-Tarih boyunca “Yorum” adı altında Kur’an’ı yordular-
Birinci oturumda: Terör-Şiddet ve Barış arasında İslam,
ikinci oturumda: Sünniliğin 7 büyük yanlışı, üçüncü oturumda: Kültür/Antropoloji
ve Teoloji arasında İslâm. Dördüncü oturumda: Tarih boyunca “Yorum”
adı altında Kur’an’ı “Yorma” stratejileri işlendi. Sunumlardan
sonra sorular soruldu cevaplar alındı.
Konusuna hâkim, üretken, dinamik, ezberci
değil; ezber bozan bir ilim adamı İlhami Güler.
Hatır için söz söylemiyor. Kur’an’ın ve Peygamber’in iyi
anlaşılamamasından şikâyetçi. Dördüncü oturumda, Müslümanların Kur’an’ı yorum
adı altında yorduklarından bahsetti ve bu süreçte yapılan 3 hatanın altını
çizdi. Bu hataları şu şekilde özetlemek mümkün:
Birinci hata, Kur’an’a Kelam-ı Kadim
denildi ve böylece Kur’an ilahileştirildi. Allah gibi oldu, kadim olunca böyle
olur. Bu anlayış Hz. İsa’nın da ilahi olmasını gerektiren bir anlayıştır. O
takdirde Müslümanların, Hristiyanların iddiasını kabul etmeleri gerekir. Onlar
da Hz. İsa’nın ilahi olduğundan başka bir şey söylemiyorlar. Bu anlayış
Müslümanların çelişkisidir.
Oysa Kur’an, Allah’ın Cebrail vasıtasıyla,
insan diliyle, insan aracılığıyla, insan aklıyla, insanlara (Araplara)
hitabıdır. Yani Mahlûktur. Yaratılmıştır.
İkinci hata, Hitabın Araplara
olduğu açıkken, hitabı bütün insanlığa
yorma anlayışıdır. Bu Kur’an’ı yormadır, yanlıştır. Arabın bilmediği hiç bir
şeyden Kur’an bahsetmez: Çünkü, ilk muhatabı Araptır Kur’an’ın. Mesela Kur’an,
köle ile efendi eşit değildir, o halde nasıl Allahla Putları bir tutuyorsunuz der
ve Arabın hayatından onlara örnekler verir. Kur’an’ın derdi önce Kendisi’ni
Arabın anlamasıdır: “O size kendi hayatınızdan örnek getirir: Sağ elinizin sahip olduğu
kimseleri size verdiğimiz rızık üzerinde (tam yetki sahibi) ortaklarınız olarak
görmeye ve böylece (onlarla) bu hakkı eşit olarak paylaşmaya razı olur musunuz?
Ve (daha güçlü olan) emsallerinizden korktuğunuz gibi onlar(a danışmadan o
hakkı kullanmak)tan korkar mısınız? İşte akıllarını kullanan insanlara
mesajlarımızı böylece açıklarız...” (Rum 30/28).
Bir başka yerde Allah rahimlerde olanı bilir
deniliyor, Arapların bilmediği ortamda söyleniyor bu söz ve Allah söylüyor: “Son Saat'in ne zaman geleceğini yalnız
Allah bilir; yağmuru yağdıran O'dur; rahimlerde yer alanı (yalnız) O bilir; Hâlbuki
kimse yarın ne kazanacağını ve hangi topraklarda öleceğini bilmez. (Yalnız)
Allah, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”(Lokman 31/34)
Bu söz bugünkü
insana söylense anlamsız olur. Bugün rahimde olanın cinsiyeti dahi biliniyor.
3 vakitte çocuklarınız ve köleleriniz izin
istemeden odalarınıza girmesinler. Günümüzde öğle öncesi kimse yoktur evde, ama Arabın evinde vardır: “Meşru şekilde sahip olduğunuz kimseler,
içinizden henüz ergenlik çağına varmamış olanlar, günün şu üç vaktinde, sabah
namazından önce, gün ortasında soyunup dinlenmeye çekildiğiniz zaman ve yatsı
namazından sonra yanınıza girmeden önce sizden izin istesinler; bu üç vakit mahremiyetinizin
korunmasız olabileceği vakitlerdir.” (Nisa 24/58)
Üçüncü hata, 2.yy dan
itibaren Kur’an’ın basit olması Müslümanlara
acayip geldi ve gelmeye başladı. Müslümanlar
Kur’an’ın anlamının basit olmasını kabullenemediler. Kur’an anlaşılamaz, ulaşılamaz
bir kitap olmalıydı onlar için. Kur’an mücmeldir(kapalıdır) denildi. Açık
olduğunu bildiren birçok ayet olmasına rağmen böyle denildi.
Buradan hareketle kurulan 3 tezgâhtan
bahsedebiliriz. 1-Sufilerin tezgâhı (Zahir, Batın) tezgahıdır. Kur’an’ın bir
zahiri bir de batıni manası var dediler ve Kur’an’ı yordular. 2- Kelamcıların
tezgâhı (Muhkem, Müteşabih) dediler ve Kur’an’ı yordular. Oysa Kur’an’da 50
kadar muhkem ayet vardır. 3- Fakihlerin tezgâhıdır(kıyas)
onlar da kıyas dediler Kur’an’ı yordular. Kıyas tezgahıyla helalleri haram,
haramları helal kılmak zor olmadı. Hukuk alanında da birçok zorlamalarda bulundular.
Yani, kıyas istismar mekanizması oldu.
Evet, Allah, Ed-Din mesajıyla sırf Araplara
sorumluluk yükledi. Onlar ilk muhataptır: Çünkü, çocuklar, köleler, erler
(Askerler) sorumluluğu direk sözden alırlar. Yani hitaptan.
Diğerleri
ise sorumluluğu idrakten alırlar ihbardan alırlar. Sonradan gelenlerin
sorumluluğu idraktendir, ihbardandır. İslam’ın evrenselliği ikinciden doğuyor.
Yani ihbardan, idrakten.
Bu
kitap insanlığın sorununu çözer ve çözecek güçte ve kabiliyettedir. Kur’an’da
değildir sorun. Sorun anlama sorunudur. Ehil olmayanların Kur’an’ı yorma hakkı
yoktur. Yarım molla dinden eder, yarım doktor candan eder derler. Doğrudur. Müslümanların
krizi görüp, Kur’an’a dönüş zamanı çoktan gelmiştir. Kaynağa dönmek gerekir. 1400
sene önce inen kitabın 1400 sene sonra anlaşılabilmesi ilmi birikim gerektirir. Bu konuda ilahiyat fakültelerine çok görevler
düşüyor. Bu iş ciddi uzmanlık gerektirir. Çiftçinin tarihi yorma hakkı yoktur. Bu
sözlerimden Kur’an’ı okumayın anlamı çıkmasın.
İslam
dini adalet dinidir
Son 30 yıldır İslam dünyasını, günümüzde ise giderek
bütün dünyayı sarsan ve adına “İslami terör” denilen ciddi bir şiddet olgusu
bulunmaktadır. Bu konu üzerinde yürütülen tartışmalarda, Müslümanlar tarafından
“İslam dini barış dinidir, savaş içermez” gibi biraz ezbere, gerçekçi olmayan
ve savunmacı tezler ortaya atılmaktadır. “İslam’ın Teolojik özünde şiddetin
yeri nedir?” sorusunu Kuran’dan takip ederek cevaplamak ve İslam tarihinde
şiddetin nasıl oluşup nerede yer aldığını incelemek gerekmektedir. Ondan sonra
İslam’ın bu reel şiddetin içerisinde nerede durduğunu anlayabiliriz. İslam’ın
barış dini olduğu iddiası doğru değildir. Çünkü barış dini denildiğinde
kategorik olarak şiddeti reddeden din algılanır. Hinduizm ve Budizm gibi. Bu
dinler kurucu metinlerinde ve dönemlerinde şiddeti asla onaylamazlar. Esasen
Hristiyanlık da kurucu metninde ve kurucu asrında şiddeti tamamen reddetmiştir.
Çağımızdan Mahatma Gandi’nin bir barış dininin müntesibi olarak Hindistan’da
verdiği mücadeleyi örnek verebiliriz. Aynı şekilde Nelson Mandela’nın Güney
Afrika’da Apartheid rejimine karşı barışçıl tutumu da örnek gösterilebilir.
İslam dini kategorik olarak barış dini değilse nasıl bir dindir? Buna verilecek
en doğru cevap şu olacaktır: “İslam dini adalet dinidir.” Adalet dini kategorik
olarak şiddeti reddetmez, koşullu olarak kabul eder.
Tanrı’nın
şiddete karşı tutumu
Şiddetle Tanrı arasındaki ilişkiyi şöyle bir ayrımla
ifade etmek mümkündür: Şiddet konusunda Tanrı’nın bir asli görüşü bir de resmi
görüşü bulunmaktadır. Kuran’daki Habil ve Kabil kıssasını incelediğimizde,
Kabil’in Habil’i öldürmeye kalktığı sırada Habil’in, “Sen beni öldürsen de ben
sana elimi uzatmayacağım.” (Maide 28) dediğini görürüz. Bu tutum yani Habil’in
kategorik olarak şiddete başvurmaması, Kuran’da övülerek anlatılır. Bu,
Tanrı’nın şiddetle olan ilişkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. İkinci
olarak Hz. İsa’nın pozisyonunu örnek gösterebiliriz. Hz. İsa, kategorik olarak
sürekli barışı vaaz etmiştir. Üçüncüsü ise Kuran’da Hz. İsa’nın pozisyonunu
devam ettiren bir tutum olarak açıkça şöyle denilmektedir. “İyilikle kötülük
bir değildir. Sen en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır, o zaman karşı
tarafın son derece sıcak bir dost olduğunu görürsün.” (Fussilet 34) Bunu
söyledikten sonra gelen ifade de çok manidardır. “Buna ancak sabredenler ve çok
yüce gönüllü olanlar ulaşır.” (Fussilet 35) Yani, ahlaki kapasitesi yüksek
olanların bu mertebeye ulaşabileceğini söyler Kuran. Bu ifadeler, Habil’in
Kabil’e olan tavrı ve Hz. İsa’nın pozisyonuna ek olarak Hz. Muhammet’in Mekke
döneminde asla şiddete başvurmayan tutumu toplandığında ortaya çok net bir
şekilde çıkıyor ki, Tanrı’nın asli
görüşü şiddete başvurmamaktır. Tanrı’nın asli görüşü barıştır.
Diğer yandan gerek Tevrat’ın yani Yahudi peygamberlerinin
tarihi, gerekse Kuran’ın tarihi göz önünde bulundurulduğunda Tanrı’nın şiddete
başvurduğunu da görebiliyoruz. Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamak,
mümkün olan oranda sorunları şiddetsiz olarak çözmek iken, insanlığın hazır
bulunuşluğu ve kapasitesi buna müsait olmadığı durumlarda Tanrı, adalet
kıstasını göz önünde bulundurarak şiddete başvurmuştur. O zaman diyebiliriz ki
bu da Tanrı’nın resmi görüşüdür. Yani Tanrı’nın bir asli görüşü, niyeti,
temennisi vardır, bir de tarihi süreç içerisinde yapıp ettiği vardır. İşte bu
yapıp ettikleri içerisinde şiddet bulunmaktadır ve bunu asla inkâr edemeyiz.
Bunu Kuran’dan şöyle takip edebiliriz.
Allah, Kuran’da, Peygamberler tarihini anlatırken sonunda
kavimleri nasıl halek ettiğini de anlatır. Allah önce halklara peygamberler
gönderir. Onlar bu peygamberlere inanmazlar ve mucize isterler. Allah onlara
mucizeler gösterir. Buna rağmen yine de inanmazlar ve peygamberlerine kötülük
yaparlar, alaya alırlar ve öldürmeye kalkarlar. Daha sonra da Allah bu halkları
helak eder. Ancak burada şunu çok iyi anlamak gerekmektedir. Allah, “Onlar ne
zaman ki bizi kızdırdılar biz de onlardan intikam aldık.” (Zuhruf 55) der.
Bütün bunlar anlatıldıktan sonra şu ifade sık sık tekrar eder. “Biz onlara asla
zulmetmedik.” Yani biz onlara haksız yere şiddet uygulamadık, tersine onlar
kendilerine zulmettiler, şiddeti hak ettiler biz de onları yok ettik, denir.
Allah’ın şiddete başvurduğunun ikinci örneği ise Kuran’da
anlatılan cehennem tasvirleridir. Cehennem olayı baştan sona bir şiddettir.
Allah, bu dünyada beklentilerine cevap vermeyip, onun sınırsızca bahşettiği
nimetlere, ihsana ve ikrama nankörlük ve istiğna ile cevap verenleri ahirette
sınırsız ve sonsuz bir işgenceyle cezalandıracağını anlatır.
Tehdit
olarak cehennem
Kuran’da anlatıldığına göre cehennemin azap şekli
yakmadır. Yani işkencedir. Bunu nasıl anlamak ve yorumlamak gerekir? Bazı
kelamcıların Allah’ın cehennemi bir tehdit olarak insanlara anlattığı yönünde
yorumları bulunmaktadır. “İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda
tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir.”
(Taha 113) Ayrıca başka bir ayette önceki kavimlerin helakı anlatıldıktan sonra
şöyle denir: “Onlar yeyüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının
nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere
de bu akıbetin benzerleri vardır.” (Muhammet 10)
Kuran’da kıyametten de tehdit olarak bahsedildiği
görülmektedir. “Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey
beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar).
Kıyamet gelip çatınca ögüt almaları kendilerine ne fayda verecek?” (Muhammet
18) Gerek Araplara, önceki kavimlerin başlarına geleceklerin kendi başlarına
geleceği tehdidinden, gerek kıyamet alametleri anlatılırken şartlarının
oluştuğu tehdidinden yola çıkarak, bazı kelamcılar, cehennnemi de 7.yüzyıl
insanının işkence ve ceza algısına dayalı olarak yapılmış tehditler olarak
değerlendirmişlerdir. Ve şöyle bir ilke geliştirmişlerdir: “Allah vaadinden
dönmez ama vaidinden dönebilir.” Allah, vaad etmiş olduğu cennet nimetlerinden
asla vazgeçmez. Her ne vaad etmişse onu yerine getirir. Fakat tehdit olarak
savurduklarından vazgeçebilir. O yüzyıldaki Arap mantığına göre ki o dönemde
işgence normal bir ceza tarzıydı, Tanrı insanları içinde bulundukları inattan
vazgeçirmek için onları tehdit etmiş olabilir. Ancak “Cehennem tehdittir” denildiğinde
insanların ahirette ceza görmeyeceği anlamı çıkartılmamalıdır. Bu olsa olsa
insanların yakma tarzında bir işkence ile değil de, başka türlü bir cezayla
cezalandırılabilecekleri anlamına gelebilir.
Hz. Muhammet döneminde şiddet
Hz. Muhammet’in İslam’ın mesajını anlatmaya başladığı
dönemde şiddete asla başvurmadığını bilinmektedir. Bu dönemde Tanrı’nın asli
görüşünü 10 sene boyunca sürdürdüğü, ısrarla şiddete başvurmaktan kaçındığı
görülmektedir. Allah İslam dininin barış ortamında yayılmasını istiyordu. Müslümanlar,
Mekke’de yaşanılan zorluklar neticesinde önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye
göç ettiler. Fakat ne zaman ki Müşrikler, Müslümanları kesinlikle yok etme kararı
aldılar, o zaman Tanrı asli görüşünden vazgeçti. İlk defa olarak Medine
döneminde “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları
sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma
mutlak surette kadirdir.” (Hac 39) diye ayet indi ve şiddete izin verildi.
Burada şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, Müslümanlarla Müşrikler arasındaki
düşmanlığı yaratan Müslümanlar değildi. Müşrikler Müslümanları takip edip
Medine’de de rahat bırakmayınca Müslümanların savaşmalarına izin verildi ve
Bedir Savaşı gerçekleşti.
