1 Aralık 2025 Pazartesi

LOZAN VII

LOZAN VII: BİTİRİRKEN Rüştü Kam 13.08.2025 Uşi, Lozan, Montrö ve İsviçre’nin Soğuk Masaları İsviçre’de dolaşırken zihnim hep aynı yere takıldı: Osmanlı’yı ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç kritik antlaşmanın -Uşi, Lozan ve Montrö- bu ülkede imzalanmış olması gerçekten tesadüf olabilir mi? Haritaya bakınca göze çarpmayan, ama dünya siyasetinin kulak kabarttığı bazı hakikatler görülebilir. İsviçre denize sınırı olmayan ama Avrupa ülkelerine sınır olan bir coğrafya. “Az gittik, uz gittik; dere tepe düz gittik. Bir de dönüp ardımıza baktık, arpa boyu yol gitmişiz.” İşte tam da böyle bir ülke. Hep yukarıya çıkacaksın bir de çıktığın kadar aşağıya ineceksin… Demek ki; menfaat ortaklıkları savaş alanlarında değil, sessiz ve soğukkanlı odalarda masa başında kuruluyor olmalı. İsviçre tam da böyle bir ülke. Uşi ’de (1912), Afrika’daki son topraklarımızdan anlaşmayla çekilmişiz; ama Halifeliğin gölgesini metne iliştirip, dinî otoritenin bir biçimde temsilini korumayı başarmışız. İmparatorluğun elinin artık uzanamayacağı bir coğrafyadır o topraklar ama en azından imparatorluğun kalbinin orada attığını söylemek gibi bir şey bu. Lozan’da(1923), Boğazlar askerden arındırılmış, denetim uluslararası bir komisyona bırakılmış, 12 adalardan vazgeçilmiş, Musul’dan Kerkük’ten vaz geçilmiş…; bu karar, Lozan heyetinin basiretsizliğini göstermeye yetiyor. Lozan’da Boğazların askerden arındırılması ve denetimin uluslararası bir komisyona bırakılması, Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan stratejik üstünlüğünün de fiilen devre dışı bırakılması, bir akıl tutulması olarak görülüyor bugün baktığımız yerden. Bu nedenle söz konusu karar, hem güvenlik mimarisi hem de egemenlik algısı bakımından Lozan heyetinin bir basiretsizliğidir diyebiliyoruz. Montrö (1936) ile Türkiye, Boğazlar’dan askerî varlık ve denetim hakkını geri almış. Bu antlaşmayla en azından biraz rahatlıyoruz. İsviçre’de yapılan antlaşmaların dosyasında üç belge ve üç farklı duygu var: Uşi’de geri çekilişin acısı var. Lozan’da galip olarak masaya oturup mağlup olarak masadan kalkmanın hesabının halka nasıl verileceğinin endişesi var. Montrö’de ise yıllar sonra gelen bir kazanım var... Peki neden hepsi İsviçre’de imzalandı bu antlaşmaların? diye sorarsak şöyle cevap verebilmek mümkün: Çünkü çıkar grupları, cephe gürültüsünden uzak, kimseye fazla görünmeden faaliyet yürütebilecekleri, erişimi kolay, gizliliği yüksek ve tarafsız görünen bir yer ister. İsviçre, işte tam da bu özelliklere sahip. Burada rakiplerine baskı uygulamak veya istediklerini yaptırmak, hem daha az zahmetli hem de daha az risklidir. Bu nedenle İsviçre, salt bir mekân değil; diplomasinin sıkıntısız yürüyebileceği bir zemindir. Sonuçları doğru okumak için antlaşma metninin yanı sıra müzakerenin yapıldığı ülkeyi ve o ülkedeki mekânı da dikkate almak gerekir. En azından benim okumam böyledir. Uşi’ye gidemedim; ama Lozan’a ve Montrö’ye özellikle gittim. Antlaşmaların imzalandığı salonlarda durup sessizliğe kulak verdim. Duvarların dili olur mu bilmem; ama ben, o odalarda imparatorluğun son temsilcilerinin yüzlerindeki çizgileri hayal ederken bile ezildim. “Böyle olmamalıydı,” dedim, bu sahne böyle bitmemeliydi, kocaman bir devlet ayak oyunlarıyla böylesine tasfiye edilmemeliydi dedim. Dedim demesine de sadece demiş oldum. Şu şekilde bir gerekçeyle de teselli oldum. Bazen tam bağımsızlık, önce bir süreliğine bağımlı kurumlarla yan yana yürümeyi gerektirebilir; belki bugün bizler o yolu yürüyor olabiliriz, ne dersiniz? İsviçre’ye bakınca tablo net: Savaşlardan uzak durmanın birikimi bir düzen üretmiş; ülke tertipli, derli toplu. Ülke, demografik çeşitliliğine rağmen bölünmek yerine ortak fayda üreten bir siyasal akıl geliştirmiş. Kantonlar güç gösterisi yapmak yerine denge ve uyumu seçmiş; kavgayı değil işleyen mantıklı kuralları öne çıkarmış. Bunu kimseyi yüceltmek ya da kendi tarihimize mazeret aramak için söylemiyorum. Hatırlatmak istediğim şu: Siyasette kazanımlar çoğu zaman büyük nutuklarla değil, sabırlı kurumsallıklarla elde ediliyor anlaşılan. Kurallar, kurumlar ve istikrarlı alışkanlıklar; hamasetten daha sessiz yürüyor ama sonuçları daha kalıcı olabiliyor. Biz, tarih boyunca savaş meydanlarında çokça kahramanlıklar biriktirmişiz. Şartlar onu gerektirmiş olabilir. Ancak at sırtından inip masaya oturunca bocalamışız. Dolayısıyla masalarda sinir, disiplin, tecrübe, cesaret ve soğukkanlılık eksikliğinden ağır bedeller ödemişiz. Bu anlaşılabilir bir şeydir. Eğer bugün daha az bedel, daha çok sonuç istiyorsak; yüksek sesli çıkışlardan ziyade, dayanıklı kurumlara, tutarlı prosedürlere ve uzun vadeli bir sabra yatırım yapmalıyız. Elimizde ağır bedeller ödeyerek elde ettiğimiz yeteri kadar tecrübe var. Küf Kokulu Karanlık Dehliz Lozan üzerine yıllardır bilinmeyen “dehliz” metaforu dolaşıyor zihinlerde. Kimi o dehlizi kutsal bir koridora çeviriyor; kimi lanetli bir mahzene. Ben o küf kokulu, karanlık koridorlarda yalnızca birkaç adım atabildim. O kadarı bile yetti bana: Lozan’ı ya bütünüyle zafer ya da kökten hezimet olarak anlatanların sayısı çok fazla; üstelik onların oluşturduğu algıyı gerçek sananların sayısı, daha da fazla. Oysa gerçekler ne tezahüratla değişir ne de suskunlukla kaybolur. Belgeler, tutanaklar ve o günün şartları bir arada okunmadan hiçbirimize huzur yoktur. Şunu da söylemeden geçemem: Biz, kendi tarihimizin tutanaklarını okuyamayan bir millet olduk. Ya birileri bizim yerimize okudu ve bize sadece özet geçti, ya da “aman canım, ne olacak” deyip kapattık o defteri. Bilgiye erişimin bu kadar kolaylaştığı bir çağda, hâlâ sloganlarla yetinmek hem ayıp hem de büyük haksızlık. Halkın tarihiyle yüzleşme hakkı vardır; bu hak artık daha fazla ertelenmemelidir. Yüzleşmek dövünmek, yırtınmak, utanmak değildir; yüzleşmek, tam tersine kendine gelmektir, güçlenmektir. İsviçre’nin o taş binalarında gezerken içimdeki eziklik duygusunun yerini yavaş yavaş başka bir duygu aldı: Sahiplenme. O masalar bizim de masamızdı. İmzaların bir kısmı istemediğimiz cümlelerin altına atılmış olsa da o imzalar bize aitti. O imzanın bizim yaramaz çocuklarımıza ait olması neyi değiştirir. Geçmişi başkasına devrederek bugünü kurtaramayız. Uşi’de acıyı, Lozan’da yükü, Montrö’de kazanımı birlikte taşıyacağız. O zaman, üçü bir araya gelince ortaya çıkan çizgi, “tesadüf” değil; coğrafyanın, tarihin ve aklın ortak imzası olacaktır. Şöyle söylemem daha iyi olacak: Bizi küçük düşüren salonlar değil; o salonlarda alınan kararların arkasındaki bağlamı, görmezden gelme ısrarımızdır. Kendi tarihimizin tutanaklarını okumadıkça, okuyamadıkça başkalarının yazdığı özetlere mahkûm kalırız. Ben İsviçre’de, o sessiz, soğuk ve sakin odalarda bunu tefekkür ettim ve anlamaya çalıştım. Artık mızrakların, kılıçların gölgesinde, kalkanların arkasında değil, metinlerin ışığında konuşmanın zamanı gelmiştir. Çünkü asıl özgüven, bir şeyleri inkâr ve kabul değil gerçeğin yanına oturabilmektir. Teşekkür ve Hakaret Telefonları Ben o dehlizlerde küçük adımlarla ilerlerken, bir çok dostumdan, arkadaşımdan, tanımadığım insanlardan destek aldım. Teşekkür telefonları edenler bile oldu. Adı sanı belli, makamı belli insanlardan da teşekkür telefonları aldım. Çok memnun oldum. Bu ve benzeri konularda ciğeri yanan o kadar insan varmış ki; ben bu halimle onlara tercüman olmuşum. Ben o duyarlı insanlara gerçekten teşekkür ediyorum…Marifet iltifata tabidir derler ya; bakarsınız bu iltifatlar başka marifetler doğurur. Neden olmasın… Bu arada belden aşağı vuranlar da oldu. Yorumlarıyla canımı acıtanlar oldu. Bazı klavye silahşorları ve arkadaşlarım, “sen ilahiyatçısın, kendi işine bak, ne işin var tarih alanında” dediler. Üzüldüm tabi ki. İlahiyatçının tarih alanında söyleyecek sözü olamaz mı? Kendileri elifi görse mertek sanırlar, buna rağmen onlar ilahiyat alanında her şeyi söyleyecekler, ilahiyatçılar kendi alanının dışındaki konularda hiçbir söz söyleyemeyecekler, bu haksızlık olmaz mı? Ben üzüldüm elbet. Ama başka vesilelerle alışkın olduğum için bu tür densizliklere “Allah sizleri ıslah etsin” diyerek onlara dua ettim ve geçtim. Ben Eğriyi de Doğruyu da Okuyarak- Dinleyerek Öğrendim; Sosyal Medyadan Değil İlkokuldan beri bize kendi geçmişimize dudak büktüren bir dil öğretildi. Tam 102 yıl… Hâlâ aynı alışkanlıkların izleri devam ediyor. Oysa bugün geldiğimiz yerden bakınca kimlerin neyi niçin yaptığı daha berrak olarak görünüyor. Eğriyi de doğruyu da genç yaşta, 15’imde, merhum Erbakan Hoca’mdan öğrendim. O günlerde küfredenlerin, bugünlerde yere göğe sığdıramadıkları o Erbakan’dan. Attığı temelleri arabanın bagajına koyarak “Erbakan’ın temeli işte bu” diye dalga geçtikleri o Erbakan’dan. Sonra Necip Fazıl, Akif İnan, İsmail Kara, Eşref Edip… Kadir Mısıroğlu’nu da okudum. Evet, Deli Kadir- Fesli adam diye dalga geçtikleri o Kadir Mısıroğlu’nu da okudum. 70 li yıllarda okudum ben bu kitapları. Bugün o okuduklarımın gerçekleştiğini görerek bazen oluyor üzülüyorum bazen oluyor seviniyorum. Onlar bizlere ışık oldular… “Yalan söyleyen tarih utansın” diyen Mustafa Müftüoğlu’nun yazdığı o kitapları da okudum; okulda öğretilenin dışında da hakikate açılan kapıların olduğunu gördüm. Yaşadığımız bugünlerde Mevla’m ömür verdi, arşivlerin kısmen de olsa açıldığına şahit oldum. Yeni eserler aşikâr oldu. Bilgilerimizi netleştirdik. Kitapsız olmaz bu işler. Sosyal medya silahşorluluğuyla olmaz bu işler. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sı mesela, mutlaka okunması gereken bir kitaptır. Halil İnalcık, Mehmet Çelik, Tufan Gündüz, Ahmet Anapalı, Ahmet Şimşirgil, Necmettin Alkan, Mustafa Armağan… Ve daha niceleri mutlaka okunmalıdır. Yolunuzun aydınlanması için elinizde feneriniz olmalıdır. Fenersiz sokaklarda yürürseniz kafanızı mutlaka bir irime toslarsınız. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz Demekle Olmaz Bu İş Berlin’de, Osmanlı’nın 700. yılı vesilesiyle yapılan bir konferansta merhum Süleyman Demirel’in şu mealde bir sözünü dinlemiştim kendisinden; yanında İlber Ortaylı da vardı: “Cumhuriyeti yerleştirmek için Osmanlı’yı kötülemek zorundaydık; şimdi gerçek Osmanlı’yı anlatma zamanıdır.” Cümlenin tam metni tartışılabilir; fakat özü şudur: Dün bir “kurucu amaç” uğruna tarihe tek gözle bakıldıysa, bugün iki gözle, hatta farklı gözlüklerle bakmayı öğrenmeliyiz. Hiçbir millet geçmişini itibarsızlaştırarak geleceğini inşa edemez. Evet bunları söyleyen Demirel’dir. Evet evet Süleyman Demirel. Ülkeyi yıllarca yöneten kişi. Hem de Berlin’in göbeğinde. Benim kulaklarım bu sözlerin şahididir. Başka şahitler de vardı orada… Gelin Okuyalım Buradan Osmanlı’ya muhalefet eden kemalist kardeşlerime sesleniyorum: Aradan yüz yıl geçti bakın bir yere varamadık. Böyle giderse varmamız da mümkün olmayacak. Gelin okuyalım. Hem de çok okuyalım. Sağcısını da solcusunu da okuyalım. Müslümanını da Gayrimüslimini de okuyalım. Sonra düşünelim; düşünmeyi düşünmekten başlayarak tekrar düşünelim. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atmakla olmuyor bu işler. Böyle yaparsanız karşınıza, “Biz de falancanın askerleriyiz” diyen birileri çıkar, başka şeyler söyler, o zaman ortam gerilir ve bu gerilimin sebebi siz olursunuz. Geriyorsunuz zaten. Bu yapılan yanlıştır. Hem de çok yanlış. Osmanlı da bizimdir, Cumhuriyet de bizimdir. İkisinin de güçlü yanları vardır; ikisinin de hataları vardır. Kusursuz insan olmadığı gibi kusursuz dönem, kusursuz lider, kusursuz rejim de olmaz. Dini değerlere ve sembollere saldırarak bir yere varılmadığını acı tecrübelerle gördük, öğrendik. “Başörtülü” kızlarımızın kapılardan çevrildiği, üniversiteye alınmadığı günleri yaşadık. Bugün kimse rövanş peşinde değildir gördüğümüz kadarıyla; kimseye, sen başın açık üniversiteye giremezsin, mini etekle üniversiteye giremezsin diye; ikna odaları kurulmuyor. Kimse onların hayatını karartmaya çalışmıyor. Onlar sizler gibi faşist değil. Bunları görmeniz lazım. Demokrasi Halkın İdaresidir Demokrasi halkın idaresidir, halka rağmen demokrasi olmaz. Türk halkı Müslümandır. Müslümanların inançlarına, değerlerine, örflerine, adetlerine saygı göstermektir demokratlık. Demokratlık sandığı, hukuku, çoğulculuğu ve birbirinin inancına saygıyı birlikte taşımaktır. Müslümanları, mütedeyyin insanları, dergâhları, tekkeleri, dervişleri, tarikatları yok farz ederek; sen hocasın, sen ilahiyatçısın diye insanları ötekileştirerek bu işler yürümez, yürümüyor da zaten. Balkanları gezerseniz, Özbekistan’ı gezerseniz, Anadolu’yu gezerseniz bu işlerin 1.000 seneden beri adalet ilkesi korunarak nasıl yürüdüğünü görürsünüz. Ağacın meyveleri dallarındadır, görürsünüz onu, ancak o meyveleri ağacın köküdür sizlere sağlayan, onu göremezsiniz. O derinlerdedir. Ama onu bilmeniz grekir. Sonuç; Tarihimiz bir bütündür; Selçuklu’yu görmezden gelerek, Osmanlı’yı karalayarak Cumhuriyet’i kötüleyerek kendimizi yüceltemeyiz. Sözün edebi, tartışmanın ahlakı olmalıdır; birbirimize hakaret etmeyelim, aşağılamayalım. Sözümüz varsa söyleyelim, yoksa, bari susmasını bilelim. Adamlık bunu gerektirir. Dindarın da sekülerin de hayat hakkı vardır; kimse kimsenin hayat tercihine, inancına, sembolüne saldırmamalıdır, başörtüsüne, sakalına, sarığına, minaresine, ezanına saldırmamalıdır. Sen saldırırsan o da sana saldırır. Ortak payda vatandır, bayraktır, milli değerlerdir. Oraya yoğunlaşalım. Bu, öfke değil; öz eleştiridir. Cehaletimize ve öfkemize esir düşmeyelim. Şu dua ile bitireyim: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak etme Allah’ım.” . BİTTİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder