- Mevlana Camii kürsüsündeyim, Yakup Taşçı, yeni ismimle
takdim etti beni-
Innsbruck
Bir ay sonra görev yerim olan
Innsbruck’tayım. Çok şirin bir şehir. Yemyeşil, parkları oldukça düzenli. Milli
Görüş mensuplarının açtıkları bir cami var, bir de Ülkücülerin. Aralarında
fazla mesafe yok. 1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kellesini alan
kuşatmayla Viyana’ya muzaffer olarak girilememiş, ama 1961 de Merzifonlu’nun
torunları Avusturya’ya işçi olarak girmişler ve Avusturya’nın her tarafında
teşkilatlanmışlar. Sekiz milyon nüfuslu bir ülkeye 80 milyon nüfusu olan bir
ülkeden işçi olarak gelmek, gurur kırıcı bir geliş. O anlı şanlı Osmanlı’nın
torunlarına yakışmayan bir geliş bu. Bu işçilerin, ihtiyaçları da detaylı
olarak düşünülmemiş, buradan gitsinler de ne yaparlarsa yapsınlar mantığıyla
gönderilmişler sanki. Mesela, o insanların dini ihtiyaçları nasıl karşılanacak,
kimler karşılayacak düşünülmemiş.
Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan
bu eksikliği görmüş, çok geç olmadan tedbir almak gerek demiş ve vurmuş kazmayı
Avrupa’nın böğrüne. Allah rahmet eylesin. Bugün Avrupa’nın her bir şehrinde
yükselen minarelerin temeli o günlerde atılmış. Erbakan Hoca’nın o gün Avrupa
kulübü diye adlandırmış olduğu bugünün Avrupa Birliği Ülkeleri, nihayet bugün ağızlarındaki
baklayı çıkardılar ve ‘Sizi Avrupa Birliği’ne almayacağız!’ dediler, müzakereleri
dondurdular. (24.11.2016). Bu kararın alınmasına vesile olan çalışma,
Erbakan’ın o gün temellerini attığı Milli Görüş düşüncesi olabilir. Avrupalılar
anladılar ki; bu Türkler asimile olmayacaklar. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen hâlâ
minareler dikmekle meşguller. Öyleyse biz bunların üyeliğini donduralım
dediler…
Ancak Milli Görüş mensubu olduklarını
söyleyen insanlar, Hoca’nın önünde arkasında dolaşanlar ne kadar Erbakan
Hoca’yı anladılar o tartışılır. Bilip bilmeden yüksek perdeden konuşan Hasan
Damar gibi insanların elinde Milli Görüş çok yara aldı. Beli kırıldı,
omurgasızlaştı.
Innsburck’ta tartışma konularımızın
arasına bir de imam nikâhı eklendi. Hararetli tartışmalar yapıldı bu konuda. Milli
Görüşün Lideri Erbakan Hoca o günkü adıyla Avrupa Ortak Pazarı’ndan bahsediyor,
Avrupa Hristiyan kulübünden bahsediyor, dünya İslâm Birliği’nden bahsediyor,
İslâm Dinarından bahsediyor, Ağır Sanayiden bahsediyor vb. Arkasından gidenler,
biz de Milli Görüşçüyüz diyenler; helal etten bahsediyor, hilale göre oruç
tutmaktan bahsediyor, 4 evlilikten bahsediyor, sakal bırakmaktan,
sarıktan-şalvardan bahsediyor… Bu bünye o sıkleti çekmezdi ve çekemedi.
Innsbruck’ta, İmam nikâhı diye bir nikâhın
olmadığını ve dini nikâh adı altında kıyılan nikâhların geçersiz olduğunu,
tarafların zina işlediklerini anlatmaya çalıştım. Anlayanlar oldu elbet ama
anlamak istemeyenler veya anlayamayanlar daha çoktu. O mavi gözlü, sıfır beden sarışın
Avrupalı kızların içinde yaşayacaksın ve bir kadınla yetineceksin, nefislere
zor gelen bir mesele bu. İmam nikâhıyla işi meşrulaştırmak varken, imam nikâhını
İslâm dışı ilan etmek, oldukça riskli bir mesele ve ben bu riski aldım, yüksek
sesle haykırmaya başladım, kürsüye taşıdım, sohbetlerimde işledim. Taraftar
olanlar da vardı, karşı çakanlar da, İsmail Atasorgun, İskender, Celil ve
birçok Milli Görüşçü arkadaştan destek aldım. İnatçı çalışmalarım netice
vermeye başladı zamanla, özel
sohbetlerime katılan arkadaşların sayısı gittikçe fazlalaştı. Onlarla birlikte
parklara gider, satranç oynar sohbet ederdik.
