1 Aralık 2016 Perşembe

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (III)




- Mevlana Camii kürsüsündeyim, Yakup Taşçı, yeni ismimle takdim etti beni-


Innsbruck

Bir ay sonra görev yerim olan Innsbruck’tayım. Çok şirin bir şehir. Yemyeşil, parkları oldukça düzenli. Milli Görüş mensuplarının açtıkları bir cami var, bir de Ülkücülerin. Aralarında fazla mesafe yok. 1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kellesini alan kuşatmayla Viyana’ya muzaffer olarak girilememiş, ama 1961 de Merzifonlu’nun torunları Avusturya’ya işçi olarak girmişler ve Avusturya’nın her tarafında teşkilatlanmışlar. Sekiz milyon nüfuslu bir ülkeye 80 milyon nüfusu olan bir ülkeden işçi olarak gelmek, gurur kırıcı bir geliş. O anlı şanlı Osmanlı’nın torunlarına yakışmayan bir geliş bu. Bu işçilerin, ihtiyaçları da detaylı olarak düşünülmemiş, buradan gitsinler de ne yaparlarsa yapsınlar mantığıyla gönderilmişler sanki. Mesela, o insanların dini ihtiyaçları nasıl karşılanacak, kimler karşılayacak düşünülmemiş.
Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan bu eksikliği görmüş, çok geç olmadan tedbir almak gerek demiş ve vurmuş kazmayı Avrupa’nın böğrüne. Allah rahmet eylesin. Bugün Avrupa’nın her bir şehrinde yükselen minarelerin temeli o günlerde atılmış. Erbakan Hoca’nın o gün Avrupa kulübü diye adlandırmış olduğu bugünün Avrupa Birliği Ülkeleri, nihayet bugün ağızlarındaki baklayı çıkardılar ve ‘Sizi Avrupa Birliği’ne almayacağız!’ dediler, müzakereleri dondurdular. (24.11.2016). Bu kararın alınmasına vesile olan çalışma, Erbakan’ın o gün temellerini attığı Milli Görüş düşüncesi olabilir. Avrupalılar anladılar ki; bu Türkler asimile olmayacaklar. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen hâlâ minareler dikmekle meşguller. Öyleyse biz bunların üyeliğini donduralım dediler…

Ancak Milli Görüş mensubu olduklarını söyleyen insanlar, Hoca’nın önünde arkasında dolaşanlar ne kadar Erbakan Hoca’yı anladılar o tartışılır. Bilip bilmeden yüksek perdeden konuşan Hasan Damar gibi insanların elinde Milli Görüş çok yara aldı. Beli kırıldı, omurgasızlaştı.

Innsburck’ta tartışma konularımızın arasına bir de imam nikâhı eklendi. Hararetli tartışmalar yapıldı bu konuda. Milli Görüşün Lideri Erbakan Hoca o günkü adıyla Avrupa Ortak Pazarı’ndan bahsediyor, Avrupa Hristiyan kulübünden bahsediyor, dünya İslâm Birliği’nden bahsediyor, İslâm Dinarından bahsediyor, Ağır Sanayiden bahsediyor vb. Arkasından gidenler, biz de Milli Görüşçüyüz diyenler; helal etten bahsediyor, hilale göre oruç tutmaktan bahsediyor, 4 evlilikten bahsediyor, sakal bırakmaktan, sarıktan-şalvardan bahsediyor… Bu bünye o sıkleti çekmezdi ve çekemedi.  

Innsbruck’ta, İmam nikâhı diye bir nikâhın olmadığını ve dini nikâh adı altında kıyılan nikâhların geçersiz olduğunu, tarafların zina işlediklerini anlatmaya çalıştım. Anlayanlar oldu elbet ama anlamak istemeyenler veya anlayamayanlar daha çoktu. O mavi gözlü, sıfır beden sarışın Avrupalı kızların içinde yaşayacaksın ve bir kadınla yetineceksin, nefislere zor gelen bir mesele bu. İmam nikâhıyla işi meşrulaştırmak varken, imam nikâhını İslâm dışı ilan etmek, oldukça riskli bir mesele ve ben bu riski aldım, yüksek sesle haykırmaya başladım, kürsüye taşıdım, sohbetlerimde işledim. Taraftar olanlar da vardı, karşı çakanlar da, İsmail Atasorgun, İskender, Celil ve birçok Milli Görüşçü arkadaştan destek aldım. İnatçı çalışmalarım netice vermeye başladı zamanla,  özel sohbetlerime katılan arkadaşların sayısı gittikçe fazlalaştı. Onlarla birlikte parklara gider, satranç oynar sohbet ederdik.  Innsbruck’un parkları çok güzeldir. Satranç, figürlerin arasında yürüyerek oynanır.  Alırsınız o kocaman atı, fili, veziri… elinize, yerine koyuncaya kadar yürürsünüz, sonra da oradan bakarsınız rakibinize, hangi hamleyi yapacak diye…

Tuna Nehri’nin kenarında yürümenin ayrı bir zevki vardır. Oksijeni içinize dolu dolu çekersiniz, nazlı bir gelin gibi dans ederek şırıl şırıl akıp giden Tuna Nehri’nin, yürüyüşünüze eşlik etmesi başka bir mutluluk verir insana. Osman Paşa’yı da bu vesileyle hatırlarsınız. Plevne gözünüzün önüne gelir. Kendilerinden kat kat fazla olan Rus askerlerinin üzerine yürüyen Osman Paşa’yı ve O’nun şanlı askerlerini hatırlarsınız, yürüyüşünüz bile değişir birdenbire. Tarihte yolculuk yaparsınız, Mehmet Ali Bey’in yeniden bestelediği o anonim melodiyi mırıldanırken:
“Tuna nehri akmam diyor/Etrafımı yıkmam diyor/Şanı büyük Osman Paşa/Plevne'den çıkmam diyor/Düşman Tuna'yı atladı/Karakolları yokladı/Osman Paşa'nın kolundan/Beş bin top birden patladı/Kara kazan coştu derler/Dalga boydan aştı derler/Osman Paşa'nın askeri/Gece burdan geçti derler/Kılıncımı vurdum taşa/Taş yarıldı baştan başa/Şanı büyük Osman Paşa/Askerinle binler yaşa…”
Bütün bu güzelliklere rağmen, içim içime sığmıyordu. Çoktan özlemiştim eşimi ve çocuklarımı, öğrencilerimi, öğretmen arkadaşlarımı. Hatta geriye gitmeyi bile düşünmeye başladım o güzelim doğa harikası Innsbruck’tan.

Ata baba dini

Anadolu’dan geldiği gibi saf, tertemiz olan cemaati, din adına hurafelerle beslemiş meslektaşlarım. Bugünkü Müslümanlar da hâlâ aynı kaynaktan besleniyorlar. Bildiklerine, öğrendiklerine kesin doğru olarak inanıyorlar. Köyünden değneğini atmış Avusturya’ya gelmiş olan bu insanlar samimi insanlar. Din nedir, diyanet nedir bilmezlerken Avusturya’da dinleriyle tanışmışlar. Anlatılanları da almışlar kabul etmişler. Üstelik bu bilgileri kocaman kocaman hocalar vermiş, sakalları ve sarıkları olan o kocaman hocalar. Nefse hoş gelen bu kadar nimetin içinde dinini yaşamak için karar veren o insanlar anlatılanlara dört elle sarılmışlar. Kolay olmayan bir işi başarmışlar, din nedir, kültür nedir bilmezlerken teşkilatlar kurmuşlar. Yanlışlar onların yanlışı değil, değil ama o yanlışı düzeltmek oldukça zor.

Asım bey önümü açtı. Kısa sürede bütün Avusturya beni tanıdı ve beni konuşmaya başladı. Konferanslara davet edilmeye başladım. Uzak-yakın bütün davetlere icabet ediyorum. Konferanslar, vaazlar, sohbetler… Devamlı anlattım, hep anlattım. İnsanlar meraklıydılar, öğrenmek için dinliyorlardı. Söylediklerim onların da aklına yatıyordu. Ancak cevabını bulamadıkları tek bir soru vardı: “Senden önceki kocaman kocaman hocalar bunları bilmiyorlar mıydı?” Her konferanstan sonra sorulan mutlak soru...