Bedir Savaşı’yla artık Tanrı’nın savaşmaya karar
verdiğini çok net bir şekilde görüyoruz. Enfal Suresi adeta bu savaşın savaş
raporudur. Sureyi dikkatli okuduğumuzda Allah’ın bizzat savaşı murat ettiğini
ve stratejisini yapıp uyguladığını görüyoruz. Müslümanlar sadece kervanı vurmak
istiyorlardı. Allah buna müsade etmedi, onlarla karşılaşacaksınız ve
savaşacaksınız, denildi. Bu savaşın amacı 12 yıl boyunca sürekli savunma
pozisyonunda kalmış Müslümanların özgüven ve cesaretlerinin artırılması ve
Müşriklerin gözünün korkutulmasıdır. Bu amaçla Tanrı burada bizzat devreye
girmiştir. Bu savaş başarısı sonrasında da Müslümanlar Medine’de kendilerini
koruyabilir hale gelmişlerdir.
Merhamet değil adalet peygamberi
Merhamet erdemi Kuran’da bir defa geçer. Merhamet ve sevgi
İsa Peygamberimizin karakteridir. Hz. Muhammet ise adalet peygamberidir.
Kişisel hayatına baktığımızda bunu görmekteyiz. Buna örnek olarak
Peygamberimizin Medine Sözleşmesi’nden sonraki tutumunu verebiliriz.
Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman oradaki Yahudi kabileleriyle anlaşmalar
yapmıştı. Ancak Yahudiler Müşriklerle işbirliği yaparak anlaşmaları bozdular ve
ihanet ettiler. Medine Sözleşmesi ciddi bir sözleşmeydi ve Müslümanlar sonuna
kadar sözleşmeye sadık kalmışlardı. Sözleşmeyi bozmalarından sonra
Peygamberimiz iki kabileyi Medine’den sürdü üçüncüsünü de infaz etti. Çocuklar
hariç olmak üzere bazı kaynaklara göre 300 bazı kaynaklara göre 900 kişiyi
ortadan kaldırttı. Tarihi kaynaklarda mevcut olan bu vaka bazı son dönem
Müslümanları tarafından utanılacak bir şey olarak görülüp yok kabul
edilmektedir. Oysa bu olay dönemin koşulları gereği olması gerektiği gibi
olmuştur ve Peygamberimizin adalet peygamberi karakteriyle çelişmemektedir.
Antropolojik açıdan Arap
kültüründe şiddet
Birçok antropoloğun savunduğuna göre Arapların tabiatında çölün yaratmış
olduğu bir huşunet, sertlik bulunmaktadır. Kuran’daki şiddet olayını dürüstçe
anlamak istiyorsak Arapların şiddete teşni olma tabiatlarının göz önünde
bulundurulması gerekmektedir. Son derece zor ekonomik koşullar ve çölün yaşam
şartları insanların tabiatlarına sirayet etmiştir. Bunun en güzel örneği ticar
savaşlarıdır. Cahiliye dönemindeki bu savaşlar neredeyse yılın tamamını
kaplıyordu ve yılın 4 ayı haram ay kabul edilip savaşsız geçmesi buna çözüm
olarak bulunmuştu. Bu 4 ayı Kuran’da kabul etmiştir ancak Kuran’dan anladığımız
kadarıyla Araplar bu 4 aya da riayet etmeyi başaramamışlar ve sürekli
değiştirmişlerdir. Arapların bu şiddet halini -Kuran’da da geçiyor diye- İslam
dinine bağlamak doğru değildir. Olayı coğrafyasını ve zeminini dikkate alarak değerlendirmek
gerekmektedir. Bu zemini hesaba katmadan Peygamberimizi zırhlı peygamber diye
eleştiriyorlar ve sanki şiddet dinin bir parçasıymış gibi addediyorlar. Oysa
Allah’ın asli görüşünün şiddete baş vurmamak olduğunu Kuran’da çok net bir
şekilde görüyoruz ve bu hareketin lideri olarak Hz. Muhammet’in de buna uygun
davrandığını rahatça söyleyebiliriz. Ama değil mi ki Arap yarımadasından böyle
bir savaş ortamı var bu dolayısıyla bir biçimde Kuran’a da yansımıştır.
Cihad kavramı
Kuran’da cihad ayetleri geçtiğinde ”Fisebilillah” kavramı kullanılır.
Fisebilillah uğrunda ölenler şehadet mertebesine ulaşırlar ve cennet nimetiyle
ödüllendirilirler. Bu 3 kavram Kuran’da birlikte anılır. Ancak hangi durum
fisebilillah kabul edilir ve bu uğurda ölenler şehit olup cennete girerler? Bu
kavramlar yoruma açık kavramlardır ve Hz. Muhammet’in ölümünden itibaren
istismar edilmişlerdir. Beni Saide’de başlayan ihtilaf zaman içerisinde 2
halifenin öldürülmesi, cennetle müjdelenen sahabenin birbirine düşman olması,
Cemel ve Sıffın Savaşları, Hz. Hasan ve Hüseyin’in öldürülmesi, binlerce
Müslüman kadına yine Müslümanların tecavüz etmesi ve en sonunda Kabe’nin yerle
bir edilmesi. İlk 100 yılda yaşanan bütün bu olaylar bu kavramların istismar
edilmesinin sonucudur. Sünnilik yüz yıl süren bu iç savaşı dürüstçe ele alıp
faillerini yargılamayı denememiştir. Kimin haklı kimin haksız olduğu
araştırılmayıp iç savaşın failleri tespit edilmemiş ve hatta durumun içtihat
farkından kaynaklandığı söylenerek üstü örtülmüştür. Kimi alimler suçu Abdullah
İbni Sebe adlı bir Yahudi’ye atma yoluna giderken kimi alimler de bunu kadere
bağlamıştır. Olayın, Allah’ın takdiri denilerek kadere bağlanması ise en büyük
yanlıştır. Allah’ın, dinini barışla zafere ulaştıracağı yerde yüzyıllık savaş
çıkararak kendi eliyle batırması gibi bir inanış Allah’a iftira atmaktır.
Arap siyasal aklı:
Kabile, ganimet, akide
Muhammet Abid El Cabiri modern dönemde Arap antropolojisi üzerine ciddi
analizler yapmış bir bilim adamıdır. Arap Siyasal Aklı ismiyle Türkçeye tercüme
edilen kitabında özetle Arapların 3 saikle hareket ettiklerini tespit etmiştir.
Cabiri’nin İbni Haldun’a dayandırarak yaptığı analizde ortaya çıkan unsurlar
kabile, ganimet ve akidedir. Erken dönemde ortaya çıkan olayları anlamak için
Arapların bu 3 özelliğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Kabilecilik
Arapların sahip olduğu ve Hz. Muhammet’ten sonra tekrardan ortaya çıkan baskın
bir özelliktir. Ganimet yapma tutkusu ise çöl şartlarında edindikleri bir diğer
önemli unsurdur. Akide ise iman ve ahlak saiki demektir. Örneğin Hz. Ali tam
bir akide saikiyle hareket eden bir Arap’tır. Cabiri, Arapların söyledikleri
sözleri analiz ederek hangi savaşta ganimet peşinde koştuklarını, hangi savaşta
kabilecilik asabiyetiyle hareket ettiklerini ortaya koymuştur. Hz. Ebubekir’in
halife seçilmesinden itibarin Kureyş kabile ırkçılığının devrede olduğu
görülmektedir. Dolayısıyla erken dönem iç savaşta ciddi bir Arap etkisi olduğu
ortadadır. İslam’ın bulunduğu coğrafyadan çıkıp kısa sürede Mağrib’e hatta
Endülüs’e ulaşmasında, doğuda bir sürü fetihlerin yapılmasında, kabilecilik ve
ganimet tutkusu çok ciddi düzeydedir. İslam tarihi boyunca Arapların bu
özellikleri dikkate alınmayıp yapılan fetihler sadece akide özelliğiyle izah
edilmiştir. Oysa dürüst bir şekilde değerlendirildiğinde diğer unsurların çok
daha baskın olduğu görülecektir.
Fetih ve tebliğ
kavramları
Kapı açmak anlamına gelen Fetih kavramı Kuran’da Hudeybiye Barış Antlaşması
için kullanılmıştır. Fetih kavramı kullanılarak insanların ülkelerini işgal
etmek Kuran’dan çıkarılacak bir anlam değildir, bu Arapların kendilerinin
gerçekleştirdiği bir tasarruftur. Erken dönemde Araplar ülkeleri Darülharp ve
Darülislam olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Darülharp kendisiyle sürekli savaş
halinde olunan, işgal edilmeye aday ülke demektir. İslam’ın yayılmasında dinin
Müslüman olmayanlara taşınması motifi kadar diğer saiklerin de rol aldığını
görebiliriz. Peki, Müslümanlar Hz. Muhammet’in ölümünden sonra bu şekilde
davranmayıp, tıpkı İsa Peygamberimiz ve Havarilerin yaptığı gibi şiddete
başvurmadan, Kuran’ın muhtevasını bilen insanlar yetiştirip dünyanın değişik
yerlerine gönderselerdi ne olurdu? Bunu yapmaya engel neydi? Ahmet Yesevi’nin
müritleri Anadolu’ya böyle girmişlerdi. Malezya’ya, Endonezya’ya böyle ulaşılmıştır.
Tebliğ barış ortamında yapılacak bir şeydir. Oysa erken dönemden itibaren İslam
tarihinde yaşananlar tam tersi bir durum olduğunu göstermektedir.
Ortadoğu’daki iki
aşamalı baskı
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da seküler yapılar kurulmuştur. Ya
tek parti, ya askeri ya da kabile diktatörlükleri oluşmuştur. Bu devletler
Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kontrolünde olan ve yöneticilerinin
sürekli olarak galip devletlerle işbirliği halinde olduğu devletlerdir.
İsrail’in İngilizler tarafından getirilip Ortadoğu’ya yerleştirilmesi, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra da İsrail’in güvenliğinin Amerika tarafından
üstlenilmesi, daha sonra petrolün etkisiyle sanayileşmiş emperyalist ülkelerin
Ortadoğu ve İslam ülkeleri üzerinde ciddi bir baskı kurmaya başlaması, bu
baskının giderek fiili işgallere dönüşmesiyle birlikte bölgede asimetrik bir
savaşın başladığını görüyoruz. İsrail’in işgalinden sonra Filistin Kurtuluş
Örgütü, Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejimin çökmesinden sonra direnişin
Sosyalizm ve Marksizm’den İslam’a transfer edilmesi ve Hamas’ın ortaya çıkması,
Afganistan’ın işgal edilmesi ve Afgan direnişinin başlaması, Irak’ın işgali ve
El Kaide’nin ortaya çıkması, giderek Batı’nın Kuzey Afrika’daki baskısının da
artmasıyla birlikte İslamcıların iktidara gelmelerinin engellenmeleri
sonucundan bölgede şöyle bir durum ortaya çıkmıştır. İlk olarak iç rejimlerin
totaliter olması ve halkı ciddi düzeyde baskı altında tutmaları, ikinci aşamada
Amerika, İngiltere ve Avrupa’nın bölge üzerindeki baskıları terör örgütü denen
örgütlerin oluşmasına neden olmuştur. Cezayir’deki iç savaştan Hamas’a,
Taliban’dan El Kaide’ye, IŞİD’den Boko Haram’a kadar bütün bu oluşumların
sebebi bölgedeki bu iki katlı baskıdır. Bu baskı, bu coğrafyadaki çocukları
zıvanadan çıkararak, delirterek adeta birer bombaya dönüştürmüştür. İntihar
eylemlerinin altında bölgedeki savaşın, güç dengelerinin asimetrik oluşu
yatmaktadır. Baskıyı yapanlar son derece konvansiyonel silahlar kullanıyorlar.
Temiz, hijyenik silahlarla, son derece üstün teknolojiyle savaşı sürdürüyorlar.
Şiddete maruz kalanların konvansiyonel bir savaş yürütecek güçleri olmadığından
ellerinde sadece vücutları kalıyor. Vücutlarını bomba yapıp patlatıyorlar.
Sivil insanların içinde vücudunu patlatarak sivil kayıpların ortaya çıkmasına
sebebiyet verilmesi barbarlıktır. İslami açıdan asla kabul edilebilir bir durum
değildir. Ama burada dürüst olarak şunu görmemiz gerekir ki, bu barbarlığı
doğuran küresel barbarlardır.
Fisebilillah, şehadet ve
cennet motiflerinin günümüzdeki kullanımı
Günümüzde Ortadoğu’da 50’ye yakın örgüt bulunmaktadır. Bu örgütler kolayca
fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerini kullanarak kendileriyle
özdeşleştirme yapabiliyor ve 1400 yıl önceki şiddeti buraya taşıyabiliyorlar.
Bunu yaparken durumu kolayca istismar ederek kendilerini Bedir’deki, Uhud’daki,
Hendek’teki durumla aynı durumda görüp Kuran ve hadislerden kendilerine mesnet
bulabilmekte ve cihadı yerine getirmeliyiz diyerek şiddete başvurabilmekteler. Şu
andaki rejimlerin veya süper güçlerin bu kitleler üzerinde yarattığı baskı ile,
Hz. Muhammet’in Medine’de Müşrikler tarafından tazyik altında bulunduğu durum
arasındaki benzerlik ve farklılıkların ciddi düzeyde analiz edilmesi ve aynı
şekilde şiddete başvurmanın meşruiyeti nedir diye sorgulanması gerekmektedir.
Ama bütünüyle bu olayı kopararak bizimle hiç alakası yoktur demek
kolaycılıktır.
SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-
1. Sünniliğin siyasi bir
pratik olarak sorunlu doğuşu
Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun
olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran
adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size,
emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani
toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi
istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında
kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi
tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum
olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak
kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması
hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da
Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammet’in ölümünden
sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu
görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi
ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik
haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammet’in
ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin
kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler
arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir
determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi
durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine
kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer
getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan
kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip
hemen tekrar cahiliye dönemine dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul
edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın
da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun,
vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir.
Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu
siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki
gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın
gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline
getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve
hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammet’in
ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı
başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda
gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır.
Muaviye’nin baş kaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden
kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra
Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir
sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde
devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş
olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.
2. Kuran’ın kadim kabul
edilmesi
İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahluk olup olmadığı
tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik
irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler
döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahluk olduğu tezini
kabul ettiler ve mahluk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra
Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı
yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selatin camilerde bir hutbe
okutulmuş ve kim bundan sonra Kuran’ın mahluk olduğunu söylerse kanı helaldir,
denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın
mahluk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki
teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük
hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından
kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap
kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar
kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş
oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği
bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.
3. Kaynakların
mumyalaştırılması
Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile
ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu
Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine
kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği
kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü
olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki
hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül
eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken
kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve
sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaaz etmiştir.
“Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın
vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani
olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu
Hanife, Mutezile gibi alimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı.
Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir
hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammet’in söylediği bir
sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i
Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı
gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları
Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son
derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl
yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis
(hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını,
vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve
görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve
Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu
olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli
olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren
sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi
İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.
4. Allah, tabiat ve
insan tasavvuru
Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah,
tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük
hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını
bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın
bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir
yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlukuydu ama en azıdan cüzzi iradesiyle
birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre
ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve
iradesi yoktu. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya
koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın
kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa
göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür.
Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır.
“Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche
haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum.
“Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın
mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan
ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada
hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüzzi iradesiyle eylem ortaya koymaz.
Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde
nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha
sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve
böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.
5. Tasavvufun doğuşu
Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa
getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin,
yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve
riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kurani
değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce
ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu,
tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip
öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın
ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının
çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının
sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu
oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam
düşünceye, fıkıh insanın dış
davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkıhın duygu boyutunu ihmal
etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki
sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce
parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı
yoktur.
6. İman amel ilişkisine
bakış
Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler
amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kafir sayarak
öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu
ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin
imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece
tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman
sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar
zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel
birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır,
birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki
inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır.
İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne
varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi
teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu
bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.
7. Sünniliğin dinin
kendisi olarak kabul edilmesi
Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi
dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman
edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da
başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun
bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere,
Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede
olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın
Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden
doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki
bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin
bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez.
Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik
yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde
ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın,
kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi
aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan
insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.
BİTTİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder