8 Nisan 2023 Cumartesi

ÇAYKUR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ NE İŞ YAPAR?

-Yüce Mevla’m Türk Milletine her türlü nimeti vermiş; ancak kıymeti bilinmiyor- Rüştü Kam Türkiye yarımadalar ülkesidir. İki tanesi en büyüktür. Anadolu yarımadası ve Trakya yarı-madası. "Yalnız bir yanından, ana karaya bağlı, öbür yanları suyla çevrili kara parçasına yarımada denir."(TDK) Sanki Allah Türkiye coğrafyasını özene bezene yaratmış. Bu ülkede dört mevsim tamı ta-mına yaşanır. Yerin altı, madenleriyle, yerin üstü ise, tahıllarıyla, meyve ve sebzeleriyle oldukça zengindir. Bu yönüyle dünyanın gözü kulağı Türkiye’dedir. Tarihi süreç içinde de rahat bırakmamışlar bu toprakları. Kadim medeniyetler bir taraftan kurulmuş öbür taraf-tan yıkılmış bu topraklarda. Bu toprakların kıymetini bilenler gerektiğinde canlarını vermiş. Kıymetini bilmeyenler ise her devirde, başkalarıyla iş tutmuş. Sadece kendi çıkarları için bunu yapmışlar. Bundan dolayı da sürekli el değiştirmiş bu topraklar. Başkalarıyla iş tutanlar yine çoğalmaya başladı. Türkiye topraklarının kıymeti tarihte oldu-ğu gibi bugün de bazıları tarafından bilinmiyor. Tarih tekerrür ediyor. Bugün, Türkiye’ de var olan imkânlar doğru şekilde değerlendirilmiyor. Türkiye’ de üretilenler markalaştırıla-rak dünyaya tanıtılmıyor: Baklavası tanıtılmıyor, yoğurdu tanıtılmıyor, zeytini- zeytinyağı tanıtılmıyor, turşusu tanıtılmıyor, kahvesi tanıtılmıyor, üzümü- pekmezi tanıtılmıyor, tahini tanıtılmıyor ve çayı tanıtılmıyor. Hiç kimse tanıtım için elini taşın altına koymuyor. Herkes günlük kazancının peşinde. Ne koparırsa onu kâr sayıyor. Aşk yok, vizyon yok. Ben iddia ediyorum. Avrupa ülkelerinde yaşayan 6 milyon Türkiyeli olmasa. Türkiye ürettiği meyve ve sebzeleri de bugün olduğu kadar ihraç edemez. Ben Berlin’de yaşıyorum. Avrupa ülkelerinin yarısından fazlasını da gezdim. Gittiğim yer-lerde gözlemlemelerim oldu. Bilhassa gastronomi konusunda. Özellikle restoranlar da; Hint restoranlarında, Çin restoranlarında, Japon restoranlarında, Yunan restoranlarında, İran restoranlarında, Arjantin restoranlarında, Mısır restoranlarında vb. mekanlarda yaptım bu gözlemlemeleri. Yemek yedim oralarda. O işletmelerin sahipleri, kendi ülkelerinin sadece yemeklerini satmıyorlar, pazarlamıyorlar; mutfak kültürünü tanıtıyorlar. Yemek malzeme-lerini, servis için gerekli olan malzemeleri, tabakları, kaşıkları, fincanları, masa örtülerini kendi ülkelerinden getirmişler. Duvar desenleri de kendi ülkelerindeki kültür değerlerinden seçilmiş. İç dizayn da aynı titizlikle yapılmış. Seçilen müzik de kendi kültürlerinin müziği. Hatta bazı mekanlarda garsonlar giysileriyle de temsil ediyorlar ülkelerini. Örnekleri çoğal-tabilirim. Adeta, kendi ülkelerinin kültür elçisi gibi çalışıyorlar. Oralarda, Türk restoranlarına da gittim. Hâlâ gidiyorum. Berlin’de olduğu gibi oralarda da Türk mutfağından belli başlı yemekler var. Izgara çeşitleri ve döner. Bunun dışında fazla bir şey yok. İç dizayn ise sıfır. Dört masa sekiz sandalye koymuşlar ortaya. Duvarlarda Türk’e ve Türkiye’ye ait bir motif yok. Çoğu restoranda Türk kahvesi yok. Bazı restoran-lar da var ama onlarda makine kahvesi. Ne kokusu var ne köpüğü ne de yanında lokumu ve suyu. Fincanı da kalın ağızlı. Üzerinde Türk motiflerini ararsan bulamazsın, yok. Çay demliyorlar; Seylan çayı. O da ince belli cam bardak yerine büyük bardaklarda veya fin-canda servis ediliyor. Zevk yok. Estetik yok. Türkiye sevdalısı, Türk Kültürüne aşık, özverili, tanıtım için elini taşın altına koyan bir ba-bayiğide ben henüz rastlamadım. Belki vardır. Ama ben görmedim. Neden bu hale geldik, nasıl bu hale geldik? İnsan sadece midesini doldurmak için mi yemek yer? 1.000 yıllık kadim kültürümüz var bizim. Osmanlı Mutfağı gibi bir mutfak yok dünya-da. Kahroluyorum. İçim içime sığmıyor. Haksızlık etmeyeyim, bir tane gördüm; Avustralya’nın başkenti Kamberra (Canberra)’da bir restoran vardı. İslâm Toplumu Millî Görüş Teşkilatlarının Genel Merkezinde Eğitim Uz-manı olarak çalışıyordum o zaman. Konferans vermek için gitmiştik Yavuz Çelik Karahan’la birlikte. Karayoluyla Melbourne'den Sidney’e gidiyorduk. Başkente uğrayalım, çiğneyip geçmek olmaz dediler. Yemek de yeriz dediler. Olur dedik. Münasiptir dedik. Restorana merdivenle çıkılıyor. Daha merdivenlerden çıkarken Türk halılarıyla karşılaştık. Duvarlar Osmanlı hat sanatının, ebru sanatının, Türkiye’ye ait önemli yerlerin, tarihi eser-lerin örnekleriyle süslenmiş. Yemekler Osmanlı Mutfağı'ndan seçilerek hazırlanmış. Köpüklü Türk kahvesi ikram ettiler, közde pişiriliyor su ve lokumla servis ediliyor. İnanın, içecekleri sayarken Osmanlı şurubunu da sayıyor garson. Garsonlar Türk motifleriyle dikilmiş elbise-leri giymişler. Masa ve sandalyeleri de Osmanlı oyma sanatının ürünleri. İçeriye girdiğimizde Hafız Burhan söylüyordu: ‘Makber’. Türk sanat musikisinden örnekler-le yedik yemeğimizi. Gururlandım, duygulandım, büyülendim, dokunsalar ağlardım. Avust-ralya kıtasındayım. İşte budur dedim. Kültür elçiliği böyle olur dedim. Restoranın sahibiyle tanıştım ve kendisini tebrik ettim. Ben Denizliliyim. İlahiyatçıyım. Yazarım. Gazeteciyim. Ha-ber.com internet haber portalin-de haftada bir yazıyorum. Dini konularda yazdığım kadar kültürümüzle ve tarihimizle ilgili yazılar yazdığım da oluyor. Yıllardan beri Rize çayı üzerinde yazılar yazarım. Sesimi duyurabildiğim birkaç restoran oldu. Bildiğim bazı arkadaşlarım da evlerinde Rize çayı demlemeye başladılar. Berlin Büyü-kelçiliği’n de bile Rize çayı demleniyor artık. Bu konuda Büyükelçi Ahmet Başar Şen de duyarlılık gösteriyor ve beni hassasiyetimden dolayı takdir ediyor. 2021 yılında köşemde Rize Çayı üzerine bir tanıtım yazısı yazmıştım. Çaykur Genel Müdür-lüğünden aradılar ve tebriklerini sundular, ben de kendilerine bir teklifte bulundum. Büyü-kelçiliklere ve Başkonsolosluklara tanıtım açısından birer bakır kazan gönderirseniz üzerin-de Çaykur’un da logosu bulunan bir su kazanı ve yanında bakır demliği olan bir kazan, tanıtım açısında anlamlı olacaktır dedim. “Çok güzel düşünmüşsünüz teşekkür ederiz, Tür-kiye’ye geldiğinizde sizlerle karşılıklı bir çay içmek isteriz” dediler. Memnun oldum. Ülkem için güzel bir iş yaptığım için gururlandım. Ancak aradan iki seneye yakın zaman geçti. Ne kazan geldi ne de demlik. Zaman zaman o beni arayan makam sahibi kişiyi de aramama rağmen gelmedi. “İşte... biz oradaki temsil-cimize bu işi havale ettik, en kısa zamanda sizinle irtibat kuracaktır” gibi oyalayıcı mantıkla bugüne kadar geldim. 12 Nisan’da(2023) Kançılaryada kurulacak iftar sofrasına davetliyim. Büyükelçi Ahmet Başar Şen soracaktır bana; “Kazanlar nerede kaldı Rüştü Bey” diyecektir. Beyefendi’ye verecek cevabım olsun diye, bir hafta önce tekrar aradım o malum şahsı. “Yarın temsilci-mizle görüşüp seni arayacağım” dedi. Ben bir hafta bekledim ama ne arayan var ne de soran. Sonra da bu yazıyı yazmayı kendime görev bildim. 2022 yılının Ekim ayında Türk Eğitim Derneği’nin organize ettiği bir geziye katıldım. ‘Doğu Anadolu Kültür Gezisi’ ne. Kars’tan başladık geziye. Malatya’dan geriye döndük. Her ilde kaldığımız otellerde ve yemek yediğimiz restoranlarda tüketilen çayın Rize Çayı olmadığına şahit oldum. Neden Rize Çayı demlemediklerini sordum yetkililere. Cevap, “kaçak çay da-ha ucuza geliyor” oldu. Onlar Seylan çayına kaçak çay diyorlar. Orada arkadaşlarıma ve kendime ‘Çaykur Genel Müdürlüğü ne iş yapar?’ diye sordum. Cevap çok acı… Demek ki Türkiye’de, Türkiye’de üretilenlerin tanıtımı yapılmıyor. Tanıtım için otellere ve restoranlara gidilmiyor. Onlara gerekli indirimler ve ödeme kolaylıkları sağlanmıyor. Mekân sahiplerinin açıklamalarından anladığımız odur. Muasır medeniyetlerin seviyesine ulaşmaya çalışıyoruz yıllardan beri. O nemenem bir me-deniyetse bir türlü ulaşamıyoruz. Yönümüzü batıya çevirdiğimiz için kendimizdekini de unuttuk. Kompleks sahibi olduk. Kendisine ve kendi kültürüne düşman, yabancı, başka bir millet olmasa gerektir dünyada. İnsanları asimile etmeyi, savunmasız insanların üzerine bomba yağdırmayı, insanları ülkelerinde rahatsız edip mülteci durumuna düşürmeyi mede-niyet olarak görüyor bizim insanımız. Ben burada herhangi bir ülkenin çayını kötülemek için yazmıyorum bunları. Ben, benim ülkemin çayının niçin değerlendirilmediğini, niçin aranan çay olmadığını sorguluyorum. Ya-zıktır günahtır. Sadece Çay mı? Hayır, diğer mamuller de böyle. Türkiye sevdalısı, Türkiye aşığı insanlar olmayınca bu işler yürümüyor. Herkes cebini düşünüyor. Kısa gün kârı peşinde herkes. Belki yarın görevden alınır değil mi? Belli mi olur, dünyanın bin bir türlü hali var. Su akar-ken testiyi doldurmak gerek…! Avrupa’da 6 milyon insanımız yaşıyor. Aile hesabıyla 2 milyon aile olsun. Her ay bir kg. çay tüketilsin o ailede. Ayda iki milyon kg. çay yapar. Senede 24 milyon kg. çay demektir. İşletmeleri saymıyorum, kurumları saymıyorum, dernekleri saymıyorum, camileri saymı-yorum… Sadece Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin tükettiği çay bile tek başına Rize’yi kal-kındırmaya yetecek durumdadır. Çaykur gibi önemli bir kurumun başında oturanlar; ben size daha ne diyebilirim ki. Ancak sorabilirim, tanıtım için Çaykur logosu olan iki adet bakır su kazanını bile, iki seneden beri Berlin’e gönderemeyen Çaykur Genel Müdürlüğü ne iş yapar?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder