30 Haziran 2024 Pazar

BALKANLAR GEZİSİ (VI) BOSNA- HERSEK Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024

- Soykırımın o kapkara günlerinde, umudunu asla yitirmeyen Bilge Kral Aliya’nın, “Düşmanlarımız burada, dostlarımız nerede?” sitemli sorusunu, gecikmeli de olsa, “Buradayız!” diye cevapladık- Rüştü KAM ha-ber.com Aliya’nın vasiyetini kulaklarıma küpe yaptım. 90’lı yıllara gidip geldim. Bugün Gazze ne ise o gün Bosna da aynıydı. Yanıyordu Bosna ve Bosnalı. Dumanı arşa kadar yükselmişti. Avrupalı susuyordu. İslâm ülkeleri susuyordu. Herkes susuyordu. Bir tek Bosnalı Müslüman susmuyordu, avazı çıktığı kadar bağırıyordu ama onun sesini de işiten yoktu. Ben yapabileceğimi yaptım, duamı ettim; “Allah’ım sadece Müslümanları değil, bütün insanları vahşetten koru.” Ben böylesine hayallere dalmış giderken, kulağımda bir ses; ‘30 dakika mola. İhtiyaç molası.’ Aynı zamanda pişi molası. Annem yapardı çocukluğumda. Yolun solunda biraz yukarıda bir restoran var. Yokuş yukarı yürümemiz gerekiyor. Kalabalık. Herkes pişi kuyruğuna girmiş. Biz de girdik sıraya. O kadar seri çalışıyorlar ki; sıranın ne zaman geldiğini anlayamadım. Yanında ayranı da var. Yağlar akışmıyor, sanki yağda pişmemiş gibi. Lezzetli. Annemin pişisi daha lezzetliydi tabi ki. Ormanın içindeyiz. Kuşlar eşlik ediyor melodileriyle. Akort tamam. Detone de olmuyorlar. Cır cır… Koro halinde okuyorlar şarkılarını. Hiçbir sanatkâr bu kadar kalabalık seyirciye konser vermemiştir. Bütün orman onları dinliyor. Tabii biz de. Ahengi bozan bir ses, Recai’nin sesi; “Herkes otobüse, geç kalan 5 Euro ceza öder! …“ Otobüse binince, arkadaşlar, benden dua yapmamı istediler. Önce Kur’an okudum. Arkasından da birkaç ilahi. Sonrasında duamı da yaptım. Duamın merkezinde, kazasız belasız turumuzu tamamlayarak sevdiklerimize, sevgililerimize, çocuklarımıza kavuşmak vardı. Âmin sesleriyle çınladı arabanın içi. On yedinci kültür gezimizi yapıyoruz. Bütün gezilerimizde eşim hep yanımdaydı. Son iki gezide yalnızım. Emin kardeşimin Fatma Anası yok artık. Zaman zaman hüzün çökse de üstüme, arkadaşlar bu hüznü dağıtmasını başarıyorlar… Allah onlardan razı olsun… Her gezide değişik insanlar gezilerimize katılıyorlar. Hepsi dünya tatlısı insanlar. Ben onları seviyorum. Galiba onlar da beni… Bosna’ya kavuşmamıza az bir zaman kaldı. Yine bir ses. Bir saat ihtiyaç molası. Öğle yemeğini burada yiyeceğiz. Burada, bu coğrafyada, başka bir yerde bulamayacağınız bir lezzetle tanışacaksınız. Kuzu çevirme. İndik otobüsten. Dağın zirvesinde, ormanların içinde bir restoran. Aşağıdan nehir akıyor. Tam bir doğa harikası. Çocukluğumda babam (Allah rahmet eylesin) yapardı kuzu çevirmesini. Uzunca bir demire kuzuyu boydan boya geçirirdi. Evin önünde kocaman bir kavak ağacı vardı, o ağacın dibinde yapardı bunu. Kuzuyu da kendisi keserdi. Yerden 50 santim kadar yüksek olan karşılıklı iki de küçük küçük duvar örmüştü. Duvarın üzerine bir düzenek yerleştirirdi. Düzeneğe bağlı olan o kuzuyu eliyle yavaş yavaş döndürerek pişirirdi. Ateşini fazla harlamazdı. Nar gibi kızarırdı mübarek. Babam bu ziyafeti bütün aile bir araya toplanınca yapardı. Yıldan yıla, bazen de iki yılda bir. Bosna’da başka yapıyorlar. Kocaman bir hangar. İçine fırın yapmışlar. Fırında odun kömürü kullanıyorlar. Hangarın dışında iki tane kocaman kocaman çark dönüyor, suyun gücüyle dönen çarklar bunlar. Su değirmeni gibi düşünün. Dışarda çarklar döndükçe içerde kuzular da dönüyor. Kuzuları şişlere takmışlar, 10 tane birden. Ağır ağır dönerek kızarıyorlar. Üç saatte kızarırlarmış. Fırının başında bir görevli var. Herhalde günde beş litre ter döküyor olmalı. Kızaran kuzular yan tarafta parçalanarak servis için mutfağa gidiyor. Patates haşlamasıyla servis yapılıyor. Patatesler, fırının yan tarafındaki başka bir bölümde et suyuyla haşlanıyor. Oksijeni bol, püfür püfür esen rüzgâr, aşağıda iki dağın arasından yıllardır usanmadan, üşenmeden biteviye menziline ulaşmak için akan bir de nehir. Şimdi burada o kebap yenmez mi. Yenir elbet, biz de yedik zaten. Yemekten sonra ben fotoğraf çekme derdine düştüm. Herkes otobüste yerini almış. Ben hariç. Recai de kaçırmadı fırsatı hem de bu sefer 10 Euro aldı benden. Savunmamı almadı bile. Yaşam Tüneli (1993) Başçarşı’dan önce, Yaşam Tüneli’ne doğru çevirdik direksiyonumuzu. Doğru olan da buydu. Önce, imkansızın başarıldığı o malum tünele gitmek lazımdı. O tüneli görmeden, hikayesini dinlemeden, Bosna’da savaş döneminde neler yaşanmıştır onu anlamak mümkün olmazdı. Bosna’nın Şerife Bacısı, Kara Fatma’sı olan ev sahibesi Sida Teyze’mizin elini öpmek lazımdı. Hayır duasını almak lazımdı. Avrupa Millî Görüş Teşkilatları Genel Merkezi’nde çalışırken Bosnalı İlyas kardeşimle birlikte lojistik destek sağlayanlardan birisiydim ben. Şimdi Şida Teyzeden vize almadan şehre mi girilir. Bana yakışanı yaptık. Allah’ım Sen nelere kâdirsin… Saraybosna dört yılda beri kuşatma altındaymış. Şehrin etrafını Sırplar sarmışlar. Şehre giriş de çıkış da yasaklanmış. Peygamberimiz ‘in de içinde bulunduğu Kureyş Kabilesi’ne uygulanan ambargo gibi. Halk aç susuz bî ilaç sefil olmuşlar. Açlıktan susuzluktan yüzlerce Boşnak ölmüş. Onlara insani yardım ulaştırmak için bir şeyler yapmak lazımmış. Aliya başkanlığında subaylar toplanmışlar ve bir karar almışlar. O insanlara insani yardım ulaştırmanın tek yolu havaalanının altından tünel kazmakmış. Sadece havaalanı tarafı açıkmış ama orası da Birleşmiş Milletlerin gözetimi altında tutuluyormuş. Kararı uygulamaya koymuşlar. Saraybosna Havaalanı’nın altından tünel kazmak için kollar sıvanmış. 800 metre uzunluğunda, bir metre genişliğinde bir metre 60 santim yüksekliğinde bir tünel kazmışlar. Dört ay dört günde tamamlanmış tünel. Boşnak askerlerin her birinin en az 1.80 olduğunu düşünürsek tünelin ne kadar zor şartlarda kazıldığını tahmin etmek o kadar zor olmasa gerektir. Sırp katiller tarafından dünya ile ilişkisi kesilen halk biçare şekilde ölümü beklerken birdenbire yüzlerce insan çıkıverir toprağın altından mantar gibi. Hayattan ümidini kesmiş olan o insanları yeniden hayata döndürmek için gelmişlerdir. Onların neye ihtiyacı varsa hepsini yanlarında getirmişler. Mucize değildir de nedir bu? Vücutlarında kan dolaşmaya başlamıştır halkın. Ellerine silahını alan dalar düşmanın ortasına, yermisin yemez misin… Tıpkı Çirmen Savaşı’nda 70 bin kişiyi darmadağın eden 800 Osmanlı askeri gibi. Tünele her gelişimde ayrı bir hüzün kaplar içimi. Lanet olası savaşta, Sırp katillerin uyguladığı soykırım sırasında, Saray Bosna’da, kuşatma altında tutulan halka, insani yardım ulaştırmak için binbir güçlükle açılmış olan Tüneldir o tünel. Yaşam Tüneli. Onun için adı yaşam tünelidir. İşte, Türk Eğitim Derneği’nin üyeleri olan bizler; yaklaşık 200 bin insanın öldüğü savaşta 300 bin insanın hayatta kalmasına neden olan o tünelin kapısındayız. Önümüzde delik deşik olmuş bir ev var. Kolar Ailesi’nin evi. İki katlı. Tünel fikri kendilerine ulaşınca hiç tereddüt etmeden ve para da almadan evlerini orduya bağışlayan aile. Bizim önünde toplu olarak hatıra fotoğrafı çekilemediğimiz gazi evin sahipleri. İnsanlara zulmetmek için Sırp olmak gerekmez. Sırp ruhlu insanlar her zaman vardır. Irkı da önemli değildir. Kendi nefislerini tatmin etmek için insanlara zulmetmekten zevk alırlar… Kolvar Ailesinin ve Sida Teyze’nin fedakarlığı sadece evi hibe etmekten ibaret değilmiş. Onlar da görev almışlar tünel kazısında. Sida Teyze, tünel bitinceye kadar orada çalışan askerlere yemekler pişirmiş su dağıtmış, umut kaynağı olmuş askerlerin. Bizim Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Şerife Bacılar gibi… Önce bir odaya aldılar bizi, tünel ve savaş ile ilgili bilgilendirmek için almış olmalılar. Ancak ne söylediği anlaşılamayan bir tanıtım filmi izledik. Doğru dürüst bir tanıtım filmi yapmak o kadar mı zordur. Sonra da Tünele giriş yaptık. Daha başlangıçta kanımız donmadı desem yalan olur. Ben biraz da sulu gözlüyüm galiba… Evin alt katı müze olarak kullanılıyor. Tünelde kullanılan malzemeleri, toprak taşımasında kullanılan el arabalarını, insanların yiyecek taşıdığı çuval ve sırt çantalarını orada görebiliyoruz. Kumları boşaltmak için kullanılan kamyon da evin önünde duruyor. Tünelin 20 metrelik kısmı açık ama oraya girmeyi yasaklamışlar. O açık olan tünele paralel bir tünel daha kazmışlar. 20 metre kadar. Bizi oraya aldılar. Eski tüneli güvenlik sebebiyle kapatmışlar. Ben eşimle beraber 2017 yılında o orijinal tünele girmiş ve orada yürüyerek askerlerin ruh halini az da olsa içime sindirebilmiştim. Müzede savaşta ölenlerin adlarının yazıldığı listeler ile savaş sırasında yaşananları anlatan fotoğrafların yer aldığı, askeri malzemelerin sergilendiği bir de oda var. Burada yer alan fotoğraf panosunda ise Kevin Spacey, Michael Moore ve Morgan Freeman gibi pek çok ünlü oyuncu, yazar, düşünür ve devlet başkanlarının burayı ziyaret ettiklerinde çektirdikleri fotoğraflar yer alıyor. Tünel ziyareti bizde derin duygular uyandırdı. Başçarşı Sebili Başçarsı’nın giriş kısmında yer alan çeşme (Sebil), şehrin simge yapılarından biri. Sebil çeşmesi. 1753 yılında Mehmet Paşa tarafından, taş ve ahşaptan inşa ettirilen bu çeşme harika bir Osmanlı eseri. Şehrin buluşma noktası olan Sebil ve çevresi oturup dinlenmek, bir şeyler içmek için ideal bir yer. Başçarşı’nın kalbi niteliğindeki bu Sebil hemen girişte. Bugün hâlâ ayakta. Duruşuyla meyden okuyor bütün dünyaya. Sebil etrafında uçuşan güvercinler, onlara buğday atan insanlar, çocuklar ve geçip giden yüzlerce insan. Burası her daim hareketli ve cıvıl cıvıl. Gece görüntüsü ise bir başka güzel. Oturun ve sadece seyredin olup bitenleri. Bosna-Hersek savaş öncesinde çok kültürlü bir şehirmiş. Bilhassa Saraybosna’ da Boşnak, Hırvat, Sırp ve Yahudiler birlikte yaşarlarmış. 500 yıldan beri bu böyleymiş. 1992-1995 yıllar arasındaki savaşta, insanlar ayrıştırılmış, Müslümanlar Bosna’dan atılmak istenmiş. Hatta Sebil Çeşmesini bile yıkmak istemiş Sırplar. Sadece çeşmeyi değil Müslümanlara ait tüm eserleri yıkmak istemişler, yıkmışlar da. Yıktıkları yıkamadıklarından daha fazlaymış. Ancak Sırplar, kendilerinden başka bir hesap yapanın daha var olduğunu unutmuşlar. “Onlar hileli düzenlerine karşı bir düzen kuran vardır.” (Neml Suresi, 50) Siz siz olun, Başçarşı Sebili’nden su içmeyi sakın unutmayın. Biraz da soluklanın orada. Etrafınıza bakın. Güvercinlere buğday atın. Başçarşı’ya ruhunu veren Arnavut kaldırımlı sokaklarda tarihe yolculuk yapın ve kaybolun o küf kokulu dehlizlerde… Ne gam. Gazi Hüsrev Bey (1480-1541) Hüsrev Paşa, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bosna’da uzun süre görev yapan sancak beyidir. Babası Boşnak annesi Türk’tür. Sultan II. Bayezid’in torunudur. Bosna’da İslam kültür ve medeniyetine hayat veren kişi Gazi Hüsrev Bey’dir. Hüsrev Bey, İstanbul’da Enderûn mektebinde yetişmiştir. Türbesi kendi inşa ettirdiği Hüsrev Bey Külliyesinin avlusundadır. Caminin duvarında Sultan Abdülaziz tarafından gönderilen kutsal emanetler vardır (1876). Emânât-ı Mukaddese şehre girerken 101 pâre top atışı ile selamlanmıştır. Her sene Kadir gecesi bu emanetler, halkın ziyaretine açılırmış. Hacca gidemeyen Boşnaklar, hayatlarında en az bir kere Hüsrev Bey türbesine gelip ziyaretlerde bulunurlarmış. Toplam 17 yıl Bosna’da sancak beyliği yapmış olan Gazi Hüsrev Bey, 18 Haziran 1541 tarihinde Karadağ’ın Drobnjaci şehrinde çıkan bir Sırp isyanını bastırırken Mokro köyünde şehit düşmüştür. Ruhu şâd olsun. Saat Kulesi Orada bir saat kulesi var. Saraybosna Saat Kulesi, Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'da. Gazi Hüsrev Bey Camii'nin yanında. Ay takvimine göre çalışırmış. Beş asırdan beri hiç şaşmadan zamanı göstermeye devam edermiş. Bir görevli tarafından haftada en az bir gün saatinin mekanizması kurulurmuş, temizliği yapılırmış. Abdurrahman Akgül kardeşim yanıma yaklaştı ve bana dedi ki; “Hocam geçtiğimiz ülkelerin hepsinde saat kulesi var. Şehre kimlik kazandırıyor. Göze de hoş görünüyor. Denizli'ye de yapılması için ön ayak olsak nasıl olur?” Güzel olur elbet dedim. Çok güzel düşünmüşsün dedim. Belki birileri yetkililere bu teklifi ulaştırırlar da Çınar meydanına bir saat kulesi dikerler. Türkiye’den Avrupa’ya her sene binlerce devlet yetkilisi gelip gidiyor. Ben Türkiye'nin dokuz sene de dokuz bölgesini her bölgesinde 10 gün kalarak dolaştım, Avrupa'dan esinlenerek yapılmış bir güzellik göremedim, göremedik. Temizlik dahil, tuvalet temizliği de dahil. Ören yerlerinin ve müzelerin düzenlemeleri de dahil. Saraybosna’da Türkiye İzleri Saraybosna şehir merkezinde, birçok yapıda levhalar var. Üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı, Türkiye İş birliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve örneğin Konya gibi Bursa gibi Büyükşehir Belediyelerinin logoları bulunuyor. Balkanlarda, özellikle tarihi eser, eski han ve camilerin yeniden inşasında Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük pay sahibi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Park ve cami avlularında bulunan oturma banklarında Türkiye’nin değişik belediyelerinin isimleri yazıyor. Bunlar göğsümüzü kabartıyor elbet. Daracık sokaklar, alçak binalar, el sanatçıları, kitapçılar, hediyelik eşya satanlar, bakırcılar, baklavacılar, kuruyemiş ve lokumcular, esnaf lokantaları, çay ve kahvehaneler… Sanki Türkiye’deyiz. Üstüne üstlük bir de her vakitte ezan sesi yok mu? Ruhumuzu dinlendiriyor. Müslüman bir beldede olduğumuz hatırlatıyor. Avrupa’da değil sanki Türkiye’deyiz. Allahu Ekber… Lâ İlahe illallah… Bosna’da çay kültürü gelişmemiş. Saraybosna’da daha çok Türk kahvesi meşhur. Neredeyse her köşede kahve içmek için bir imkân bulunuyor. ÇAYKUR Genel Müdürlüğü’nün Bosna’ya uğramaları gerekiyor anlaşılan. Bosna’da köfteye “cevapcici’’ diyorlar. Köfteler parmak gibi, uzun ve ince. Yemek porsiyonları büyük ve doyurucu. Boşnak Böreği ise harika. Ayranla birlikte ikram ediliyor. Çıtır çıtır bir börek. Ispanaklı, peynirli, kıymalı, patatesli olarak servis ediliyor. Başörtülü, uzun boylu, ceylan gözlü, beyaz tenli o güzel Boşnak kızlarının elinden yiyoruz börekleri. Başörtüleriyle dünyaya meydan okuyorlar. Evet biz Müslümanız. Küllerimizden yeniden doğarız. Biz bir ölür bin diriliriz. Ne Sırpların soykırımı ne de Birleşmiş Milletlerin Hollandalı ihaneti… Çok kısa sürede hazırlanıp tel tel dökülen bu böreğe bayılıyoruz. Her köşe başında börekçi var ama yine de siz tavsiye edeceğim yere gidin…Sebil çeşmesinden aşağıya doğru ilerleyin solunuzda cami kalacak, caminin köşesinden dönün sola ve ilk sokaktan sağa girin işte orası. Bana dua edeceğinizden eminim. Afiyet olsun. Bosna Kütüphanesi Bosna-Hersek kütüphanesi orada nehrin kenarında yıllardan beri insanlığa hizmet veriyormuş. İçinde altı milyon kitap ve arşiv belgeleri bulunduruyormuş. Ülkenin hafızası konumunda bir mekanmış. Endülüs mimarisiyle inşa edilmiş. Sırplar bu kütüphaneyi ateşe vermişler. Avrupalı dedeleri gibi. Müslüman Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudilere ait el yazması eserlerin de bulunduğu bu kütüphaneyi Sırplar yakmışlar. Üç gün boyunca cayır cayır yanmış. 155 bini el yazması olmak üzere iki milyon eser Avrupa'nın göbeğinde kül olup gitmiş. 25 Ağustos 1992. Çetnikler de geçmişler karşısına pişmiş kelle gibi sırıtarak seyretmişler. Osmanlı’nın 500 sene barış içinde adaletle yönettiği Bosna-Hersek, avazının çıktığı kadar bütün dünyaya bağırırmış; medeni! Avrupa'nın ortasında bağırırmış. Gözyaşı olmuş bağırmış, alev olmuş bağırmış, kül olmuş bağırmış, kan olmuş bağırmış ve bağırmış. Ancak sesini kimselere duyuramamış. Hatta demokrat Avrupalılar; Sırplar, Bosna -Hersek’e rahat bir şekilde tecavüz edebilsinler diye; kollarını ve bacaklarını yanlara açarak onlara yardımcı olmuşlar. Birleşmiş Milletler (BM) de bu rezaleti sadece seyretmişler… İşte biz bugün tam da buradayız. Kütüphanenin önünde. O yaşanmışlıklardan geriye kalan eserleri görüyoruz, çekilen acıları sadece hissetmeye çalışıyoruz. Hepsi o kadar. Suikast Köprüsü Hemen karşımızda bir de köprü duruyor. Suikast köprüsü. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda yaklaşık 85 milyon insanın ölümüne sebep olan suikast işte tam burada gerçekleşmiş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Veliaht Prensi Franz Ferdinand ve eşi Sophia burada öldürülmüş. Saraybosna’nın en eski köprüsü olan Latin Köprüsü’nde (28 Haziran 1914). Üzerinden yüz seneyi aşan zaman geçmiş. Geziyoruz görüyoruz ama. Ne kadar ibret alıyoruz onu bilmiyorum. İnat Evi Köprünün biraz ilerisinde yamaca yaslanmış vaziyette duran bir de ev var. İnat evi diyorlarmış o eve. Önünde durduğumuz kütüphanenin yerindeymiş eskiden o ev. Belediye istimlak etmek istemiş, ev sahibi “hayır demiş, evimi yıktırmam.” Israr edilince; “nehrin öbür yakasına aynısını inşa ederseniz o zaman olur” demiş. Evin bütün malzemelerini titizlikle nehrin öbür kenarına taşımışlar ve o evi aynen oraya inşa etmişler. Şimdi orası restoran olarak kullanılıyor. Adı İnat Kuça. İnat evi demekmiş. Bosna Hersek’le İlgili Kısa Bilgiler 500 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde varlığını sürdüren Bosna-Hersek, 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kontrolüne geçmiş. Bu süreçte Bosna-Hersek Şubat 1992’de bağımsızlığını ilan etmiş. Bu bağımsızlık kararını tanımayan Sırplar, 1992-1995 yılları arasında sürecek kanlı bir savaş başlatmışlar. 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından biri burada gerçekleşmiş. Yaşanan savaşta 100.000’in üzerinde Boşnak hayatını kaybetmiş. Batılı ülkeler, etnik temizlik yürüten Sırpları sadece seyretmişler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu en büyük soykırımın (Srebrenitsa soykırımı) yapılmasına yardımcı olan Hollandalı askerler memleketlerine döndüklerinde Hollanda hükümeti tarafından “madalya” ile ödüllendirilmişler. Helal olsun koçlara! … Kovaći Şehitliği “Beni şehitlerimin arasına defnedin!” Bu, Aliya’nın vasiyetidir. Vasiyet şöyledir: “Öldüğümde Osmanlı şehitleriyle ve Bosna şehitleriyle yan yana yatmak istiyorum. Benim yanım onların yanıdır. Beni ayrı bir yere defnetmeyin, zira benim ziyaretime gelenler onlardan da dualarını esirgemesin, mahzun da kalmasınlar.’’ Vasiyet yerine getirilmiş ve şehitlerinin arasına defnedilmiş. Aynı gaye için şehit olan mücahitleri birbirinden sadece yol ayırıyor. Yolun sonunda da Aliya’nın müzesi var. Arkadaşlarımızın bazıları yorulduklarını bahane ederek Aliya’yı ve vatanları için savaşırken şehit düşen o mücahitleri ziyaret etmek istemediler. Biraz önce yaşam Tünelini gördük. 200 bin Boşnak’ın vatanı uğruna mücadele verirken şehit düştüğünü öğrendik. Bosna’nın hafızası olan kütüphanenin yakıldığını öğrendik v.d. Ancak arkadaşlarımızdan bazıları, 500 metre yürüme mesafesinde olan o şehitlerimizi yattıkları yerde ziyaret edemediler. Yorgunluklarını bahane ederek yaptılar bunu. Ben ne diyeyim yani şimdi. Boşnakların ve aynı zamanda Avrupalı Müslümanların özgürlüğünün en önemli temsilcilerinden Bosna Hersek'in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'in, Bilge Kral’ın kabrinin de bulunduğu Kovaći Şehitliği’ni ziyaret edip şehitlere en azından bir Fatiha okumadan dönmek ne kadar doğru oldu? Emin olun; ben o kadar zor soruları cevaplayacak bilgi donanımına sahip değilim. Beni aşan sorular bunlar. Aliya İzzetbegoviç'in kabri, hilal şeklindeki bir havuzun ortasında bir yıldızı simgeliyor. Ve bu havuzdan diğer mezarlara akan sular, altından ırmaklar akan cennetleri andırıyor. Bilge Kral sen yerinde rahat uyu. Senin emanetine sahip çıkan yüz binler var. Seni örnek alarak yolunda yürüyorlar. Sen Rabbinin sevgili bir kulu imişsin ki; O sana halkın için hiç yoktan bir devlet kurmayı nasip etmiş; Bosna-Hersek devleti. Aliya’nın vasiyetini hatırlayarak şehitlikten ayrıldık. Osmanlı'nın şehitleriyle yan yana defnedilmişler. Aradan bir yol geçiyor. Gerçek bir mücahid, Peygamber yolunun yolcusu ve yiğit bir dava adamı görmek istiyorsanız yüzünüzü Bosna’ya çevirmeniz yeterli olacaktır. O dava eri, Boşnaklara imkansızlıklar arasında yoktan bir devlet inşa etmiştir. O yiğit adam; orada savaş arkadaşlarının tam ortasında sizleri bekliyor. Sadece beklemiyor çağırıyor da… “Unutma, Türk'ün evladı! Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla! Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız. Ama sen, bizim yaşadıklarımızı sakın unutma! Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork…Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık. Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik. Türk'ün Evladı! Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O ne bir dinin ne bir ırkın ne bir dilin ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi. Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma!” Onun bizim duamıza ihtiyacı yoktur. Bizim onun yaptıklarına şahit olarak yolumuzu onun ışığıyla aydınlatmamıza ihtiyacımız vardır. Devam edecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder