5 Ağustos 2025 Salı

LOZAN III

LOZAN III LOZAN’IN GAYESİ KÜLTÜREL TEMİZLİK MİYDİ? Rüştü Kam – 5.08.2025 Lozan’da verilen bir başka büyük taviz ise Boğazlar meselesidir. Montrö Antlaşması’ndan önceki dönemde, Türk ordusu Boğazlar’dan çekilmiş, yerine yabancıların söz sahibi olduğu bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştur. Düşünün ki savaşta zafer kazanmış bir ülke, İstanbul ve Çanakkale gibi stratejik noktalarda kendi boğazlarını koruyamaz hâle gelmiştir. Boğazlar, uluslararası denetime açılmıştır. Bu durum bile tek başına Lozan’ın gerçek bir “bağımsızlık belgesi” değil, bir dayatma olduğunu açıkça gösteriyor. Tarihî belgeler ve hatıratlar, Lozan’ın zafer değil bir uzlaşma ve dayatma antlaşması olduğunu kanıtlayan ifadelerle doludur. Rıza Nur, o günlerde yaşananları kendi hatıratında açık açık yazmış; İsmet Paşa’nın imza öncesi yaşadığı tereddütlerden, İngilizlerin dikte ettiği hükümlere kadar birçok ayrıntıyı kayıt altına almıştır. İstiklal Marşımızın şairi yani Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da Lozan’a tepkisi şöyle olmuştur: Mehmet Akif’in Lozan’a Sessiz Feryadı Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Marşı’nı yazdıktan sonra kendisine sunulan tüm unvanları ve siyasî teklifleri geri çevirmiş, kısa süre sonra da Mısır’a gitmiştir. Onu bu hicrete zorlayan şey yalnızca hastalığı, yorgunluğu ve polisin onu suçluymuş gibi sürekli takip etmesi değil, ya da yorgunluğu değil; Türkiye’nin Lozan sonrası yönelişinden duyduğu derin bir hayal kırıklığı idi. Akif, Lozan’ı yalnızca bir sınırlar antlaşması olarak görmüyor, “milletin ruh köküyle bağlantısının koparıldığı bir eşik olarak görüyordu. Yakın dostu ve Safahat’ın yayıncısı Eşref Edip, yıllar sonra kaleme aldığı hatıratında onun şu sözlerini aktarmıştır: “Vallahi bu vatan göz göre göre batırılıyor. Lozan’da masaya yatırılan sadece topraklar değil, milletin ebedî haklarıdır!” Ayrıca, Büyük Doğu fikrinin şairi Necip Fazıl Kısakürek de Lozan Antlaşması’nı sık sık eleştirmiş ve Lozan’ı “Türk milletine zorla giydirilmiş dar bir cekete benzetmiştir. Ona göre bu ceket milletin tarihine, ruhuna ve hedeflerine uygun değildir; Türkiye’nin hareket kabiliyetini sınırlandıran, dayatılmış bir hukukî ve siyasi kalıptır. Necip Fazıl, Lozan’ı bir “zafer” olarak gören resmi söyleme karşı çıkarak, Büyük Doğu ideolojisi çerçevesinde bu antlaşmayı “tarihî bir pranga”, “Türklüğün manevî hamlesini boğan batıcı vesika” olarak niteler. Alfabe Değişikliği: Hafızayı Kazımak Lozan Antlaşması’nın henüz mürekkebi kurumadan, beş yıl gibi kısa bir sürede (1928) harf devrimi yapıldı. Harf İnkılabı adı verilen bu operasyon, “çağdaşlaşma” söylemleriyle süslendi; bürokrasiye, basına ve okullara “Batı’ya kapı açılıyor” denildi. Fakat içeride olan biten, Falih Rıfkı Atay’ın deyimiyle bir “suskunluk devrimi”ydi: Devlet kendi arşivlerini okutamaz hâle geliyor, millete kendi geçmişi “yabancı dilmiş” gibi gösteriliyordu. Atay’a göre, harf devrimi: Topluma dayatılan bir devlet projesiydi. Eğitim altyapısı ve hazırlık süreci yeterince planlanmadan hızlıca hayata geçirildi. Eski Osmanlı alfabesini bilen kuşakla yeni Latin harflerini öğrenen kuşak arasında keskin bir kültürel ve entelektüel kopukluk yarattı. “Harf devrimi, bir anda milletin tarih ve kültürle bağını kesen büyük bir kırılma oldu.” (Falih Rıfkı Atay (Yorum, 1930’lar) İsmet İnönü’nün Paris’te bir gazeteciye söylediği ve Şevket Süreyya Aydemir’in de aktardığı şu cümle aslında tüm zihniyeti ortaya koyar: “Lozan sadece siyasi sınırları değil, medeniyet sınırlarını da belirlemiştir. Biz artık Doğulu değiliz.” Bu, sadece “Arap harflerini bırakıyoruz” demek değildi. Medreselerin kapanmasıyla birlikte kadim ilmî damar kesildi; kütüphaneler sessizliğe gömüldü; dede torununa mektup okuyamaz oldu. Hafıza zinciri Bernard Lewis’in sözünü ettiği “geçmişle araya duvar örme” stratejisiyle koparıldı. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Maziden kopmak, hafızayı kaybetmektir; hafızasını kaybeden millet artık başkasının kurgusuna mahkûmdur.” Dünyada bu ölçekte bir alfabe kopuşu neredeyse yoktur. Japonlar üç farklı yazı sistemini koruyarak modernleşti. Çin, karakterlerini sadeleştirdi ama kökünü bırakmadı. Yunan dünyası hâlâ binlerce yıllık alfabesini kullanır. Pek çok ülke, modernleşmeyi hafızasını silmeden yaşadı. Peki Türkiye neden “tamamen yeni bir alfabeye” mecbur bırakıldı? Şerif Mardin, bu soruya “milli kimliği yeniden inşa etme” cevabını verir. Ona göre alfabe değişimi, eski ile yeni arasında geçiş değil, tam anlamıyla bir “kültürel kopuş” projesidir. Şerif Mardin, özellikle merkez-çevre, kültürel kopuş ve modernleşme tartışmalarında Latin harflerine geçişi sadece teknik bir reform değil, “ulus-devletin milli kimliği yeniden inşa etme stratejisinin kilit adımı” olarak yorumlar. Mardin’e göre: Harf devrimi, Osmanlı'nın hafıza dünyasına açılan kapıyı kapatmış, yeni rejimle eski rejim arasındaki süreklilik fikrini tasfiye etmiş, toplumu kendi tarihsel ve entelektüel birikiminden kopararak radikal bir kültürel kırılma yaratmıştır. Bu yönüyle Mardin, alfabe değişikliğini bir “geçiş” değil, bilinçli bir “kültürel kopuş projesi” olarak görür. Stanford Shaw ise bunu daha ileri götürür: “Harf devrimi, Lozan’ın kültürel maddesi olarak okunmalıdır.” Çünkü dil giderse hafıza gider; hafıza giderse kimlik tartışılmaz hale gelir. Sonuç açıktır: Alfabe değişikliği, Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin sembolü değil, geçmişle bağları kökten kazımanın cerrahî operasyonudur. Bu operasyon başarıyla yürütülmüş; eski alfabeyi bilen nesil ölünce geriye, kendi mezar taşlarını bile okuyamayan bir toplum bırakılmıştır. Osmanlı’dan Kaçış Lozan’dan sonra masaya sadece haritalar değil, tarihin kendisi de yatırıldı. “Millî tarih yazımı” adı altında Osmanlı, resmî söylemde “gerici, çağdışı, çürümüş” bir imparatorluk olarak takdim edildi. Devlet, deyim yerindeyse kendi köklerini kesmek suretiyle yeni bir kimlik inşa etmeye koyuldu. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle, “tarihe ideolojik müdahale” dönemi başlamıştı. Selçuklu neredeyse yok sayıldı, Osmanlı küçümsenerek “çöküş hikâyesi”ne indirildi; onun yerine “Orta Asya’dan gelen üstün ırksal soyluluk” iddiasına dayanan tarih modelleri (Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi vb.) sahneye sürüldü. Doç. Dr. Alev Alatlı’nın uyarısı bu bağlamda manidardır: “Bir millet, kendi geçmişini inkâr ederek geleceğe yürüyemez. Lozan’ın ardından yazılan tarih, geçmişi değil, projeyi anlatır.” Erich Jan Zürcher, bu durumu “geçmişi itibarsızlaştırarak yeniyi meşrulaştırma” tekniği olarak okur. Gerçekten de Lozan’la kurulan yeni düzen yalnızca ülkenin sınırlarını değil, hafızasını da baştan şekillendirdi. Osmanlı anayasal yapısı ortadan kaldırıldı, yerine Fransız ekollü kanunlar getirildi; eğitim Maarif teşkilatının kontrolüne geçti; hilafet lağvedildi; saray geleneğiyle birlikte klasik musikî ve kültür hayatı tasfiye edildi. Şevket Süreyya Aydemir bu süreci, “bir uygarlığın yerini başka bir uygarlıkla değiştirme” teşebbüsü olarak niteler. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, yalnızca rejim değişikliği değil, kültürel bir kopuş projesiydi. Bu süreçte: Osmanlı’yı 600 sene ayakta tutan adaleti emreden şeriata dayalı hukuk sistemi kaldırıldı, yerine Batı kaynaklı ceza ve medeni kanunlar getirildi. Geleneksel medrese eğitimi kaldırıldı, Maarif Bakanlığı’na bağlı modern okullar kuruldu. Hilafet kurumu lağvedildi, devletin dinî meşruiyet dayanağı ortadan kaldırıldı. Saray gelenekleri, Türk musikisi ve estetik anlayışı devlet eliyle geri plana itildi. Türk musikisinin öğretimi 1926’dan 1976’ya kadar devlet okullarında yasaklandı. Şevket Süreyya Aydemir bu köklü dönüşümü şöyle özetler: “Bu, bir uygarlığın yerine başka bir uygarlığı geçirme teşebbüsünden ibaretti.” Sonuçta, tarih “olanı anlatma sanatı” olmaktan çıktı, “olması isteneni yazma aracına” dönüştü. Bu nedenle millî tarih kitapları, Osmanlı’yı değil; Lozan’ın ruhuna uygun düşen cumhuriyet projesini anlattı. Geçmişle bağlar kesildikçe, hafızası zayıf, sorgulamayan, yönlendirilebilir bir toplum modeli ortaya çıkacaktı- tıpkı istenildiği gibi. O da oldu. Cemil Meriç yıllar sonra bu “resmî tarih”e karşı çıkarak “geçmişini dışlayan bir millet, geleceğini başkalarından dilenir”diye haykırıyordu. Halil İnalcık ise Osmanlı’nın “terakki fikrini öldüren değil, aksine Batı’nın önüne geçen” bir imparatorluk olduğunu vurguluyordu. İsmail Kara’ya göre gerçek sorun “Osmanlı’da gerilik değil, modern cumhuriyetin kurucu kadrolarının geçmişi şuurlu bir şekilde reddetmesidir.” Tarık Zafer Tunaya da “tarih, ideolojik amaçla yazıldığında hatırlatmak için değil unutturmak içindir” diyerek asıl yaraya parmak basar. Kültürel Temizlik: Kılık Kıyafet ve İsimler Lozan’ın ardından, hızla kılık kıyafet yasaları, şapka kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, soyadı kanunu gibi bir dizi toplumsal dönüşüm dayatıldı. Bunların çoğu bir milletin görünümünü ve kimliğini değiştirmeyi amaçlıyordu. Sosyolog Prof. Dr. Erol Güngör konu ile ilgili olarak şöyle der: “Bir milleti dönüştürmek istiyorsanız, önce onun günlük hayatına ve sembollerine müdahale edersiniz. Lozan'dan sonra olan tam da budur.” Lozan sonrasında haritalar kadar tarihin kendisi de masaya yatırıldı. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, yeni bir ulus-devlet kurabilmek için Osmanlı geçmişinin gölgesinden çıkılması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle “millî tarih yazımı” projesi devreye girdi. Altı asırlık imparatorluk, resmî söylemde “çağdışı, geri kalmış, çöküş hâlindeki bir düzen” olarak sunulmaya başlandı. Böylece yeni rejim, kendini “bu mirası tasfiye ederek modernleşmenin önünü açan ilerici güç” olarak tanımlayabildi. İlber Ortaylı’nın “tarihe ideolojik müdahale” dediği bu dönemde, tarih artık ne yaşandıysa onu anlatan bir alan olmaktan çıktı; yaşanması arzu edilen kimliğin bir inşa aracına dönüştü. Önce Selçuklu Devleti, ders kitaplarından neredeyse yok edildi. Ardından Osmanlı da yalnızca “son dönemde çöken ve tarihten silinen bir imparatorluk” olarak öğretilir hâle geldi. Bunun yerine, “Türkler Orta Asya’dan dünyaya medeniyet taşıyan üstün bir ırktır” fikrine dayalı Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi yeni tarih kuramları benimsendi. Böylece toplumun geçmişle kurduğu bağ kesildi; yerine yepyeni, devlet eliyle tasarlanmış bir tarih bilinci yerleştirildi. Sonuç? Lozan, sadece bir diplomatik metin değil, bir zihinsel tasfiye planıydı. Devletin adı değişti, yazısı değişti, tarihi yeniden yazıldı, dili budandı, dini susturuldu. Kimlik yeniden biçimlendirildi. Ve bütün bunlar ‘zafer’ adı altında sunuldu. Devam edecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder