“Eğin dedikleri küçük bir şehir /Ana ben yetimem çekemem kahır/ Yediğim
içtiğim ağu ile zehir/ Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya
dönmeye yeminli misin/ Eğin viran olmuş baykuşlar öter / Diken olan
yerde güller mi biter / Benim bu derdime derman mı yeter / Ya ben
ağlamayım kimler ağlasın /Şu garip gönlümü kimler eğlesin.”
Oğlum Zülfikar’ın CD çalara verdiği komutla Yavuz Bingöl başladı
okumaya: “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye
yeminli misin..”
Buram buram Anadolu kokusu bir anda dolduruverdi arabanın içini. İster
istemez burkuldu gönlümüz, gözyaşlarımız çoktan terk etmiş bile göz
pınarlarımızı. Ne zaman otoyolda bir türkü dinlesem bir hoş olurum.
Sanki sılaya gidiyorum gibi kıpır kıpır olur yüreğim. Sene 12 ay. Bizler
11 ay sıla özlemiyle yanar tutuşuruz, iki kişi bir araya gelince ilk
sorulan soru; bu sene izin var mı? olur. Ananı özlersin, babanı
özlersin, çocukluk arkadaşlarını özlersin, çocukken top koşturduğun
sokakları özlersin… Ama sadece özlersin. Her sene gidemezsin sılaya.
İstediğin halde gidemezsin. Ekonomik gücünüz yetmez her sene sılaya
gitmeye. Sen de her fırsatta sıla türküleri dinleyerek içindeki sıla
ateşini söndürmeye çalışırsın. “Dön gel ağam dön gel paşam Eğinli misin/
Sılaya dönmeye yeminli misin.
Bu bir Erzincan Türküsüdür. Eğin’in
ismini değiştirip Kemaliye yapmışlar, yanlış yapmışlar. Türkülere bile
konu olan şehrin ismini neden değiştirirler anlamam…
Eşim ve oğlum Zülfikar ile birlikteyiz “Eğin” türküsünü dinliyoruz.
Türkü bitiyor ve biz CD çaların başka bir türkü çalmasına müsaade
etmiyoruz. Uzun süren bir sessizlik hâkim oluyor içeriye. Bir zaman
sonra eşim sessizliği bozuyor. Su ister misiniz? Birer şişe su hepimize
iyi geldi, açıldık.
Oldukça yoğun geçen bir haftayı geride bırakarak çıkmıştık yola. Türkiye
özleminin dile geldiği ziyaretler yapmıştık devlet büyüklerimizle
Berlin’de. Ziyaret süresince ev sahipleriyle Türkiye ile Türkiye kökenli
insanların dertleriyle dertlenmiştik. Ne yapacağız, nasıl yapacağız?
sorularının cevabını aramıştık hep birlikte.
Önce Büyükelçimiz Sayın Ali Kemal Aydın Bey’e hoş geldin ziyaretinde
bulunduk. Türk Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Üyelerinden bazı
arkadaşlarımızla yaptık bu ziyareti. Sohbete nasıl başlayacağımızı,
nereden başlayacağımızı bilemedik. Alacağımız tepkileri hesapladık.
Çaylar söylendi, masa zaten önceden donatılmış, çok cömert davranılmış
masa hazırlanırken. Tanışma faslı, arada bir laf atmalar derken sohbet
ilerledi ve konuşulan kelimeler aynı kaba düşmeye başladı, hep birlikte
rahatladık ve yüzlerimiz güldü.
Derdimiz aynı, elimizde avucumuzda ne varsa döktük ortaya. Çözümler
üzerinde ayrıştığımız yerler var. Ancak bu ayrışmalar çözüme mani değil,
çözüme giden yollar da biliniyor, sadece araç-gereç ve yolluk sıkıntısı
var. Baktık ki, biz bu yolu birlikte yürüyebiliriz. Geç kalınmış olması
mazeret edilmemeli, kısa sürede yola çıkılırsa aradaki mesafe
kapatılabilir dedik. En önemlisi bu büyük yürüyüşe çıkmak için irade
ortaya koymak, biz de o iradeyi koyduk ortaya. Büyükelçimizin bizim
yaptığımız yol hazırlıklarını yerinde görmek ve incelemek için -vakit
bulursa- derneğimize kadar gelmek istemesi konuşulanlara verilen önemi
gösteriyordu. Ben ve arkadaşlarım, yol arkadaşımızı sevdik ve aynı yolda
dört sene birlikte yürümeye karar verdik.
Vatan birdir bölünmez, bayrak kutsaldır çiğnenmez ve çiğnetilmez,
geleneklerimizden, örflerimizden, adetlerimizden vazgeçilmez... Sayın
Büyükelçimiz Berlin’e hoş geldiniz.
Hemen ertesi gün sayın başkonsolosumuz M. Mustafa Çelik Beyefendi’ye de
hoş geldin ziyaretinde bulunduk. Aynı duyguları Mustafa Bey’le de
paylaştık. Onun derdinin de bizim derdimizle aynı olduğuna şahit olduk.
Teşhis tamam, tedavi için neler lazımdır onun derdine düştük: “Dernekler
arasında daha sıcak ilişkiler kurulmalıdır, Türkçenin, Türk Kültürü’nün
yok olmaması gerekir.” Birlikte yapılabileceğimiz çalışmaların altını
özenle çizdi Mustafa Bey. Bizi de sabırla dinledi. “9. Berlin Kurban
Bayramı Şenliği ”ne gelmeye çalışacağını, gelemez ise mutlaka temsilen
bir arkadaşını görevlendireceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Teşekkür
ederek ayrıldık mekândan. Mutlu ayrıldık. Başkonsolosumuzu da sevdik.
Sayın başkonsolosumuz Berlin’e hoş geldiniz.
Gurbette, sıla üzerine bu kadar yoğun bir programdan hemen sonra yola
çıkılırsa ve çıkılan bu yol da sılaya çıkmıyorsa, hüzün çöküyor
üstünüze. Otoyol çekilmez oluyor; çünkü sizi sılaya götürmüyor o yol.
İçimiz, içilen bir şişe sudan sonra serinledi. Ve bir zaman sonra, Grup
Abdal, CD çalarda yerini aldı. “Ervah-ı ezelde levh-i kalemden/Bu benim
bahtımı kara yazmışlar/ Bilirim güldürmez devr-i âlemden/ Bir günümü yüz
bin zârâ yazmışlar/Dünyayı sevenler veli değildir/ Canı terk edenler
deli değildir/ İnsanoğlu gamdan hâli değildir/ Her birini bir efkâra
yazmışlar/ Nedir bu sevdanın nihayetinde/ Yâdlar gezer yârin vilayetinde
/ Herkes diyârında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civâra yazmışlar
/Olaydım dünyada ikbali yâver/ El etsem sevdiğim acep kim ne der /
Bilmem tecelli mi yoksa ki kader / Beni bir vefâsız yâre yazmışlar /
Yazanlar Leyla’yı Mecnun kitabın / Sümmani'yi bir kenara yazmışlar.”
Grup Abdal devam etti çalıp çığırmaya, müdahil olmadık, bildiği gibi
yürüdü kendi yolundan.
Frankfurt’a vardığımızda akrep üçün yelkovan 12’
nin üzerinde duruyordu. Oğlum Hureyre ve kızım Dilruba Frankfurt’ta
yaşıyorlar. Etiyopya (Habeşistan) dan geldiler. Onlara hoş geldiniz
demek için çıkmıştık yola. Arabanın direksiyonunu bir türlü sılaya
döndüremeyişimiz ondandı.
Gerçekten hoş gelmişler. Habeşistan’ı anlattılar bize. Habeşistan’daki
insanların durumundan, onların acınacak hallerinden bahsettiler. İnsan
hakları savunucularının oralara fazla uğramadığından söz ettiler.
1.500 sene evvel Hz. Muhammed’in arkadaşları Mekkeli Müşriklerin
zulmünden kaçarak, Habeş Kralı Necaşi’ye sığınmışlardı. Sisteminin adı
“…demokratik cumhuriyet” değildi, krallıkla yönetiliyordu ülke, orada
insan haklarına sahip çıkan bir kral vardı. Kral Necaşi. Ülkesinin
kapılarını sonuna kadar Müslümanlara açan Necaşi.
14 sene kaldı Müslümanlar Habeşistan’da. Mekkeli Müşriklerin zulmünden
kaçan sadece onlar değildi. Peygamberleri Hz. Muhammed ve arkadaşları da
terk ettiler yurtlarını onlardan sonra. Onlar Medine’ye yerleşmişlerdi.
Hudeybiye barışından sonra gerçekleşen Mekke’nin fethi özlemlerin
giderilmesine vesile oldu. 14 sene sonra hep birlikte Medine’de
buluştular. O acılı günler artık geride kaldı. Aslında onlar orada ev-
bark, çoluk- çocuk sahibi olmuşlardı. Ancak bu sahip olunanlar, onların
sıla özlemlerini bitirememişti. Bizimki gibi.
Biz Almanyalı Türkiyeliler onlar gibi değildik. Kaçarak gelmedik
buralara; kendi devletimiz gönderdi bizleri. Karnımızı doyuramadığı için
gönderdi. Alın terimizi Almanya’da döktük, imar ettik Almanya’yı, en
ağır işlerde çalıştık, belimiz Almanya’da büküldü; ama karnımız doydu.
Karnımız doydu doymasına da yine aç kalırız korkusuyla bir türlü
dönemedik Sıla’ya. ‘Yeter artık dönün vatanınıza…’ diye bir davet de
almadık devlet yetkililerinden. Aradan geçen 55 yıl sonra geriye
dönmemiz daha da imkânsız hale geldi.
Çocuklarımız gözlerini dünyaya
Almanya’da açtılar, eğitimlerini burada tamamladılar. Avrupa’nın her bir
şehrine kök saldık. İki tane vatanımız oldu. Anavatan ve Babavatan.
Şimdilerde Anamız ile babamız kavga ediyorlar, onların bu kavgası bize
zarar veriyor. Bizler ne anamızdan ve ne de babamızdan vazgeçebiliriz.
Böyle bir tercihe zorlamayın bizleri. Bizlere zarar verecek tartışmalar
da yapmayın. Varsa meseleniz oturun bir köşeye sessizce çözün kendi
aranızda. Ama lütfen bizleri kavganıza malzeme yapmayın, sizlerin bu
kavgası; içimizi acıtıyor!
Sıla özlemi çeken insanların canı her gün biraz daha fazla yanar, içi
acır. Sılada işi-işyeri vardır, karnı doymaktadır, yaşam standardını da
bir seviyeye çıkarmıştır ama buna rağmen o “Ah vatanım” der. “Dön gel
ağam dön gel paşam Eğinli misin/ Sılaya dönmeye yeminli misin…”
Rüştü Kam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder