24 Ekim 2024 Perşembe
BALKANLAR GEZİSİ XII OHRİ
BALKANLAR GEZİSİ (XII) OHRİ
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turundan 2024-
-Osmanlı Devleti, 1364 yılında Çirmen Muharebesi’yle Balkanlar’a giden yolun kapısını açmıştır. Bu kapıdan içeriye girerek 1385 yılında da Ohri’ye gelmiştir.
300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil (Thermopylae) Muharebesi, defalarca filme çekilmiştir, her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak; Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense hiç söz edilmez. Anlayan beri gelsin…-
Rüştü KAM
22.10.2025
Balkanların önemli bir parçası olan Makedonya, 1371 yılından itibaren peyderpey Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş. 1912-1913 Balkan Savaşlarına kadar da Osmanlı coğrafyasının önemli bir parçası olmuş. Altı yüz yıllık süreç içinde Osmanlı Devleti Makedonya topraklarını ihya etmiş. Bunun için o topraklarda çok sayıda cami, mektep, medrese, külliye, tekke, zaviye, han, hamam, kervansaray, bedesten, imaret, çeşme, sebil, köprü inşa etmiş. Vakıflarla da bu eserleri desteklemiş.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden getirdiği Türkleri de iskân etmiş. Rehber Levent Ohri’de iskân edilen Saruhan Türklerinin torunlarındanmış.
Böylece Osmanlı, bir taraftan Türk imar kültürü ile buralarda kalıcı olmaya çalışırken öbür taraftan da iskân politikasıyla Makedonya’ya İslâm medeniyetinin mührünü vurmuş.
Dolayısıyla Makedonya toprakları altı yüzyıl boyunca bilfiil Osmanlı Devleti'nin siyasî ve kültür coğrafyasının can damarını oluşturmuş.
Geldik ve gördük ki; Osmanlı Devleti yıkılmış olsa da Makedonya, Türk kültür coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir. Gururlandık…Göğsümüz kabardı.
Çirmen Savaşı (26 Eylül 1371)
Tarih inanılması zor savaşlarla, zaferlerle ve yenilgilerle doludur elbet. Olamaz denilen çok şey gerçekleşmiştir tarihte. Mesela Çirmen Savaşı. Öyle bir savaş ki; 800 asker ile 70.000 Haçlı ordusunun tarumar edildiği ve üç kralın öldürüldüğü bir savaş. Osmanlı için Balkanlara açılan kapının anahtarı olan Savaş; Çirmen Savaşı.
300 Spartalı’nın Perslere karşı yaptığı kanlı Termofil Muharebesi, defalarca filme alınmış. Her fırsatta da büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılır. Ancak, Lala Paşa komutasındaki 800 akıncının, bir gece baskınıyla 70.000 Haçlı ordusunu darmadağın etmesinden nedense! hiç söz edilmez. Okullarda da birkaç cümle ile geçiştirilir. Detaylı okutulmaz. Bizden başka kendi tarihine düşman olan ve kendi tarihine acımasızca saldıran bir millet daha var mıdır onu bilmiyorum… Yazıktır günahtır…
Osmanlı, Çirmen Savaşı ile açılan kapıdan içeriye girmiş ve o topraklarda 600 yıl hüküm sürmüş. İnişli çıkışlı da olsa bu süre zarfında geriye sayısız eser bırakmış. Makedonya’ya ayak basar basmaz o kültürden geri kalanları az da olsa görebiliyoruz. Her meydana sıra sıra sağlı sollu kahveler dizilmiş. Masalar atılmış dışarıya, insanlar keyifle Türk kahvesi ve çayını yudumluyorlar.
Ohri’de de Osmanlı kültürünün; diliyle, kılık-kıyafetiyle, yemesi-içmesiyle, gelenek-göreneğiyle canlı bir şekilde yaşatıldığını görmekle mutlu olduk. Heveslendik ve hemen oturup biz de çayımızı kahvemizi içelim istedik ama Ohri rehberi Levent önce turumuzu tamamlayalım sonra gelir içersiniz deyince hevesimiz kursağımızda kaldı. O da haklı…Kendisine verilen sürede turunu tamamlaması lazım. Onun işi de bu.
Geldik, gezdik ve gördük ki; Balkanlar ve Makedonya tarihi Osmanlı ’sız Türkiye Cumhuriyeti kültür tarihi de Balkan ’sız ve Makedonya ‘sız düşünülemezmiş, düşünülmemeliymiş. Et ile tırnak gibi…
Ohri
Takıldık rehber Levent’in peşine, Orada meydanda yaşlı bir ağaç var. St. Clement Meydanı’nda. O ağaç telaşlı görünüyor, bizlere bir şeyler söylemek istediği besbelli. El ediyor bize, kollarını kocaman açmış kendisine doğru koşmamızı istiyor. Koştuk ve kucaklaştık, tanıştık. Meğer, 200 yıldan beri orada öylece durup bizim gelmemizi beklermiş. Biraz da öfkeliydi, lisan-ı haliyle bize sorduğu ilk soru, “Neden bu kadar geciktiniz?” oldu. Son 200 yıldan beri başımıza gelenleri bir bir anlattık ona; “Bilmez miyim, biliyorum elbet, siz geldiniz ya bundan sonrası da gelir.” İnşallah...
Eskilerden idam cezalarını burada senin gölgenin altında gerçekleştirirlermiş, doğru mudur? Şeklindeki sorumuza; “yok öyle bir şey, uydurmadır” dedi.
Üsküplü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın, annesi vefat ettiğinde, senin gölgende, "dünyalar yıkılmıştır" diyerek ağlamış, bu doğru mudur?
“Evet o doğrudur” dedi.
Sonrasında başladık Ohri’yi turlamaya. Önce bir tekne turu gerçekleştirdik. Bolca oksijen aldık. Ciğerlerimiz bayram etti. Göl sakin, Ohri’yi seyrediyoruz, rehberimiz karşı tepede görünen evleri işaret ederek, “o gördüğünüz evler Safranbolu evleriyle birebir örtüşmektedir” Yani Türk mimarisinin eserleridir, ancak, “Ohri makamları bu evlerin Makedon mimarisinin örnekleri olduğunu söylüyorlar” diye de ilave etti…
Tekne turu bitince Safranbolu evlerini arkamıza alarak topluca hatıra fotoğrafı çekildik. Sonrasında da Ohri hakkında bilgi aldık kendisinden:
“Ohri’nin nüfusu 1930 yılında 30 bin iken bugün iki bine düşmüştür. Göçe zorlananlar, savaşlarda ölenler/öldürülenler, bilinçli olarak bir plan çerçevesinde yok edilenler öldürülenler… Bir şekilde yok edilmiş işte…!
Makedonya’nın en güzel şehirlerinden biri olan Ohri, bu gördüğünüz gölün kıyısına kurulmuştur. Eşsiz güzellikteki bu göl; şehirle aynı ismi taşımakta ve Ohri Gölü olarak anılmaktadır. Avrupa’nın en eski göllerinden birisi olması ve birçok endemik türe ev sahipliği yapması, Ohri şehrinin ününe ün katmıştır. Ohri gölünde bulunan canlı çeşitliliğinin yarısından fazlası, dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Bunun en büyük sebebi, gölün suyunun oksijen bakımından zengin ve temiz olmasıdır. Ohri, incisiyle de meşhur bir şehirdir. Ancak birçok kişinin düşündüğü gibi inci istiridyenin içinde oluşmuyor. Sadece Ohri gölünde yetişen bir tür balıktan özel yöntemlerle elde ediliyor.”
Bu kısa bilgilendirmeden sonra, eski Ohri bölgesine geçtik. Kilise iken camiye, cami iken de kiliseye çevrilen Ayasofya kilisesine gittik. Kapalı olduğu için, içini göremedik. Camiye çevrildiği zaman içerideki ikonlara hiç dokunulmamış, ikonları, tahrip etmeyecek bir teknik kullanılarak aynen muhafaza edilmişler. Osmanlı farkı…
Dönüş yolunda Ohri’nin en eski kâğıt imalathanesine uğradık, kâğıt yapım tekniğiyle ilgili bilgiler aldık oradaki çalışanlardan. Günümüzde aynı teknik ile üretim yapan iki imalathaneden biriymiş.
Sonrasında hediyelik inciler almak üzere bir dükkâna götürdü rehber Levent ve oradan sonra da serbest zaman verdi. İki saat sonra belirlenen yerde bulaşacaktık. Herkes bir yerlere dağıldı. Ben hediyelik incilerimi aldım. Sonrasında, Ohri’nin girişindeki kahveye gittim. Bir çift var, yan masada. Bir de çocukları. Tanıştım onlarla. Denizli’nin gölcük mahallesindenmiş. Komşu köyden. Üzerlerine geldiğim için ve hemşerim oldukları için çay parasını onlar ödedi. Türk misafirperverliğinin canlı örneği…
Verilen süre dolunca otobüsün yanında toplandık. Bu arada yağmur da bastırdı. İki kişi yok. Züleyha ve Dilek. O yağmurda aramaya çıktı arkadaşlar onları. Bulamadılar. Bu arada bir saat geçti. Telefonla da ulaşamayınca otele doğru hareket ettik. Onlar kaldı Ohri’de. Otelin adresi vardı nasıl olsa, bir şekilde gelirler dedik. Düşündüğümüz gibi bir zaman sonra taksi ile geldiler. Alışveriş için girdikleri dükkânda işleri uzamış. Onun için geç kalmışlar.
Otele yerleşir yerleşmez aşağıda toplandık. Sıra gecesine gideceğiz, Balkan türküleri dinleyeceğiz ve yemek yiyeceğiz. Geç kaldık.
Salona zamanında gelemeyince bize ayrılan yerleri başka bir gruba vermişler. Uzunca bir cebelleşmeden sonra bizim için yer açtılar, yeni masa ve sandalye getirdiler. Sıkışık bir vaziyette yerlerimize oturduk. Salon çok kalabalık.
Çalanlar çaldı, oynayanlar oynadı, alkışlayanlar alkışladı, dinleyenler de dinledi. Güzel bir gece geçirmek istedik ama olmadı, aksilikler peşimizi bırakmadı. İzleyicilerin çoğunluğu Türk. Türkiye’den gelmişler belli. Biz oraya Balkan Türküleri dinlemeye gittik. Oradaki Türkler başladılar Türkiye türküleri istemeye. Arada bir de cumhuriyet marşı okuyorlar. Biraz saygı lazımdır. Salonda sadece siz yoksunuz. Birçok grup var. Biz ve bizim gibi olan gruplar oraya Balkan Türküleri dinlemek için Balkan oyunları oynamak ve oynayanları seyretmek için gelmişiz. Sen okuyacaksan cumhuriyet marşını ve Türkçe türkülerini git otobüsünde oku… Tadımız kaçtı. Sabah da erkenden kalkacağız ve Manastıra doğru yola çıkacağız. Terkettik salonu ve Otobüste homurdana homurdana otele vardık…
Toplu gezilerde uyum çok önemlidir. Grup kararı esastır. Gruptan ayrılarak bir kenara çekilmek şık durmaz. Durmuyor da zaten. Tabi ki grup yöneticisi olmak da ayrı bir sorumluluktur, sorumluluk gerektiren bir iştir grup yöneticiliği. Kimsenin kalbini kırmamak lazımdır. Geziyi de planlandığı gibi bitirmek önemlidir. Kimisi A der kimisi B. Sabır gerekir. Sabır taşı olsan da çatlayacağın zaman gelir, gelir gelmesine de sabır işte o zaman gerekir. Yoksa sabretmenin bir anlamı kalmaz.
Kiril Alfabesi
Ohri, tarihi süreç içinde Slavların hükmü altına da girmiş. Hatta şehri dini bir merkez haline getirmişler.
Başta Rusya olmak üzere birçok Slav toplumunun kullandığı Kiril Alfabesi, Ohri şehrinde ortaya çıkmış. Antik Yunan alfabesinden esinlenerek hazırlanan bu alfabe; Ohri’de yaşayan Kiril ve Metodiy ismindeki iki papaz tarafından gizli görüşmelerde kullanılmak üzere icat edilmiş. Rehberimiz levent anlattı bunları. Heykelleri de oraya dikilmiş idi.
Kahve Kültürü̈
Balkanlarda kahve kültürü oldukça yaygın. Tıpkı bizdeki gibi. Kahve Yavuz Sultan Selim döneminde (1512- 1520) Mısır’ın fethinden sonra Müslüman tüccarlar tarafından İstanbul’a getirilmiş. Ancak, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520 -1566) gündelik hayata taşınabilmiş.
Kahve, “Türk Kahvesi” adı altında Balkanlar’a ve bütün Avrupa’ya Osmanlılar vasıtasıyla yayılmış̧. O günden bugüne Balkanlarda halkın vazgeçemediği bir içecek haline gelmiş. Türk usulü pişiriliyor ve servise ediliyor. Lokumu ve suyu yanında. Bol köpüklü. Telveli.
Resneli Niyazi
"Geyik Muhabbeti" ve "Ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi" Deyişleri meğer hakikatmiş, hayal ürünü değilmiş. Resne,Ohri ile Manastır arasında yer alan bir kasabanın adı. Niyazi de o kasabada doğan, büyüyen (1873- 1913) bir çocuk. Manastır Askeri İdadisinde okumuş ve teğmen rütbesini almış, Osmanlı-Yunan Savaşı (1897)’nda gösterdiği başarıdan dolayı da Üsteğmenliğe terfi ettirilmiş. Asıl adı Ahmet Niyazi. Sonradan ittihatçılardan olmuş. II. Abdülhamit’i tahttan indirmek için emrindeki 200 asker ile dağlara çıkmış. Bugünkü adıyla Terörist Niyazi (3 Temmuz 1908). Besle kargayı oysun gözünü…
Acıkmışlar, avlanmak için dağda dolaşırlarken, bir geyiğe rastlamışlar, tam tetiği çekecekken geyiğin gözlerini fark etmiş ve gözlerinden etkilenmiş, çok güzel gözleri varmış ve tetiği çekmekten vazgeçmiş. Geyiği evcilleştirmeye karar vermiş. Geyiğin tanrı tarafından kendisine yol gösterici olarak gönderildiğine inanmış. Ondan sonra yanından hiç ayırmamış. O nereye geyik de oraya. Af çıkıp İstanbul’a gelirken bile yanında geyiği ile gelmiş.
İstanbul basını Resneli Niyazi’yi değil de geyiğini haber yapmış, böylece geyik meşhur olmuş, büyük bir üne kavuşmuş. Hatta, Gülhane Parkı'nda halka teşhir edilmiş. Veliaht Abdülmecit dahi çocuklarıyla geyiği görmeye gelmiş. Günlerce, haftalarca, aylarca, senelerce terörist Niyazi’nin geyiği konuşulmuş. Geyik muhabbeti almış başını gitmiş. ''Geyik Muhabbeti'' lafı da işte buradan çıkmış. Bitmek tükenmek bilmeyen, uzadıkça uzayan matrak ve boş konuşmalar için 'Geyik Muhabbeti' deyimi kullanılır olmuş.
İttihatçılar tarafından Abdülhamit’i tahttan indirmek için kullanılan Resneli Niyazi; son kullanma tarihi bitince, İstanbul’da işinin kalmadığını bir şekilde ona anlatmışlar.
O da anlayacağını anlamış ve memleketine dönmüş. Nedense bir zaman sonra İstanbul’a dönmek istemiş, belki de ‘beni böyle kirli mendil gibi buruşturup çöpe atamazsınız’ demek içindir, burası bilinmiyor… 17 Nisan 1913’te İtalya üzerinden İstanbul’a ulaşmak için Arnavutluk’un Avlonya iskelesinde vapur beklerken, kendisine ittihatçılar tarafından tahsis edilen koruması tarafından, arkadan hançerlenerek öldürülmüş. İhanetin sonu… Öldürülme nedeni karanlıkta kaldığı için, şöyle bir deyimin de kaynak kişisi olmuş; ” Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.”
Günümüzde bu ifade 'talihsizlik yaşayan, emeği boşa giden, yaptığı işin karşılığını alamayan, anlamsızca işler yapıp sonuçta zarar gören' kişiler için de kullanılmaya devam etmektedir.
Niyazi pisi pisine gitmiştir gitmesine de arkasında iki deyimi de miras olarak bırakmıştır: “Geyik muhabbeti.”
“Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi.”
Devam edecek
17 Ekim 2024 Perşembe
BALKANLAR GEZİSİ XII MAKEDONYA
BALKANLAR GEZİSİ (XII) MAKEDONYA
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- -Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.”- Üsküp Murat Hüdavendigâr ile vedalaştık ve hemen yola çıktık. Abdurrahman Akgül vakitlice Üsküp’e varmak için acele ediyor. “Ben bu geziye Üsküp ve Bosna için katıldım” diyor. Mamuşa’ya gidişimiz vakit açısından onu ve bazı arkadaşları rahatsız etti. Mamuşa’yı görünce de fikirlerini değiştirdiler. “İyi ki buraya gelmişiz“dediler. Abdurrahman’a gezinin fotoğraflanması için görev vermiştim. O da Schönefeld havaalanından beri görevini yaptı. Kendisiyle 1985 ten beri tanışırız. Aynı zamanda hemşerimdir. Geziye eşi Ayşe Hanım’la katıldı. Endişe etmemesi gerektiği, zamanında Üsküp’te olunacağı kendisine söylendi. Söylendi söylenmesine de o ne kadar ikna oldu onu bilemem.
Üsküp’teyiz. Üsküp’ü tanımak için yeteri kadar zamanımız var. Ancak hesapta yağmur yoktu. Üsküp rehberinden önce yağmur karşıladı bizi. Şemsiyesi olanlar, mümkün olduğu ölçüde şemsiyesi olmayanları koruma altına aldılar. Benim gibi rahmetten kaçmayanlar da vardı. Üsküp’ün seması madem özlemiş bizi bırakalım da hasret gidersin. Doya doya akıtsın gözyaşlarını. Eeee, kolay mı, aradan 700 sene geçmiş. Zordur yol gözlemek. Hele bir de yolu gözlenen Türk ise... Rehberimiz önden biz arkadan hızlı adımlarla köprünün üstüne kadar vardık. Toplandık rehberin etrafında. O anlattı biz dinledik. Nazik ve saygılı bir genç. Retoriği ve bilgisi oldukça güzel. Bilgilendik. Sorular soruldu, cevapları alındı. Ah bir de semanın göz yaşları olmasaydı… Her tarafa heykel dikilmiş Köprünün üzerinden bakınca etrafımızda sadece heykelleri görüyoruz. Rehber eliyle de işaret ediyor. Anlatılanlardan anladığımız kadarıyla devlet; Üsküp’ün yüzünü geçmişe döndürerek halka mesaj vermek istiyormuş. “Sen Müslüman değildin pagan idin, geçmişini unutma!” Mesajı… Bunun için dikilmiş o heykeller. Hem de bir gecede. Amaç, Üsküp’ü kendine getirmekmiş. Müslüman kimliğinin dışında farklı bir kimliğinin olduğunu hatırlatmakmış. Osmanlı ruhunu Üsküp’ten söküp atmakmış. Parayı Avrupa Birliği vermiş. Halk sabah kalktığında başka bir ülkeye uyanmış, heykeller ülkesine. Meydanın tam ortasında Büyük İskender’in Heykeli var. Heykel ismiyle mütenasip olarak yapılmış. Büyük İskender…Hatta heykellerin meydanda yerini almasından sonra burada şöyle bir espiri gelişmiş; “Makedonya’nın %70’i Makedon, %20’si Arnavut, %10’u da heykeldir.” Ayrıca Makedonya Kuzey Makedonya olarak anılmaya başlanınca yeni bir şehir planı uygulamaya konulmuş. Vardar Nehri üzerine köprüler inşa edilmiş, Meydana Arkeoloji Müzesi gibi yapılar yapılmış. Bu hummalı çalışmanın en güzel tarafı şehrin ışıklandırılması olmuş. Hava kararınca şehre sihirli bir el değiyor ve şehir birdenbire başka bir yer oluveriyor. Tanıtım sonrasında meydandaki heykellerin arasından geçerek Osmanlı çarşısına vardık. Müslüman Arnavut ve Ortodoks Sırpların bir arada yaşadığı ve esnaflık yaptığı çarşıya. Şehrin Sultanahmet’i veya Eminönü’sü niteliğindeki tarihi çarşıya. Birdenbire yüzler gülmeye başladı. Dükkanlar tanıdık geldi. Minareler de. Türkiye'nin bir prototipi. Kendi yetiştirdikleri meyveleri ve sebzeleri satan manavlar, dükkanlar, Türk ve Balkan lokantaları, Osmanlı’dan kalma hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler ve türbelerin olduğu bir çarşı burası. Etrafı seyrederken içimiz huzurla doluyor. Çarşı esnafıyla Türkçe konuşabiliyor ve alışveriş yapabiliyorsunuz. Türkiye’deymişsiniz gibi. İletişim sıkıntısı çekmiyorsunuz. Halk arasında bir söz varmış; “Üsküp’te su bile Türkçe akar” derlermiş. Balkanlar’da aradığımız ve birer ikişer bulabildiğimiz Osmanlı eserlerinin çoğunlukla ayakta olduğu ülke Makedonya imiş. Özellikle de Üsküp. Üsküp'te Osmanlı mimarisi korunuyormuş. Mustafa Paşa Camii, Kapan Han, İsa Bey Camii, Kurşunlu Han ve Davut Paşa Hamamı, Yiğit Paşa Kültür Merkezi ve Medar camii bu eserlerden bazılarıymış. Hemen çarşının girişinde solda kadim dostum Ali var. Köfteci Ali. Türkiye’ye her gidişimde Ali’nin köftesini ve yanında acı biberiyle birlikte kuru fasulyesini yemeden geçip gitmem, bu sefer de öyle yaptım. Yanımda Recai ve Ekrem de vardı. Üsküp rehberimizin anlattığına göre, belediye şehrin elden geçirilmesi için karar almış. Müteahhit firmaya vermiş. Firma, Osmanlıdan kalma Arnavut kaldırımlarını “eskimişler” bahanesiyle söküp, onların yerine yeni taşlar döşemenin daha iyi olacağını söylemiş ve yetkilileri ikna etmiş. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı sonradan anlaşılmış. Müteahhit firma o taşları tarihi eser diye yüksek fiyatlara satarmış. Yetkililer bu durumu öğrenir öğrenmez müdahale etmişler ama meydanın büyük bölümünün taşları sökülmüş. Söküme meydanın aşağısından başlamışlar. Medar Camii’ne kadar gelmişler. Düşmanlık mı desem yoksa hırs mı desem? Ne dersem diyeyim olan olmuş. Belki milyonlarca para kazanmış firma oradan. Çarşıda yürürken aradaki uyumsuzluğu ve çirkinliği hemen fark ediyorsunuz baten… Ezan okunuyor Birdenbire ezan sesleri geldi kulağımıza. Müezzinin biri bitiriyor öbürü başlıyor. Bazen de sesler birbirine karışıyor. Ayrı ayrı zamanlarda başlayıp birkaç saniye sonra birbirine karışarak o kadar güzel bir harmoni oluşturuyorlar ki; duygu seline kapılıyoruz, dizlerimizin bağı çözülüyor. Sonuna kadar dinliyoruz ezanı. Allah-ü Ekber…Leilâhe illallah. (Allah büyüktür ve tektir, O’ndan başka ilah da yoktur) Aman Allah’ım ne kadar gurur verici bir an… Tabii özlem de var.Almanya’dan geliyoruz. Çan seslerine aşina olduğumuz bir ülkeden. Bazılarımız için en az bir senedir duymadığımız ses, o ses, ezan sesi. Kayıt altına alarak o anı ölümsüzleştirmeyi bile unutmuşum heyecanımdan.
Sonrasında yemek için önceden rezervasyon yapılmış olan restorana geçtik. Köfte ve kuru fasulye yiyeceğiz. Köfteci Ramiz’in dükkanının hemen karşısında. “Balkan Ninnisi” filmindeki Ramiz’den bahsediyorum. Üsküp’ün Tarihi Üsküp’ün tarihi MÖ IV. yüzyıllara kadar uzanırmış, eski adı Scupi imiş. Arapçada "suların akması ve kaynaması"anlamına gelirmiş. Üsküp, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski bir şehir. Bizans HükümdarıI.Justinyonos Üsküp doğumluymuş. Çok sayıda eser bırakmış Üsküp’e. 1154 tarihinden itibaren Sırp hâkimiyetine girmiş. İkinci Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya’nın Komünist eyaletlerinden biri haline gelmiş. Çok geçmeden de (1991) bağımsızlığını ilan etmiş. 2000 yıllık Hristiyanlığın anısına Vodno Dağı’nın tepesine bir haç dikilmiş, Milenyum Haçıymış. 66 metre yüksekliğinde olan bu haç, dünyanın en büyük haçı ünvanını elinde bulundurmaktaymış (2024). Mostar’ da. Hum tepesinde de görmüştük benze bir haç. Kiliselerdeki ve benzer yerlerdeki Haç anlamlıdır elbet, onlara sözümüz olmaz. Ama dağların tepelerine dikilen haçlar kışkırtıcıdır. Müslümanlar da aynı şekilde dağlara sembollerini (Hilal) dikmeye kalkarlarsa ne olacağını düşünmek lazım değil midir? Bir de demokrasi dediğimiz bir şey var… Taşköprü Üsküp’ün sembolü olan Taşköprü, şehrin tam ortasından geçen Vardar Nehri’nin iki yakasını birleştiriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa edilmiş. Köprüye, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü diyenler olduğu gibi Vardar Köprüsü, veya Taşköprü diyenler de varmış. 12 kemerli ve 6 metre genişliğinde bir köprü. Köprü eskiden Üsküp’te bir yakadan öbür yakaya geçmek için kullanılırmış. 1971 yılında başka köprünün inşa edilmesiyle Taşköprü sadece yayalar tarafından kullanılabilir duruma gelmişÜsküp’e biraz geç geldiğimizden ve hava da yağmurlu olduğundan fotoğraf çekememiştik. Otele yerleştikten sonra Züleyha Hanım ile fotoğraf çekmek için geriye döndük. Meydan ışıklandırılmıştı ve yağmur da dinmiş idi. Üsküp için şu cümleyi kurmam yerinde olacaktır; değil Üsküp’ün, Makedonya’nın bütün şehirlerini heykellerle donatsanız da o camiler ayakta kaldığı sürece Osmanlı ruhunu oralardan söküp atamayacaksınız! Matka Kanyonu Sabah 08 de otobüs hareket etti. Hedefimizde Selanik var. Geceyi Ohri de geçireceğiz. Ohri’de sıra gecesinde eğleneceğiz ve yemek yiyeceğiz. Bol bol Makedon şarkıları dinleyeceğiz. Ama önce Matka Kanyonu. Üsküp'e sadece 15 kilometre mesafede. Otobüsten indikten sonra yokuş yukarı yürüdük. Bazı arkadaşlar aşağıda kalmayı tercih etti. Neden böyle yaparlar bilmem. Grup gelinceye kadar, orada otobüsün yanında pineklemek nasıl bir duygudur, anlayan varsa beri gelsin. O yemyeşil ağaçların içinde yürüyerek, ciğerlerimizi oksijenle doldurmak var iken… Baraj gölünde tekne turu da yaptık. Sağımızda solumuzda dağ. Tekne ile dağın eteğinde yol alıyoruz. Uzun süre yukarıya bakmak boyun ağrısına sebep oluyor. Dağın ulaştığı yere bizim uzun süre bakışlarımızla ulaşmamız mümkün değil. Kaptanın seçtiği türküler de Türkçe olunca…İşte budur diyoruz… XIII.yüzyıldan kalma bir de kilise bulunuyor kanyonda. Hemen barajın başında dinlenme tesisleri de var. Bazı arkadaşlarımız tekne turu yapma yerine orada oturup bir şeyler içmeyi tercih ettiler. Kalkandelen Şar dağlarının eteğine kurulmuş bir şehir Kalkandelen. Pena Nehri ile ikiye bölünmüş. Üsküp’e 50 kilometre mesafede. Küçük bir şehir. Sokakları Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş. Kalkandelen, XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Tetova ismiyle de anılırmış. Sahip olduğu eserler ile günümüzde bir Osmanlı şehri olarak varlığını sürdürmekte. Tarihin ve doğal güzelliklerin sarıp sarmaladığı şehir Kalkandelen. Kalkandelen’de bir cami varmış, Alaca camii, o camiyi ziyaret etmek için girdik şehre. Ben böylesine süslü bir camiyi ilk defa görüyorum. İki kız kardeşin desteği ile yapılmış; Osmanlı döneminde inşa edilen, Pena Nehri manzarasının enfes güzelliklerine pencere aralayan Alaca Camiinin dış cephesi, geometrik desenlerle kaplı. Harika bir görünümü var. İbadet yapmamız için davetiye çıkarıyor gibi. Rivayet edildiğine göre, boya yapımında 30.000 yumurta kullanılmış. Küçücük ama hoş bir de bahçesi var. İçi de başka bir güzellikte. İşte burası Müslümanların ibadet ettiği yerdir denildiğinde evet denilmesi, göğsümüzün kabarmasına vesile olacak güzellikte. Caminin yapılmasına sebep olan iki kardeşin kadın olması etkili olmuş olmalı, bu tezyinatın yapılmasında. İbadethaneler sade olmalı şeklinde bir anlayış var Müslümanlar arasında. Doğru bir anlayış değil bu. Selçuklu ve Osmanlı camileri de aynı şekilde tezyin edilmişler. Dış cepheleri Alaca Camii kadar olmasa da göze hoş gelen bir estetiğe sahipler. Divriği Ulu Camii; dünyada benzeri olmayan bir taş işçiliğine sahip. Hiçbir figürü tekrar edilmemiş. Ne yani, Müslümanlar estetikten uzak insanlar mı? Kim bu anlayışı Müslümanlara enjekte ettiyse, estetik düşmanı birisi olmalı…
Allah bu dünyayı özene bezene yaratmış, ne kadar güzel yaratmış. Her bir yaratılanın ayrı bir özelliği ve güzelliği var, cazibesi var. Rengarenk çiçekler, kuşlar, böcekler. Hepsinin rengi ve kokusu farklı. Kuşlar alemi ve hayvanlar alemi de öyle. Dağların ve denizlerin oluşturdukları o harmoni hayretimizi mucip olmuyor mu? Kanyonları görünce vay beee demiyor muyuz? Denizlerdeki çeşitliliğe ne demeli… Ben derim ki; evet ibadethaneler de o yöredeki insanların estetik anlayışını en güzel şekilde üzerinde taşımalı. Kalkandelen’de bugüne kadar ulaşan daha çok tarihî eser varmış. Bektaşî tarikatına bağlı olan Harâbâtî Baba Tekkesi gibi. Tekke; yazlık köşkü, çeşmesi, havuzlu çardağı, semahanesi, türbesi, mutfağı ve depolarıyla görmeye değer bir esermiş. Biz o tekkeyi göremedik. Hemen unutmadan yazayım, Recai’nin dünürü Kalkandelenli imiş. Otobüste ilan etti…Bir seneye kadar düğünlerini de yapacaklarmış…Allah tamamına erdirsin. Devam edecek
10 Ekim 2024 Perşembe
BALKANLAR GEZİSİ XI KOSOVA
BALKANLAR GEZİSİ (XI) KOSOVA
-Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024-
Kosova’dayız. Kosova 2008 yılında bağımsızlığını kazanmış ve bugün itibariyle 114 ülke tarafından tanınmış olan bir Balkan ülkesi. Altı asır Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Kosova, savaş meydanında şehit düşen, Sultan Murat’ın gözdesi olan bir ülkedir. Sultan Murat savaş meydanında şehit düşen tek Osmanlı Padişahıdır. Coğrafi konum itibariyle Arnavutluk, Makedonya ve Karadağ ile çevrili olan Kosova stratejik önemi haizdir. Nüfusu:1.816.200 (2016) imiş. Bu nüfusun %92,9 Arnavut, %1,6 Boşnak, %1,5 Sırp, %1,1Türk, %2,9 diğerleri.
Nüfusunun %95’i Müslümanlardan, %1,5 Ortodoks Hristiyanlardan, %2,2 Katoliklerden oluşmaktaymış.
Neredeyse nüfusunun tamamı Müslüman olmasına rağmen, ülkede bilinçli bir şekilde uygulanan politikalar ile Müslüman kimliği yok edilmeye çalışılmaktaymış.
Osmanlının miras bıraktığı 365 tarihi eserden, (cami, medrese, kervansaraya, hamam, köprü) bugün itibariyle (2024) ayakta kalan sadece 25 esermiş.
Prizren
Prizren’deyiz. İki saat serbest zaman verildi. Herkes bir yerlere dağıldı. Biz Cengiz ve Ekrem ile bir grup olduk ve Prizren’i keşfe çıktık.
Prizren Kosova’nın ikinci büyük şehriymiş. Şehri Akdere (Bistriça) nehri ortadan ikiye ayırıyor. Nehrin üzerinde iki yaka arasındaki bağlantıyı sağlayan bir köprü var. Osmanlıdan miras kalan köprü. Taşköprü ismiyle biliniyor. Köprünün hemen yanında kafeler var. Orada iki Türk askeriyle karşılaştık. Nato’da görevlilermiş. Uzunca sohbet ettik onlarla. Züleyha ve Dilek hanımlarla birlikteydik. Anlattıklarına göre, “Kosovalılar Türkleri çok seviyorlarmış. Prizren'de 35.000 civarında Türk yaşarmış, şehrin Arnavut sakinlerinin de Türkçe bilmesiyle Prizren, Kosova'da Türkçenin en yoğun konuşulduğu şehir haline gelmiş.” Köprünün üzerinde hatıra fotoğrafı çekildik ve ayrıldık onlardan.
Şadırvan Meydanı
Prizren şehir meydanına Şadırvan deniliyor. Şadırvan meydanının zemini Osmanlı dönemi kaldırımları ile döşeli. Ortada bir çeşme var. Meydan, ismini bu şadırvandan almış. Kosova aslında çeşmeler şehriymiş. Her köşe başında bir çeşme varmış. Osmanlı döneminden kalan ve Kosova’yı süsleyen 150 tarihi çeşme.
Ata yadigârı çeşmelerden en özeli, şehrin meydanındaki şadırvan çeşmesiymiş. Kosova’nın tarihi için ayrı bir önemi haiz olan çeşmeler, geçmişte gençlerin buluşma noktasıymış. Rivayet edilir ki; bu şadırvandan su içenler ya Prizren’e tekrar geri gelirlermiş ya da buradan birisiyle evlenip buraya yerleşirlermiş. Hepimiz içtik o çeşmenin suyundan ama rivayetteki anlatılanların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aynı hikâye Karlofça’da da vardı. Aşk çeşmesi. O çeşme de şehrin meydanındaydı.
Şadırvan meydanının etrafında kafeterya ve lokantalar sıra sıra dizilmişler. Meydanı anlamlı kılan mekanlar buralar. Hepsi tıklım tıklım. Yer açılması için biraz beklemeniz lazım. Biz etrafı fotoğraflarken, yer açıldı ve öğle yemeğini o meydanın hemen kenarındaki restoranda yedik. Beklememize değdi. Günlerdir ağız tadıyla bir yemek yiyememiştik. Hem servisleri hem de yemekleri taktire şayan...
Sinan Paşa Camii
Şadırvanın hemen yukarısında bir cami var. 1615 yılında Bosna Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yaptırılmış. İnce uzun bir minaresi var. Genişçe bir de bahçesi. İç süslemeleri de ayrı bir güzellikte. Gerçi Balkanlarda camilerin iç süslemeleri hep böyle, içinizi açan ferahlıkta. Ağırlıklı olarak mavi renkler hâkim. Caminin arka tarafında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Oradan yukarı doğru giderseniz kaleye ulaşıyorsunuz. Biz kaleye çıkmadık. Cengiz ve Ekrem’le birlikte şehri turlamayı tercih ettik. Ana cadde üzerinde yürüdük. Camekânları ağırlıklı olarak bildik markalar süslüyor. Ana cadde bitince yol değiştirdik, ara sokaklara daldık. Halveti tekkesine uğradı yolumuz.
Halveti Tekkesi
Tekke, Türk Konsolosluğunun hemen arkasında. Prizren'in tarihi sembollerinden biriymiş. Şeyh Pir Osman Baba (ö. 1164/1747) tarafından 1712 yılında kurulmuş.
Türbe; cami şadırvan ve birkaç mezarın bulunduğu bahçeden oluşuyor. Değişik bir havası var, küçücük bir Tekke. İçinizi ısıtıyor. Bütün tekkeler öyle değil midir zaten?
Balkanları İslamlaştıran merkezlerden birisiymiş bu tekke. Tekkeler Balkanlarda dün ne yapmışlarsa bugün de aynı görevi icra etmektelermiş. Balkanların İslamlaşmasında bu tekkelerin önemi büyükmüş. Tekkeleri dimdik ayakta görünce ve icra ettikleri göreve de şahit olunca; Osmanlı sonrası Cumhuriyet Türkiye’sinde Tekke ve Zaviyelerin niçin yasaklandığını (1925) daha iyi anlıyorsunuz.
Halveti Tarikatı
Halvetilik/Halvetiyye tarikatı 14’üncü yüzyılda Azerbaycan ve İran coğrafyasında ortaya çıkmış. Tarikatın kurucusu Şeyh Ebu Abdullah Sirâcüddin imiş. Halvetiyye Tarikatında yedi makam varmış bu makamları geçemeyenler Kemâle eremezlermiş: Nefs-i emmâre, Nefs-i levvâme, Nefs-i mülhime, Nefs-i mutmainne, Nefs-i radiyye, Nefs-i mardiyye, Nefs-i kâmile.
Halvetiler zikre çok önem verirlermiş. Nefsi kötülükten ve günahlardan arındırmanın yolu; dille, kalple, ruhla ve sırla yapılan zikirlermiş. Zikir yapılırken mûsiki önemliymiş. Başta ney, def ve kudüm olmak üzere çeşitli mûsiki aletleri kullanılırmış.
Halvetiyye tarikatında; az yeme, az konuşma, az uyuma, inzivâ, zikir, fikir, şeyhe gönülden bağlı olma ilkelerine hassasiyetle uyulması gerekirmiş. Müşâhede mertebesine ulaşmak için mücâhede (Cihad) şartmış. Mücâhede tarikatın kuruluş amacıymış, olmazsa olmaz bir şartmış.
Halvet; dervişin veya müridlerin dar bir mekâna, hücreye veya dar bir alana çekilip orada ibadet, murakabe, zikir ve fikirle meşgul olmasına verilen isimmiş.
Bu tekkelerin, bugün dahi Kosova toplumu üzerinde hâkimiyeti devam etmekteymiş. Manevi öncüler, şeyhler halk arasında yeri geldiğinde bir kamu gücü, yeri geldiğinde ise bir sosyal vakıf gibi hareket ederlermiş. Hû diyelim erenler Hû…
Mamuşa (Mahmut Paşa)
Balkanlar’da halkının tamamının Türkçe konuştuğu tek kasaba Mamuşa’yı görmeden olmazdı. Biz de kırdık direksiyonu Mamuşa’ya. Prizren’e 20 km. mesafede şirin bir kasaba Mamuşa. Mamuşa adı, Osmanlı padişahı II. Mahmut’tan gelirmiş. 19’uncu yüzyılın başında Padişah II. Mahmud bu çevreye hanlar, saraylar, camiler inşa ettirmiş. Tokat civarından getirilen Türk ahali ile de köy meskûn hâle getirilmiş. Mamuşa’nın toplam nüfusu 2011 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 5.513 müş.
Köyün girişinde bir okul var. Sağ tarafta. 1.000 öğrencisi olan büyük bir okul. Anadolu İlköğretim Okulu. Otobüs önünde durunca çocuklar dışarıya çıktı ve Türkiye! Türkiye! şeklinde tempo tutarak karşıladılar bizi. O nasıl bir duygu seliydi öyle, anlatamam. Çocukların sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Türkiye! Türkiye! Türkiye!
Köyde Genç Osman adında bir lokanta ve bir de Osmanlının yaptırdığı saat Kulesi var. Tabelalar tamamıyla Türkçe. İki de cami var.
Mamuşa, Anadolu'daki bir kasabadan farksız. Benim orada Emrah adında bir arkadaşım vardı. Ama onu bulamadık. Tarlaya gitmiş.
Hemen hemen her evde Türk bayrağı bulunan kasabada herkes kusursuz bir Türkçe konuşuyor, eğitim dili Türkçe, halk Türk televizyon kanallarını izlermiş.
Bizi gören halk birer ikişer etrafımızda toplanmaya başladılar. Hoş-beşten sonra biraz soluklanmamızı istediler, tekliflerinde samimi oldukları her hallerinden belliydi. Birer çay içmemiz konusunda ısrar ettiler ama akşam olmadan Üsküp’e ulaşmamız gerekiyordu. Sırada Mazgit köyü de var. Sultan Murat’ın elini öpeceğiz Mazgit’te. Hayır dualarını alacağız. Sultan’ı bekletmek olmaz. Gelişimize sevindiler ama çay içme tekliflerini reddedince de çok üzüldüler… Vedalaştık. Ehem ile mühim arasındaki farkı fark edemeyen kifayetsiz muhterislerle iş tutarsanız, ağız tadıyla gezi yapamıyorsunuz.
Sultan I.Murat Türbesi
Mamuşa’dan Mazgit köyüne geçtik. Sultan I. Murad'ın iç organları oradaa gömülüymüş (1389). Türbenin giriş kapısının üzerinde bir kitabe yazılı:
“Pek harap olmuş idi türbe-i Şah-i Murad
Emrü ferman eyledi tamirini Sultan Reşad
Bir zafer tarihini yad ettiren millete
Ruh-i pâk-i şad eden âlî himmete
Arz edüp bu cevher-i tarihi ta’zim eyleriz
Meşhedin ihyasını (Şevkat) saadet bekleriz.”
(Hicrî 1329 / Milâdî 1909)
Sekiz saatte zaferle sonuçlanan bir savaştan bahsediyorum. Birinci Kosova Meydan Savaşı'ndan. Bir tarafta Haçlı orduları; Lehler, Bosna, Çekler, Macarlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Eflak Prensi öbür tarafta Müslümanlar. 70.000 Haçlı askerine karşı 40.000 Müslüman askeri.
Savaş bitmiş. Zafer kazanılmış. Padişah çadırına çekilmiyor, gözyaşları içinde bizzat meydana iniyor. Sevinemiyor bile kazandığı zafere. Birçok insan ölmüş, bir kısmı yaralı bir kısmı da şehit. Nasıl sevinsin ki… Yaralılara şifa diliyor, şehitlere ise dua ediyor. Bu sırada subaylarından birisi yaklaşıyor yanına ve yaralı bir Sırp askerinin Müslüman olmak istediğini fısıldıyor kulağına, heyecanlanıyor Sultan Murat, “getirin yanıma” diyor. Gayesi Allah’ın muştusunu insanlara ulaştırmak değil miydi zaten. Bir kişinin Müslüman olması büyük bir kazanım.
Yakınına kadar çağırıyor. Getiriyorlar o askeri. Neredeyse kucaklayacak. Tedbir almıyor. Subaylar da tedbir almıyorlar. Asker Sultan Murat’a iyice yaklaşınca elindeki zehirli hançeri saplayıveriyor Sultan Murat’ın kalbine. Miloş Obiliç.
İşte biz o koca yürekli Padişah I. Murat’ın türbesini ziyaret edeceğiz. Miloş Obiliç tarafından hançerlenerek şehit edilen Sultan I.Murad’ın Türbesini. Orhan ve Yar Hisar Tekfurunun kızı Holifira’nın oğlu Murat’ın, I. Murad’ın şehit edildiği yere gideceğiz. "Meşhed-i Hüdâvendigâr’a. Aman ne saadet.
Padişahların hanımlarının Türk olmadığından dem vurarak Osmanlıyı itibarsızlaştırmaya çalışanlara kapak olsun…
Orada bir türbedar var. Boşnak Saniye teyze. Ona türbedarlık ailesinden geçmiş. 42 yıldır bu görevi yapıyormuş. Saniye teyzemizin elini öpmek de nasip oldu.
Türbedar demek; türbenin koruyucusu, bakımını, temizliğini yapan kişi demek.
Türbedar Saniye teyzenin bizleri samimi-candan karşılaması yüreklerimizi ısıttı. “Burası benim dünyadaki küçük cennetim” diyen Saniye Teyze’nin o samimiyeti karşısında duygulandık. Allah hayırlı ömürler versin.
Bu dünyada herkes bir vazife icra ederken, Saniye teyzeye de Kosova’ya İslâm’ın bayrağını taşıyan Sultan Murad’ın meşhedinde nöbet tutmak düşmüş. İlahî taksimatın hikmetine akıl-sır mı erermiş… Ermiyor işte. Mevla’ma şükürler olsun ki; Osmanlı’nın devlet kurduğu ve medeniyetler inşa ettiği o Balkan topraklarını gezip dolaşmayı ve ibret almayı bizlere nasip etti. Ne kadar şükretsek azdır. Elhamdülillah. Yazımın burasında o toprakların emzirdiği çocuk olan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal Marşımızın Şairi Mehmet Akif Ersoy’a kulak verelim:
“Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.”
Sultan Murad’ın savaştan önce ettiği duayı, Allah’a yakarışını duvara asmışlar. Odaya girince hemen gözünüze çarpıyor. Sanki şehitlik kendisine malum olmuş da duası kabul olmuş gibi. Okuyunca anlıyorsunuz bunu. Duvardaki o dua metnini okudum bazı arkadaşlara, âmin dediler. Bizim gruptan olmayan birileri de vardı âmin diyenler arasında. Bir tanesi vardı ki; ağlıyordu. Tarih hocasıymış. Emekli olmuş. Tokat’tan geliyormuş.
Sultan Murad, herkes yattıktan sonra abdest almış, iki rekât namaz kılmış. Alnını toprağa koymuş ve şöyle yakarmış Mevla’sına:
“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!..
Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sâdece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler!
İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle de! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim!
Yâ İlâhî! Mülk de bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim.
Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun!
Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım... Beni gâzî kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehîdlik de nasîb eyle!.. Âmîn!”
Sultan Murat ile vedalaştıktan sonra Makedonya’ya doğru yola koyulduk. Biraz hüzünlüydük… Biraz da sevinçliydik. İslâm muştusunu Avrupa’ya taşıyan Murat Hüdâvendigâr ile sohbet ettik. Savaş anılarını anlattı bize…Bizim otobüsle gezmekte zorlandığımız o beldelere at üzerinde ve yaya olarak nasıl geldiklerini, 40.000 kişinin ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını anlattı bize…Ne saadet…
Devam edecek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)