MİSAFİR OLARAK DAVET EDİLDİLER, SONRA YABANCI SONRA DA
GÖÇMEN OLDULAR...!
Rüştü Kam
28.08.2011
Onlar,
Almanya’ya misafir işçi olarak çağrılmışlar, süre üç yılmış. O üçyıl birtürlü
bitmek bilmemiş. Misafirlerden bazıları o üçyılı çoktan unutmuşlar bile. İlk
zamanlar evin güzelliği, ev sahibinin misafirperverliği misafirlerin hoşuna gitmiş
olacak ki, kendi evlerine dönmek istememişler. Hatta ev sahiplerinin
kendilerine misafir gibi davranmalarına
çok bozuluyorlarmış.
O
misafirler, evin imarı ve güzelleşmesi için, hane halkının gelirlerinin artması
için o kadar gayret göstermişler ki; gençliklerini vermişler, alın terlerini akıtmışlar, gece- gündüz,
soğuk-sıcak, zor-kolay, ağır-hafif demeden, olanca güçleriyle uğraşmışlar, yırtınmışlar,
didinmişler.
Refah
seviyelerinin her geçen gün yükseldiğini gören ev sahibi bu durumdan fazlasıyla
memnun olduğu için geriye dönüş konusunu unutmuş gibi görünmeyi yeğlemiş, zamana
bırakmış geriye dönüş konusunu.
Kendisine
verilene kanaat getiren, fazla tamahkâr olmayan misafirler, zaman ilerlerdikçe
çocuklarını da yanlarına almaya başlamışlar. Ev sahipleri başlangıçta bu
durumdan rahatsız da olmamışlar hani.
Ancak
ilk gelen misafirler zamanla yaşlanmışlar ve ev sahiplerinin ayağına dolaşmaya
başlamışlar: Yerleşik halkla aynı şartlarda çalışmak istemişler, ayırımcılık
yapılmamasını istemişler, sosyal haklardan eşit olarak yararlanmak istemişler, oy
hakkı istemişler, çifte vatandaşlık hakkı istemişler, serbest dolaşım hakkı
istemişler, çocuklarının eğitimi konusunda fırsat eşitliği istemişler.
Bu
durumu hazmedemeyen ev sahibi alelacele onları, kulaklarından tutup evden
atmaya çalışmış. “O kadarı da fazla demiş. Bizim verdiğimizle yetineceksiniz”
demiş. “Misafir olduğunuzu unutmayın“ demiş.
Demiş
demesine de, evdeki hesap çarşıya uymamış. Nankörlüğün bu kadarına tahammül
edemeyen misafirler “Orada dur bakalım” demişler ev sahibine. “Önce siz bükülen belin, ağaran saçın,
çürüyen ciğerin, alınan böbreğin, tekleyen kalbin hesabını verin bakalım”
diyerek diklenmişler... Karşı koymalar, direnmeler başlamış.
Sen
misin o direnen, karşı koyan diye efelenen ev sahipleri kuşanıvermişler kılıçlarını. Rastgele başlamışlar sallamaya. O
kelle senin bu kelle benim. Tınlamamışlar bile bunca feryat, ah-u figan
karşısında. Başlamışlar misafirlerin oturdukları evleri yakmaya, camileri,
mezarlıkları kundaklamaya. Belki göz dağı vermekmiş gayeleri ama, işler
istedikleri gibi gitmemiş, nice masum canlar bu nefret ateşinin içinde cayır cayır yanmış, kül olmuşlar.
Bu vahim
manzara karşısında yetkili makamlar, siyasiler, kolluk kuvvetleri başlamışlar
nutuklar atmaya: “Suçlular yakalanacak ve cezalarını çekecektir....”
Yakalananlar olmuş olmasına da, nedense üç beş yıl sonra serbest bırakılmışlar.
Misafirler
bu nutuklara rağmen tacizden birtürlü
kurtulamamışlar. Kurtulmak bir yana artarak devam etmiş şiddet, aşağılama ve
taciz. Sokakta taciz edilmişler, iş
yerlerinde taciz edilmişler, okulda taciz edilmişler, alış–veriş merkezlerinde
taciz edilmişler. “Ausländer raus!”
Neden
sonra ev sahipleri anlamışlar ki, misafirler yılmayacaklar ve ülkelerine gitmeyecekler.
Politika değiştirmişler. Onlara misafir yerine “yabancı” demeye
başlamışlar. Çünkü, onlardan vazgeçmelerinin
mümkün olamayacağını da anlamışlar. İnce ayar yapmaya başlamışlar. Yabancıların
vasıflı ve genç olanlarına kapıyı biraz aralamışlar. Vatandaş olmak isteyenleri
teste tâbi tutarak kendilerine yakın olanları vatandaş yapmak istemişler, dışarıdan
yeni yabancı istemedikleri için, aile birleşimine Almanca’yı bilme şartları
getirmişler. 16 yaşına gelen çocuklar için, iki vatandaşlıktan birini
seçeceksin diye, tamamen asimilasyon kokan bir uygulamayı yürürlüğe koymuşlar.
Çifte vatandaşlığı yasaklamışlar. Serbest dolaşım konusundaki Avrupa Birliği
kararlarını askıya almışlar. “İşte hendek işte deve ya atlarsın ya
düşersin. Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı.” demişler Amaç
içerideki üç milyonu ehlileştirmekmiş.
Bir
taraftan ehlileştirme gayretlerini sürdüren ev sahibi, öbür taraftan bazı
olumsuzlukların faturasını yabancılara kesmeyi de ihmal etmemiş: Mesela, PISA
araştırmalarında sınıfta kalan ev sahibi, nerede hata yaptık diyerek öz eleştiri
yapacağına kesmiş yabancıların çocuklarına faturayı. Kendilerini temize
çıkarmak için konuya vur abalıya politikası ile yaklaşmışlar. PISA
araştırmasına göre okuyan ama okuduğunu anlamayan öğrenci sayısı % 35 miş.
Felaket. Oturup düşünmek, eksiklikleri tesbit etmek ve hatalarla yüzleşmek
gerekirken suçlu aramayı yeğlemişler. Bu durum ev sahibine hiç yakışmamış. Ama
onlar yakıştırmışlar. Geçmişte yakıştırılanların yanında bunlar ne ki.
Yabancısın
sen ve hep yabancı kalacaksın. Politika böyle olmuş: Çünkü ev sahipleri o güne
kadar yabancı milletten olan bir misafir
ağırlamamışlar. Onlarla birlikte oturup kalkmamışlar. Güzel olanın kendilerine çirkin
olanların başkalarına ait olduğunu öğrenmişler büyüklerinden, efendilerinden.
Bu önyargıyı her fırsatta açıklama lüzumu hissetmişler. Entegrasyon adı altında
asimilasyon çalışmaları yapmaktan çekinmemişler. Hatta” En iyi entegrasyon asimilasyondur” diye asimilasyonun devlet
politikası olduğunu söylemekte bir beis görmemişler.
Onların
hayallerinde, uzun boylu, sarı saçlı ve mavi gözlü aile bireyleri varmış. Bu
konuda geçmişte ciddi çalışmalar yapılmış. Fiili olarak uygulama içine bile girilmiş.
Ama istenilen netice alınamamış.
Yabancı
işgücünün vasıflı olup olmaması başlangıçta onları hiç ilgilendirmemiş, o kadar
ki; davet ettikleri işçilerin sadece % 16’sı vasıflı, diğerleri vasıfsızmış.
Belli ki kendilerine köle almışlar. Komşularından sadece İrlanda bu konuda
dikkatli davranmış, onların vasıflı olarak aldıkları işçi % 53, Kanada daha
dikkatli davranmış, onlarda bu rakam % 58 miş.
Bugün
o yabancıların sayısı üç milyona
ulaşmış. İkinci ve özellikle de üçüncü kuşak buraları kendileri için ikinci vatan
bilmişler, sahiplenmişler burayı. Bockwurst yemişler, bira içmişler, patates tüketmişler
ama nafile, ne yaparsan yap senin saçın siyah sen yabancısın, bizden değilsin
demişler onlara.
11
Eylül’den sonra ev sahibi- yabancı diyaloğunda hisedilir derecede soğukluklar artmış:
Çünkü yabacıların çoğunluğu müslümanmış. Öyle ki 11 Eylül’ü gerçekleştiren(!) faillerden
birkaçı eğitimini ev sahibinin bahçesinde almışmış. Halka öyle anlatılmış.
Ev
sahibi korkmaya başlamış bu durumdan. O güne kadar yabancılardan(misafirlerinden)
şiddete yönelik bir hareket görmemiş ama, yine de korkmuş, hâlâ korkuyormuş. Yabancılar da onların korkularını
yenmelerine yarayacak ciddi bir çalışma içine girmemişler. Hattâ, bazen
korkularında haklı olduklarını doğrulayıcı fiiller içine girdikleri bile olmuş.
2050
yılında hane halkının nüfusu sekseniki milyondan ellidokuz milyona düşecekmiş.
Bu durum da ev sahibine korku vermeye başlamış. İçinde bulunan yabancı nüfusa,
korkularına rağmen biraz daha samimi davranarak, güven artırıcı önlemler alarak
yaklaşsa korkmaya gerek olmadığını anlayacakmış aslında. O bu hazinenin henüz farkına varamamış; oysa o
misafirlerin çocukları, o evde doğmuş, o evde büyümüş, o evde eğitimini almış.
Zamanla
yabancı kavramı da terkedilerek, göçmen ismiyle anılmaya başlanmış o
misafirler. Başlanmış başlanmasına da,
bu sefer Sarrazin ve Sarrazin gibiler sahneye çıkmışlar. Misafirler
inançlarından dolayı aşağılanmaya başlanmış, gittikçe dozu artmış bu aşağılanmaların. Hatta,
kitaplaşmış bile. Sarrazim’in partisi yabancı dostu olarak bilinirmiş ama,
nedense Sarrazin’e göz yummuş.
Sarrazin’in
provokosyanlarından sonra: Cami yapımlarında sıkıntılar doğmuş. Minarelerin
uzunluğu problem olmuş. Siyasi söylemlerin dışında güven artırıcı önlemler alınmamış.
Göçmenlerin
verilmeyen hakları var. Sarrazin belki günah keçisidir. O na bu kadar da
yüklenmemek gerekir. Alman devleti yabancılara nasıl bakıyor? Bir de o
çerçeveden bakmak lazım: Aradan elli yıl geçmiş. Eğitimde fırsat eşitliği
konusu hâlâ masaya yatırılmamış. İnandırıcı çalışmalar yeteri kadar
yoğunlaşmamış. Sözlü ve yazılı basında
Alman halkı empati yapmaya davet edilmemiş, konu ile ilgili programlar hâlâ
vizyona çıkmamış.
Bu
durumda misafirler; isimleri yabancı da olsa göçmen de olsa, ev sahiplerine
eskisi kadar güvenmiyorlarmış artık. Aradan elli yıl geçmiş, yüzleri hiç
gülmemiş zavallıların. Hâl ve hatırları sorulmamış, saçları okşanmamış. Arada bir aba altından sopa
gösterilmiş.
Oysa
bu misafirler/ yabancılar/ göçmenler, II.Dünya Savaşı’ndan sonra taş üstünde
taş kalmayan evleri hayatlarını hiçe sayarak imar etmek için gece gündüz çalışmışlar.
Ev sahiplerine hiç yük olmamışlar, önlerine ne konduysa yemişler/ almışlar, seslerini
çıkarmamışlar, boyunlarını eğmişler, “Eh ne yapalım öyleyse öyledir” diye
teslim olmuşlar ev sahiplerinin adaletine
(!).
2000’li
yıllara gelince işler biraz değişmeye başlamış; misafirlerin/yabancıların/göçmenlerin
çocukları son zamanlarda seslerini biraz yükseltmeye başlamışlar. Onların
içinde siyasete atılanlar varmış. Hatta siyasi parti başkanı bile olmuşlar.
Avukat, doktor, öğretmen ve iş adamı olmaya başlamışlar. Alman mentalitesini
öğrenmişler.
Başlamışlar
ev sahibini sorgulamaya. Sorgulayan, misafirlerin/yabancıların/göçmenlerin
çocuklarıdır. Kendi yetiştirdikleri çocuklar tarafından sorgulanmaya
başlanmışlar. Üçüncü kuşağı yetiştiren de ev sahibidir. Onun sorgulaması daha
çetin olacağa benzemektedir. Sorgulayan mı yanlış yapmaktadır, yoksa sorgulanan
mı yanlış yapmıştır? Durum ortada, yapılanlara bakılırsa, bu yanlışlık ev sahibinin yanlışlığıdır.
Bu
sorgulamalardan anlaşılıyor ki; misafirin/yabancının/göçmenin sahip olduğu
değerlere saygılı olunduğu sürece problemler azalacaktır. Ancak onun değerlerine
saygı gösterilmez de alay konusu yapılırsa, yok farzedilirse, okullarda anadil yasaklanırsa,
mensubu olduğu dine saygı gösterilmezse, o dinin mensuplarının terörist olduğu varsayılarak
hareket edilirse, “müslüman =
teröristtir” gibi bir anlayışla rencide edilirse; o da birgün kendine
gelecek, Türk ve Müslüman olduğunu hatırlayıverecektir.
Bu
dünya hepimize yetecek kadar büyüktür, verimlidir. Birbirimizi ötekileştirerek
mutluluğa ulaşamayız, kucaklayarak ulaşırız. Bizler artık buralıyız,
çocuklarımız izinlerini geçirmek için kendi ülkelerini seçmemeye başladılar.
Gelin
hep beraber yaşanabilir bir Almanya’yı nasıl inşa edebiliriz, geleceğe güvenle
nasıl bakabiliriz onun hesabını yapalım, küresel olan ve bize yabancı olan ne
varsa hepisine karşı duralım.
O
zaman göreceğiz ki o ev, misafir için de ev sahibi içinde gül bahçesine
dönecektir. Dikkatli davrandığımız sürece de dikenleri hiçbir zaman elimize
batmayacaktır.