Innsbruck’un parkları çok güzeldir. Satranç, figürlerin arasında yürüyerek
oynanır. Alırsınız o kocaman atı, fili,
veziri… elinize, yerine koyuncaya kadar yürürsünüz, sonra da oradan bakarsınız
rakibinize, hangi hamleyi yapacak diye…
Tuna Nehri’nin kenarında yürümenin
ayrı bir zevki vardır. Oksijeni içinize dolu dolu çekersiniz, nazlı bir gelin
gibi dans ederek şırıl şırıl akıp giden Tuna Nehri’nin, yürüyüşünüze eşlik etmesi
başka bir mutluluk verir insana. Osman Paşa’yı da bu vesileyle hatırlarsınız. Plevne
gözünüzün önüne gelir. Kendilerinden kat kat fazla olan Rus askerlerinin
üzerine yürüyen Osman Paşa’yı ve O’nun şanlı askerlerini hatırlarsınız, yürüyüşünüz
bile değişir birdenbire. Tarihte yolculuk yaparsınız, Mehmet Ali Bey’in yeniden
bestelediği o anonim melodiyi
mırıldanırken:
“Tuna
nehri akmam diyor/Etrafımı yıkmam diyor/Şanı büyük Osman Paşa/Plevne'den çıkmam
diyor/Düşman Tuna'yı atladı/Karakolları yokladı/Osman Paşa'nın kolundan/Beş bin
top birden patladı/Kara kazan coştu derler/Dalga boydan aştı derler/Osman
Paşa'nın askeri/Gece burdan geçti derler/Kılıncımı vurdum taşa/Taş yarıldı
baştan başa/Şanı büyük Osman Paşa/Askerinle binler yaşa…”
Bütün bu güzelliklere rağmen, içim
içime sığmıyordu. Çoktan özlemiştim eşimi ve çocuklarımı, öğrencilerimi,
öğretmen arkadaşlarımı. Hatta geriye gitmeyi bile düşünmeye başladım o güzelim
doğa harikası Innsbruck’tan.
Ata baba dini
Anadolu’dan geldiği gibi saf,
tertemiz olan cemaati, din adına hurafelerle beslemiş meslektaşlarım. Bugünkü Müslümanlar
da hâlâ aynı kaynaktan besleniyorlar. Bildiklerine, öğrendiklerine kesin doğru
olarak inanıyorlar. Köyünden değneğini atmış Avusturya’ya gelmiş olan bu
insanlar samimi insanlar. Din nedir, diyanet nedir bilmezlerken Avusturya’da dinleriyle
tanışmışlar. Anlatılanları da almışlar kabul etmişler. Üstelik bu bilgileri
kocaman kocaman hocalar vermiş, sakalları ve sarıkları olan o kocaman hocalar. Nefse
hoş gelen bu kadar nimetin içinde dinini yaşamak için karar veren o insanlar
anlatılanlara dört elle sarılmışlar. Kolay olmayan bir işi başarmışlar, din
nedir, kültür nedir bilmezlerken teşkilatlar kurmuşlar. Yanlışlar onların
yanlışı değil, değil ama o yanlışı düzeltmek oldukça zor.
Asım bey önümü açtı. Kısa sürede
bütün Avusturya beni tanıdı ve beni konuşmaya başladı. Konferanslara davet
edilmeye başladım. Uzak-yakın bütün davetlere icabet ediyorum. Konferanslar,
vaazlar, sohbetler… Devamlı anlattım, hep anlattım. İnsanlar meraklıydılar,
öğrenmek için dinliyorlardı. Söylediklerim onların da aklına yatıyordu. Ancak
cevabını bulamadıkları tek bir soru vardı: “Senden önceki kocaman kocaman hocalar
bunları bilmiyorlar mıydı?” Her konferanstan sonra sorulan mutlak soru...
Zurnanın zırt dediği yer işte tam da
burası; “Ata baba dini.”
Buyruk şöyle, “Ama onlara,
"Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde bazıları: "Hayır, biz
(yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız!" diye cevap
verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış
iseler? (Bakara 170)
Rapor
O bölgede görev yapan diğer hoca
arkadaşlarla zaman zaman toplanıyorduk. Bu toplantının birinde, Dursun Ali
Ayyıldız Hoca ile bir karar aldık ve uygulamaya koyduk. Bölgede olup bitenlerin
bilinmesi ve en azından gündeme alınması, konuşulması için A.M.G.T. Bölge Başkanı
Asım Bey’e bilgi için de A.M.G.T. Genel Merkezi’ne bir rapor yazmalıydık.
Yazdık o mektubu. Asım Başkan raporu ciddiye aldı ve hemen bir toplantı
düzenledi. Toplantı Viyana’daydı. Trenle gittik. Neleri nasıl savunacağımızın
çalışmasını da yaptık yolda Dursun Ali ile.
Fatih Camii’nden bir tercüman
alarak, önce bazı resmi işlerimizin halli için Avusturya Diyanet İşleri
Başkanlığı’na uğradık. Bizim orada olduğumuzu haber alan İrşad Başkanı Mustafa
Arslan, arkamızdan başkanlığa geldi. Yazdığımız raporda Bölge İrşad
Başkanı’nın, yanlış yönlendirmeleri de vardı. Asım Bey’e yazdığımız mektup önce
onun eline geçmiş, okumuş raporu. Kızmış, köpürmüş, hiddetlenmiş. Hışımla girdi
Diyanet İşleri Başkanlığı salonuna, biz oturuyoruz. Dursun Ali Hoca ve
yanımızda getirdiğimiz tercüman var yanımızda. Biz selam vermesini beklerken o
birdenbire, “Siz beni nasıl şikâyet edersiniz Genel Merkez’e?”
diye elinde bıçakla üzerimize saldırdı. Savunma refleksiyle ayağa kalktık, ilk
saldırıyı uzaklaştırdık. Diyanet İşleri Başkanı gürültüden rahatsız olmuş
olacak ki, çıktı geldi odasından, oldukça şaşkındı. Gördüğü manzara çok kötü; bir
tarafta elindeki sustalıyla sağa sola saldıran bir hoca var ve avazı çıktığı
kadar bağırıyor. Diğer tarafta bıçak darbesi almamak için onun önünden kaçan
iki tane daha hoca var. İkisi önden biri arkadan, salonu turluyorlar…
Abdurrahim Zai, olayın ne olduğunu anlayamadı,
çünkü Mustafa Arslan Türkçe konuşuyordu. Baktık, O da bizimle beraber dönmeye
başladı masanın etrafında. Sonradan anladığımıza göre Zai saldırının kendisine
yapıldığın zannetmiş. Sonra da masanın altına saklanıverdi. Biraz kovalamacadan sonra Dursun Ali
Mustafa’yı tesirsiz hale getirdi. Dursun Ali ile baş edemeyeceğini anlayan
Mustafa, yere boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Bu arada araya tercüman girdi ve
Zai’yi masanın altından çıkardı, olayın iç yüzünü anlattı ona, ama olan olmuştu
bir kere. Ve biz kendi teklifimiz olan o toplantıya katılmadan döndük Innsbruck’a.
Berlin
Günler günleri kovaladı günler de
ayları derken, bir gün kendimi Berlin’de buldum. Yakup Taşçı aldı Tegel
Havaalanı’ndan beni. Hoş beşten sonra, bindik arabasına, yolda ismimin
değiştirilmesi gerektiğini söyledi. ‘Adet böyledir’ dedi. Hocaların devamlı
takip edildiğinden bahsetti. Adımı Hüdaverdi olarak değiştirdi ve soy ismimi
bulmayı da bana bıraktı. ‘Nebioğlu olsun’ dedim ve böylece oldum Hüdaverdi
Nebioğlu. Uzun süre bu isme alışamadım.
O gün Yakup Taşçı’nın evinde misafir
oldum. Akşam, kürsü ve mihrap benimdi, Yakup Taşçı öyle söyledi. “Adettir yeni gelen
hocanın kürsüye çıkması” dedi. Bunun
için akşama kadar iyice dinlenmeliydim. ‘Oldubittiler burada da var demek ki.’
dedim ve teklifi kabul ettim.
Ramazan’ın ilk haftası. Mevlana
Camii kürsüsündeyim. Yakup Taşçı yeni ismimle takdim etti beni. Biraz da övdü:
Gençtim, üniversite mezunuydum, yeni bilgilerle donatılmıştım, dava adamıydım
filan, hoşuma da gitti bu övgü… Kürsüye bir çıktım ki, papatya tarlası gibi
aşağısı, aman Allah’ım aşağı-yukarı herkes sarıklı, sakallı, cübbeli olanlar
bile var. Bizim gördüğümüz ve bildiğimiz, sakalı genelde hocalar bırakır,
sarığı da hocalar takar veya yaşlılar bırakır. ‘Bu insanlara ben ne anlatacağım.’
dedim kendi kendime…
Türkiye’den ve Avusturya’dan,
oradaki Müslümanların içinde bulunduğu durumdan bahsedeyim diye düşündüm ve
düşüncemi uyulamaya koydum: Milli Görüş’ün önemli bir boşluğu doldurduğundan
bahisle, ‘Bu konuda en büyük pay sizlerindir.’ Diye başladım söze… İlgi
olağanüstü, başlarını tasdik anlamında sallayanlar bile var. 30 dakikalık bir
konuşmaydı, zaman hızla akıp geçti.. Cemaat anlatılanlardan memnun olmuşa
benziyordu.
Sonra teravih namazını kıldırdım,
değişik makamlarla okudum Kur’an ayetlerini. Ancak sakalım yok, sarığım yok,
şalvarım yok. 35 yaşında genç bir delikanlıyım. Ben bu koca koca hocalarla ne
yapacaktım. Berlin’de zor günler beni bekliyordu.
Sonradan öğrendim ki, cemaatin %80’i, Fatiha’yı bile doğru dürüst okuyamıyor. Ama
hepsi mücahit olmuş. Oturduğunuz zaman sohbete, mangalda kül bırakmıyorlar, ahkâm
kesiyorlar. Konuştukları hep slogan. Siyasetle yatıyor siyasetle kalkıyorlar. Dini
siyasallaştırmışlar. Avusturya’da gördüğüm cemaatin sakallı, sarıklı, şalvarlı
versiyonu bunlar…
İslâmî İlimler Okulu
Ertesi gün İslâmi İlimler Okulu’na
gittik Yakup Taşçı’yla. Görev yerim orasıydı. Okula müdür olarak gelmiştim.
Mehmet Ali Cengizgil Hoca karşıladı bizi. Haldun Algan, Nail Dural, Mahmut
(Mehmet) Gül ve Bekir Taşkıran’la tanıştık orada.
Hoş beşten sonra, Nail Dural başladı
anlatmaya: “Bu okul Milli Görüş’ün okuludur. Amacımız burada Milli Görüşçü
insan yetiştirmektir. Ancak Mehmet Erol (Okulun müdürü) Milli Görüşçü değildir.
İstediğimiz verimi bu yüzden elde edemiyoruz. Senden istediğimiz amacımıza
hizmet etmendir. Biz Mehmet Erol’u görevden aldık. O derse girmeyecek bugünden
sonra, sen rahat ol...” Mehmet Ali Hoca, Haldun Algan ve
Mahmut Gül sadece dinlediler.
Bu kısa nasihatten ve aba altından
sopa gösterme merasiminden sonra, hemen derse girdik. Çocuklarla tanıştık. Bana
karşı tavırlıydılar. Bir anlam veremedim bu duruma. 3.000 kişilik bir liseden
gele gele 80 kişi mevcutlu bir okula geldim. Ne okul okula benziyor ne de
öğrenciler öğrenciye. Hababam sınıfı gibi bir sınıf. Kendimi tanıttım ve öğrencileri
de tanımak istedim. Beni dinleyen yok, kimisi gülüyor, kimisi öndeki arkadaşına
kâğıt atıyor, kimisi ilgisiz ilgisiz duruyor. Alışmadığım bir durum. Sıraların
arasında yürümeye başladım, sesler yükseldi arkamdan, geriye hızlıca döndüm ve
ilk gördüğüm çocuğa bir salvo aşk eyledim. Beklenilmeyen bir hareket. Herkes
sustu, buz kesildi. Haldun ve Mehmet Ali Cengizgil tedirgin oldular. Ben cezası
büyük olan bir suç işlemişim meğer. Daha sonra anlattılar bana bu yaptığım işin
suç olduğunu ve cezasının ağır olduğunu.
Ancak o ilk gün yaptığım aksiyon,
ondan sonraki dönemlerde rahat çalışabilmenin sağlam bir temelini oluşturmuş, farkında
olmadan.
Devam edecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder