-Müslümanlar Yaratan’a değil de para atana hizmet
ettikleri sürece din istismarı devam edecektir-
Kalacağım ev Alışveriş yapılacak yerler
Mehmet Ali Cengizgil kalacağım evi gösterdi. Bir oda bir
mutfak, tuvaleti dışarda. Karanlık, izbe bir yer, altından yol geçiyor ve de çok
soğuk, rutubet kokuyor, köşede fayansla kaplı kocaman bir taş soba var, kömürle
ısınıyor, yaktıktan sonra evin ısınması yaklaşık bir saat sürüyor, orta yerde
üzerindeki lekelerden, duruşundan, pislikten ne zaman serildiği belli olmayan
bir halı var, karyola yok, koltukta yatılacak. Onun da ayağı kırılmış, düzgün
dursun diye altına taş koymuşlar, irkildim. Nereye gelmiştim ben. Oysa
Avrupa’ya gidiyorum diye ne kadar da sevinmiştim. O günkü siyah beyaz televizyonlarda
gördüğüm o evleri, odaları aradı gözlerim. Bulamadı ve yorgun olarak geri
döndü.
Alışverişi ALDI marketten yapacaktım, yemeğimi Elif Restoran’da
yiyecektim. Duş alacaksam, banyo edeceksem kocaman bir naylon leğen var, o leğende
banyo alacak ve duş yapacaktım, o ısınmayan odada yapacaktım bu işi, etrafı da
ıslatmamak lazımdı, yoksa kurumazdı. Naylon leğende duş yapmak sıkıntılı
olacaksa, o zaman Baerwaldstr.’de bir hamam var, 1 km kadar uzakta; istersem
oraya gidebilecektim. Çamaşırlarımı da Karl-Marx-Str. ’deki çamaşırhanede
yıkayacaktım.
Mehmet Ali Hoca’ya bu şartlarda burada duramayacağımı
hemen geriye döneceğimi söyledim ve ısrar ettim. Bir hafta uğraştı beni ikna
etmek için; acilen bir ev bulacaklardı, o dert edilecek bir mesele değildi, Bekir
Taşkıran’a hemen görev verilmişti, bir aya varmaz ev bulunurdu, beni kandırmışlar…
Allah selamet versin Mehmet Ali Hoca’ya. Berlin’den
kurtulmak için can atıyormuş, sıkılmış A.M.G.T Berlin Bölge yöneticilerinden. O
yüzden bana can simidi gibi sarılmış. Geri dönmeme ondan müsaade etmezmiş ve bir
gün Berlin’i sessizce terk etmiş. Köln’den arıyor beni, “Acil bir işim çıktı.
Köln’e döndüm, en kısa zamanda görüşürüz.” Gidiş o gidiş…
Berber İbrahim
Okulun giriş kapısında sağda berber dükkânı var. Urfalı
İbrahim Arslan çalıştırıyor. Girdim, selam verdim, tanıştık, hoş sohbet birisi.
Orası sıcak olduğu için sonraları hep orada zaman geçirirdim, sanki evim gibi
oldu orası. Sağ olsun, berber İbrahim çayını hiç eksik etmezdi, hoş sohbet
birisiydi. Önceden bayan berberi imiş, ünlüymüş de, bayan saçı kesmek haram
demişler ve o kocaman kuaför salonunu terk etmiş, bırakmış bayan berberliğini, şimdi erkek berberi olarak rızkını kazanma
peşinde. Allah sevgisi var ki içinde, inancında samimi ki, ahirete inanıyor ki,
o işi bırakmış. Mehmet Erol Hoca’yı da orada tanıdım. Tanışma faslından sonra
uzunca sohbet ettik kendisiyle. Sohbet arasında, aynı zamanda hesaba çekiyor
gibiydi beni. O da hoş sohbet birisi, ancak gelişimden hiç memnun olmamıştı,
sohbet sırasında kullandığı kelimelerden, kurduğu cümlelerden anlıyorsunuz
bunu, iddialı konuşuyor, biraz da övünmeyi seven birisi;“ Bu okulu ben kurdum,
buraya yıllarımı verdim, okulu bu hale ben getirdim, onlar görecekler, ben
büyük oynarım, yakında yaptıklarına pişman olacaklar.” Görevinden alınmış
birisi olarak tavırlı olması normaldi, ama tavrını bana değil de bölge
sorumlularına koymalıydı.
Sonradan bazı öğrencilerden duyduğuma göre, öğrencileri
aleyhime kışkırtıyormuş, onlara dersleri boykot etmelerini söylermiş. Öğrenci
sayısı zamanla azaldı, gelenler de sınıfta beni provoke etmeye çalışıyorlardı.
Disiplini sağlamak için sert davrandığım zamanlar oldu, ama ilk gün yaptığım
gibi değil. Bazı veliler de tehdit ediyorlardı “Hoca her kuşun eti yenmez ha
dikkatli ol!” Allah’ım nereye gelmiştim ben, etrafta tanıdığım kimse yok, tek
başımayım, evde dursam durulmaz, dışarıya gitsem nereye gideceğim, velhasıl zor
zamanlar başlamıştı…
***
Mehmet Erol Hoca, dediğini yaptı ve DİTİB ile anlaşarak Wienerstr.’
de Merkez Camii’nde benzer bir okul açtı. Tekâmül kursu. 300.000 Türkiyelinin
yaşadığı Berlin’de iki okul azdı bile. Bu kurs İslâmi İlimler Okulu’num öğrenci
sayısını etkilemedi. Ancak ayrıştırdı. Cemaatler arasında zaten husumet vardı,
bu husumet biraz daha derinleşti. Aradan yaklaşık 25 sene geçtikten sonra Mehmet
vErol Hoca ile birbirimize yakınlaştık. Birbirimizi ziyaret eder hale geldik.
***
Şarkı- Türkü
Gündüzleri okul, akşamları teravih öncesi vaaz derken
alışıyordum Berlin’e. Ancak, eve girince hafakanlar basıyordu, neredeyse
patlayacağım. Karstadt Mağazasından bir teyp aldım. Arif Sağ ve Musa Eroğlu, Âşık
Mahsuni ve İzzet Altınmeşe’nin, Zeki Müren’in Bülent Ersoy’un, Belkıs Akkale’nin
kasetlerini yanımda getirmiştim zaten, onları dinliyorum. Eve ziyaret için gelenlerin
kasetler dikkatlerini çekiyordu. Müzik dinlemek haram değil mi hoca? Hocam
değil, hoca… Yüzüme daha fazla şeyler
söylemiyorlardı ama dışarda ‘Bu hoca alevi midir nedir?’ diye konuşurlarmış. Bu
dedikoduları duymamam gerekiyordu ve duymuyordum. Muhlis Akarsu’nun Gurbeti ben
mi yarattım türküsünü Arif Sağ’ın sesinden dinlemeye devam, bir paket selpak
mendil de yanımda hazır olurdu:
“Yokluk Beni Mecbur Etti/Gurbeti Ben Mi Yarattım/
Gençliğimi Aldı Gitti/ Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Ne Mektup Ne Haber Aldım/
Yurdumdan Yuvamdan Oldum/ Her Şeyime Hasret Kaldım/
Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Akşam Olur Gölge Basar/Umuduma
Yeller Eser/ Yokluk İmkânımı Keser
Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Akarsu Sılayı Anma/ Bu Ayrılık Geçti Sanma/ Çaresizdim Geldim Amma
Gurbeti Ben Mi Yarattım.”
Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Akarsu Sılayı Anma/ Bu Ayrılık Geçti Sanma/ Çaresizdim Geldim Amma
Gurbeti Ben Mi Yarattım.”
Sakal
Sakalsız olmam cemaati rahatsız ediyordu. “Hem hoca
olacaksın hem de sakalın olmayacak.” Kabul edilir gibi değil, böyle hoca mı
olurmuş, dedikodular almış başını gidiyor. Bazılarının bakışları değişik,
düşmanca, yanıma gelince sakalını hilalliyeler de var... Onlara göre gelir
gelmez sakalımı bırakmalıydım. Bilhassa Cuma günleri kürsüde ben konuşuyorsam arkamda
namaz kılmamak için camiyi terk edenler oluyormuş. Sakalsız hocanın arkasında
namaz kılınmazmış, gerekçe bu. Beni seven dostlarım da bu arada oluştu, olan
biteni bana haber ediyorlardı, tedbirli olmam lazımdı. Oysa ben üniversitede
sakallıydım. Memuriyet dönemimde sakalımı kestim, sakal üzerinde bu kadar
ısrarcı olunmasaydı zaten bırakacaktım. Benimki biraz da inatlaşma...
Bir gün ‘Mustafa Efe Mevlana Camii’nde sohbet edecek.’
dediler. O kocaman hoca dedikleri, meşhur hocalardan, Feteva-yi Hindiye’nin
mütercimi. Dinlemeye gittim.
Konu sakal, cübbe ve şalvar. “Sakalı bırakmak sünnet,
kesmek haram” hüküm bu. Sohbetten sonra sakal bırakmak için cemaat sıraya
girdi. Hocanın eli öpülüyor, o da yüzünüzü sıvazlıyor sonra da sakal duası
yapılıyor,…
Cemaatten biri hocaya benim ismimi arkadan bağırdı. “Hocam
burada bir hoca var sakalsız.” Efe hoca ayağa kalkmamı istedi, kalktım. Başladı
bana sakalın önemini anlatmaya, sonuna kadar dinledim. O günden itibaren sakalımı
bırakacaktım, sakalsız hoca olmazdı, Milli Görüş Teşkilatlarında hiç olmazdı, ısrarcı
oldu, söz vermemi istedi. ‘Tamam hocam anladım’ dedim ve konuşmak için müsaade
istedim: “Eğer siz bu cemaate sakal bırakmanın, şalvar ve cübbe giymenin, sarık
takmanın faziletinden bahsetme yerine, İslâm ahlakından, görgü kurallarından,
saygıdan, sevgiden, düzgün ve ahlaklı bir Müslümanın özelliklerinden
anlatsaydınız daha faydalı bir iş yapmış olurdunuz, ben sakal bırakmayacağım ve
bırakanlara da gücüm yettiğince mani olacağım.” dedim. Ve ilave ettim, “Erbakan
hoca ağır sanayi diyor, milli kalkınma diyor, Avrupa Ortak Pazarı’na hayır,
bağımsız büyük Türkiye diyor sizler burada “kıl” ile uğraşıyorsunuz, bir Milli
Görüşçü için bu tezat değil midir” dedim. Cemaat homurdandı, sesini
yükseltenler oldu. Ve ben camiden ayrıldım. Bu konuşmamı destekleyenler
sonraları gördükleri yerde beni tebrik ediyorlardı. Mahalle baskısı olmasa
bizler de sakal bırakmayacağız falan diyenler de vardı…
An Der Urania
Hicri yılbaşı kutlaması var. Yeni gelen hoca olarak,
benim konuşmamın münasip olacağını söyledi A.M.G.T Berlin bölge başkanı Haldun
(Aykut) Algan. Kabul ettim. Sıkı bir şekilde çalıştım ve hazırlandım. Takım
elbisemi giydim, kravatımı taktım, sinekkaydı tıraşımla çıktım sahneye. An der
Urania salonlarında yapılıyor program. Hicret’i anlatıyorum. Hicret’ten bizler
nasıl bir ders çıkarmalıyız? Sorusunun cevabını veriyorum. Peygamberimiz ’in
yaptığı devrimi anlatıyorum. Peygamberimiz’le
beraber yeni bir çağın kapılarının aralandığını anlatıyorum. Gençler
tekbirlerle benim konuşmamı zaman zaman kesiyorlar. Heyecan doruğa çıkmış
durumda. Ancak ön sırada oturanların protesto sesleri de yükselmeye başladı bu
arada, o coşkuya eşlik edecekleri yerde bana hakaret ediyorlardı; “Kim çıkardı
bu artisti buraya, indirin aşağıya!”
Konuşmamı kesmedim, tamamladım ama içim içime sığmıyordu,
programdan sonra doğru eve gittim. Arkamdan gelen birkaç genç beni teselli
etmeye çalıştılar. Bahattin Savaş ve Ömer Faruk Demirel bu gençlerdendi. Üniversite
öğrencileriydi bunlar. Bu gençler sonraları benimle bilhassa ilgilendiler,
parklarda yürüyüşler yapıyorduk onlarla, o zamanlar meşhur olan Emel Sayın’ın
okuduğu “Yağdır Mevla’m Su” şarkısını söylüyorduk 17. Temmuz Parkı’nda,
ormanların içinde. Çatlayan
dudaklara/ Sararan yapraklara/ Kuruyan topraklara/ Yağdır Mevlâm su/ Alev
saracak kadar/ Yandım yanacak kadar/ Suya kanacak kadar/ Yağdır Mevlâm su/ Toz
duman savrulurken/ Gül çimen kavrulurken/ Cân tenden ayrılırken/ Yağdır Mevlâm
su.
Gençlerin içinde aklını kiraya vermeyen, cahil-cühela
takımından rahatsız, arayış içinde olanlar da vardı. Onlar beni anlıyorlardı. Daha
sonraları bu gençlerle aramı açacaktı Haldun Algan.
Üniversitede bir dernek varmış, ASES öğrenci derneği.
Milli Görüşçü gençler bu derneği ele geçirmişler. Ancak o gençler at gözlüğüyle
hareket ediyorlarmış, daha tutarlı, ayağı yere basan faaliyetler yapmak
isteyenler derneğin içinde barınamıyormuş. Bundan dolayı yukarda isimlerini
saydığım gençler orada başka bir dernek kurmak için teşkilattan müsaade istiyorlar.
Bölge başkanı Haldun Algan da bu gençlere yol vermiyor. Konuyu İcra Kurulu’na
getirdiler. Ben Bölge Teşkilatlanma başkanıyım. Haldun gençlere olan
muhabbetimi bildiği için, toplantıdan önce bana “bu derneğin kurulmasına
müsaade etmeyeceğiz, sen de orada tavrını koyacaksın” diye aba altından sopa
gösterdi. Haldun’un kararını kerhen kabul ettim. O kurulda bu konuda gençlerin
güvendiği tek kişi bendim. Yaptığım
yanlıştı. Ve gençler haklı olarak o günden sonra benimle olan irtibatlarını
kestiler. Haldun’un da böylece başı göğe değmiş oldu.
Çevrem genişliyor
Zaman geçtikçe ben insanları tanıyorum insanlar da beni.
Tanıdıkça, tanıştıkça taraftar kitlem çoğaldı. Anlattığım konular gündem
belirlemeye başladı. Bilhassa gençlerle olan ilişkilerim gelişiyordu.
İftarlar sofralarına davet ediliyorum, dar çerçevede
yapılan sohbetler verimli oluyordu. Milli Görüş Teşkilatları Berlin Bölgesi’nin
satın aldığı binanın, birinci katta kalıyorum, üst katta Recai Şentürk oda
arkadaşı Şerafettin Lekesiz ile birlikte kalıyor. Recai makine mühendisliğini
bitirmiş Türkiye’de, Berlin’e doktora yapmaya gelmiş. Akşamları ben onları
iftara davetli olduğum yerlere götürüyorum, sahurları da beraber yiyoruz. Benim
oda soğuk olduğu için Recai’nin evinde toplanıyoruz sahurlarda. Bekâr
sofrasında ne olursa onları yiyoruz, sohbet sabaha kadar sürüyor.
Bir gün Recai kendi üslubuyla oda arkadaşının problemini
açtı bana. Annesinin dolduruşuna gelerek hanımına “üçten dokuza şart olsun boş
ol, boş ol, boş ol” demiş ve hanımını boşamış. Çünkü, dinimize göre, “Üçten
dokuza şart olsun” demek, kadını üç talâk ile birden boşamak demekmiş. Yâni
kadını kocaya bağlayan üç katlı bağın üçünü de bir anda koparıp atmakmış.
Şerafettin de bu bağları birden koparıp attığı için hanımıyla tekrar birlikte
olamıyormuş, çocukları da varmış. Nail Dural,
Yakup Taşçı ve Berlin’e gelip giden ne kadar Milli Görüş Teşkilatlarına mensup
hoca varsa hepsine başvurmuşlar, “ne olacak bu durum, çaresi yok mudur” demişler.
Aldıkları cevap hep aynı, “maalesef çare yoktur. Bir tek çare vardır o da “Hülle”dir.”
derlermiş. Hanımı başkası ile evlenecekmiş, o eşinden de boşanırsa o zaman kendisiyle
evlenebilecekmiş.
Genç, dinini burada öğrenmiş, inancı sağlam birisi,
inancına muhalefet etmek istemiyormuş, ancak söylenenler, verilen fetvalar kafasına
da yatmıyormuş. Bir çare vardır belki diye bekler dururmuş. O beklenen gün
gelmiş ki ben oradayım. Delikanlıya: Kişilerin hanımlarını boşama haklarının olduğunu,
ancak yetkilerinin olmadığını, boşama işleminin mutlaka hâkim tarafından
yapılacağını, bunun için iki de şahidin olması gerektiğini anlattım. Bakara
suresindeki ayetleri (2 Bakara /227-241), Talak Suresi’ndeki ayetleri (65 Talak
/1-5), Nisa suresindeki ayetleri(4 Nisa /35) okudum ve kendisine okuttum. Ben
anlattıkça heyecanlanıyordu delikanlı. Ama bir taraftan da bana güvenemiyor
gibiydi. Genç, sakalı bile olmayan bu hocanın dediğine mi inanacağım, yoksa
koca koca hocaların dediğine mi inanacağım hesaplaşmasını yaptığı belli
oluyordu. Mahalle baskısından da korkuyor olabilirdi. Çok sevdiği hanımına ve çocuklarına
kavuşmasına da ramak kalmıştı. Bir hafta iç dünyasıyla hesaplaştı. Sahurda
başka konu konuşulmuyordu. Delikanlı bu arada hanımıyla da konuşuyordu galiba.
Bir hafta boyunca gerekli değerlendirmeleri yapmış ve
ikna olmuş olacak ki; yine sahur sofrasında hocam bizim nikâhı kıyar mısın?
dedi. Ramazanın bereketi işte bu dedim. Ramazan ayında inmeye başlayan Kur’an o
gün Şerafettin için yeniden nazil oldu. Ben nikâha gerek yok desem de ısrarcı
oldu. Kıydım nikâhlarını. Ancak, nikâhtan sonra Recai kapı dışarı edildi.
Şerafettin hemen ev bulamadığı için Recai evi ona verdi ve kendisi evsiz kaldı.
Recai alınmadı bu duruma, hatta sevindi, çocukların babasına ve babanın
hanımına ve çocuklarına kavuşturmasına vesile olmuştu, bundan daha büyük
mutluluk mu olurdu. Arkadaşının içinde bulunduğu durum zaten onu kahrediyordu.
O günden sonra, Şerafettin’inin kayınpederi yolda görse
bana yol verir ceketini düğmelerdi ve ben onun o halinden utanırdım.
Bu durum Nail Dural ve Yakup Taşçı’yı oldukça rahatsız
etti. Rahatsızlıklarını Haldun’a(Aykut’a) bildirmişler o da bana iletti. Tabii ki
emir olarak iletti. ‘ Teşkilatın hocalarının verdiği kararı sen nasıl bozarsın…?’
Bir gün Nail Dural çağırdı ve “hangi gerekçeyle sen
onlara nikâh kıydın?” dedi. Aynı ayetleri ona da anlattım. ‘Allah’ın ayetleri
ortada dururken siz nasıl bu insanları boşanmış kabul ettiniz, yazık değil mi o
insanlara, çocuklara, vicdanınız hiç mi sızlamadı?’ dedim.
Nail Dural olanca hiddetiyle, benim ayetleri anlayamayacağımı,
müçtehit olmadığımı ve benim Müçtehitlerin, âlimlerin verdiği kararı bozamayacağımı
söyledi. Tekrarı halinde başıma geleceklerden o sorumlu olmayacaktı… Ben
suyumun ısınmaya başladığını anlamıştım bu konuşmadan sonra.
Yakup Taşçı da Mevlana Camii kürsüsünden ilan etmiş aynı olayı;
‘Hüdaverdi Hoca, insanlara zina yaptırıyor.’ demiş. Günlerden bir gün Mevlana
Camii’nde yere oturmuş sohbet ediyorduk cemaatten birkaç kişiyle, birden bire üzerime
birisi saldırdı, “Sen misin ulan o hoca?’ Araya girdiler, ayırdılar yumruklar
havada kaldı… Öğrendim ki o kişi Mehmet Lekesiz’miş, Şerafettin’in amcası.
Benzer bir olayla Hof’ta karşılaştım.
***
Hof’tayım
1993 yılında Nürnberg’in Hof şehrine bölge sorumlusu
olarak teşkilat çalışması için gitmiştim. Çalışma bittikten sonra yanıma
cemaatten birisi yaklaştı ve beni evinde misafir etmek istediğini söyledi. Cami
derneği başkanı müsaade etmedi. Ancak o şahıs ısrar etti. “Başkanım durumumuzu
biliyorsun, hocam ile konuşmam gereken özel meselelerim var” dedi. Başkan müsaade
verdikten sonra eve gittik.
Çay kahve faslından sonra ev sahibi suç işlemiş gibi,
mahcup bir şekilde elini dizlerinin üzerine koydu, başını önüne eğdi ve “Hocam
bizim başımızda büyük bir bela var, her gelen hocaya soruyorum bana bir çıkış
yolu göstermiyorlar. Ne yapacağımızı şaşırdık. Sizin görüşlerinizin farklı
olduğunu duyuyoruz. Ayrıca Genel Merkez’den bir tanıdık, bu konuyu sizin
çözebileceğinizi söyledi bana. Bugün sizi evime misafir edişimin asıl sebebi
budur.” dedi.
Anlattı olan biteni, bir taraftan anlatıyor, bir taraftan
da ağlıyordu: “Müslüman çocuktur, cami cemaatindendir, evlendikten sonra meslek
yapar, bir iş tutar, geçinip giderler
dedim ve kızımı verdim delikanlıya. Rahat konuşsunlar birbirlerini iyi
tanısınlar diye hemen imam nikâhı da yaptık. Bir sene sonra düğün yapacaktık.
Ancak bu arada, kızım evlenmekten vazgeçti, zaten gönülsüz vermiştim. Kızımın
bu kararını içine sindiremeyen damat, intikam almak için kızımı bir türlü
boşamıyor. “Senin nikâhın bende, asla boşamam seni diyor.” Aradan üç sene
geçti. Boşanamadığı için de kızımı başkalarıyla evlendiremiyorum. Bize böyle
öğretti hocalar.
Damat başka bir kızla evlendi. Çocukları bile var. Benim
kızım kaldı ortada. Ne yapacağımı şaşırdım kaldım.” bana bir yol göster hocam…
Üçüncü örnek yine Berlin’den
Berlin’de doğmuş büyümüş bir çift. Evlilikleri 4 ay
sürmüş. Aileler işin içine girmiş. Ayrılmışlar. Kayınvalide ve kayın baba aynı
apartmanda oturuyorlar. Kız tarafı nikâh sırasında mahalle hocasının (DİTİB)
tespit ettiği hediyelerini ve Mehirlerini istiyor. Dini nikâhlarını kıyan din
görevlisi tespit edilen mihri kayıt altına almamış. Kız tarafı din
görevlisinden o günkü konuşulanları kâğıda dökmesini istiyor, hoca yaklaşmıyor.
‘Peki mahkemede tanıklık yapar mısın?’ diyor, hoca ona da yaklaşmıyor. Kız tarafı
Din Hizmetleri Ataşesi ’ne başvuruyor, o da ‘yapacağımız bir şey yok, hocayı da
anlamak lazım, böyle bir durumda o mahallede daha sonra sıkıntı çeker’ diyor.
Tabiatıyla, erkek tarafı da kızın Mehirlerini ve
hediyelerini vermek istemiyor. Sonunda, hem kız tarafı hem de erkek tarafı
birbirlerine meydan okuyorlar. Her iki taraf da cami cemaati. Beş vakit namaz
kılıyorlar.
Sadece Milli Görüş teşkilatlarında değil, diğer
cemaatlerde da aynı uygulama vardır. Bu uygulamayı yapanlar Bel’amlardır.
Müslümanın şerefiyle oynamak hiç bir kimsenin ve din görevlisinin haddi
değildir. Din böyle bir şeye cevaz vermez.
Karaktersiz bir karakter
Kur’an’da “Bel’am” karakteri önemli bir karakterdir.
Rivayetlere göre Bel’am b.Baura isimli kişi Hz.Musa zamanında yaşamış, Hz.
Musa’ya iman etmiş ama daha sonraları tercihini Firavun‘un iktidarından yana
koymuş, Hz. Musa’ya cephe almış ve Firavun ’un sisteminin ayakta kalması için Firavun’a
dinsel anlamda dayanak olmuştur. (Araf 175-176)
-Bel’am, Allah’ın vahyi ile tanışmış, iman etmiş ama daha
sonraları şeytanın ayak oyunlarına kapılmış, dünyalık çıkarı için dinini
satmış, peygamberini satmış, inananları satmış bir kimsedir. Bel’am din
bezirgânıdır, din pazarlamacısıdır. Karaktersiz bir şahsiyettir.
-Bel’am, bilgisi sayesinde tuğyan etmiş, ilmini paraya
çevirme peşine düşmüş, az bir para karşılığı dinini tahrif etmiş bir
şahsiyettir.
-Bel’am, heva ve hevesinin peşinden gitmiş, nefsinin
arzularını ilah edinmiş, ilmini önceleri Allah için kullanırken sistemin çarkına
dâhil olduktan sonra ilmini egemen güçlerin/ zorbaların/ müstekbirlerin
hizmetine sunmuş bir şahsiyettir.
-Bel’am, cahiliye sisteminin önemli bir faktörü haline
gelirken, egemen güce bağlılığını her fırsatta yineleyen, açıklayan ve sisteme
karşı çıkanları dindışı ilan eden yani kraldan fazla kralcı bir şahsiyet haline
gelmiştir.
-Bel’am önceleri Allah’a kul/ köle olurken, sonraki
hayatında Firavun ’un, iktidar gücün kulu/kölesi olmuş bir şahsiyettir.
-Bel’am, Allah’ın ayetlerini hatırlatan kimselere karşı,
köpeğin uluması, ürmesi gibi ulur ve canla başla inancın hayata hâkim olmasına
engel olmaya çalışan bir karakterdir. Allah Bel’amların şerrinden bizleri
muhafaza buyursun.
Çözüm
Birinci örnekte, evlilik gerçekleşmiş. Resmi daire, onların evliliğini kayıt altına almış. Ancak
erkek bir anlık öfkeyle karısını ‘boş ol, boş ol, boş ol’ diyerek geleneksel
din anlayışına göre boşamış. Evlenirken iki şahit bulmak şart iken, boşanırken
şahide bile ihtiyaç duyulmamış. Sonradan pişman olmuş erkek ama bu sefer
hocalar araya girmiş. ‘Hanımınla tekrar bir araya gelmek istiyorsan, hanımının
önce başka bir erkekle evlenmesi gerekir, o kocası da boşarsa o zaman onunla
evlenebilirsin. Yoksa evlenemezsin.’ demişler.
Erkeğin hanımını boşama yetkisi olmaz. Boşanmak için
mahkemeye başvurma hakkı vardır. Aynı hakka kadın da sahiptir. Bu durumda
boşanma gerçekleşmez. Çünkü boşamayı kanun adamı yapar. Önce tarafların
şahitlerini dinler, sonra kararını verir,
boşar veya boşamaz. Dinin emri böyledir. Erkek ‘Boşol, boşol, boşol’
demekle hanımını zinhar boşayamaz. Allah erkeğe böyle bir yetki vermemiştir.
Allah zalim değildir, zalimleri de asla sevmez. En ilkel toplumlarda bile
böylesine lakayt bir boşama olmamıştır. Son dinin mükemmel bir din olduğunu
söyler Allah. Mükemmel bir dinin boşanma ile ilgili hükmü erkeğin insafına
bırakılmamıştır. Taraf olan kişi hâkim olamaz. Erkeğin hangi olağan üstü
özelliğinden dolayı böyle bir yetki verilsin ki kendisine? Cevabı olmayan bir
sorudur bu.
İkinci örnekte, evlilik gerçekleşmemiş. Çünkü resmi
olmayan imam nikâhı hem İslâm Dini’ne hem de mevcut hukuka göre geçersiz bir
nikâhtır. İslâm’a göre herhangi bir devlet kurumunun yapılan nikâhı/ evliliği
kayıt altına alması gerekir. Kayıt altına alınmayan bir evlilik dinen ve
hukuken geçersizdir. Bundan dolayı, erkeğin “Ben seni boşamıyorum.” demesinin
dinen geçerliliği yoktur. Dolayısıyla kızın başka bir erkekle evlenmesine mani
bir sebep yoktur” dedim. Konuyla ilgili ayetleri hep birlikte gözden geçirdik.
Adam, hanımı ve kızı sevincinden ne yapacaklarını şaşırdılar, ağlıyorlardı
sevinçlerinden. Elleri ayaklarına dolaştı. Uzun uzun, teşekkür ettiler bana. O
aileyle, uzun süre irtibatımız devam etti.
Genel Merkez’e haber benden önce ulaşmış. Sefer Ahmetoğlu
hemen fetva heyetini topladı. Birkaç hafta bu konuyu tartıştık. Maalesef sonuç
alamadık.
Yukardaki iki örnekte, taraflar benim açıklamalarımdan
mutmain oldular. Birisi evlendi, öbürü de hanımına ve çocuklarına kavuştu.
Üçüncü örnekte ise, işin içine aileler girmiş, yeni
kurulan ailenin fertleri kendi kararlarını kendileri veremiyorlar. Söz sahibi
değiller. Aileler taraf olmuşlar. Çocukların geleceği ile ilgili kararları
aileler veriyor olmuş.
Erkek tarafı Mehir’i (Nisa 4) mutlaka verilmesi gereken
bir hak değil de, usulen belirlenen bir bedel olarak görüyor. Laf olsun torba
dolsun hesabı. Kur’an’ın şahitliğini ister gibi görünseler de, uygulamaya
gelince Kur’an hemen rafa kaldırılıveriyor. Tarafların insafına kalmış bir
mesele oluyor.
Nikâhı kıyan din görevlisi de zaten belirli bir süreliğine
gelmiş, biraz Euro kazanıp geriye gidecek, mahallede rahatının bozulmasını
istemediği için, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olmuyor. Hakikati gizlemeyi
kendi çıkarına daha uygun buluyor.
Ben ve erkek tarafını tanıyan bir arkadaşım, kız
tarafının elçisi olarak erkek tarafına gittik. Nikâh kıyan hoca ve damadın bir
arkadaşı da vardı konuşmada. Damadın babasıyla camide konuştuk. Oğul yoktu
orada, baba olmasını da istemedi zaten. Olumlu bir sonuç alamadık. Damadın
babası neredeyse bizi kovacaktı camiden.
Bu örnekte, bilhassa kız tarafı mahkemeye gidip haklarını
aramalıdırlar. Dini işin içine sokmamak gerekiyor. Madde, çıkar bir yerde
işin içine giriyorsa, orada din mutlaka istismar ediliyor. Bu istismarı,
Müslüman da yapıyor, Müslümanların önüne geçip de onlara namaz kıldıranlar, din
adına onlara nasihatte bulunan din görevlileri de yapıyor. Müslümanlar
Yaratan’a değil de para atana hizmet ettikleri sürece bu durum devam edecektir.
Kur’an böyle din adamlarına “Kitap yüklü merkep” (Cuma 5) diyor, "Allah'ın
ayetlerini az bir menfaat karşılığında satanlar…"(Maide 44) diyor. Bir
anlamda “Bel’am” lardır bunlar.
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder