28 Eylül 2024 Cumartesi

BALKANLAR GEZİSİ

BALKANLAR GEZİSİ (X) KARADAĞ (II) -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Balkanlarda, TİKA aracılığıyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek önemli adımlar atılmış. O adımları görmek bizleri gururlandırdı. TİKA levhalarını her Balkan ülkesinde görmeniz mümkün. TİKA, Balkan ülkelerinin kaynaklarını sömürmek için gitmemiş oraya, halka, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından istifade ederek, daha müreffeh bir yaşamı nasıl yakalayacaklarını öğretmeye gitmiş, başarılı da olmuş- KOTOR Karşımızda mükemmel bir tablo var. Hangi Ressam’ın fırçasıyla hayat bulduysa bulmuş, kusursuz bir tablo. Özene bezene yapıldığı belli. Büyüleyici bir manzara. Kotor. Kotor Kalesi 9. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasında Kotor'u işgallerden korumak amacıyla inşa edilmiş. 1420'den 1944'e kadar, Osmanlı kuşatması dahil olmak üzere sürekli saldırı ve işgallere, depremlere bir şekilde dayanarak günümüze kadar gelmiş. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Kotor, “Adriyatik Denizi’nde, Nova Körfezi kıyısında bulunan küçük bir kaleden ibarettir. Kale bir kaya üzerindedir ve etrafı verimsiz, taşlık, ormanlık dağlarla çevrilidir.” (EÇS, 2010: 130) Piri Reis de Kotor’u ‘at eğeri’ ne benzetir: Kalenin üzerinde yüksek bir dağ vardır ki yazın öğleden sonra dağın harareti kaleye vurur ve çok sıcak olur. Çünkü güneşe karşı bir yerdir. Dağın iki tarafından iki su akar ve denize dökülür. Bu dağ iyi bir nişandır. Çünkü uzaktan at eğeri gibi görünür. İyi bir limandır. Çünkü, kale önüne kadar büyük gemiler gelebilirler.” Eğer ne demektir: “Eğer, en basit tanımı ile hayvan sırtlığı, binek hayvanlarının sırtına konan, üstüne rahat oturulabilecek yer” dir. Eğer, hayvanın sırtına yerleştirilmeden önce keçe ya da pamuktan üretilmiş belleme adı verilen bir koruyucu atın sırtına yerleştirilir. Sonra üzerine eğer konularak kolan ile hayvanın gövdesine sabitlenir. Türk kültüründe eğerin önemli bir yeri vardır. Atasözlerine bile konu olmuştur. Mesela şöyle denir: “Ata eğer gerek, eğere er gerek.” Bu deyim, elde edilen başarıda aletin ve insanın önemini belirtmek için söylenmiştir. Hiciv sanatında da ustalıkla kullanılmıştır eğer: "Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma Zer-dûz palan ursan eşek yine eşektir.” Anlamı şöyle: Aslı bozuk olana üniforma soyluluk mu verir; eşeğe altın işlemeli eğer/semer vursan eşek yine eşektir. Mehmet Akif Ersoy boşuna dememiştir, “Karadağ haydudu” diye. Karadağlılar Osmanlı’nın yıkılmasında pay sahibidirler. İhanetleri âşikârdır. Piri Reis Kotor’u at eğerine benzetirken gelecekte olacaklar acaba kendisine malum mu oldu dersiniz. Varın kararı siz verin. Osmanlılar Kotor’u fethetmemişler, önce adet olduğu üzere onlara eman vermişler; olumlu cevap alınca da sadece vergiye bağlamakla yetinmişler. Kotor Körfezi’ni kontrol altında tutan Herceg Novi şehri zaten Osmanlı şehriymiş. Bundan dolayı da kalenin fethini zaman kaybı olarak görmüşler. Ek masraf da var elbet…Osmanlı bir yere giderken orayı tarumar etmeye değil, imar etmeye gidermiş. Bunu Kotor uygulamasında görüyoruz. Osmanlılar, meydan savaşlarında ve kale kuşatmalarında, önce eman verirlermiş. Sonra savaş devreye girermiş. Yani savaş ikinci plandaymış. Eman şöyle: “Eğer İslam’ı din olarak seçerseniz veya Osmanlı sancağı altında yaşamayı kabul ederseniz; canlarınız, mallarınız, ibadethaneleriniz güvence altındadır. Teklifimizi kabul etmezseniz, o zaman kılıçlarımız gök girecek kızıl çıkacaktır.” Kotor’a da aynen bu teklif yapılmış. Teklif kabul edilince de kendileriyle savaşılmamış. Vergi karşılığında halk kaldıkları yerden yaşamlarına devam etmiştir. Kotor yağmalanmamıştır, talan edilmemiştir. Kültür değerleri muhafaza edilmiştir. Sadece bazı kiliseler camiye çevrilmiş, yine ibadethane olarak işlevini devam ettirmiştir. Kadına-kıza, ihtiyara ve sivil halka dokunulmamıştır. Savaş ahlakı Kur’an buyruğudur. Osmanlının gittiği yerde halk tarafından kabul görmesi bu ahlakından dolayıdır. Üzüm bağlarından geçerken canı üzüm çeken asker, üzümlerden koparmıştır. Koparmasına koparmıştır da ancak bedelinden daha fazla altınını da bağın dallarına asmıştır. Kul hakkının gözetilmesi. İnsana saygı. Kültüre saygı. İnanca saygı. Savaşta olsan da saygı… Kale önündeyiz Saatin akrebi 10’nun yelkovanı da 12’nin üzerine geldiğinde, Kotor Kalesinin önüne gelmiştik. Skurda Nehrinin kenarında otobüsten indik. Kotor rehberimizi, orada bizi bekliyor olarak bulduk. Genç ve güzel bir bayan. Kotorluymuş. Karadağ kadar güzel. Alımlı. Türkçesi de güzel. Kotor’a en çok Türk ziyaretçi geliyormuş. Meslek icabı öğrenmiş Türkçeyi. Her birimize telsiz dağıttı. “Anlatılanları ben duyamıyorum, biraz yüksek sesle konuşur musunuz?” gibi bahanelere son vermek için yapılıyor olmalı bu uygulama. Bu uygulama benim hoşuma gitmedi. Rehber önden biz arkadan Kotor’u dolaşıyoruz. Radyo dinler gibi dinliyoruz rehberi. Rehberle göz göze gelmeden anlatılanları anlamak ve sindirmek ne mümkün. Şehrin ana giriş kapısı olan Batı Deniz Kapısından (1555) tarihi şehir merkezine girdik. Silah Meydanı olarak tanıtıldı, ilk adımı attığımız o meydan. Kotor’da benzer meydan çok fazla var. Orta Çağ’da silah pazarının kurulduğu yermiş burası. Dar, dikdörtgen şeklinde bir meydan. Silah meydanı; saat kulesi, dük sarayı, Napolyon tiyatro binası ve cephanelik binasına ev sahipliği yapıyormuş. Elbette etraftaki restoran ve kafeteryalarını da unutmamak lazım. Giriş kapısının karşısında saat kulesi var, 1602 yılına tarihlenirmiş. Şehrin simgelerinden birisiymiş. Kulede birisi giriş kapısı tarafında, diğeri ise onun sağında kalan iki adet saat var. 19. Yüzyılda monte edilmiş. 1667 depreminden ciddi anlamda etkilenen kule ön tarafa doğru biraz eğilmiş, misafirlerini selamlamak için olmalı. Saat kulesinin hemen altında, uç tarafı piramit biçiminde olan bir kaide var. Eski dönemde insanlar bir suç işlediklerinde onu bu taşa bağlarlar ve gelip geçenlerde kişinin suçuna göre bağırıp çağırır, domates fırlatır, hatta yüzüne tükürürlermiş. İki amaç güdülüyormuş bu uygulamayla: İlki suçluyu halk önünde rezil ederek cezasını çektikten sonra mümkünse şehri terk etmesini sağlamak. İkincisi de vatandaşlara "ayağınızı denk alın, dikkatli olun, yoksa sizin sonunuz da böyle olur..." mesajını vermek. Daracık sokaklardan devam ediyoruz Kotor’u turlamaya. Un Meydanı çıkıyor bu sefer karşımıza. Evet yanlış duymadınız Un Meydanı. Bir dönem şehrin un pazarı burada kurulurmuş. Aynı zamanda un ambarları da burada bulunduğu için ismi böyle kalmış. Bu küçük meydan şehrin önemli iki küçük sarayına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki Pima Sarayı. İkincisi Buca Sarayı. Bu saraylar kalburüstü ailelere ait saraylarmış. Kotor enteresan bir yer. Şehir sokakları belirli bir plan dahilinde oluşmamış, bu yüzden de gezmenin en iyi yöntemi kaybolmak olsa gerek. Ama emin olun ki kaybolmanız da çok zor zira nereye giderseniz gidin mutlaka şehrin birkaç meydanından birine çıkacaksınız. Bazı yerlerde sokaklar birbirini dik kesiyor bazı yerlerde ise birdenbire sağa sola bükülüveriyor. Sokaklar aynı genişlikte değil. Binalar da standart bir kat sayısına sahip değil. Tam bir Orta Çağ şehri. Tarihte yolculuk. Huzur veriyor. Hele bir de elini tutarak o sokakları birlikte arşınladığınız ve sohbet ettiğiniz sevgiliniz varsa yanınızda… Arşınlamak: Bir yerde, geniş adımlarla gidip gelmek, amaçsızca dolaşmak, volta atmak demektir. Cümlede şöyle kullanılıyor; "Adam, sigara ağzında, eli arkasında bahçeyi arşınlamaktaydı." Kısa süre içinde tur tamamlandı ve serbest zaman verildi, iki saat. Her birimiz bir yana dağıldık. Zeynep Hanım, Ayhan, Suna Hanım ve Gülseren Hanım bizler bir grup olduk. Kotor’da cami arıyoruz. Daracık sokaklarda dolaşıyoruz. Esnaflara soruyoruz, “bilmiyoruz, bildiğimiz kadarıyla burada cami yok” diyorlar. Derken Afrika ülkelerinden geldiğini tahmin ettiğimiz bir esnafa Suna Hanım yaklaştı ve sordu. O da önce eliyle tarif etmek için yeltendi ve sonra karar değiştirerek sanki böyle bir soruyu bekliyormuş gibi hemen düştü önümüze, o önden biz arkadan daracık sokaklardan geçerek camiye ulaştık. “Solda ikinci katta dedi.” Teşekkür ettik kendisine. Bizden ayrılırken de “Selemün aleyküm” dedi ve elini kalbinin üzerine koyarak hafif eğildi. İşte sana uluslararası bir iletişim cümlesi. İslâm ne kadar da güzel bir din… Caminin, Suudi Arabistan tarafından finanse edildiğini duvarlardaki ilanlardan anladık. Osmanlı yıkılınca, mirasına sahip çıkan da olmayınca, Suudi Arabistan devreye girmiş. İyi ki girmiş… Cami ikinci katta. Oldukça geniş. Arkada sınıflar var. Kur’an kursu olarak kullanılıyor olmalı. Namazlarımızı camide kıldık ve ayağımızı oradaki rahlenin üzerine kaldırarak biraz da dinlendik. Camiden ayrıldıktan sonra Osmanlılar üzerine konuşmaya başladık…İttihatçıları ve Jön Türkleri yatırdık masaya…Osmanlı topraklarını ne hale getirdiklerini görünce dertlendik…Sadece dertlenmedik elbet, biraz da verdik veriştirdik… Sonra da bir yerde kahve içtik. Fotoğraflama işlemleri de bittikten sonra söylenen saatte söylenen yerde buluştuk. Deniz kapısında. Hedefimizde Budva var. BUDVA Budva, Adriyatik Denizinin kıyısında, Helenistik dönemden Osmanlı dönemine uzanan zengin geçmişe sahip. Harika bir yer. Evliya Çelebi Kotor’dan sonra güneye inerek Budva şehrini ziyaret etmiş. Budva hakkında verdiği bilgiler şöyle; “Budva, Venedik Frengi kalesidir. Deniz kıyısında dörtgen şekilli şeddadi (çok büyük ve sağlam) taştan yapılmış küçük, beyaz, hoş bir kaledir.” (EÇS, 2010: 130). Budva’da gezilecek yer sadece eski şehirmiş (Old Town). İki saatte rahatlıkla gezilebilirmiş. Otobüsten indikten sonra 30 dakika kadar yaya yürüdük ve kaleye ulaştık. Yürüyüş hepimize iyi geldi. İkişer üçer kol halinde sohbet ede ede yürüyoruz, bazen parklardan geçiyoruz bazen de kaldırımlardan yürüyoruz. Arnavut kaldırımlı dar sokakları ve göz kamaştıran sahiliyle hem doğal hem de tarihi mekânlar bir arada, iç içe. Müslüman nüfus, nüfusun %1’i kadarmış. Budva’da cami mevcut değilmiş. Kalenin içinde tarihi bir şehir var; restoranı, sanat galerisi, sergi odaları, tarihi eşya ve maketleri ile eski bir kütüphanesi var. Sergilenen maketlerden en çok dikkatimi çekenler gemi maketleri oldu. Kristof Kolomb’un gemisi Caravella Santa Maria da burada. Bu gemi, Kolomb’un 1492 yılında gerçekleştirdiği deniz seyahatinde kullandığı gemilerden en büyük olanıymış. Ayrıca Orta çağdan kalma St. Mary Kilisesi’nin kalıntıları da burada. Kale, Balkanlar’a adanmış en değerli kitap ve harita koleksiyonlarından birine de ev sahipliği yapmaktaymış. Sergi bölümünde, önemli sayıda kitap ve elle boyanmış tarihi haritaların çok nadir örneklerini görmek mümkün. Orada ilerde dans den kız heykeli var. Bu heykel, Budva’nın simgelerindenmiş. Kaleden çıktık. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapmak istedi ama. Zamanımız kısıtlıydı. Dönüş yolunda deniz kenarında balık yemeyi ihmal etmedik. Sonra da Kosova’ya doğru çevirdik dümenimizi. Sveti Stefan Adası Kosova yolunda ilerlerken, otuz dakika kadar yol aldıktan sonra, otobüsümüz kenarda durdu. Neden durduk anlamaya çalışırken, önemli bir adadan bahsedildi. Onu görmek ve fotoğraflamak gerekiyormuş. Hep beraber indik. Orada denizin ortasında bir ada var. Sveti Stefan Adasıymış. Ada, 15. yüzyılda küçük bir balıkçı köyü imiş. Osmanlı donanması Karadağ şehirlerini fethetmek için Budva ve Kotor dahil olmak üzere tüm körfezi kuşatma altına aldığında, adayı saldırılara karşı korumak için etrafını surlarla çevirerek adayı korunaklı bir yerleşim yeri haline getirmiş. Uzun yıllar boyunca güvenli yaşamın adresi olan Sveti Stefan adası, 19. Yüzyılda önemini kaybetmiş. Ada halkı da şehri terk etmiş. 2007 yılında oldukça yüklü bir meblağ karşılığında adayı 30 yıllığına Singapur kökenli International Group of Aman Resorts firması kiralamış. Sonra da turizme açmış. Hollywood yıldızları, dünyaca ünlü şarkıcılar, ünlü sporcular, milyarder iş adamları, devlet adamları vb. tarafından tercih edilen bir tatil ve eğlence yeri haline gelmiş. Zenginin malı züğürdün ağzını yorarmış derler ya doğu galiba…Otobüste bir süre sohbet konumuz o ada oldu… Sonuç Artık Türkiye’nin Karadağ ile ortak bir bağı ve sınırı yok. Aradan 100 sene geçmiş. Ayrıca iki devlet arasında yüzlerce kilometre mesafe var. Tarihte yok yere yaşanan acılar içe atılarak ve kinler bir tarafa bırakılarak bu günlere gelinmiş. TİKA aracılığıyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek önemli adımlar atılmış. O adımları görmek bizleri gururlandırdı. TİKA levhalarını her Balkan ülkesinde görmeniz mümkün. TİKA; kaynakları sömürmek için gitmemiş oraya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından istifade ederek, daha müreffeh bir yaşamı nasıl yakalayacaklarını öğretmeye gitmiş. Sadece tarihi eser restorasyonu yapmıyormuş TİKA, aynı zamanda oralarda üretilebilecek ne varsa meyve ve sebze cinsinden, onların en kolay yoldan nasıl üretileceğini de öğretiyormuş- Yani, o insanlara balık tutmayı öğretiyormuş… Bilhassa tarım alanında çok büyük yol kat etmişler. TİKA; 1992 yılında Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olarak kurulmuş. 28 Mayıs 1999 'da Başbakanlığa bağlanmış. TİKA, Orta Asya, Balkanlar, Afrika, Doğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere, yaklaşık 150 ülkede görev yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tek, Teknik Yardım Kuruluşuymuş. Gel de övünme, gururlanma… Karadağ devleti de geçmişte olduğu gibi, Türkiye’nin kendisine daima dost elini uzatacağından eminmiş. Osmanlı torunu olmak böyle bir şey…Ne kadar anlamlı… Devam edecek

24 Eylül 2024 Salı

BALKANLAR GEZİSİ (X) KARADAĞ (I)

-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde okuma yazma bilenlerin sayısını ortalama 10.6 gösterenlere cevap, tarihçi Kemal Karpat’tan gelmiştir: “Osmanlı topraklarında okuma yazma bilenlerin oranı ortalama %59,7 dir.” Ottoman Population (Osmanlı Nüfusu 1830-1914) isimli kitabının okunması tavsiyemdir. Ama kastedilen Osmanlı sonrasında kurulan cumhuriyetin ilk kuruluşundaki okuma yazma bilmeme oranı ise; o başka hesaptır- Türk Eğitim Derneği Balkanlara kültür ve araştırma gezisi düzenledi. Osmanlının devlet olarak kurulduğu coğrafyaya gitti. Sekiz ülke gezdi. Ben de bugüne kadar Balkan ülkeleri ile ilgili gördüklerim ve bildiklerim ışığında dokuz yazı yazdım, bu onuncusudur. Yazı serisi devam edecek. Nelere şahit olduk o topraklarda onları siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Biz o topraklarda, bırakın insana uygulanan soykırımı, kültürel değerlere bile uygulanan soykırım vahşetine şahit olduk. Emperyalist ülkelerin kışkırtmasıyla Osmanlıya karşı başkaldıran ırkçıların uyguladığı vahşete. Yüreğimiz sızladı. Balkanlar şurada. Gidin görün. Siz de şahit olun o vahşetlere. Öyle masa başında oturarak yazılmış birkaç kitabın yalan yanlış yazdıklarıyla tarihte olup bitenleri sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. Ben siz saygıdeğer okuyucularım için yazdım ve yazmaya devam edeceğim. Okuyalım: Balkanlarda Osmanlı tebaası olarak yaşayan ve 600 sene el üstünde tutulan halkın ırkçılık damarı emperyalistler tarafından parlatılmış. Halklar da getirisini-götürüsünü hesaplamadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmışlar. Sonuç ortada. Yazımın başında sözü hemen kendisi de Balkanlarlı ve Arnavut olan ve orada olup bitenler karşısında ciğeri cayır cayır yanan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’a bırakmak istiyorum: “Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı, Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı... Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu, Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu. Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa Kimi bin türlü fecâ'atle çekilsin kucağa... Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl... İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl, Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti! Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti? Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.”… Mehmet Akif Ersoy’un içi öyle yanmış olmalı ki, gördüğü o ihanetler yüzünden bu dizeler kaleminden bir anda dökülüvermiştir. 600 sene o topraklarda adaleti sağlamak için canla başla çalış, insanlara insan olduklarını hatırlat, huzur içinde devam edip giden yaşamın içine birileri gelip ırkçılık çomağını soksun ve halkın kavmiyet duygularını kamçılayarak milliyetçilik duygularını öne çıkarsın, sonra da kardeş kardeşin kanına girsin ve Mehmet Akif de sussun öyle mi? Susmamış zaten. Yukardaki dizelerde okuduğunuz gibi vermiş veriştirmiş… Allah rahmet eylesin. Vatan- millet ve din uğruna hayatından vazgeçen büyük insan; biz şimdi Sen’in söz ettiğin o insanların yaşadığı topraklardayız, 600 senenin sonunda geriye ne kalmış görmek ve ibret almak için geldik buralara. Üstadım; sen az bile söylemişsin, buralar hâlâ hain dolu. O hainler tarafından tarumar edilmiş, tanınmaz hale gelmiş bu güzelim coğrafya. Müslümanlardan, Osmanlıdan geriye tek-tük eser kalmış. Hepsi o kadar. Heyhat! KARADAĞ Karadağ sınırında fazla beklemeden girdik içeriye. Coğrafya birden değişiverdi. İsmi üstünde Karadağ. Dağlık bir bölge. Adını yüksek dağlardan almış. O kadar hoş bir görüntüsü var ki; büyüleniyoruz. Dağın böğründe 50 kişilik koca bir otobüsle ağır ağır yol alırken, aşağıya baktığımızda başımız dönüyor. Dağların bittiği yerden metrelerce aşağıdan bir nehri akıyor. İbre nehri. Karadağ’ı Karadağ yapan, bu nehir olmalı. Cennet gibi bir coğrafya. Yol gidişli gelişli, nihayet bir cep bulduk ve hemen indik otobüsten ve o muhteşem güzellikleri ölümsüzleştiriverdik. Bütün grup üyeleri fotoğraf çekmek için yarışa girdiler. Ben de onlardan biriyim. Ben yoldan biraz daha yukarıya tırmanarak yaptım o işi. Arkadaşlar benim için endişelendiler elbet. “Hocam çok tehlikeli lütfen geriye dönünüz, daha yukarıya tırmanmayınız! Allah göstermesin ayağınız kayar, bir şey olur…” Ama ben dinlemedim onları. Çünkü Yörük, dağa nasıl tırmanacağını bilir. Çocuklar gibi şendik. Karadağ; Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan ile komşu olan bir devlet. Ekonomik yönden oldukça geri kalmış. İtalyanca ’da Montenegro adıyla anılıyor. Nüfusu 700.000 civarında (2022). Benim şehrim olan Denizli’den küçük. Ama devlet…Nüfusunun %20’ si Müslümanmış. Kalanı Ortodoks Hristiyanlardan ve Katoliklerden oluşuyormuş. Tarih içinde, şamar oğlanı gibi gelen vurmuş giden vurmuş Karadağ’a. Kendisinin de duruşu belli olmadığı için, sahip çıkanlara da ihanet ettiğinden bir türlü ayağa kalkamamış. Eee, o kadar güzel ve alımlı olursan rahat mı bırakırlar insanı, bırakmamışlar zaten. O yüzden her gelen ile nikah masasına oturmuş, gönüllü veya gönülsüz. Sürekli eş değiştirmiş. İlk evliliğini, 1189 yılında Sırbistan ile yapmış, zamanla aralarında geçimsizlik başlamış. 1385’te Fatih Sultan Mehmet gelmiş Karadağ’a, çıkmış meydana o beyaz küheylanıyla, küheylanı arka ayaklarının üzerinde şaha kaldırmış, çekmiş kılıcını ve şöyle bir kendisini göstermiş; yakışıklı, genç bir delikanlı. Aynı zamanda İstanbul’un Fatihi, çağ kapatmış çağ açmış bir padişah. Fatih’in cazibesine dayanamamış Karadağ ve Devlet-i Âli Osmaniye’nin nikahı altına girivermiş. Birlikte oldukça mutlu olmuşlar. 600 sene sürmüş bu mutlu evlilik. Bu evliliğin devam etmesini istemeyenler, devamlı fırsat kollamışlar ve uzunca bir zaman sonra, Devlet-i Âli Osmaniye’nin yumuşak karnını keşfetmişler, Merhamet... Maraz doğmuş merhametten. Gel zaman git zaman, o koca imparatorluk parçalanıvermiş. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan da boşanan (1990) Karadağ, bu sefer SSCB ile nikahlanmış, bir müddet sonra ondan da boşanmış ve 1992 yılında tekrar eski kocasına dönmüş. Böylece, hülle gerçekleşmiş ve Karadağ-Sırbistan birliği kurulmuş. O evlilik de dikiş tutmayınca (2006) yeni birini aramış ve bulmuş. Şimdilerde Birleşmiş Milletler ’in 192’nci eşi olarak hayatına devam etmekteymiş. Bize Allah mesut etsin demek düştü… İşte biz, o paramparça olan vücuttan geriye kalan bir şeyler var mıdır diye araştırmaya geldik Balkanlara. Ufak tefek bir şeyler bulduk elbet. Bulduklarımız otopsi için yeterli… Eğitim Karadağ, eğitim seviyesi yüksek olan bir bölge imiş Osmanlı zamanında. İslâm kültür ve medeniyetinin damgasını vurduğu bir bölge. 1570 tarihinde inşa edilen Hüseyin Paşa Camii, bu eserlerden biriymiş. Pljevlja’da (Taşlıca) inşa edilmiş. Karadağ’ın diğer şehirleri de İslam Kültürü açısından çok zenginmiş. Şairlerin, hattatların, âlimlerin yetiştiği bir bölge imiş Karadağ. 1840 yılında Karadağ’da yedi tane rüşdiye mektebi açılmış. Sadece Karadağ’da yedi tane rüşdiye açıldıysa diğer ülkelerde daha fazla olmalıdır. Nüfus yoğunluğu açısından düşünülürse. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde okuma yazma bilenlerin sayısını %10,6 olarak gösterenlere ne demeli. Ne denecekse onu Kemal Karpat demiş zaten. “Osmanlı topraklarında okuma yazma bilenlerin oranı %59,7 dir.” Ottoman Population (Osmanlı Nüfusu 1830-1914) isimli kitabında yazmıştır bu bilgiyi. O kitabın okunması tavsiyemdir. Ama kastedilen Osmanlı sonrasında kurulan Cumhuriyetin ilk kuruluşundaki okuma yazma bilmeme oranı ise; o başka hesaptır. Balkanlarda şehid olanlar, Çanakkale’de şehit olanlar, Kurtuluş Savaşında şehit olanlar, Rus Cephesinde şehit olanlar, %59’un içinden gidenlerdir. Lise öğrencilerine kadar askere alınanlar %59’un içindekilerdir. Sadece, 23 Milyon km. kareden gelenler 780.000 km. kareye sıkıştırılmıştır. Gelmeyenler de vardır. %59’un bir bölümü de dışarıda kalmıştır. Bir gecede alfabe de değiştirilince herkes okuma yazma bilemez hale gelmiştir. Hesap doğru yapılmalı ve insanlar doğru bilgilendirilmelidir. Türk Dil Kurumu’nun başına Agop Martayan (Dilaçar)’ı getirirsen olacağı budur. Prof. Dr. Kemal Karpat kimdir: Kemal Karpat, Babadağ-Romanya doğumlu (1924–2019). İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Washington ve Rewington Üniversitelerinde siyasal ve sosyal bilimler üzerine master (yüksek lisans) ve doktora çalışması yapmış. Romanya'da tarih ihtisasının ardından Amerikan tarihi, Rus tarihi, Ortadoğu tarihi ve Osmanlı tarihi konularında çeşitli kurslara katılmıştır. 20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır. Amerika'daki Türk Araştırmaları Cemiyeti'nin kurucusu ve başkanıdır. Orta Asya Cemiyeti'nin (ACAS) kurucusu. Türk Tarih Kurumu’nun şeref üyesidir. Yurtdışında en çok ilgi gören eseri Ottoman Population adlı çalışmasıdır. Wisconsin University tarafından basılmıştır. TBMM Onur Ödülü sahibidir. 2019 Şubat’ında. Madison, Wisconsin’de rahmeti Rahman’a kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin. Müslüman Katliamı Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesinden sonra Müslümanlara karşı soykırım başlamış. Cami, mescid, medrese, misafirhane, hamam gibi tarihi eserler tahrip edilmiş. Müslümanlar, evlerini terk edip Bosna, Sancak ve Arnavutluk’ta daha güvenli bölgelere yerleşmeye başlamışlar. 1878-1910 yıllarında Karadağ’da yaşayan Müslümanların %80’i göç etmiş, geriye kalanlar katledilmiş. Osmanlı döneminde Karadağ’ın muhtelif köy ve şehirlerinde 162 cami inşa edilmiş. Bu camilerin 88’i savaş, isyan, yangın ve depremden dolayı yıkılmış. Geriye kalanların çoğu da 1993 yılında Sırplar tarafından tahrip edilmiş. Günümüzde Karadağ 2006 yılında yapılan referandumla Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Karadağ’da günümüzde kültürel yönden çok güzel gelişmeler görülmeye başlanmış. Son yıllarda kırk cami yapılmış veya onarılmış. Bir kısmının da inşaatı devam etmekteymiş. Bu konuda Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) öncülük yapmaktaymış. Günümüzde Karadağ’ın nüfusunun %24’ü Müslümanmış. Balkanların En Büyük Külliyesi Adriyatik denizi kıyısındaki Bar şehri 1571 yılında II. Sultan Selim zamanında, Pertev Paşa tarafından fethedilmiş. O tarihte Bar kalesi içinde Osmanlı Padişahının ismini taşıyan ilk cami olan Selimiye inşa edilmiş. Selimiye Camii zamanla harabeye dönmüş, sadece temelleri kalmış. On dokuzuncu yüzyılda Fatima Ömerbaşiç tarafından vakfedilen arazi üzerine temelleri yeniden atılan Selimiye Camii ve külliyesi TİKA tarafından 30 Mayıs 2014 tarihinde hizmete sokulmuş. Camide iki bin kişi namaz kılabilmekteymiş. Külliyenin Kütüphanesi, Konferans salonu, misafirhanesi, restoranı, okuma ve tercüme odaları, gasilhanesi, çocuk bahçesi gibi sosyal hizmet veren bölümleri de bulunmaktaymış. İslam Kültür Merkezi, muhtelif yönleriyle sadece Bar’ın değil, bütün bölgenin her türlü dini ihtiyacına cevap verebilecek büyüklükte bir külliye imiş. Eşsiz güzellikte mimarisi, inşaat kalitesi, modern ekipman ve malzemeleri bakımından örnek bir yapıymış. Biz maalesef bu külliyeyi göremedik. Tembellik Yarışması Karadağ’da dünyada olmayan bir yarışma yapıyorlarmış. Garip bir yarışma. Tembellik yarışması. Zaruri ihtiyaçlar dışında, yataktan hiç çıkmadan uzun süre kalabilen kişi şampiyon oluyormuş. İnanmayacaksınız ama doğru; tembellik tavsiye edilen bir şeymiş Karadağ’da. Tembelliğin önemiyle ilgili tavsiyeler şöyle: 1- İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar. 2- Yatağını kendini öper gibi öp. 3- Geceleri uyumak için gündüzleri dinlen. 4- Çalışma; çalışmak öldürür. 5- Dinlenen birini gördüğünde ona yardım et! 6- Çalışabildiğinin en azını çalış, mümkünse işi başkasına yaptır (itele). 7- Gölgeler kurtuluştur, dinlenmekten kimse ölmez (Tarlada çalışanlar için). 8- Çalışmak ölüm getirir, çalışarak erken ölme. 9- Olur da çalışma isteğin gelirse, otur, bekle, göreceksin ki bu istek geçecek. 10- Yiyen birini görünce yanaş, çalışanı görünce uzaklaş, rahatsızlık verme. Osmanlı Devleti’nin hoşgörüsüne örnek olsun diye… 14 Şubat 1858’de toplanan Meclis-i Mahsûs’ta, Osmanlı Hükümeti aşağıdaki kararları almıştır. Hangi işgalci işgal ettiği devletle böyle bir antlaşma yapar varın siz karar verin: 1- Karadağlıların ve Karadağ reisinin (vladika) Osmanlı hâkimiyetini kayıtsız şartsız tanıması karşılığında kadim Karadağ’ın iç idaresi kendilerine bırakılacak. 2- Karadağ idaresini üzerine alan reisin Osmanlı Devleti’nin verdiği unvanı kullanması ve reisliğinin bir fermanla tasdik edilmesini kabul etmesi karşılığında, kendisine bir rütbe verilecek ve münasip miktarda bir maaş bağlanacak. 3- Karadağlıların eşkıyalık faaliyetlerine son vermesi karşılığında, onlara devletin her yerinde ticaret yapabilme ve her yere rahatlıkla seyahat edebilme hakkı tanınacak. 4- Karadağ halkı Karadağ’a sınır olan bölgelerde ziraata elverişli mirî arazi ve otlaklardan istifade edebilecek, bunun karşılığında sadece öşür verecek. 5- Mekteb-i Şahane, Karadağ’dan gelen çocuklara da açık olacak. Bunların karşılığında Karadağ metropolitliği Rum Patrikhanesi’ne tabi olacak. 6- Hersek’le İşkodra (İşbuzi-Nikşiç) yolu arasındaki yol daima emin ve açık olacak. 7- Karadağ’dan vergi alınmayacak, toplanması halinde yine Karadağ için harcanacak. 2 Mart 1858’de Ost Deutsche Post gazetesinde yayınlanan bir makalede Karadağ için “devlet denilen” ibaresi kullanılmış, Karadağ’ın Osmanlı Devleti’nin bir parçası ve Sultan’ın hükümranlığı altında olduğu açıkça deklare edilmiştir. Sonuç: Karadağ’da bir Müslümanlara ait eser bulmanız oldukça zor. Var olan eserler de yok edilince Karadağ Müslümanlar açısından çorak bir ülke haline gelmiş. TİKA Karadağ’ın imdada yetişmiş ve Karadağ’ı yeniden Müslümanlar açısından verimli hale getirmek için gayret etmekteymiş… Devam edecek

14 Eylül 2024 Cumartesi

MEVLİD KANDİLİ 2024

Sevgili okurlarım; 01.10.2020 tarihinde yazmışım bu yazıyı ha-ber.com daki köşemde. Tam 14 sene önce. Bazı tespitler de yapmışım o zaman. O tespitler maalesef aynen gerçekleşmiş. 14 senede olumlu bir adım atılamamış. Diyanet İşleri Başkanlığı ogün olduğu gibi bugün de sesi güzel mevlidhanlar bulmakla meşgul olmuş. Dini cemaatler, kanaat önderleri, din hizmetlileri kusura bakmasın ama şu cümleyi yazmak zorundayım. Kimse, çocuklarımız neden Deist oluyor diye sızlanmasın! Kendi insanına, gençliğine Peygamberini anlatamayan bir ülkede çocuklar ancak Deist olurlar veya Agnostik olurlar biraz daha akıllıları Ateist olurlar. Sen çocuklarına Peygamberini doğru dürüst anlatamazsan dindar nesil yetiştiremezsin? Allah aşkına, mevlid kandilinde sadece Süleyman Çelebi’nin şiirlerini okumakla, camilerden canlı mevlid konseri yayınlamakla çocuklara peygamber sevgisi aşılanabilir mi? Ayağı yere basan bir kandil programı hazırlamak o kadar zor mudur? Bir hafta önceden AVM ler dahil olmak üzere toplumun uğrak yerlerinde çocuklara ve gençlere yönelik etkinlikler düzenlenemez mi? Hz. İsa’nın doğumu için Avrupa ülkeleri bir ay önceden başlıyorlar etkinliklere. Diyanet’in 2022 yılında 137 bin 563’e ulaşan personelinin 133 bin 851’i müftülüklerde çalışıyor. Merkez teşkilattaki Diyanet personeli sayısı ise bin 752 ile ifade ediliyor. Dini ihtisas merkezlerinde 515, yurtdışı teşkilatlarında ise 520 Diyanet personeli görev yapıyor. Bunlar ne iş yaparlar Allah aşkına. Kocaman bir ordu. Peygamberini halkına anlatmaktan aciz kocaman bir ordu! Ayıptır günahtır. Ben o yazının virgülüne dahi dokunmadan aynen siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Okuyalım: KUTLU DOĞUM HAFTASININ ARDINDAN Hz. Peygamber bir taraftan herkesin kendi inandığı dinini, özgür bir şekilde yaşaması prensibini bir toplum olarak ilk defa uygulamış, yani dinleri serbest bırakmış, asla din düşmanlığı yapmamış, diğer taraftan da herkesi vatandaş sayarak devleti yönetmiş ve her vatandaşa hak, hukuk ve adalet götürmüştür. Hatta bu hususta daha açık bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz: Hz. Peygamber’in kurduğu devlette ve İslâm bayrağının dalgalandığı her yerde Yahudi, Hristiyan, Müslüman ve müşrikler-ateistler vatandaşlık nimetini birlikte paylaşarak yaşamışlardır. İşte işin asıl bu tarafı Michael Hart’ı* çarpıcı bir şekilde etkilemiş ve bu sebeple de o, hem din ve hem dünyayı birlikte götüren, herkesi dininde serbest bırakmakla birlikte, devlette İslâm’ın sadece dini yönünü değil, bilimsel ve kazai kurallarını uygulayan Hz. Muhammed’i tüm tarih boyunca insanlığa en etkin hizmet götürenlerin en başına, birinci sırasına koymayı ilmi bir görev saymıştır. Biz Michael Hart’ın anladığı kadar Hz. Muhammed’i anlayamamışız maalesef: “Kutlu Doğum Haftası” ** çerçevesinde hazırlanan bir etkinliğe davet edildim. Bu hazırlık An der Urania Salonu’nda sahneye konulmuş. Ben salona girdiğimde saat tam 18.00 idi. Salon hostesleri karşıladı beni. Şık giyimli kızlardı bunlar. “Buyurun, size yerinizi gösterelim efendim…” Salona giriş ücretsizdi. Salonun dışında satış stantları da yoktu. Anlaşılan o ki amaç tamamen Peygamber’in doğum gününü kutlamak. Peygamber’i anlatmak, misyonunu anlatmak. Bu açıdan bakılınca organizeyi yapanları tebrik etmek gerekiyor. Programın başında ve sonunda iki kez sahne alan kız çocukları ilahiler söylediler. Bu kızlara sazlarıyla eşlik eden kızlar vardı. Başörtülü o kızlar gitar çalıyor, ud çalıyor, def çalıyor ve ney üflüyordu. Cami kürsülerinden yıllardır haram olduğu söylenen müzik aletlerini bugün başörtülü kızlar çalıyor. Bu güzelliği alkışlamamak mümkün mü? Öncelikle bu kızların ailelerini, bu aileleri ikna eden bay/bayan hocaları ve o kızların sahne almasına müsaade eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kıymetli görevlilerini kutluyorum. Neden kutluyorum; haramdır hükmüyle güzel sanatlardan uzaklaştırılan Müslümanları tekrar güzel sanatlarla buluşturdukları için. Allah’ın haram kılmadığı bir şey helaldir. Ya bilgisizlikten, ya yobazlıktan, ya da art niyetten kaynaklanan bir hükümdür müziğin yasaklanması. İşte bu yasağın uydurma bir yasak olduğu fiili olarak ilan edildi bu gecede. Onun için kutluyorum. Zaman iki saat olarak belirlendi başta. Bu açıdan olsa gerek, selamlama konuşmaları olması gerektiği gibi kısa oldu. DİTİB yetkilileri uzun uzun teşkilatlarını ve yaptıkları hizmetleri anlatmadılar. Kur’an tilaveti doyurucu oldu, aynı zamanda Almanca ve Türkçe tercümelerin sinevizyonla yansıtılması da iyi düşünülmüştü. İlahiler de arabesk formatında değil asli formatında okundu. Salonun dışında misafirlere takdim edilen 40 ayet seçiminden dolayı yetkilileri tebrik ediyorum. T.C. Berlin Başkonsolos’u Sayın Ahmet Başar Şen, İslâm’ın Almanya’nın bir parçası olduğunu, kutlu doğum haftalarının burada yapılıyor olmasından da bunun anlaşılması gerektiğini söyleyerek, bu saatten sonra Almanya’da İslâmofobi üretmenin anlamsız olduğuna vurgu yaptı ve mesajını en güzel şekilde verdi. Bu siyasi bir mesajdı. Konuklar, dini mesajın, Din Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ten veya Essen Din Hizmetleri Ataşesi ve DİTİB genel Sekreteri Sayın Suat Okuyan’dan gelmesini bekledi ama o bekledikleri mesajı alamadı. Hatibin konuşması sırasında salonun boşalmasından bu durum anlaşılıyordu. Programın sonuna konulan hediye çekilişi de olmasa hatip ortada kalacaktı sanki. Bu sıkıntıyı anlayan organizatörler, hazırlanan VTR’ yi yarıda kesmeyi akledebildiler. Programın geneline baktığımızda bazı eksikliklerin olduğunu görmezden gelmemiz mümkün değildir: Salon dolu değildi, kadınlar çoğunluktaydı. Organizasyonu Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) yapmış. Berlin gibi 300.000 Türkiye’li Müslümanın yaşadığı bir şehirde 850 kişilik salonun doldurulamaması manidardır. Yapılan programın adı “Kutlu Doğum Haftası” dır. Müslümanlar Peygamber’lerini çok severler, o sevgili Peygamber’in doğum gününün kutlandığı bir salon doldurulamıyorsa eksiklik programı organize edenlerindir diyebiliriz. Ya yeteri kadar duyuru yapılmadı, ya Müslümanlar yapılan programların doyurucu olmadığına geçmiş senelerden edindikleri tecrübelere dayanarak gelmediler, ya da Müslümanlar Peygamber de olsa kendi değerlerine yabancılaşmaya başladılar. Sonuncusu vahim. Bu durumda en fazla 10 sene sonra Berlin’de Müslümanların ruhuna Fatiha okumak gerekecek demektir ki; düşüncesi bile ürkütücü. İlahilerin dışında programda şu çok güzeldi diyebileceğimiz bir bölüm yoktu. VTR hazırlanmış, içerik açısından bakıldığında, verilen onca paraya çok yazık olmuş demekle yetinmek daha doğru olacaktır. İçi boş olsa da profesyonelce hazırlanmış bir VTR ‘nin ucuz bir şey olmaması gerekir. Sunucu daha ehil birisi olabilirdi, programın akışının canlı tutulması açısından uygun düşerdi, herhalde bulunamamış olmalı. Seçilen konu “Din ve Samimiyet”. Hz. Muhammed’in doğum gününde Hz. Muhammed’in anlatılması gerekmez miydi? Çocukluğundan başlayarak, gençliği, peygamberliği, evliliği, Mekke Dönemi, Medine Dönemi, Hicretleri, savaşları v.b. Müslümanlar yüz sefer de dinleseler peygamberlerini yüz birinci sefer yine dinlemek isterler. Onunla beraber olmak isterler, onun yaptığı güzel uygulamaları birebir hayatlarına geçirmek isterler çünkü… Senede bir düzenlenen ve ayrı ayrı konuların işlendiği kutlamanın anlamı olmaz, makbul da olmaz. Salonun tam dolmaması gelenlerin de salonu erken terk etmesi bu yanlış konu seçiminden de olabilir. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine geçen sene gelen bu sene gelmemiştir. Bu sene gelen seneye gelmeyecektir. Ayrı ayrı konularda ısrar etmenin anlamı yoktur. Kutlu Doğum Haftası demek, bir hafta sürecek bir kutlama demektir, halkımız böyle anlıyor. İki saatte bitecek bir programın adına kutlu doğum haftası denilmez. İçinde bulunduğumuz toplumda buna benzer kutlamalar aylar öncesinden başlıyor, en azından onlar örnek alınarak uygulama zenginleştirilebilirdi. Ya adını değiştirmek lazım bu kutlamaların, ya da bir haftaya dağıtarak değişik etkinliklerle kutlanmalıdır. Eğer bunlar yapılamayacaksa, eskisi gibi mevlit kandilinde kalınmalıdır. Günün hatibi, sahneye çıktı. Yaklaşık 45 dakika konuştu. Ama konuşmanın içinde Hz. Muhammed yoktu. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin neredeyse tamamı konuşmanın içinde vardı. Ama Hz. Muhammed’e bir türlü gelinemedi. Sadece miraçla ilgili iki cümleyle Hz. Muhammed anlatıldı kendi doğum gününde. Bir de şuna dikkat etmek gerekiyor; bu gibi etkinliklerde vaaz etme yerine, kıssalar anlatma yerine Peygamberimiz’in misyonuna uygun mesajlar vermek gerekiyor. Hele Hristiyan bir ülkede yaşayan bizlere Peygamberimiz’in vereceği çok önemli mesajlar olmalıdır. Bu mesajlar Müslümanlara yön verecektir. Hocalar konuya bu şekilde yaklaşacaksa, bu gibi etkinliklerde hocaların konuşması programların şartlarından olmamalı. İyi hazırlanmış bir metin tiyatro sanatçılarından birinin eline verilmeli ve ona okutturulmalıdır. Metne uygun ve Kutlu Doğuma uygun giysiler içinde ne de güzel olur. Mesela Çetin Tekindor. Hazırlanan VTR’ler de Peygamber’in hayatından kesitler olmalıdır, misyonuna uygun kesitler. Böyle bir uygulama oldukça etkileyici olacaktır. Din Hizmetleri Ataşeleri Müslümanlar açısından önemli gün ve gecelerde resmi kıyafetler giymeliler, cübbe ve sarık mutlaka olmalı. O koltuk resmi olarak Peygamber koltuğudur. O koltuğun bir ağırlığı vardır. O ağırlık korunmalıdır. Kravat ve takım elbiseyle o koltuk doldurulamıyor maalesef. Ben resmi toplantılara resmi kıyafetin dışında bir giysiyle gelen Hristiyan din görevlisi görmedim bugüne kadar. Din Ataşesi mesajını Kur’an okuyarak ve o okuduğu Kur’an’ı anlamlandırarak verebilir, bu anlaşılır bir şeydir, ama kaside okuyarak veremez, kasideyi çok güzel de okusa bu böyledir. Öte yandan, Diyanet işleri Başkanlığı Berlin Din Hizmetleri Ataşesinin yapacağı etkinlik bir cami görevlisinin yapacağı etkinlikten farklı olmalıdır. Din Hizmetleri Ataşesi’nin hazırlayacağı etkinlikte Alman davetliler de olmalıdır. Kilisesinden bürokratlarına ve sanat erbabına varıncaya kadar her kesimden insan davet edilmelidir Ataşenin organize ettiği etkinliğe. Ve orada sadece Hz. Muhammed ve O’nun misyonu anlatılmalıdır. Kendimiz çalıp kendimiz oynayacaksak, bu organizeyi Din Hizmetleri Ataşesinin yapmasına gerek yoktur, bunun için salon tutmaya da gerek yoktur, camiler bu işi zaten yapıyor. Hem de daha güzelini yapıyor.*** ……………………………………………… * Dünya tarihine yön veren en etkin 100 ismin başına Hz. Muhammed’i koyan Amerikalı bir bilim adamıdır Michael Hart. Bu sıralamanın birincisi ilan ettiği Hz. Muhammed (s) ile ilgili kısaca şu açıklamada bulunmaktadır: “İslam peygamberi; Arabistan fatihidir. Birçok kişi Muhammed’i şaşırtıcı bir tercih olarak görebilir, fakat laik bir tarihçi perspektifiyle o hem kitleleri etkileyen bir din adamı hem de askeri-politik lider olması bakımından eşsizdir.” ** 1989 yılına kadar ülkemizde Hz. Peygamber’in doğumu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili adı altında kutlanmıştır. İlk defa Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında Kameri Takvim, 1994 yılından itibaren de, Peygamberimiz’in Miladi doğum günü olan 20 Nisan tarihi esas alınarak “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri yapılmaya başlanmıştır. Bu çerçevede bütün il ve ilçelerde değişik konularda panel ve konferanslar düzenlenmiş, 1994 yılından itibaren de hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlanmıştır. Bu kutlamaların Hz. Peygamber’i tanıma ve anlama bakımından çok büyük bir önemi vardır. Fakat bazı Müslümanların bu konuda da aşırı giderek Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerden üstün tutmak gibi bir yola girdikleri de gözden kaçmamaktadır. Halbuki Kuran’da müminlerin “Biz onun peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. Ey Rabbimiz, işittik ve itaat ettik, affını isteriz ve dönüş ancak sanadır, dedikleri, zikredilmektedir. (Bakara 285). *** Peygamberin Kutlu Doğum Haftasında sponsorlar Peygamber’den öne geçmemelidir. Kendilerinin Peygamberin önüne geçmelerini sponsor olan kişiler de istemez…