Zurnanın zırt dediği yer işte tam da burası; “Ata baba dini.”
Buyruk şöyle, “Ama onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde bazıları: "Hayır, biz (yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız!" diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler? (Bakara 170)

Rapor

O bölgede görev yapan diğer hoca arkadaşlarla zaman zaman toplanıyorduk. Bu toplantının birinde, Dursun Ali Ayyıldız Hoca ile bir karar aldık ve uygulamaya koyduk. Bölgede olup bitenlerin bilinmesi ve en azından gündeme alınması, konuşulması için A.M.G.T. Bölge Başkanı Asım Bey’e bilgi için de A.M.G.T. Genel Merkezi’ne bir rapor yazmalıydık. Yazdık o mektubu. Asım Başkan raporu ciddiye aldı ve hemen bir toplantı düzenledi. Toplantı Viyana’daydı. Trenle gittik. Neleri nasıl savunacağımızın çalışmasını da yaptık yolda Dursun Ali ile.

Fatih Camii’nden bir tercüman alarak, önce bazı resmi işlerimizin halli için Avusturya Diyanet İşleri Başkanlığı’na uğradık. Bizim orada olduğumuzu haber alan İrşad Başkanı Mustafa Arslan, arkamızdan başkanlığa geldi. Yazdığımız raporda Bölge İrşad Başkanı’nın, yanlış yönlendirmeleri de vardı. Asım Bey’e yazdığımız mektup önce onun eline geçmiş, okumuş raporu. Kızmış, köpürmüş, hiddetlenmiş. Hışımla girdi Diyanet İşleri Başkanlığı salonuna, biz oturuyoruz. Dursun Ali Hoca ve yanımızda getirdiğimiz tercüman var yanımızda. Biz selam vermesini beklerken o birdenbire,   “Siz beni nasıl şikâyet edersiniz Genel Merkez’e?” diye elinde bıçakla üzerimize saldırdı. Savunma refleksiyle ayağa kalktık, ilk saldırıyı uzaklaştırdık. Diyanet İşleri Başkanı gürültüden rahatsız olmuş olacak ki, çıktı geldi odasından, oldukça şaşkındı. Gördüğü manzara çok kötü; bir tarafta elindeki sustalıyla sağa sola saldıran bir hoca var ve avazı çıktığı kadar bağırıyor. Diğer tarafta bıçak darbesi almamak için onun önünden kaçan iki tane daha hoca var. İkisi önden biri arkadan, salonu turluyorlar…
Abdurrahim Zai, olayın ne olduğunu anlayamadı, çünkü Mustafa Arslan Türkçe konuşuyordu. Baktık, O da bizimle beraber dönmeye başladı masanın etrafında. Sonradan anladığımıza göre Zai saldırının kendisine yapıldığın zannetmiş. Sonra da masanın altına saklanıverdi.  Biraz kovalamacadan sonra Dursun Ali Mustafa’yı tesirsiz hale getirdi. Dursun Ali ile baş edemeyeceğini anlayan Mustafa, yere boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Bu arada araya tercüman girdi ve Zai’yi masanın altından çıkardı, olayın iç yüzünü anlattı ona, ama olan olmuştu bir kere. Ve biz kendi teklifimiz olan o toplantıya katılmadan döndük Innsbruck’a.

Berlin

Günler günleri kovaladı günler de ayları derken, bir gün kendimi Berlin’de buldum. Yakup Taşçı aldı Tegel Havaalanı’ndan beni. Hoş beşten sonra, bindik arabasına, yolda ismimin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. ‘Adet böyledir’ dedi. Hocaların devamlı takip edildiğinden bahsetti. Adımı Hüdaverdi olarak değiştirdi ve soy ismimi bulmayı da bana bıraktı. ‘Nebioğlu olsun’ dedim ve böylece oldum Hüdaverdi Nebioğlu. Uzun süre bu isme alışamadım.
O gün Yakup Taşçı’nın evinde misafir oldum. Akşam, kürsü ve mihrap benimdi, Yakup Taşçı öyle söyledi. “Adettir yeni gelen hocanın kürsüye çıkması” dedi.  Bunun için akşama kadar iyice dinlenmeliydim. ‘Oldubittiler burada da var demek ki.’ dedim ve teklifi kabul ettim.

Ramazan’ın ilk haftası. Mevlana Camii kürsüsündeyim. Yakup Taşçı yeni ismimle takdim etti beni. Biraz da övdü: Gençtim, üniversite mezunuydum, yeni bilgilerle donatılmıştım, dava adamıydım filan, hoşuma da gitti bu övgü… Kürsüye bir çıktım ki, papatya tarlası gibi aşağısı, aman Allah’ım aşağı-yukarı herkes sarıklı, sakallı, cübbeli olanlar bile var. Bizim gördüğümüz ve bildiğimiz, sakalı genelde hocalar bırakır, sarığı da hocalar takar veya yaşlılar bırakır. ‘Bu insanlara ben ne anlatacağım.’ dedim kendi kendime…
Türkiye’den ve Avusturya’dan, oradaki Müslümanların içinde bulunduğu durumdan bahsedeyim diye düşündüm ve düşüncemi uyulamaya koydum: Milli Görüş’ün önemli bir boşluğu doldurduğundan bahisle, ‘Bu konuda en büyük pay sizlerindir.’ Diye başladım söze… İlgi olağanüstü, başlarını tasdik anlamında sallayanlar bile var. 30 dakikalık bir konuşmaydı, zaman hızla akıp geçti.. Cemaat anlatılanlardan memnun olmuşa benziyordu.
Sonra teravih namazını kıldırdım, değişik makamlarla okudum Kur’an ayetlerini. Ancak sakalım yok, sarığım yok, şalvarım yok. 35 yaşında genç bir delikanlıyım. Ben bu koca koca hocalarla ne yapacaktım. Berlin’de zor günler beni bekliyordu.

Sonradan öğrendim ki, cemaatin %80’i,  Fatiha’yı bile doğru dürüst okuyamıyor. Ama hepsi mücahit olmuş. Oturduğunuz zaman sohbete, mangalda kül bırakmıyorlar, ahkâm kesiyorlar. Konuştukları hep slogan. Siyasetle yatıyor siyasetle kalkıyorlar. Dini siyasallaştırmışlar. Avusturya’da gördüğüm cemaatin sakallı, sarıklı, şalvarlı versiyonu bunlar…

İslâmî İlimler Okulu

Ertesi gün İslâmi İlimler Okulu’na gittik Yakup Taşçı’yla. Görev yerim orasıydı. Okula müdür olarak gelmiştim. Mehmet Ali Cengizgil Hoca karşıladı bizi. Haldun Algan, Nail Dural, Mahmut (Mehmet) Gül ve Bekir Taşkıran’la tanıştık orada.

Hoş beşten sonra, Nail Dural başladı anlatmaya: “Bu okul Milli Görüş’ün okuludur. Amacımız burada Milli Görüşçü insan yetiştirmektir. Ancak Mehmet Erol (Okulun müdürü) Milli Görüşçü değildir. İstediğimiz verimi bu yüzden elde edemiyoruz. Senden istediğimiz amacımıza hizmet etmendir. Biz Mehmet Erol’u görevden aldık. O derse girmeyecek bugünden sonra, sen rahat ol...”  Mehmet Ali Hoca, Haldun Algan ve Mahmut Gül sadece dinlediler.

Bu kısa nasihatten ve aba altından sopa gösterme merasiminden sonra, hemen derse girdik. Çocuklarla tanıştık. Bana karşı tavırlıydılar. Bir anlam veremedim bu duruma. 3.000 kişilik bir liseden gele gele 80 kişi mevcutlu bir okula geldim. Ne okul okula benziyor ne de öğrenciler öğrenciye. Hababam sınıfı gibi bir sınıf. Kendimi tanıttım ve öğrencileri de tanımak istedim. Beni dinleyen yok, kimisi gülüyor, kimisi öndeki arkadaşına kâğıt atıyor, kimisi ilgisiz ilgisiz duruyor. Alışmadığım bir durum. Sıraların arasında yürümeye başladım, sesler yükseldi arkamdan, geriye hızlıca döndüm ve ilk gördüğüm çocuğa bir salvo aşk eyledim. Beklenilmeyen bir hareket. Herkes sustu, buz kesildi. Haldun ve Mehmet Ali Cengizgil tedirgin oldular. Ben cezası büyük olan bir suç işlemişim meğer. Daha sonra anlattılar bana bu yaptığım işin suç olduğunu ve cezasının ağır olduğunu.
Ancak o ilk gün yaptığım aksiyon, ondan sonraki dönemlerde rahat çalışabilmenin sağlam bir temelini oluşturmuş, farkında olmadan.

Devam edecek…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder