10 Ekim 2024 Perşembe

BALKANLAR GEZİSİ XI KOSOVA

BALKANLAR GEZİSİ (XI) KOSOVA -Türk Eğitim Derneği’nin Balkanlar Turu’ndan 2024- Kosova’dayız. Kosova 2008 yılında bağımsızlığını kazanmış ve bugün itibariyle 114 ülke tarafından tanınmış olan bir Balkan ülkesi. Altı asır Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Kosova, savaş meydanında şehit düşen, Sultan Murat’ın gözdesi olan bir ülkedir. Sultan Murat savaş meydanında şehit düşen tek Osmanlı Padişahıdır. Coğrafi konum itibariyle Arnavutluk, Makedonya ve Karadağ ile çevrili olan Kosova stratejik önemi haizdir. Nüfusu:1.816.200 (2016) imiş. Bu nüfusun %92,9 Arnavut, %1,6 Boşnak, %1,5 Sırp, %1,1Türk, %2,9 diğerleri. Nüfusunun %95’i Müslümanlardan, %1,5 Ortodoks Hristiyanlardan, %2,2 Katoliklerden oluşmaktaymış. Neredeyse nüfusunun tamamı Müslüman olmasına rağmen, ülkede bilinçli bir şekilde uygulanan politikalar ile Müslüman kimliği yok edilmeye çalışılmaktaymış. Osmanlının miras bıraktığı 365 tarihi eserden, (cami, medrese, kervansaraya, hamam, köprü) bugün itibariyle (2024) ayakta kalan sadece 25 esermiş. Prizren Prizren’deyiz. İki saat serbest zaman verildi. Herkes bir yerlere dağıldı. Biz Cengiz ve Ekrem ile bir grup olduk ve Prizren’i keşfe çıktık. Prizren Kosova’nın ikinci büyük şehriymiş. Şehri Akdere (Bistriça) nehri ortadan ikiye ayırıyor. Nehrin üzerinde iki yaka arasındaki bağlantıyı sağlayan bir köprü var. Osmanlıdan miras kalan köprü. Taşköprü ismiyle biliniyor. Köprünün hemen yanında kafeler var. Orada iki Türk askeriyle karşılaştık. Nato’da görevlilermiş. Uzunca sohbet ettik onlarla. Züleyha ve Dilek hanımlarla birlikteydik. Anlattıklarına göre, “Kosovalılar Türkleri çok seviyorlarmış. Prizren'de 35.000 civarında Türk yaşarmış, şehrin Arnavut sakinlerinin de Türkçe bilmesiyle Prizren, Kosova'da Türkçenin en yoğun konuşulduğu şehir haline gelmiş.” Köprünün üzerinde hatıra fotoğrafı çekildik ve ayrıldık onlardan. Şadırvan Meydanı Prizren şehir meydanına Şadırvan deniliyor. Şadırvan meydanının zemini Osmanlı dönemi kaldırımları ile döşeli. Ortada bir çeşme var. Meydan, ismini bu şadırvandan almış. Kosova aslında çeşmeler şehriymiş. Her köşe başında bir çeşme varmış. Osmanlı döneminden kalan ve Kosova’yı süsleyen 150 tarihi çeşme. Ata yadigârı çeşmelerden en özeli, şehrin meydanındaki şadırvan çeşmesiymiş. Kosova’nın tarihi için ayrı bir önemi haiz olan çeşmeler, geçmişte gençlerin buluşma noktasıymış. Rivayet edilir ki; bu şadırvandan su içenler ya Prizren’e tekrar geri gelirlermiş ya da buradan birisiyle evlenip buraya yerleşirlermiş. Hepimiz içtik o çeşmenin suyundan ama rivayetteki anlatılanların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aynı hikâye Karlofça’da da vardı. Aşk çeşmesi. O çeşme de şehrin meydanındaydı. Şadırvan meydanının etrafında kafeterya ve lokantalar sıra sıra dizilmişler. Meydanı anlamlı kılan mekanlar buralar. Hepsi tıklım tıklım. Yer açılması için biraz beklemeniz lazım. Biz etrafı fotoğraflarken, yer açıldı ve öğle yemeğini o meydanın hemen kenarındaki restoranda yedik. Beklememize değdi. Günlerdir ağız tadıyla bir yemek yiyememiştik. Hem servisleri hem de yemekleri taktire şayan... Sinan Paşa Camii Şadırvanın hemen yukarısında bir cami var. 1615 yılında Bosna Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yaptırılmış. İnce uzun bir minaresi var. Genişçe bir de bahçesi. İç süslemeleri de ayrı bir güzellikte. Gerçi Balkanlarda camilerin iç süslemeleri hep böyle, içinizi açan ferahlıkta. Ağırlıklı olarak mavi renkler hâkim. Caminin arka tarafında hediyelik eşya satan dükkanlar var. Oradan yukarı doğru giderseniz kaleye ulaşıyorsunuz. Biz kaleye çıkmadık. Cengiz ve Ekrem’le birlikte şehri turlamayı tercih ettik. Ana cadde üzerinde yürüdük. Camekânları ağırlıklı olarak bildik markalar süslüyor. Ana cadde bitince yol değiştirdik, ara sokaklara daldık. Halveti tekkesine uğradı yolumuz. Halveti Tekkesi Tekke, Türk Konsolosluğunun hemen arkasında. Prizren'in tarihi sembollerinden biriymiş. Şeyh Pir Osman Baba (ö. 1164/1747) tarafından 1712 yılında kurulmuş. Türbe; cami şadırvan ve birkaç mezarın bulunduğu bahçeden oluşuyor. Değişik bir havası var, küçücük bir Tekke. İçinizi ısıtıyor. Bütün tekkeler öyle değil midir zaten? Balkanları İslamlaştıran merkezlerden birisiymiş bu tekke. Tekkeler Balkanlarda dün ne yapmışlarsa bugün de aynı görevi icra etmektelermiş. Balkanların İslamlaşmasında bu tekkelerin önemi büyükmüş. Tekkeleri dimdik ayakta görünce ve icra ettikleri göreve de şahit olunca; Osmanlı sonrası Cumhuriyet Türkiye’sinde Tekke ve Zaviyelerin niçin yasaklandığını (1925) daha iyi anlıyorsunuz. Halveti Tarikatı Halvetilik/Halvetiyye tarikatı 14’üncü yüzyılda Azerbaycan ve İran coğrafyasında ortaya çıkmış. Tarikatın kurucusu Şeyh Ebu Abdullah Sirâcüddin imiş. Halvetiyye Tarikatında yedi makam varmış bu makamları geçemeyenler Kemâle eremezlermiş: Nefs-i emmâre, Nefs-i levvâme, Nefs-i mülhime, Nefs-i mutmainne, Nefs-i radiyye, Nefs-i mardiyye, Nefs-i kâmile. Halvetiler zikre çok önem verirlermiş. Nefsi kötülükten ve günahlardan arındırmanın yolu; dille, kalple, ruhla ve sırla yapılan zikirlermiş. Zikir yapılırken mûsiki önemliymiş. Başta ney, def ve kudüm olmak üzere çeşitli mûsiki aletleri kullanılırmış. Halvetiyye tarikatında; az yeme, az konuşma, az uyuma, inzivâ, zikir, fikir, şeyhe gönülden bağlı olma ilkelerine hassasiyetle uyulması gerekirmiş. Müşâhede mertebesine ulaşmak için mücâhede (Cihad) şartmış. Mücâhede tarikatın kuruluş amacıymış, olmazsa olmaz bir şartmış. Halvet; dervişin veya müridlerin dar bir mekâna, hücreye veya dar bir alana çekilip orada ibadet, murakabe, zikir ve fikirle meşgul olmasına verilen isimmiş. Bu tekkelerin, bugün dahi Kosova toplumu üzerinde hâkimiyeti devam etmekteymiş. Manevi öncüler, şeyhler halk arasında yeri geldiğinde bir kamu gücü, yeri geldiğinde ise bir sosyal vakıf gibi hareket ederlermiş. Hû diyelim erenler Hû… Mamuşa (Mahmut Paşa) Balkanlar’da halkının tamamının Türkçe konuştuğu tek kasaba Mamuşa’yı görmeden olmazdı. Biz de kırdık direksiyonu Mamuşa’ya. Prizren’e 20 km. mesafede şirin bir kasaba Mamuşa. Mamuşa adı, Osmanlı padişahı II. Mahmut’tan gelirmiş. 19’uncu yüzyılın başında Padişah II. Mahmud bu çevreye hanlar, saraylar, camiler inşa ettirmiş. Tokat civarından getirilen Türk ahali ile de köy meskûn hâle getirilmiş. Mamuşa’nın toplam nüfusu 2011 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 5.513 müş. Köyün girişinde bir okul var. Sağ tarafta. 1.000 öğrencisi olan büyük bir okul. Anadolu İlköğretim Okulu. Otobüs önünde durunca çocuklar dışarıya çıktı ve Türkiye! Türkiye! şeklinde tempo tutarak karşıladılar bizi. O nasıl bir duygu seliydi öyle, anlatamam. Çocukların sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Türkiye! Türkiye! Türkiye! Köyde Genç Osman adında bir lokanta ve bir de Osmanlının yaptırdığı saat Kulesi var. Tabelalar tamamıyla Türkçe. İki de cami var. Mamuşa, Anadolu'daki bir kasabadan farksız. Benim orada Emrah adında bir arkadaşım vardı. Ama onu bulamadık. Tarlaya gitmiş. Hemen hemen her evde Türk bayrağı bulunan kasabada herkes kusursuz bir Türkçe konuşuyor, eğitim dili Türkçe, halk Türk televizyon kanallarını izlermiş. Bizi gören halk birer ikişer etrafımızda toplanmaya başladılar. Hoş-beşten sonra biraz soluklanmamızı istediler, tekliflerinde samimi oldukları her hallerinden belliydi. Birer çay içmemiz konusunda ısrar ettiler ama akşam olmadan Üsküp’e ulaşmamız gerekiyordu. Sırada Mazgit köyü de var. Sultan Murat’ın elini öpeceğiz Mazgit’te. Hayır dualarını alacağız. Sultan’ı bekletmek olmaz. Gelişimize sevindiler ama çay içme tekliflerini reddedince de çok üzüldüler… Vedalaştık. Ehem ile mühim arasındaki farkı fark edemeyen kifayetsiz muhterislerle iş tutarsanız, ağız tadıyla gezi yapamıyorsunuz. Sultan I.Murat Türbesi Mamuşa’dan Mazgit köyüne geçtik. Sultan I. Murad'ın iç organları oradaa gömülüymüş (1389). Türbenin giriş kapısının üzerinde bir kitabe yazılı: “Pek harap olmuş idi türbe-i Şah-i Murad Emrü ferman eyledi tamirini Sultan Reşad Bir zafer tarihini yad ettiren millete Ruh-i pâk-i şad eden âlî himmete Arz edüp bu cevher-i tarihi ta’zim eyleriz Meşhedin ihyasını (Şevkat) saadet bekleriz.” (Hicrî 1329 / Milâdî 1909) Sekiz saatte zaferle sonuçlanan bir savaştan bahsediyorum. Birinci Kosova Meydan Savaşı'ndan. Bir tarafta Haçlı orduları; Lehler, Bosna, Çekler, Macarlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Eflak Prensi öbür tarafta Müslümanlar. 70.000 Haçlı askerine karşı 40.000 Müslüman askeri. Savaş bitmiş. Zafer kazanılmış. Padişah çadırına çekilmiyor, gözyaşları içinde bizzat meydana iniyor. Sevinemiyor bile kazandığı zafere. Birçok insan ölmüş, bir kısmı yaralı bir kısmı da şehit. Nasıl sevinsin ki… Yaralılara şifa diliyor, şehitlere ise dua ediyor. Bu sırada subaylarından birisi yaklaşıyor yanına ve yaralı bir Sırp askerinin Müslüman olmak istediğini fısıldıyor kulağına, heyecanlanıyor Sultan Murat, “getirin yanıma” diyor. Gayesi Allah’ın muştusunu insanlara ulaştırmak değil miydi zaten. Bir kişinin Müslüman olması büyük bir kazanım. Yakınına kadar çağırıyor. Getiriyorlar o askeri. Neredeyse kucaklayacak. Tedbir almıyor. Subaylar da tedbir almıyorlar. Asker Sultan Murat’a iyice yaklaşınca elindeki zehirli hançeri saplayıveriyor Sultan Murat’ın kalbine. Miloş Obiliç. İşte biz o koca yürekli Padişah I. Murat’ın türbesini ziyaret edeceğiz. Miloş Obiliç tarafından hançerlenerek şehit edilen Sultan I.Murad’ın Türbesini. Orhan ve Yar Hisar Tekfurunun kızı Holifira’nın oğlu Murat’ın, I. Murad’ın şehit edildiği yere gideceğiz. "Meşhed-i Hüdâvendigâr’a. Aman ne saadet. Padişahların hanımlarının Türk olmadığından dem vurarak Osmanlıyı itibarsızlaştırmaya çalışanlara kapak olsun… Orada bir türbedar var. Boşnak Saniye teyze. Ona türbedarlık ailesinden geçmiş. 42 yıldır bu görevi yapıyormuş. Saniye teyzemizin elini öpmek de nasip oldu. Türbedar demek; türbenin koruyucusu, bakımını, temizliğini yapan kişi demek. Türbedar Saniye teyzenin bizleri samimi-candan karşılaması yüreklerimizi ısıttı. “Burası benim dünyadaki küçük cennetim” diyen Saniye Teyze’nin o samimiyeti karşısında duygulandık. Allah hayırlı ömürler versin. Bu dünyada herkes bir vazife icra ederken, Saniye teyzeye de Kosova’ya İslâm’ın bayrağını taşıyan Sultan Murad’ın meşhedinde nöbet tutmak düşmüş. İlahî taksimatın hikmetine akıl-sır mı erermiş… Ermiyor işte. Mevla’ma şükürler olsun ki; Osmanlı’nın devlet kurduğu ve medeniyetler inşa ettiği o Balkan topraklarını gezip dolaşmayı ve ibret almayı bizlere nasip etti. Ne kadar şükretsek azdır. Elhamdülillah. Yazımın burasında o toprakların emzirdiği çocuk olan Mehmet Akif Ersoy’a, İstiklal Marşımızın Şairi Mehmet Akif Ersoy’a kulak verelim: “Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı; Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.” Sultan Murad’ın savaştan önce ettiği duayı, Allah’a yakarışını duvara asmışlar. Odaya girince hemen gözünüze çarpıyor. Sanki şehitlik kendisine malum olmuş da duası kabul olmuş gibi. Okuyunca anlıyorsunuz bunu. Duvardaki o dua metnini okudum bazı arkadaşlara, âmin dediler. Bizim gruptan olmayan birileri de vardı âmin diyenler arasında. Bir tanesi vardı ki; ağlıyordu. Tarih hocasıymış. Emekli olmuş. Tokat’tan geliyormuş. Sultan Murad, herkes yattıktan sonra abdest almış, iki rekât namaz kılmış. Alnını toprağa koymuş ve şöyle yakarmış Mevla’sına: “Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!.. Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sâdece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler! İlâhî! Bunca kere beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle de! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim! Yâ İlâhî! Mülk de bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim. Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun! Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım... Beni gâzî kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehîdlik de nasîb eyle!.. Âmîn!” Sultan Murat ile vedalaştıktan sonra Makedonya’ya doğru yola koyulduk. Biraz hüzünlüydük… Biraz da sevinçliydik. İslâm muştusunu Avrupa’ya taşıyan Murat Hüdâvendigâr ile sohbet ettik. Savaş anılarını anlattı bize…Bizim otobüsle gezmekte zorlandığımız o beldelere at üzerinde ve yaya olarak nasıl geldiklerini, 40.000 kişinin ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını anlattı bize…Ne saadet… Devam edecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder