-Sinop-
“Peki Pehlivan dış bahçenin bir yerine dik” ağacını.
Ve Hüseyin Pehlivan dut ağacını dikmiş
bahçeye. Ağacın adına “teselli ağacı” koymuşlar mahkumlar. Aradan 10 sene
geçmiş dut ağacı büyümüş, yeşermiş ve meyvesini de vermiş. Pehlivan da 1969
yılında aftan yararlanarak tahliye olmuş. O bahçede gördüğünüz dut ağacı işte o
ağaçtır. “
Sinop’tayız
Otelimiz denize sıfır. Duvarını deniz
dalgaları yalıyor. Dalgalar geliyor ve şak diye bir ses çıkarıp geriye dönüyor.
Sabahattin Ali “Dışarıda deli
dalgalar/ Gelip duvarları yalar” diyor ya. İşte tam da öyle. Çok deli olmasa da otelin duvarlarını da yalıyor o dalgalar…Odalarımıza
yerleştik. Akşam yemeğimizi deniz manzaralı yemek salonunda yedik. Yemekten
sonra Sinop’u fazla bekletmek istemedik. Sinop’un gece hayatını tanımak gerek.
Hep birlikte yaya olarak yürüyoruz şehrin merkezine doğru.
Bir hayli yürüdük, şehrin
albenisi olan bir caddesi yok. Daracık bir ana caddede yürüyoruz, cadde boyu, hiçbir
estetiği olmayan yüksek binalar dizilmiş sıra sıra. Sanki üzerimize geliyorlar.
Oldukça sıkıcı bir cadde.
Taksi ile belki
içimizi açacak keyif verecek bir yer bulabiliriz diye düşündük. Görülmesi
gereken önemli yerleri anlatmaya çalıştı taksici. Ama öyle bir yer yoktu
Sinop’ta. Sonunda Sinop’un en yüksek tepesine çıkardı bizi. O çok kötü yolları
yokuş yukarı tırmanarak çıktık tepeye. Sinop’a hâkim o güzelim tepeyi sarhoşlar
ve kötü alışkanlıkları olan gençler mesken tutmuş. Oturup çay içebileceğimiz
bir mekân yok. Hayıflandık. Tenkitlerimizi taksiciyle paylaşmaya çalıştık, o da
beylik cümlelerle geçiştirdi bizi. Kim bilir günde kaç kişi aynı şeyleri
söylüyordur taksiciye…
O tepeden hemen
ayrıldık. Tat vermedi. Sahil kenarında bir mekâna götürmesini istedik
taksiciden. “Olur” dedi. Deniz kenarında bir yere bıraktı bizi. “Buradan dümdüz
giderseniz istediğiniz mekanları bulabilirsiniz” dedi. Estetiği olmayan hangar
gibi mekanlar. Gürültü baş döndürücü. Bir şeyler içip kalktık. Otele yaya
olarak döndük. Yolda muhabbete daldık. Muhabbet birdenbire kahkahalara dönüştü.
Taksici bizden 100 TL. almıştı. Oldukça fazla geldi bize. Sonradan sebebini
öğrendik ki; Recai hava olsun diye taksiciye 50 TL. verdiğini zannederek 200
TL. vermiş. Taksici paranın üstünü vermeye kalkmış, ama Recai hava olsun diye
üstü kalsın demiş. Taksiciler de birbirlerini haberdar etmişler durumdan. Bizim
taksici de onun için bizden 100 TL. istemiş. Sinop’un o bomboş sokakları
çınlamaz mı Recai’nin bu patronluğundan. Midemize kramplar girdi… Yokuş yukarı
iki büklüm gidiyoruz…Harika bir Sinop hatırası…Fıkra gibi.
Sabah kahvaltısını yine
otelin denize nazır olan salonunda yaptık. Taksi muhabbeti kahvaltıda da devam
etti. Duyanlar duymayanlara duyuruyordu…Saat 09’da otobüs hareket etti. Hedef Sinop Cezaevi.
Sinop
Cezaevinin
bahçesineyiz. Rehberimiz Mehmet Doğan Öz önce Sinop’un tarihi hakkında bilgiler
verdi: “M. Ö. 8. yüzyılda Ege kıyılarından gelen Miletliler, Sinop'a yerleşirler
ve şehre Sinope adını verirler. Yunan dilinde Sinope ırmak tanrısının kızının
adıdır.
Sinop Türkler tarafından ilk olarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuran
Süleyman Şah’ın komutanı olduğu bilinen Emir Karatekin tarafından ele
geçirilmiştir.
Daha sonraları Sultan Keykavus Sinop’ta yaptığı teşkilat ve tayinlerle
şehri kısa zamanda bir Türk ve Müslüman beldesi haline getirmiştir. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde devletin başlıca deniz üssü haline gelmiştir. Kırım’a
doğru yapılan seferlerde üs olarak kullanılmış, Karadeniz’deki donanma için
kışlak hizmetini görmüştür. Sinop Kalesi ve surlar şehrin en önemli
tarihi kalıntılarıdır. Sinop Arkeoloji
Müzesi'nde Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserler
sergilenmektedir.
Sinop Cezaevi
Dört
bin yıl öncesinde inşa edilen bu yapı, 14. yüzyılda zindan olarak kullanılmaya
başlanmış. 1887 yılında resmi olarak zindana dönüştürülmüş. 1999'a kadar
sayısız hükümlü burada alıkonulmuş.
Devasa büyüklüğü
ile dikkat çeken cezaevi, Grek, Pontus, Roma ve Bizans uygarlıkları tarafından
da kullanılmış. Hapishanenin üç tarafı denizlerle çevrilidir. Hapishaneden
kaçış pek mümkün değildir. Bu zamana kadar 2 kişi kanalizasyon yoluyla
hapishaneden kaçmayı denese de bu deneme başarısız olmuş ve ölümle
sonuçlanmıştır. Üç yanı denizle çevrili olduğundan mahkumlar yüksek nem oranına
maruz kalmaktadırlar.
Veysel Paşa
tarafından yaptırılan hapishanenin taş hamamı günümüzde hâlâ yerini
korumaktadır.
Sinop Cezaevi, 1999 yılında Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından müzeye çevrilmiştir. Devasa hapishanenin daracık
zindanları, labirent şeklindeki koridorları, 40 asırlık zamana meydan okuyan
demir kapıları oldukça etkileyicidir.”
Oldukça ürpertici bir yanı var cezaevinin. Ne
olduğunu tam olarak anlayamadığımız ağır bir koku hâkim odalarda. Rutubet
kokusu sinmiş sanki. Kocaman kocaman koğuşları var. Duvarları aşınmış. Parmaklıkları
paslanmış. Odalarda mahkumlar sizinle konuşuyor sanki. Her biri kendi hüzünlü
hikâyesini anlatıyor. Bazlarını zindana atmışlar ve prangaya vurmuşlar. Küçücük
bir oda, penceresi de yok. Mahkûm burada zincirlere vurulmuş. Kocaman bir demir
kapıyla da kapatılmış üzerinden mahkûm. Hangi suçu işlerse işlesin böylesine
işkence kabul edilemez.
Çocuk ıslahevi, kadınlar
koğuşu, metrelerce yükseklikteki taş surlar, gözetleme kuleleri, tarihe meydan
okuyan demir kapılar…,
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde
bu zindandan şöyle bahsediyor; "Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir
kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin
bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar
ejderha gibi dolaşır. Allah korusun,
oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”
Zaten Sabahattin Ali’nin yazdığı şiirlerinden
anlıyorsunuz cezaevinin insanlar üzerinde bıraktığı travmaları…Hapishaneyi
gezip te etkilenmemek mümkün değil.
Sabahattin Ali
Zamanın en önemli
tecrit noktalarından biri olan Sinop Cezaevi günümüzde Sabahattin Ali ile
birlikte anılır. Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşun duvarlarında eserleri
asılıdır. Ali’nin, Kuyucaklı Yusuf ve Aldırma Gönül eserlerini burada yazdığı
bilinmektedir.
Teselli Ağacı
Rehberimiz
fotoğraf çekmek için 20 dakika zaman verdi. Hapishanenin o ürperten
atmosferinden kurtulmak için, ben eşim ve birkaç arkadaş hemen çıkış kapısının
yakınındaki kahve gibi bir mekâna girdik. Biraz soluklanmak ve bir şeyler içmek
için. Orada hediyelik eşyalar da satılıyor… Hoşsohbet bir bayan hizmet ediyor
müşterilerine..., hapishanenin bahçesinde olan dut ağacının hikayesini anlattı
bize: Dut ağacını oraya Hüseyin Pehlivan adında bir mahkûm dikmiş. Hüseyin
Pehlivan Kafkas
göçmeni bir ailenin 3 çocuğundan biriymiş. 21 yaşında kan davası belasından
cezaevine düşmüş. Hapishanedeki imkanlardan yararlanarak okuma yazma öğrenmiş. Kendini
geliştirmiş. 1969 yılında çıkan af ile de cezaevinden çıkmış.
İşte bu Hüseyin Pehlivan; 1959 yılının bir gününde
hapishane müdürüne şöyle bir mektup yazmış:
Müdür de çağırmış Pehlivan’ı;
- Pehlivan maruzatım var diye yazmışsın, söyle bakalım
neymiş senin maruzatın” demiş.
- Pehlivan; “Sayın müdürüm, ben bir dut ağacı dikmek istiyorum.”
- “Nereye dikeceksin? Neden dikeceksin ve ne
yapacaksın dut ağacını? Yani dut büyüyecek, dut verecek, herkes bunun dutundan
yiyecek, sana da dua edecek öyle mi?”
- “Müdür Bey öyle değil, aslında
hem öyle hem de başka anlamı var”
- “Başka ne anlamı var?”
- “Dut ağacı büyüdüğü zaman 20
sene, 30 sene, 50 sene sonra, neyse kaç yıl sonra olursa olsun, büyüdüğü zaman
buraya gelen mahkumlar diyecekler ki; bu dut ağacını diken kişi idam mahkumuymuş, müebbet cezaya
çarptırılmış ve idamdan kurtulmuş. Müebbet cezayı da
bitirmiş çıkmış buradan diyecekler. Bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar
için. Ben bunu düşünüyorum, ben de daha ümidimi yitirmedim, ben bir gün
çıkacağım buradan hiç ümidimi yitirmedim müdürüm. Onlar da ümitlerini
yitirmeyecekler” demiş Pehlivan.
Müdür de etkilenmiş olmalı ki, Pehlivan’a;
-“Peki Pehlivan dış bahçenin bir yerine dik” demiş.
Ve Hüseyin Pehlivan dut ağacını dikmiş
bahçeye. Ağacın adına “teselli ağacı” koymuşlar mahkumlar.
Aradan 10 sene geçmiş dut ağacı
büyümüş, yeşermiş ve meyvesini de vermiş. Pehlivan da 1969 yılında aftan
yararlanarak tahliye olmuş. O bahçede gördüğünüz dut ağacı işte o ağaçtır. “
Bu hikâyeyi rehberimiz de anlatmıştı
içerde, tekrar dinledik. Ağlayalım mı sevinelim mi bilemedik. Yaşanmış öyle çok
hikayeler varmış ki, Sinop Cezaevi’nde anlata anlata bitirilmezmiş.
Fotoğraf çekmek için içerde kalan
arkadaşlarımız da geldiler, çaylarını da içtiler ve rehberimiz “haydi yolcu
yolunda gerek “ dedi ve üştük peşine.
Diyojen
Yol boyunca herkes yanındaki arkadaşına
Cezaevinde edindiği malumatı aktarıyordu. Derken bir heykelin önünde durduk.
Rehberimiz Mehmet anlatmaya başladı: “Sinop'un en önemli hemşerilerinden biri
ünlü düşünür Diyojen'dir. Diyojen M.Ö. 412’de Sinop’ta doğdu. Babası
şehrin ünlü bir bankacısıydı. Kuyumculukla ilgilenirdi. Baba-oğul iş birliği
içinde altın gibi değerli madenlerin içine demir-bakır-nikel gibi değersiz
madenler karıştırıp kalpazanlık yaptıkları için Atina’ya sürülmüşlerdi.
Atina’ya yerleştikten sonra, erdemli bir
insan olmayı savunan filozoflardan biri olan Diyojen; babasıyla yaptığı
kalpazanlıkları hatırlatanlara “Bu doğrudur. Bir zamanlar size benzemem
gerekmişti ve sizin gibi olmuştum. Ama siz benim şu an olduğum duruma asla
gelemezsiniz.” şeklinde cevap verecekti.
Diyojen, sıradan, düşünmeyen, sorgulamayan,
vurdumduymaz insanlardan nefret eder ve onları çok küçük görürdü, adam yerine
koymazdı. Bir gün öğle vakti
elinde fenerle sokakta gezerken, “neden yaktın gündüzün bu vaktinde bu feneri?”
diye soranlara “Adam arıyorum! Adam!” cevabını vermişti.
Diyojen, sokakta fıçının içinde yaşardı. Su
tasından başka eşyası da yoktu. Bir gün çeşme başında avucu ile su içen çocuğu
görünce, elindeki tası da bırakmıştı. Ona da ihtiyacının kalmadığını anlamıştı.
Diyojen’in Tarihe Damga Vuran Sözleri
“Dışarıdan güçlü gözüküyor olabilirsin, ama
savaşlar içeride kazanılır.”
“Birinin ne kadar akıllı olduğunu nasıl anlarsın”
diye soranlara. “Konuşmasından” der. “Peki adam ya hiç konuşmazsa?” Diyojen
cevaben; “O kadar akıllı olanına rastlamadım daha” der.
Bir gün Büyük İskender Diyojen’le karşılaşır.
İskender:
-“Benim kim olduğumu biliyor musun? Ben
İskender’im!”
-“Ben de Diyojen’im”
-“Ben Makedonya Prensiyim. Bana neden selam
vermezsin?”
-“Sen benim esirimin esirisin. Sana neden
selam vereyim ki?”
-“Ne demek istersin be adam?”
-“Bak ben nefsimi kendime esir ettim. Hiçbir
Dünya malında gözüm yok. Nefsimin istediği hiçbir şeyi yapmıyorum. Oysa sen,
nefsine esir olmuşsun. Gözün güç, altın, para ve toprakta.”
-“Benden hiç korkmuyor musun sen?”
-“Sen nasıl bir adamsın? İyi misin? Kötü
müsün?”
-“İyiyim tabi ki”
-“Neden ben iyi bir adamdan korkayım ki?”
-“Sevdim seni, dile benden ne dilersen”
-“Güneşimi kapatıyorsun. Gölge etme, başka ihsan
istemem senden.“
Bu cevap Pencüzerine dünyanın en güçlü adamı İskender,
yanındakilere döner ve der ki; “Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olmak
isterdim.”
Evet, rehberimiz
sevgili Mehmet Doğan Öz kardeşimizden bu hikayeleri Sinop’ta fıçının içindeki
Diyojen’in önünde dinleyince bir hoş olduk. Biraz önce Sinop Hapishanesi’nden
çıkmıştık. Penceresiz, rutubetli, karanlık o daracık hücrelerde kalın
zincirlerle prangalara vurulan o mahkumları ve onların ruh hallerini
hissetmiştik, empati yapmıştık. Şimdi de Diyojen çıktı karşımıza ve ondan da
alacağımız dersleri aldık. Ayet şöyleydi: “Yeryüzünde gezin dolaşın ve ibret
alın.”
Ve biraz sonra rehberimiz biliyor
musunuz Sinop’ta trafik lambası da yoktur demez mi... Nasıl ya…O ana kadar
dikkat etmemiştik. Evet trafik lambası da yok Sinop’ta (2018)…Trafik sağdan
akıyor. Herkes birbirinin hakkına riayet ediyor. Klakson sesi de duymadık. Ve aynı
zamanda Sinop, Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehirlerindenmiş. Sinop
geldiğimiz günden beri bizi şaşırtmaya devam ediyor. Dün akşam başka şeyler,
bugün de başka başka şeyler. Bakalım bizi bekleyen başka sürprizler neler
olacak Sinop’ta. Hedefimizde Alaaddin Camii ve Şehitler Çeşmesi var. Yürüyoruz
hep birlikte…
Alaaddin Cami
“Selçuklulardan Alâeddin Keykubat'a ait
olduğu bilinen Alaaddin Camii, 66 metre
uzunluğunda ve 22 metre genişliğindedir. Duvarları taşla örülmüştür. Biri büyük
olmak üzere ortasında 3, doğu ve batı taraflarında birer küçük kubbesi vardır.
Cami kuzey tarafından 12 metre yüksekliğinde büyük bir duvarla çevrilidir. Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’de başlattığı yeni bir uygulama var. Bu camide de
onu görüyorsunuz. Çocuklar babalarıyla ve anneleriyle birlikte geliyorlar
camiye. Caminin köşesine çocuk oyun parkı var. Değişik oyuncaklarla
zenginleştirilmiş bir park bu. Anne baba namaz kılarken çocuklar orada
oynuyorlar. Camide yeni yeni arkadaşlar da ediniyorlar.”
Çok akıllıca yapılmış bir uygulama.
Cami sadece namaz kılınan yer olmaktan çıkarılmış, asıl misyonunu icra etmeye
başlamış. Uygulamayı başlatan başkana şükranlarımızı sunduk. Rehberimiz Mehmet
Doğan Öz’den de cami ile ilgili geniş malumat aldık. Namazlarımızı cem ederek
kıldık ve ayrıldık camiden. Yürüyerek sahile doğru indik. Sahilde dolaştık ama,
hava rüzgârlı olduğu için tat vermedi biz de fazla açılamadık. Sahilde demirlemiş
gemileri seyretmekle yetindik.
Şehitler Çeşmesi ve Osmanlı düşmanlığı
Şehitler
çeşmesi var güzergâhımız üzerinde. Cumhuriyet kurulduktan sonra bazı çevrelerce
bilinçli olarak Osmanlı düşmanlığı başlatılmıştır. Bunu biliyoruz. O kadar ki,
bu düşmanlık zaman zaman okul kitaplarına kadar girmiştir. Padişahlar vatan
haini ve Kızıl Sultan olarak beyinlere kazınmak istenmiştir. Sinop Şehitler
Çeşmesi için de aynı karalama yapılmış. Şöyle ki; “Şehitler
Çeşmesi 30 Kasım 1953’te Rus donanmasının Sinop’a yapmış olduğu ani baskın
sırasında şehit olan Türk askerlerinin ceplerinden çıkan paralarla yaptırılmıştır.
Meydan çeşmesi olarak yapılan bu çeşme bir kenarı 3.8 metre olan kare planlıdır.
Kesme taştan yapılan çeşmenin üzeri kubbe ile örtülüdür...”
Çeşme ile ilgili yapılan bilgilendirme aynen
böyle. Yani çeşme şehit olan “askerlerin cebinde kalan para ile yaptırılmış.” Ne
kadar çirkin bir iftira. Osmanlı bu bilgilendirmeyle kefen soyucu durumuna
düşürülmüştür ve aşağılanmıştır.
Rehberimiz işin aslını, Sinop üniversitesi Su
Ürünleri Su altı Teknolojileri bölümü Öğretim Görevlisi Rasim Yaşar Tarakçı’dan
aktardı bize. Şöyle ki: “Bugüne kadar halk arasında yanlış bilgilendirmeler
sonucu, çeşmenin şehitlerin cebinden çıkan paralarla yapıldığı' anlatılmıştır.
Bu Osmanlı’yı küçük düşürmek amacıyla uydurulan bir hikâyedir. Osmanlı bu
uydurma ile ölü soyucu olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Böyle bir şey asla
söz konusu değildir. Zaten şehitlerin cebinden para çıktığını düşünmek bile
yanlış olur. O insanlar sadece hayatlarını kurtarmak için, her şeylerini
bırakıp denize atlıyorlar. Şehitlerin o dönemde şalvarlarının içinde cepleri
olduğunu bile düşünmüyorum. 'Şehitler Çeşmesi'nin yapımı için hesaplanan 107
bin Kuruş'un 50 bin kuruşunu, Osmanlı padişahlarının otuz birincisi ve İslam
halifelerinin doksan altıncısı olan Abdülmecid Han kendi cebinden karşılarken,
geriye kalan 57 bin kuruşu da dönemin yüksek rütbeli memurlarının yaptığı
bağışlarla gerçekleşmiştir. Çeşmenin mermerleri İstanbul'da yapılarak, posta
gemisi ile Sinop'a getirilmiştir. Çeşme için aranan su ise Sinop merkeze
yaklaşık olarak 5.5 km uzaklıkta bulunan 'Sultan Pınarı' nda bulundu. Bu su
aynı zamanda kale surları içerisinde bulunan 'Kuru Çeşme' ye de su vermektedir.
Çeşmenin ön yüzünde bulunan iki adet 'Tuğra' Abdülmecid Han’a aittir.” Konu ile
ilgili kitabenin aslının, Sinop Arkeoloji Müze Müdürlüğü Arşivi’nde olduğu
biliniyor.
Bu kadarı da fazla. Dedim ya Sinop bizi
şaşırtmaya devam ediyor diye.
Sinop Mantısı
Karnımız acıktı.
Öğle yemeği yiyeceğiz. “Sinop Mantısını yemeden gitmek olmaz” dedi rehberimiz.
Tavsiyeye uyduk…Teyzenin yerindeyiz. Garson yaklaştı, ondan tavsiye istedik; “Eğer ilk defa yiyorsanız karışık mantı deneyebilirsiniz” diye öneride
bulundu. Öneriyi kabul ettik. Karışık mantı geldi, yarısı cevizli yarısı
yoğurtlu olarak servisi yapılıyor. Sinop Mantısı’nın özelliği cevizli olmasıymış.
Ceviz tereyağında kavrularak mantının üzerine ilave ediliyormuş. Müthiş bir
lezzet. İlk defa cevizli mantı yiyoruz. Sinop’a gelip de Sinop mantısını
yememek olmazmış gerçekten.
Tavsiye üzerine hediyelik olarak Boyabat
ezmesinden de alarak Sinop’a veda ettik. Bir otobüs dolusu malzeme topladık iki
günde Sinop’tan. Herkes geldi mikrofona ve gördüklerini, Sinop’un üzerlerinde
bıraktığı olumlu ve olumsuz tesirleri anlattı. Ve sonrasında da Sabahattin Ali.
Sinop Cezaevi’nde yazdığı ve Edip Akbayram’ın bestelediği o anlamlı şiir.
“Aldırma gönül aldırma” koro halinde kaç kez söylenildi bu türkü bilemiyorum. Sadece
söylemiyoruz türküyü, aynı zamanda yaşıyoruz. Gurbet ellerde yaşadığımızdan
mıdır bilmem… Duygusallaşıyoruz ve göz yaşlarımızı tutamıyoruz…
“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
Dışarıda deli
dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Gönül aldırma
…………………”
Yol güzergahımızda Kastamonu var.
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder