BİR MİLLET AYAĞA KALKTI, BİR ADAM YALNIZ KALDI; MEHMET ÂKİF ERSOY
Rüştü Kam
25.12.2025
Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
Mehmet Âkif Ersoy, bu dizelerle milletine sadece bir temenni değil, bir vasiyet bırakıyordu. Güzel vatanımızın semalarında yankılanan ezanın, bu toprakların şahitliği olarak ebediyen sürmesini istiyordu. Bu, aynı zamanda bir duaydı. Âkif’çe bir dua… Acıdan süzülmüş, iman ile yoğrulmuş bir yakarış.
Mehmet Âkif, acıların şairiydi. İlhamını konforlu salonlardan değil, yangın yerlerinden aldı. Hayatını dinine ve vatanına adayan bir dava adamıydı. Sözüyle eğilmeyen, duruşuyla savrulmayan, adam gibi bir adamdı.
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki 'yaşar' der delidir,
Arab'ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsrân-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada, billâhi ne din!
'Medeniyyet' size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken halâ,
Ne bu şûride (bulanık) siyaset, ne bu fâsid dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!..
Onun için aidiyet, kanla değil imanla ölçülürdü. Irkı değil, inancı esas alan bir birlik fikri vardı. “Asım’ın Nesli” dediği o nesil; çağın savrulmalarına kapılmayan, imanla ahlâkı ve aksiyonu bir arada taşıyan ideal bir nesildi.
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Âkif, bu dizelerle de şehitliğin ulaşabileceği en son mertebeyi işaret ediyordu. Mezarı toprağın bağrında değil, Peygamber’in kucağında arıyordu. Şehitlik, onun şiirinde mekânla sınırlı bir ölüm değil; manevî bir dirilişti.
Balkan Savaşı’nın vahşeti, mazlumların uğradığı zulüm karşısında Âkif’in kalbi dayanmaz hâle gelmişti. Nefesi boğazına düğümleniyordu. Adalet arayışı, feryada dönüşmüştü:
Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı?
Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!
Ve o meşhur feryat:
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!
Bu bir isyan değildi; imanın acıyla dile gelişiydi. Âkif, isyanını bile dua cümleleriyle Rabb’ine arz edebilen bir hissiyata sahipti. Kapısını çaldığı tek merci yine Yaradan’dı.
O, sadece yazan bir şair değildi. Kürsülere çıktı, camilerde konuştu, şehir şehir dolaştı. Zağanos Paşa Camii’ndeki konuşmasında Müslümanların içine düştüğü dağınıklığı ve ümitsizliği sert ama sarsıcı bir dille yüzlerine vurdu. Asıl felaketin dış düşmanlar değil; imanın zayıflaması, tembellik ve tefrika olduğunu haykırdı. Batı karşısındaki geri kalmışlığın sebebini dinde değil, dinin terk edilmesinde aradı.
İslâm’ı, hayattan çekilme değil; çalışmayı, ilmi, ahlâkı ve sorumluluğu emreden bir nizam olarak anlattı. “Allah’a dayanıp çalışmayan” bir toplumun ayakta kalamayacağını söyledi. Birlik çağrısı yaptı. Irkın, mezhebin, bölgenin değil; ümmet ve millet şuurunun kurtuluş olduğunu vurguladı. Bu vaazlar bir hitabe değil, bir uyanış çağrısıydı.
İstiklâl Marşı’nın şairi Mehmet Âkif Ersoy, millî mücadelenin en zor günlerinde milletin sesi oldu. Umutsuzluğun kol gezdiği bir zamanda umut aşıladı. Şiiriyle, hutbesiyle, nutkuyla cephe gerisinde bir ordu kurdu. Büyük fedakârlıklarla kazanılan İstiklâl Savaşı’nı mısralarıyla ebedîleştirdi.
Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun,
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!
Ve sonra…
Cumhuriyet ilan edildi.
Ne acıdır ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Âkif’e vefa gösterilmedi. İnancından, duruşundan, eğilmeyişinden rahatsız oldular. İtibarsızlaştırmaya çalıştılar. Ardına hafiyeler taktılar. Kontrol altında bir hayata mahkûm ettiler. Buna sürgün demek daha doğrudur. Mısır’a gitti. On bir yıl süren bir gurbet hayatı yaşadı.
Canından çok sevdiği vatanına, uğruna ailesini ve hayatını ihmal ettiği topraklara hasta hâlde döndü.
Ve acılar içinde bu dünyadan ayrıldı. Mehmet Âkif Ersoy, 27 Aralık 1936’da İstanbul’da Hakk’a yürüdü. Ardında alkış değil, imanlı bir sükût bırakarak; resmî makamların vefasızlığına rağmen o milletin yüreğinden kopan önde üniversite gençliğinin ardında milletinin omuzlarında Edirnekapı Şehitliği’ne emanet edildi.
İstiklâl Marşı, Mehmet Âkif’in sadece kaleminden dökülen bir şiir değil; yaşadığı hayatın, ödediği bedelin ve inandığı hakikatin sesidir. O marşta korkuya karşı iman, esarete karşı hürriyet, zulme karşı adalet konuşur. Ve belki de en çok, o kadar vefasızlığa rağmen bu milleti terk etmeyen bir yüreğin sadakati yankılanır. Bugün o mısraları her okuduğumuzda, aslında bir şairi değil; imanla dimdik durmuş bir vicdanı selâmlıyoruz.
Mehmet Âkif Ersoy, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” derken; bir şiirin gururunu değil, o şiiri yazdıran ihanetleri, yoksulluğu, sahipsizliği ve bu millete reva görülen acı kaderi hatırlatıyordu. Bu söz, aynı zamanda vefasızlığa karşı suskun ama derin bir sitemdi.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder