak için yarış
yaptığı sanat eserleriyle, tam bir dünya cenneti Halfeti. Şanlıurfa’ya
bağlı. Fırat Nehri’nin kenarına kurulmuş bir yerleşim bölgesi. İlk defa
Romalılar tarafından, Fırat Nehri’nin doğu yakasında, ‘Ekamia’ adıyla
kurulmuş. Çok eski zamanlardan beri yaşam devam ediyor Halfeti’de. Yavuz
Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılmış. Cumhuriyet’ten
sonra 1954’te ilçe yapılmış.
Halfeti’nin adını duyan, nerede olduğunu bilen,
tarihe olan tanıklığını hatırlayan olmamış, taa 2000’lere kadar.
Birecik Barajı inşaatı başlayınca 1996’da, Halfeti gazetelerde, TV’lerde
gündeme gelmeye başlamış.
Neden baraj yapılıncaya kadar kimse
hatırlamadı Halfeti’yi de, barajla birlikte birden bire gündeme
oturuverdi? Manidar değil mi? Sanatçılar tarafından gündeme getirilmesi
daha da manidar. Yapımcılar o güne kadar görmemişler, duymamışlar
Halfeti’yi. Turizm şirketlerinin haberi bile yok Halfeti’den. Aman ne âlâ(!)
Eline borusunu alan
çıkmış yola “Baraj istemezük!” diye. Herkes Medeniyet aşığı
kesilivermiş birden bire. Timsahın gözyaşları. Siyasi yaklaşım bu olsa
gerek.
İki Halfeti var. Yeni Halfeti ve
eski Halfeti. Yenisi tepede, çorak, yeşili bile olmayan bir tepeye
kurulmuş. Eski Halfeti Fırat’ın kenarında. Nice
medeniyetlere şahitlik etmiş bir yerleşim merkezi. Eski Halfeti’ye yeni
Halfeti’nin içinden geçerek gidiyorsunuz. Devlet biraz uzağına konutlar
yapmış yeni Halfetililer için, ama kimse oraya gitmemiş. Bomboş duruyor
o güzelim konutlar. Bu tavır da siyasi olsa gerek.
Birecik Barajı, Meşhur Zeugma'yı da sular altında bırakmış ve Halfeti'nin de içinde yer
aldığı vadi tamamen sular altında kalmış. Elektrik direkleri, yüksek
binalar ve minareler suyun altından, nefes almak için boyunlarını
uzatmışlar suyun üstüne doğru, besbelli onlar da yaşamlarını
sonlandırmak istemiyorlar. Manzara acıklı.
Fırat çok canlar almış, çok canlar
yakmış bir nehir. Nice anaları evlatsız, nice evlatları anasız-babasız
bırakmış. Yetmemiş ona aldığı bunca canlar. Şimdi de yıllarca birlikte
yanyana olduğu, içiçe olduğu, kol kola gezdiği, omuzuna yaslandığı can
dostlarını başlamış almaya birer birer. Biraz dikkat kesilirseniz
sevgilisini kaybedenlerin attıkları zılgıt seslerini duyar gibi
oluyorsunuz. Fırat türküsü eşliğinde atılıyor bu zılgıtlar:
”Ahbapların gelmiş ağıtlar
yakar/Ölem ölem Derdo ölem ağıtlar yakar/ Söyletmeyin beni anam yaram
derindir/Ölem ölem yaram derindir nasıl gülem”
Eski- püskü, kırık-dökük bir tekne
ile çıktık Fırat’ın üzerine. Hedefimizde Rumkale ve Savaşanlar Köyü var.
Çalgıcılar de çıktı bizimle birlikte tekneye. İtiraz ettik ‘Bunların ne
işi var burada?’ diye. ‘Urfa Türküleri çalacaklar ve söyleyecekler.’
dedi Emin. Tekne yol almaya başlayınca onlar da çalmaya başladılar.
Arkadaşlar da eşlik ettiler oyunlarıyla. O güzellikleri ve orada kurulan
o medeniyetleri hayal etme yerine oyun havası çalmak ve oynamak neyin
nesiydi şimdi?
İmran birkaç kez denedi, anlatmak
istiyordu Fırat kenarında kurulan medeniyetleri. Bir türlü dinletemedi
oyun meraklılarına. Belki de akşam gideceğimiz sıra gecesinin provasını
yapıyorlardı arkadaşlar. Baktı ki olmayacak İmran da başladı halay
çekmeye.
Eğer çalgıcılar olmasaydı, rehberimizin kısmen anlatabildiği tarihi değerler hakkında daha çok bilgiler elde edebilecektik.
Emine hanımın çığlığıyla sessizlik
çöktü birden bire tekneye. Oturduğu kanepe kırılmıştı. Neredeyse
düşecekti. Bir anda hepimiz panikledik.
Sordum Emin kardeşime, “Bu teknenin
sağlam olanı yokmuydu?” diye. Tekne sahibinin kendisini kandırdığını
söyledi ve defalarca özür diledi. Üzerinde durmadık. Çok saygılı bir
kardeşimiz Emin. Onu kırmak bize yakışmazdı. Yanımızdan geçen lüks
tekneleri görünce de komplekse kapılmadık değil hani.
Aslında hüzün nehri Fırat. Oysa
bizler, saz heyetinin çaldığı oyun havalarıyla oynamayı coşmayı
yeğledik. Böylesine güneşli bir havada Berlin’den 3 bin km. uzakta
Fırat’ın sularında yüzüyosunuz. Hayal bile edilemeyen bir gerçek var
ortada. Arkadaşlara da haksızlık etmemek lazım. Nice canları alıp
götüren, yutan katil Fırat, bizim hayal dünyamızdaki o hüzünlü havayı da
yutuvermişti birden.
‘İşte Rumkale karşımızda duruyor’
dedi İmran. Manzara muhteşem. Ve başladı anlatmaya: “Kalenin, MÖ 840
yılında Hititler tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. M.Ö 855 de
Asurluların eline geçmiş, sonra Yunanlıların daha sonra Süryanilerin,
Arapların, Perslerin, Mısırlıların, Sasanilerin, Emevilerin, Abbasiler
ve 1146’da Romalıların, sonra Osmanlıların ve şimdi de Fırat’ın
elinde.”
Rumkale'yi gizemli ve ilginç yapan
şeylerin başında, İsa'nın 12 havarisinden biri olan Johannes'in İncil'i
buradaki bir mağarada yazmış ve çoğaltmış olmasıdır. Aziz olarak
tanınan, son patrik Aziz Nerses’in de Rumkale’de, adına yapılmış bir
kilisesi ve mezarı var. Bu kilise daha sonra camiye çevrilerek
kullanılmaya devam edilmiş.
En önemli kalıntılardan biri de,
kaleden spiral bir merdivenle Fırat Nehri seviyesine kadar inilerek suya
ulaşılan kuyudur. Yukarıdan bakmakla bile başınızın döneceği bu kuyu,
binlerce yıl Rumkale'nin içecek suyunun temini için kullanılmış.
Nergis çiçeği de adını bu kuyuda
yaşanan bir hadiseden almış. Efsane şöyleymiş:“Kralın Nergis adında çok
yakışıklı bir oğlu varmış ve bu oğul kuyudaki suda kendine bakmayı çok
severmiş. Günün birinde yine suyun aksinde kendini izlerken biraz fazla
eğilip kuyuya düşmüş ve Fırat’ın sularına karışmış gitmiş. Sonra, onun
boğulduğu yerde çok güzel bir çiçek açmış. İşte o çiçeğin adını Nergis
koymuşlar. Bizim Nergis, işte o Nergis’miş.
Kale ile ilgili bir başka efsane de
şöyle: Gel zaman git zaman, günlerden bir gün, Rumkale kralının kızı
yöre halkından fakir bir çobana âşık olmuş. Babasından istemiş kızını,
ama her defasında reddedilmiş. ‘Davul bile dengi dengine’ denilmiş.
Gönül bu, ferman dinler mi? Sonunda 2 âşık birlikte kaçmışlar, kral
peşlerine salmış askerlerini. Onları, işte bu mağarada kıstırmışlar,
fakat ne yaptılarsa mağaraya girememişler. Çoban ve müstakbel eşi öyle
savaşmışlar ki, mağaraya sokmamışlar askerleri.
Bakmışlar olmuyor, emir vermiş kral.
Mağaranın önünde büyük bir ateş yaktırmış, ateş sönüp de içeri
girdiklerinde 2 sevgilinin birbirine sarılmış halde ölü bedenleriyle
karşılaşmışlar. İşte bu acıklı hikâye dilden dile aktarılmış gelmiş
yıllardır.”
Restorasyon çalışmaları olduğu için, kaleye çıkamadık.
Halfeti’de neler yok ki; Şabut
balığı var mesela. Sadece Fırat Nehri’nde çıkan bir balık bu. Haşhaş
kebabı da varmış Halfeti’nin.
Karagül’ünü unutmamak lazımmış. O da
sadece Halfeti’de yetişen bir gülmüş. Adı gibi kendisi de karaymış.
Tabi biz yiyemedik bu Şabut balığını ve haşhaş kebabını. Karagül’ü de
göremedik. ‘Mevsimi değil’ dediler. Neşide olmasaydı Halfeti mutfağının
tadına da bakamadan ayrılacaktık Halfeti’den. Halfeti’nin damak tadı
benim için, sadece Neşide’nin ikram ettiği gözlemeden ibaret kaldı.
Rumkale’ye yaptığımız yolculuktan
sonra, ikinci durağımız, tamamı sular altında kalan Savaşanlar Köyü
oldu. Yarıya kadar suyun içinde kalan minareyi seyrediyoruz içimiz
burkularak. Yaklaştıkça daha büyük bir hüzün sarıyor benliğimizi...
yaşanmış bir tarihin, anıların sonu gelmiş ve biz o sondayız…
sokaklarında insanların olmadığı, çocukların koşuşturmadığı, kahvesinden
tavla seslerinin çınlamadığı, boynu bükük üzgün ve gözü yaşlı bir köy
Savaşanlar Köyü…
Köyün önüne kadar gelip duruyor
bizim o eski teknenin kaptanı. Yavaş yavaş sessizliğin içinde
ilerliyoruz motor sesinin azalmasından sonra. 1150 sene ayakta kal sen.
Tanıklık et tarihe, 1151‘nci senede birileri gelsin ve bir baraj yapsın,
gömüversin seni suyun altına… Sulara gömülmüş tarihin küflü kokusu
duyuluyor adeta o evlerin çatlamış duvarlarının arasından. Ne demeli bu
işe bilemedim. Umarım atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiştir.
Minareyi seyrediyoruz uzun uzun
Savaşanlar Köyü’nde. Tarihe bir not da biz düşelim diye, bol bol
fotograf çekiliyoruz, Savaşanlar Köyü’nün oradaki varlığına şahitlik
eden, işaret parmağı gibi gökyüzüne doğru uzanan o yalnız, kimsesiz,
yetim bırakılmış minarenin önünde. İnsan böyle bir manzara karşısında ne
hisseder ki...
Allak bullak olduk. Bizim
burukluğumuz, tarihe olan düşkünlüğümüzdendir. Minarenin hüznündendir.
Zamanında yapması gerekenleri yapmayıp da, bugün niçin yaygara
kopardıkları bile belli olmayan sanatçıların yaygaralarıyla, biz sade
vatandaşların feryadını aynı kefeye koymamak lazımdır.
Kaya kilisesi var karşıda diyor
İmran ve kilisenin yerini işaret ediyor parmağıyla, gözlerimizi oraya
bile çevirmeden ‘Boşver İmran diyoruz, boşver’... Kaptırmışız kendimizi
yakın tarihin küllenmeye başlamış tozlu sahifelerindeki terkedilmişliğe,
ayrılmak istemiyoruz bu rüyadan… Duygularımızın arasındaki boşlukları
doldurmaya çalışıyoruz.
Ve Savaşanlar köyünü Fırat’ın
sularıyla başbaşa bırakıp dönüyoruz Halfeti‘ye. Halfeti’ye vardığımızda,
Rumkale’nin ihtişamı, Savaşanlar Köyü’nün terkedilmişliği, Fırat’ın
azgın sularına boyun eğen medeniyetler tamamlıyor bu melankoliyi.
Birinci katı suların içinde kalmış
olan Halfeti’deki tarihi cami, bir daha bizi göremeyeceğini bildiği için
olacak, göz yaşları içinde vedalaştı bizimle: “Ziyaretinizle beni
memnun ettiniz, belki bir daha görüşmek nasip olmaz, uğurlar ola,
yolunuz açık olsun…”
Son virajı dönmeden bir daha
bakıyoruz Halfeti’ye yukarıdan. Karagül’ünün yapraklarına, nostaljik taş
konaklarına, terkedilmiş evlerine, Şabut Balığı’na, haşhaş kebabına,
Rumkale’ye, Nergis’e, Çoban’a ve Kralın kızına, Savaşanlar Köyü’ndeki
minareye, o haliyle bile bizi Fırat’a teslim etmeyen eski tekneye,
spiral merdivenlere ve Fırat’ın yeşil mavi sularına hoşçakal diyoruz
sessizce.
Harran evleri, diğer tarihi evlere göre daha farklı bir mimariye sahip.
Ben, Harran evlerini görünce ve
etrafındaki harabelerin neler olduğunu öğrenince rehberimiz sevgili
İmran’dan, dertleniyorum. Sinirlerim tepeme çıktı derler ya, gerçekten
tepeme çıkıyor. Derdimi arkadaşlarımla paylaşıyorum. İslâm Medeniyeti‘ni
yok sayanlara ve bize Müslüman ilim adamlarını ve onların ilme
katkılarını, medeniyetlerin oluşmasındaki gayretlerini unutturanlara
sayıp döküyorum. ‘Bu ne aymazlık böyle! Aklı başında olan insan
geçmişini tarihe gömer mi? Bu ihanetler affedilemez, biri gelir hesap
sorar elbet birgün. Keser döner sap döner, birgün gelir hesap döner
demişler.’
Bahçe kapısından içeriye girdik, ev
sahipleri karşıladı bizi Harranevlerinde. Bahçesi şark usulü döşenmiş.
Üzerinde gölgelik var. Oturduk. Delikanlı kahve getirdi bana. Adına
Mırra diyorlar bu kahvenin. İmbiğe konuluyor ve kulpsuz fincanla servis
ediliyor. Bir imbik kahve sekiz saatte ancak kıvamına gelirmiş. Zahmetli
bir içecekmiş yani.
Mırrayı içince Fincanı elinizle
kapatmazsanız ve de yere koyarsanız Mırra ikram eden kişi devamlı
doldurururmuş. Tecrübe ile sabit. Böyle bir hatayı yaparsanız bakın
başınıza neler gelirmiş neler: Mırra içtiğiniz o Fincanı altınla
doldurmalıymışsınız veya kahveyi servis edenle evlenmeliymişsiniz veya
onun çeyizini düzmeliymişsiniz. Bu durumda en iyisi Mırra’yı içmemek
herhalde.
Konuklara Mırra sunmanın da özel
şartları varmış. Öyle herkes Mırra servisi yapamazmış. Daha önce hiç
Mırra sunmamış bir ailenin çocuğu gün gelir de Mırra sunmak isterse;
usülüne uygun olarak komşu yörenin ileri gelenlerini evine davet etmek
zorundaymış. Bu davet Mırra sunmak için destur (izin) alma davetiymiş.
Büyük bir yemek şöleniyle kutlanırmış bu destur.
Hoşuma gitti Mırra, bir daha istedim
derken bir daha bir daha, herkes bana bakıyor. İmran uyardı; „Hocam
sonra Mırra fena çarpar“ dedi. Önce anlamadım ne demek istediğini. Ağır
gelir anlamında dedi herhalde diye düşündüm. Mırra hakkında İmran’ın
yolda anlattığı hikâyeyi çoktan unutmuşum bile.
Mırra, ağa içeceğiymiş. Aslında
herkese Mırra ikram edilmezmiş. Beni ağa yerine koymuşlar, sanırım bu
Emin‘in tezgâhladığı bir iş olmalı.
Üçüncü Mırra’dan sonra anladım
olayı. Mırra ikram eden delikanlıyı evlendirmedim ama, bahşişini verdim.
Ağaya yakıştı mı yoksa yakışmadı mı verdiğim bahşiş onu bilemedim.
Sanırım yakışmadı. 10 Euro vermiştim çünkü.
“Bizim bahçesinde oturduğumuz bu ev,
Kubbeli ev geleneğini günümüze kadar devam ettirmiş nadir yapılardan
biridir. Evler, yazın serin ve kışın sıcak olur. Bu tarihi evler, ancak
1979 yılında sit alanı olarak ilan edilip koruma altına alınabildi
nihayet. Bu tür yapılar MÖ.6000 yıllarına kadar tarihlendirilmekteymiş.
Kubbeli evler ikili, üçlü, dörtlü,
beşli ve altılı gruplar halinde yapılıyor. Bunlar içeriden kemerlerle
birbirlerine bağlanıyor ve böylece geniş mekânlar elde ediliyor. Bu
kubbelerin bir özelliği de üzerlerinin açık bırakılmış olmasıdır. Bu
açıklık içerideki dumanın dışarıya çıkmasını sağladığı gibi aynı zamanda
da iç mekânın aydınlanmasını sağlar.” Bu bilgileri ev sahibini oğlu
verdi bize.
Ben ev sahibinin buraya gelen ziyaretçilerden oldukça yüksek kazançlar elde ettiğine inanıyorum.
Bu durumda ev sahibi görevini
hakkıyla yapmıyor demektir. Temizlik açısından ve evlerin dekorasyonu
açısından bu böyle. Tarihi değeri olan yataklar, karyolalar açıkta
duruyor dışarda. Sıcak da üzerinden geçiyor kar da yağmur da. Çok kısa
zamanda çürüyüp yok olup gidecekler. Fotoğraf çekilmek için giyilen
yöresel giysilerde de ter kokusu var. Hergün yıkanmalı. Madem oradan
ekmek parası kazanılıyor, o ölçüde de duyarlılık gösterilmeli o tarihi
eşyalara. Yolları düşerse eğer, İmran ve Emin kardeşlerimin bir daha
Harranevleri’ne, benim bu emanetimi/uyarılarımı sahibine teslim ederler
inşallah.
İlk Üniversite
Yerel kıyafetlerle fotograflar
çekildikten sonra İmran aldı sözü: „Dünyanın ilk üniversitesi Harran’da
kurulmuştur ve Harran bilgi üretim merkezidir. Eserleri Latince’ye ilk
çevrilen, dünya ve ay arasındaki mesafeyi ilk ölçen Müslüman bilgin
El-Battani’dir ve burada yetişmiştir. Batılılar O’na Albategnus
(el-Battânî) adını vermişler.
Harran’lı bir diğer bilgin de modern
kimyanın kurucusu sayılan Câbir bin Hayyan’dır. Sabit bin Kurra ise
Harran’ın yetiştirdiği önemli bir başka bilgindir, birçok eski Yunan
klasiği ve bilimsel eseri Arapçaya tercüme etmiştir . Böylece Harran;
Yunanca ve Süryanice’den Arapça’ya yapılan tercümelerin merkezi
durumundadır.
Felsefe, mantık, astronomi,
geometri, hukuk ve tıp, Harran bilginlerinin vâkıf olduğu ve
geliştirdiği temel ilimlerdir. Bugün bu bilgi şehrinin yansımaları var
ucu bucağı görünmeyen Harran Ovası’nda.
Antik kültürün temsilcileri
Sabiiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar Harran‘da büyük bir uyum
içerisinde birlikte yaşamışlar yıllarca, buradaki okullardan dünyaca
ünlü âlimler yetişmiş.
Emevi hükümdarı 2. Mervan, Harran' ı
devletin başkenti yapmış. Harran başkent olunca(744-750) buradaki
bilimsel çalışmalar daha da bir hız kazanmış.
Tarihi geçmişi İslam öncesine
dayanan dünyaca ünlü “Harran Üniversitesi” Abbasi halifesi Harun Reşid
zamanında daha da gelişmiş, hız kesmemiş.
Ne yazık ki, Harran 1260 yılında
Moğol istilasından nasibini de almış. Harran Camii’ni, surlarını,
kalesini, üniversitesini yakıp yıkarak kenti tahrip eder Moğollar.
Bundan sonra Osmanlı döneminde dahi Harran eski parlak günlerine bir
daha geri dönemez. Bugün bile coğrafyamızda Harran, unutulmuş bir noktadır.”
Sanatçılara, film
yapımcılarına, roman yazarlarına, üniversitelere, kanaat önderlerine
sesleniyorum buradan: Ağa filmlerine, kan davası filmlerine, töre
cinayetlerine, gezi olaylarına biraz ara verin de bu kaybolan değerleri
çıkartın yeryüzüne ve biz de sizleri alkışlayalım, sizlerle beraber
yürüyelim o yollarda.
Bir zamanlar güzelliği ve özgün mimarisiyle dillere destan olan
Harran; her ne kadar günümüzde harabe görünümünde ise de, dünyanın ilk
şehirlerinin, ilk mâbetlerinin ilk üniversitelerinin inşa edildiği ve
tarımcılığın ilk başladığı önemli bir bölge olarak, saygınlığını bütün
bu hoyratlıklara rağmen devam ettirmektedir.
Verimli topraklarının altı üstünden
daha zengin Harran’ın. Bu kadim kentte, görkem asırlar öncesine
uzanıyor. Tarih Mezopotamya’da; Harran Ovası’nda başlamış ve yazılmış.
Mezopotamya’nın bilge âlimlerini yetiştiren ve insanlığa armağan eden
bu topraklar; dünyadaki yüzlerce nokta, bilgisizliğin karanlığında
yollarını ararken, insanlığı aydınlatan bir bilgi feneri olmuş. Biz, o
Harran bilginlerinin önünde hürmetle eğiliyoruz.
Devam edecek
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder