- Ey
güzelim Edirne! Sen ne de güzel ve de vefalı bir şehirmişsin, seni bizden bizi
de senden ayıran o vefasızlara, nankörlere kıymet bilmezlere yazıklar olsun...-
Çanakkale’den ayrılıyoruz, rehberimiz Ali Bey’le
vedalaştık. Yüzler asık. Çanakkale’nin hüznü çöktü içimize. Yorum bile yapacak
halimiz kalmadı. Sadece otobüsün tekerlerinin sesini duyuyoruz. Sanki o da
bizim hüznümüze katılmış, tonlarca yükün altında inleye inleye çaresiz yol alıyor.
Edirne’deyiz
Otelimiz butik otel, mükemmel.
Karnımız zil çalıyor, otele yerleşir yerleşmez doğru ciğerciye koştuk. Edirne’ye
gelmeden önce sorduk soruşturduk, Edirne’de ne yiyelim diye, sorulanlar aynı
cevabı verdiler;
„Ciğer.“
“Peki ciğer nerede
yenir?”
“Ciğerci Bahri” de.
Personel, patron dahil tek sıra halinde kapıda
karşıladılar bizleri. ‘Hoş geldiniz, hoşgeldiniz...’Fazla resmiyet de sıkıcı oluyor...
“Oş geldiniz beya” diye yüksek sesle Trakya usulü bir gönderme yaptım
ortaya...Cevap gecikmedi; “Oşgeldin beya karaçopar...” işte o kadar. Resmiyet
yerini samimiyete bırakıverdi. Cevap işletme sahibinden gelmiş...Kuru-yağız
denilen tiplerden, uzun boylu, muhabbeti
bol, neşeli bir kişilik... Ciğer müthiş.
Patrona soruyoruz, ‘Edirne
ciğerini farklı kılan nedir?’
‘Asıl fark ciğerin
kendisidir. Ciğer Edirne yöresinde yetişen danalardan elde edilir. Tabii ki
karaciğer Bir süre dinlendirilen karaciğerin zarı soyulur, sinir ve damarlardan,
kandan arındırılır. Sonra yaprak şeklinde incecik doğranır. Yöreye ait buğday
ununa batırılır ve yine yöreye ait ayçiçek yağıyla kızartılır. Tavada kızartılır, kızartma süresi 3-4 dakika
kadardır.
Sonra Edirne
mahsulü olan özel kurutulmuş ve kızartılmış kırmızı biberle birlikte ince
doğranmış soğan, tuz, sumak, maydanoz ve Karaağaç mahsulü kurutulmuş kırmızı
biberler ile birlikte servis edilir.’
Muhabbet güzel, “Türk Kahvesi ikramı” ayrı bir lezzet.
Su ve yanında lokum ile ikram ediliyor, derken
ipin ucunu kaçırmışız, zaman oldukça ilerlemiş. İşletmeden memnun olarak ayrılıyoruz,
birlikte fotoğraf çekiliyoruz, kucaklaşıyoruz ve helalleşiyoruz. “Güle
güle beya.” İstikamet Selimiye Camii.
Edirne ve Selimiye
Camii
Edirne rehberimiz
İsmail Bey de işinin ehli birisi, insan olarak da mükemmel. İstanbul rehberimiz
Nisa Hanım’ı da burada zikretmem gerekiyor. Tur sorumlusu Emin kardeşimin
hakkını yememek lazım, her şehir için ayrı bir rehber bulmuş, her biri diğerinden mükemmel. Gezimiz “Kültür
Gezisi” olduğu için rehberlerin birikimli olması gerekiyor. Yüzeysel bir
anlatım yerine detaylarda gizli olan önemli bilgiler ufkumuzu açıyor.
Rehberlerimiz kuru bir tarihi malumattan daha ziyade, detaylarda saklı olan o
önemli bilgileri bizlere aktararak, ‘Hmmm...’ dememize vesile oluyorlar.
Ve Edirne
rehberimiz İsmail Bey...:
“Edirne 1361
yılında I.Murat tarafından fethedilmiş ve İstanbul’un fethine kadar 92 yıl
boyunca Osmanlı Devleti’nin başkenti olmuştur. Fatih Sultan Mehmed ’in doğduğu
(29 Mart 1432) şehirdir Edirne. Sultan
I.Mehmed, Yıldırım Bayezid de Edirne’de doğmuşlardır. İstanbul’un Fethi hazırlıkları
ve planları Edirne Sarayı’nda yapılmıştır.
17. yy.’da
İstanbul; Londra, Paris ve Roma’dan sonra Avrupa’nın en büyük beşinci şehriymiş.
Edirne, 1453'te İstanbul'un başkent olmasından sonra önemini kısmen yitirse de,
padişahların gözde yerlerinden biri olmaya devam etmiş. Mimari yenilikler Osmanlı’ya,
bu kentin yapılarıyla gelmiş; hat ve süsleme sanatının en güzel örnekleri burada
verilmiş, Edirne medreseleri yoğun tartışmalara tanık olmuş, tıp tarihine geçen
ilk uygulamalar burada başlamış.
İmparatorluğun önemli
bir şehri olan Edirne, kültürel mirasımızın en yoğun olduğu bir kenttir. İmparatorluk
Edirne’nin üzerine basarak yükselmiştir desek abartılı olmaz. Bu özelliğini
hâlâ görebiliyorsunuz. Camileri, çarşıları, köprüleri, sinagogları, kiliseleri,
tarihi evleri ve özellikle de içinde
bulunduğunuz bu Muhteşem Selimiye Camii. Ayrıca Eski Camii ve Beyazid Kulliyesi ile insanı
büyüleyen müstesna bir şehirdir Edirne. Maalesef bu mükemmel şehir Türk
milletinin hafızasında yer etmemiştir veya ettirilmemiştir. Osmanlı
sultanlarına meme vermiş, onları beslemiş-büyütmüş, kimlik kazandırmış bu
doğurgan şehir, Türk milletinin asil evlatlarına şehirlerden bir şehirmiş gibi
öğretilmiş. Edirne’ye sırf bu vefasızlık yüzünden, “kayıp şehir” demek daha
doğru olacaktır.
Selimiye Camii
Selimiye camii 16.
Yüzyıla damgasına vuran bir Mimar sinan şaheseridir. Mimar Sinan 80 yaşındadır. Selimiye için, “Ustalık eserim“ demiştir.
Selimiye, Osmanlı-Türk mimarlık tarihinin olduğu kadar, dünya mimarlık
tarihinin de başyapıtları arasında olan bir eserdir. 1569-1575 yılları arasında
II. Selim’in emriyle yaptırılmıştır. Çoook uzaklardan “Hey ! ben buradayım”
diye size el sallayan Selimiye Camii, tarifi mümkün olmayan bir güzelliktedir.
Cami; kesme taştan yapılmıştır, toplam 2475
metrekarelik bir alanı kaplamaktadır, iç bölümü 1620 metrekare, kubbenin yerden
yüksekliği 43.28, çapı ise 31.30 metredir. Kubbe, 6 metre genişliğindeki
kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük ayağa oturur, 4 minaresi vardır.
Minarelerin çapı 3.80, yüksekliği 70,89 m.dir. Her minarenin üçer şerefesi
vardır. Giriş yönündeki her şerefeye ayrı ayrı yollardan çıkılır, çıkanlar
birbirlerini görmezler. Diğer ikisine ise tek yolla çıkılır.
Cami, inşaatında kullanılan; taş, mermer,
çini gibi malzemelerin yanında; ahşap ve
sedef gibi süsleme özellikleriyle de ön plana çıkar. Mihrap ve mimberinde kullanılan mermer
işçiliği harikuladedir. Gördüğünüz gibi
caminin ortasında müezzin mahfili vardır ve 12 mermer sütuna oturur. Altın varaklı
edirnekâri kalem işçiliğiyle gözlerinizi kamaştırır. Caminin çini
süslemelerinin ise, Osmanlı ve dünya sanatında ayrı bir yeri vardır. Çiniler, İznik’te
yapılmıştır. Selimiye Camii ve Külliyesi, UNESCO Dünya Miras listesine dahil
edilmiştir.
Arasta Çarşısı
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyıla kadar
olan döneminde Edirne, çarşı ve hanlar bakımından, en gelişmiş ve en zengin şehirlerden
biri olmuştur. Selimiye Arasta Çarşısı bunlardan biridir. Arasta, “aynı cins
malı satan esnafın bulunduğu çarşı” demektir. Bu çarşıyı III. Murat, Selimiye Camii’ne
gelir sağlamak için yaptırtmıştır. Mimarı Davut Ağa’dır. Çarşı; 73 kemerli ve boyu
225 metredir, içinde 124 dükkân vardır ve 4 kapıyla hizmete açılır.
Evliya Çelebi, buranın ‘Kavaflar Çarşısı’
olduğunu yazar. Çarşının ortasındaki kubbe “Dua Kubbesi’’ olarak
bilinir. Her sabah dükkan sahipleri bu kubbenin altında toplanarak, hakkaniyete
uygun bir hassasiyetle alış-veriş yapacaklarına dair, dua ederlermiş. Bu dua
yemin anlamına gelirmiş.
Tarihi Arasta Çarşısı, Selimiye Camii’nin hemen altında bulunmaktadır. Merdivenlerden
inerken kendinizi zaman tünelinde
yolculuk yapıyormuş gibi hissedersiniz. Sonra bir anda arastanın ışıl ışıl
dükkanları çıkar karşınıza. Çarşıda iki şey sizi satın alınmak için beklemektedir;
aynalı süpürge ve badem ezmesi.”
Akşam ve Yatsı namazlarımızı cem ederek cemaatle kıldık Selimiye Camii’nde.
Namazdan sonra yanımızda bir pîrifânî beliriverdi. Hoş-beşten sonra başladı konuşmaya.
Caminin eski müezzini imiş, emekli olmuş, ancak cami ile alakasını hiç kesmemiş.
Sabah akşam buralarda ziyaretçilere camiyi anlatmakla meşgul olurmuş. Attı elini kulağına ve başladı kaside okumaya,
ama ne okudu, hepimizi mestetti. Dayanamadım ve bir ilahi de ben patlattım,
müezzinin beklemediği bir şey olmalı ki, bir an tereddüt etti, herhalde bu da
nereden çıktı dedi, baktı ben devam
ediyorum, dayanamadı ve bana eşlik etmeye başladı, mükemmel bir düet... Aman allah’ım o ne aküstik öyle. Müezzinin emekli
olduktan sonra oradan ayrılmamasının sebebi bu aküstik olmalı. Bu arada etrafımızda
bir halka oluşmuş, huşu içinde bizleri dinliyorlar ve sonunda da müthiş bir
alkış. Camide alkış mı olurmuş demeyin, oldu işte. Günün yorgunluğunu bir
çırpıda atıverdik üzerimizden. “Bu duygu
dolu havayı kaybetmeden, istirahate çekilelim” dedi rehberimiz İsmail, “Eyvallah”
dedik ve sabah buluşmak üzere
vedalaştık. Çanakkale ve Edirne, aynı günde buram buram tarih kokan iki
önemli mekân, bugün oldukça fazla duygusal anlar yaşadık, gittik gittik geldik.
Yorgunluğumuzu aslında Selimiye Cammii’nde bıraktık ama, yine de tuttuk otelin
yolunu.
Sultan II.Bayezid
Külliyesi
Kahvaltıdan sonra, geç kalan olmadı. Hüseyin ve Fatma burada da ceza
kesemediler. Herhalde herkes Edirne’yi görmek için sabırsızlanıyor olmalı. Zamanında
çıktık yola.. Önce Bayezid Külliyesi. 15. yy.'da kurulan Bayezid Külliyesi’nin içinde bir
şifahane varmış. Bedava sağlık hizmeti verirmiş. Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar bu
hizmetine devam etmiş. Her türlü hasta burada tedavi edilirmiş. Akıl hastaları da tedavi edilirmiş. Cerrahi
müdahaleler de yapılırmış. Hatta, Amerika’daki John Hopkins Hastanesi
kurulurken bu kompleks incelenmiş ve model alınmış.
Ama sonradan bu külliye unutulmuş. Çok değil,
bundan sadece 20 yıl öncesine kadar, Sultan II.Bayezid Külliyesi, tarihe
damgasını vuran bu emsalsiz eser, maalesef koyun ağılı olarak kullanılıyormuş. 20
yıl önce Trakya Üniversitesi Sultan II.Bayezid Külliyesi’ne sahip çıkmış da orayı
Sağlık Müzesi haline dönüştürmüş. Bu müze, bir Osmanlı Darüşşifa’sını günümüzde
gerçek anlamda yaşatan tek müzeymiş. Bu özelliğiyle geçmişteki Selçuklu ve
Osmanlı darüşşifalarının, tıp tarihimizdeki önemine ışık tutmaktaymış.
Müzenin açılışının 11. Yılında (23.04.2008)
medrese bölümü ''Tıp Medresesi'' adı ile yeni bir bölüme daha kavuşturulmuş,
böylece Tıp Medresesi Sağlık Müzesi'ni daha önemli bir noktaya taşımış. Bu
çalışma ile 15.yüzyıldaki tıp medresesi ve ders ortamı işte şu gördüğünüz mankenlerle
canlandırılmış ve böylece dönemin hekimlik eğitiminin bilinmeyen yönleri
vurgulanmış. Burası, Osmanlı'da darüşşifa uygulamasının, hikâyesini, tasarımını,
kullanılışını ve işletmesini tüm dünyaya kanıtlamış bir müzeymiş. Rehberimiz
anlattı bütün bunları ve devam etti anlatmaya. Oldukça heyacanlıydı, belliki o
da hazmedemiyordu olanları.
Tarihçesi
“Sultan II. Bayezid Külliyesi'nin temeli 1484
yılında bizzat Sultan II.Bayezid tarafından atılmıştır, dönemin ekonomik ve
insan gücüyle 4 yıl gibi kısa sürede bitirilerek 1488 yılında hizmete açılmıştır.
Çok kubbeli grafiksel yapısı ile dikkat çeken bu binalar topluluğunun mimarı,
mimar Hayrettin'dir.
Sultan II. Bayezid Külliyesi; döneminin en önemli, sağlık, sosyal, eğitim ve dini kurumlarından biridir. Külliye; hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birimden oluşur. Çok amaçlı düşünülen bu kompleks aynı zamanda dönemin sosyal devlet anlayışını da yansıtır.
Külliyenin; şifahanesinde hastalara bakılmış, medresesinde öğrenciler yetiştirilmiş, camisinde ibadet edilmiş, tâbhanesinde misafirler ağırlanmış, aşhanesinde ise fakir fukara doyurulmuştur.
Sultan II. Bayezid Külliyesi; döneminin en önemli, sağlık, sosyal, eğitim ve dini kurumlarından biridir. Külliye; hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birimden oluşur. Çok amaçlı düşünülen bu kompleks aynı zamanda dönemin sosyal devlet anlayışını da yansıtır.
Külliyenin; şifahanesinde hastalara bakılmış, medresesinde öğrenciler yetiştirilmiş, camisinde ibadet edilmiş, tâbhanesinde misafirler ağırlanmış, aşhanesinde ise fakir fukara doyurulmuştur.
Bu Darüşşifa; az personelle çok hizmet
vermeyi amaçlayan merkezi bir hastane olması ve bu alandaki ihtiyaçlarının
ayrıntılı bir şekilde düşünülerek planlanmış olması açısından dünyada bir ilktir,
benzerleri batıda ancak 200 yıl sonra yapılmaya başlanmıştır.
Bu hastanede, musikinin ve su sesinin huzur verici tınıları, taş duvarlarda yankılanarak şifaya dönüşür. Burada, İbni Sina'dan Farabi'ye; Selçuklulardan Osmanlılara uzanan köklü bir müzik terapi anlayışı, fiziksel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başarı ile uygulanmıştır.
Evliya Çelebi'nin "Orada öyle bir darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz" diyerek tanımladığı bu hastane, 400 yıl boyunca aralıksız olarak hastalara şifa dağıtmıştır.
Bu hastanede, musikinin ve su sesinin huzur verici tınıları, taş duvarlarda yankılanarak şifaya dönüşür. Burada, İbni Sina'dan Farabi'ye; Selçuklulardan Osmanlılara uzanan köklü bir müzik terapi anlayışı, fiziksel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başarı ile uygulanmıştır.
Evliya Çelebi'nin "Orada öyle bir darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz" diyerek tanımladığı bu hastane, 400 yıl boyunca aralıksız olarak hastalara şifa dağıtmıştır.
Uzun yıllar dertlilere deva olan bu şifa
yurdu, daha sonraki yıllarda, sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği
bir merkeze dönüşmüştür.
Bu hastanenin en büyük özelliği tedavide bir yöntem olarak; dönemin hekimlik bilgilerinin yanında musiki, su sesi ve güzel kokuların kullanılmış olmasıdır.
Bu hastanenin en büyük özelliği tedavide bir yöntem olarak; dönemin hekimlik bilgilerinin yanında musiki, su sesi ve güzel kokuların kullanılmış olmasıdır.
Her hastaya farklı makam
Bu Şifahane’de, 10 kişiden oluşan hânende ve sâzende topluluğu, haftanın üç günü sahnede yerini alır, her hastalığa göre farklı farklı makamlar çalıp söylerlermiş.
Örneğin, havale(epilepsi) ve felç rahatsızlıklarında; Rast, sinirli kişilere; Irak, baş ağrısı için; Rehavi, kalp hastalıkları için; Zirgule, zihni açıp zekâyı arttırmak için ise; İsfahan makamı çalınırmış.
Bu Şifahane’de, 10 kişiden oluşan hânende ve sâzende topluluğu, haftanın üç günü sahnede yerini alır, her hastalığa göre farklı farklı makamlar çalıp söylerlermiş.
Örneğin, havale(epilepsi) ve felç rahatsızlıklarında; Rast, sinirli kişilere; Irak, baş ağrısı için; Rehavi, kalp hastalıkları için; Zirgule, zihni açıp zekâyı arttırmak için ise; İsfahan makamı çalınırmış.
Külliyenin medresesi
Külliyenin medresesi, döneminin en önemli tıp
okullarından birisidir ve amacı hastaneye hekim yetiştirmektir. Medrese, önem
rütbesi açısından Osmanlı’nın önemli medreseleri arasında yer alır. Müderris
adı verilen hocası, yardımcısı ve kütüphane görevlisi vardır. Hocasına günde
60, öğrencilerine ise 2 akçe ödenirmiş.
Bu bölümlerdeki uygulama günümüzün eğitim ve uygulama hastanelerini andırır. Tıp Medresesi'nde eğitim gören öğrenciler aynı zamanda Darüşşifa’da usta çırak ilişkisi ile eğitimlerini tamamlarlarmış.
Evliya Çelebi, medrese için; "Külliyenin içinde Medresetü'l- Etibba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrates, Filibos, Aristoteles, Galen, Pisagor gibi alimlerden söz eden olgun tabiplerdir, her biri bir fenne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar." diye yazar.
Bu bölümlerdeki uygulama günümüzün eğitim ve uygulama hastanelerini andırır. Tıp Medresesi'nde eğitim gören öğrenciler aynı zamanda Darüşşifa’da usta çırak ilişkisi ile eğitimlerini tamamlarlarmış.
Evliya Çelebi, medrese için; "Külliyenin içinde Medresetü'l- Etibba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrates, Filibos, Aristoteles, Galen, Pisagor gibi alimlerden söz eden olgun tabiplerdir, her biri bir fenne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar." diye yazar.
Bu medresede okutulan ve birçoğu Sultan II.Bayezid tarafından bizzat bağışlanan tıp kitapları günümüze kadar ulaşmıştır. Dönemin hekimliğini anlatan 37 adet kitap şu an Selimiye El Yazması Eserler Kütüphanesi'nde koruma altındadır.”
Harap olmuş mekanlar
Ben harap olmuş bu tarihi mekanları görünce
duygulanıyorum, hem de çok duygulanıyorum, bazen ağladığım bile oluyor. Bayezid
Külliyesi’ni ve o şifahaneyi görünce yine duygulandım ve Ali ulvi Kurucu’nun
şiirini Rast makamında ilahi olarak o tarihi mekanda söyleyiverdim.
Arkadaşlarım köşelere birer birer oturdular ve huşu içinde beni dinlediler,
onlar da duygulanmış olmalı. Kızım Dilruba beni belki ilk defa böylesine duygu
seline kapılmış olarak görüyor olmalı ki, sesimi kayıt altına almış. Osmanlı ve
Selçuklular döneminde musiki ile tedavi konulu bir tez de hazırlamıştı
üniversitede, belki de tezine uygun bir mekanda Rast makamında bir ilahinin okunması onu etkilemiştir, kim bilir.
Şiirin sözleri şöyle:
Doğmazdı kalbe
iman, inmezdi arza Kur’an,
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed! Levlâke
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed! Levlâke
Mâtem tutardı
gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzûndur arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed! Levlâke
Mahzûndur arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed! Levlâke
Fesaddeknâke ya hayra’l
berâ yâ Rasulallah
Alâ mâ ci’tena Hakkan ileyna yâ Rasulallah
Zelamna nefsena kunna zalumen fi kitabillah
Semi’na kavlehu inna aredna yâ Resulallah
Fesaddeknake ya hayra’l berâ yâ ya Rasulallah
Alâ mâ ci’tena Hakkan ileynâ yâ Rasulallah
Alâ mâ ci’tena Hakkan ileyna yâ Rasulallah
Zelamna nefsena kunna zalumen fi kitabillah
Semi’na kavlehu inna aredna yâ Resulallah
Fesaddeknake ya hayra’l berâ yâ ya Rasulallah
Alâ mâ ci’tena Hakkan ileynâ yâ Rasulallah
Saray-ı Cedid-i
Âmire
Edirne Saray içi ya da Yeni Saray diye anılan
bölgedeyiz. Kulağımız rehberimizde: “Edirne fethedildikten sonra ilk saray
Sultan I.Murat tarafından 1365 yılında Kavak Meydanı denilen bu alanda yaptırılmış. Ancak daha
sonra II.Murat tarafından Tunca Adası’nı da içine alan bu bölgede (Fatih Sultan Mehmet‘in sonradan genişlettiği) Saray-ı Cedid-i Amire adı verilen saray inşa edilmiş.
İstanbul’un fethinden önce Padişahlar bu sarayda yaşarlarmış. Daha sonra
İstanbul’a taşınan başkentte yeni bir saray inşa edilmiş ama Edirne’de ki bu saray
önemini korumaya devam etmiş. Padişahlar sefere çıkarken, ya da avlanmak için
Edirne’ye geldiklerinde bu sarayı kullanırlarmış.
Saray ‘93 harbi diye anılan Osmanlı-Rus
Savaşı sırasında cephane deposu olarak kullanılmış, Rusların
bölgeye yaklaşması üzerine de cephaneler ele geçirilmesin diye saray Vali Cemil Paşa ve Müşir Ahmet Eyüp Paşa‘nın
kararıyla havaya uçurulmuş. Saraydaki değerli eşyalar da başta İngiltere olmak
üzere çeşitli ülkelerin devlet başkanlarına gönderilmiş.”
Cephanelik
olarak kullanılacak başka yer mi yoktu? Bu nasıl bir aymazlıktır. Tarihi
miraslarımız maalesef bu şekilde peşkeş çekilmiş. Yurt dışında müzeleri
gezerken gördüğüm eserlerimize bakıp iç geçirmişliğim çok olmuştur. Kültür
gezilerinin zararlı bir tarafı vardır, burada olduğu gibi, yapılan ihanetleri
gördükçe içiniz cız eder, duygulanırsınız, sinir siteminiz bozulur. Bu sarayın
hikayesini dinleyince yine bir hoş oldum. O ilk saraydan, Osmanlı’nın
temellerinin atıldığı, İstanbul’un Fethi’nin planlandığı o muhteşem saraydan
geriye bir kaç duvar kalıntısı ve “ben bütün bunlara rağmen hâlâ ayaktayım”
diyerek yıldızlara ulaşmaya çalışan “Adalet Kasrı” kalmış. Zaruret mi yoksa
ihanet mi? Ben tam olarak anlayamadım. Varın kararı siz verin.
Adalet Kasrı
Saray
kalıntılarından geriye kalan yere, Mimar Sinan’ın
şaheseri Adalet Kasrı‘na geliyoruz.
Adalet Kasrı 1562 yılında Kanuni Sultan Süleyman
tarafından yaptırılmış. Selçuklu mimari
tarzında inşa edilmiş, Bakanlar Kurulu (Divan-ı Hümayun)
ve Yargıtay olarak kullanılmış.
Divan’ın
toplandığı salonun ortasında edirnekâri işlemeli
mermer bir havuz, köşede kafes ve arkasında padişahın tahtı varmış. Kasr’ın
önünde iki tane taş var. Bunlardan sağdakine, seng-i arz deniyor, bu taş halkın, değerlendirilmek üzere,
dilekçelerini üzerine bıraktığı taşmış, soldakine ise seng-i ibret taşı
deniyormuş; bu
taşın üzerinde ölüm cezasına çarptırılanların kelleleri sergilenirmiş. İnsanın
içi ürperiyor bu taşı görünce. İster istemez başınızı yokluyorsunuz yerinde mi
değil mi diye.
Kırkpınar “Er Meydanı”
Biraz
ilerde ise Kırkpınar “Er Meydanı” var. Meydana doğru yürürken yolda bizleri
davullar ve zurnalar karşılıyor sanki. Kendimi güreş alanına doğru ilerleyen bir
pehlivan olarak hissetmeye başlıyorum. Meydanın hemen önünde girişte baş
pehlivanların heykelleri var. Eh işte bunları da heykel diye dikmişler oraya.
Öyle albenisi olmayan cinsten heykeller bunlar. Dikilmiş olması için
dikilmişler, pehlivanlara hakaret gibiler. O heykelleri görünce “Kırkpınar Er Meydanı”
gözümüzde küçülüverdi. Dikilmese belki
daha iyi olacakmış.
İçeriye
giriyoruz, stadyum şeklinde olan alanda biraz dolaşıp fotoğraf çekiyoruz,
çekiliyoruz. Buraya gelip de güreşmemek olmaz. Hemen oracıkta Hüseyin’le bir de
güreş tutuyoruz. “Allah, Allah İllallah, erler çıktı meydane, biri birinden
merdane...” cazgırın bu seyirciyi heyacanlandıran haykırışıyla birlikte tozu
dumana katıyoruz...
Geleneksel
Kırkpınar güreşleri 1361 yılında Kırkpınar Çayırı’nda başlamış.1924 yılında
Edirne Saray içi’ne alınmış, Kırkpınar başpehlivanı aynı
zamanda Türkiye başpehlivanı ünvanını alırmış. Rehberimizin anlattığı bu.
Davullar
ve zurnalar eşliğinde girdiğimiz alandan yine aynı şekilde coşku ile çıkıyoruz.
Kulağımızda Kırkpınar ezgileri ile yolumuza devam ediyoruz…
Allah,Allah
İllallah,
Erler çıktı
meydane,
Biri birinden
merdane
Biri ak, biri kara
Mevla’m her birine
kuvvet vere
Bu meydan er
meydanıdır
Nice koç yiğitler
Bu meydandan geçti
Acı tatlı suyun
içti, göçtü
Atlar gibi tepişin
Aslanlar gibi
kapışın
Ya Muhammet, ya
Ali
Pehlivanlar piri,
Hz. Hamza Veli
Dellal çıksın
aradan
Hepinize kuvvet
versin Yaradan
Kırkpınar yağlı güreşleri
Kırkpınar yağlı güreşleri ile ilgili bir çok
söylenti vardır. Bunlardan en yaygın olanı şöyledir; Rumeli’nin fethi sırasında
Orhan Gazi’nin kardeşi Süleyman Paşa 40 askeriyle Domuzhisarı Kalesi ile
birlikte birkaç kaleyi de ele geçirir. Bu birlik geri dönerken, bu gün
Yunanistan sınırları içerisinde kalan Samona’ daki molalarında güreş tutuşurlar,
ancak yenişemezler. Daha sonra bu iki güreşçi bir Hıdırellez gününde (6 Mayıs)
yeniden güreşe tutuşurlar. Güreş sabah erkenden başlayıp gece yarısına kadar
sürer, bu sefer yine yenişemezler ve çatlayarak ölürler ve orada bulunan bir
incir ağacının altına defnedilirler. Yıllar sonra arkadaşları aynı yere gelirler
ve arkadaşlarının gömülü oldukları o yerde şırıl şırıl pınarların aktığını görürler ve bu
yerin adını “Kırkpınar” olarak değiştirirler. Böylece Kırkpınar Yağlı Güreş
geleneği başlarmış olur.
Bir başka rivayet de şöyledir: Türkler Edirne'yi almadan yüz yıl önce
Rumeli'ye Sarı Saltuk geçmiştir. Yağlı güreş geleneği onun zamanında
başlamıştır. Türkler Sultan I.Murat döneminde bu geleneğe sahip çıkmış ve Edirne’yi feth edince emir vermiş ve kırk
yiğit akıncı anısına bir güreş düzenlenmiştir. Böylece bu güreşler, “Kırkpınar
Güreşleri” adıyla tarihe geçer. Bundan sonra her yıl Hıdırellez günü Kırkpınar
Güreşleri yapılması gelenek haline gelir.
Kırkpınar Güreşleri’nin yükünü Kırkpınar ağası
kaldırır. Ağa; pehlivanları çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen konukları
ağırlayan, yemek ve yatacak yerlerini temin eden, örf ve adetlere uygun olarak
güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödüller veren ve güvenliği sağlayan alan
yetkilisidir.
Kırkpınar
Güreşleri’nin yapıldığı çayır, sarayın hasbahçesiymiş. Bu çayır, yılda 3 gün
kullanılırmış, diğer günler otopark olarak hizmet verirmiş. Sarayın tam
ortasından da otoyol geçermiş.
Dünyada
başka örneği yoktur herhalde bu saygısızlığın. Kazı ekibi bu saygısızlığa son
vermek istemiş aslında; “Kırkpınar Güreşleri başka bir yerde yapılsın, stadı da
yıkalım ve sarayın bahçesi meydana çıksın” diye müracaatlar yapılmış, ama hâlâ
bir sonuç alınamamış (2016 Nisan).
Dar’ül- Hadis Camii
1435 yılında II. Murat tarafından Tunca nehri kıyısında
yaptırılmıştır... Caminin yanındaki türbelerde II. Murat'ın oğulları ile III.
Mustafa ve III. Ahmet'in çocuklarının kabirleri var.
Rivayet odur ki; Sultan Murad rüyasında
Peygamber Efendimiz’i (s.) görmüş. Hz. Peygamber kendisinden Edirne’de bir
Hadis Okulu ve bir cami inşa etmesini istemiş. Sultan Murad da bu emri yerine
getirmek için inşaat hazırlıklarına başlanılmasını ferman buyurmuş ve temele ilk
taşı da kendi elleri ile koymuş.
Bu rivayetten yola çıkan halk, Edirne’ye ikinci Kâbe demeye başlamış. Hem Dâr’ul- Hadis Camii’nin, hem de Selimiye Camii’nin Peygamber Efendimiz (s) ‘in işareti ile yapılmış olmasından kaynaklanırmış bu isimlendirme. Ne yazık ki, bu önemli eserden de bugün sadece cami ayakta kalabilmiş, iki de şehzade türbesi.
İznik ve Bursa’da kurulan medreselerden sonra, Edirne Dâr’ul Hadis’i, Osmanlı’nın kurduğu, yüksek seviyeli medrese olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu rivayetten yola çıkan halk, Edirne’ye ikinci Kâbe demeye başlamış. Hem Dâr’ul- Hadis Camii’nin, hem de Selimiye Camii’nin Peygamber Efendimiz (s) ‘in işareti ile yapılmış olmasından kaynaklanırmış bu isimlendirme. Ne yazık ki, bu önemli eserden de bugün sadece cami ayakta kalabilmiş, iki de şehzade türbesi.
İznik ve Bursa’da kurulan medreselerden sonra, Edirne Dâr’ul Hadis’i, Osmanlı’nın kurduğu, yüksek seviyeli medrese olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gezimizin adı
Selçuklu ve Osmanlı Başkentleri. Buraya gelinceye kadar, Kayseri’yi, Konya’yı
ve Bursa’yı gördük. Buradan da İstanbul’a geçeceğiz. Osmanlı'ya başkentlik yapmış şehirleri ve Osmanlı’nın ünlü mimarlarının eserlerini
görünce tarihimizle ne kadar da övünsek azdır diyoruz. Ve ilave ediyoruz; tarihimizi
bize öğretmeyenler, hatta bizlere yalan söyleyen tarihi, gerçekmiş gibi öğretenler utansın, diyoruz.
Edirne Büyük Sinagogu
Edirne,
Osmanlı’nın ikinci payitahtı olmasının verdiği kudret ve kucaklayıcılıkla,
tarih boyunca farklı dinlere mensup halkların, asırlarca hoşgörü ile yaşadığı
bir kent olmayı başarmış. Edirne’de Müslümanlar gibi, Hristiyanlar, Museviler
ve Bahailer de kendi dini, sosyal ve iktisadi ihtiyaçlarına dair yapılar vücuda
getirmişler, bu yapıların bir kısmı günümüze kadar ulaşmayı başarmış.
Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise üçüncü büyük sinagogu olan Edirne Büyük Sinagogu da bu yapılardan birisiymiş. O
zamanlar Edirne’de 14 tane sinagog varmış.
1905 yılında Edirne’de büyük bir yangın
çıkmış. Bu yangında camilerin yandığı gibi sinagoglar da yanmış. 20 bine yakın
Yahudi nüfus ibadethanesiz kalmış. Sultan II. Abdülhamid
6 Ocak 1906 tarihinde bugün hâlâ ayakta duran bu gördüğünüz Büyük Sinagog’u (Kadoş ha
Gadol) yaptırmış. Bugün,
Yahudilerin en fazla yaşadığı şehir olan Edirne’de hiç Yahudi yoktur.
Rehberimiz İsmail anlatmaya devam ediyor:’ Sinagog Nisan
1909’da, Pesah Bayramı arefesinde ibadete açılmış. Pesah,
Hamursuz Bayramı demektir. Yahudi bayramıdır. İsrailoğulları’nın
Mısır esaretinden kurtuluşunu anmak için kutlanır. Baharın gelişiyle aynı
zamana denk düşen Pesah, tabiattaki tomurcuklanmalar gibi tüm dünyaya, zulüm
altında ezilen toplumlara özgürlük yolunda bir umut mesajı iletmektedir.
Bayramın adının tam olarak nereden geldiği üzerine tartışmalar olmasına rağmen
genelde inanılan hikaye; Firavun İsrailliler’i özgür bıraktığında, İsrailliler,
ekmeklerinin hamurunun mayalanmasını dahi beklemeden
hemen Mısır’ı terketmişler. Sonra da bu günü „Hamursuz Bayramı“ adı altında
kutlamaya başlamışlar. Bundan dolayı, bayram boyunca ekmekler mayalanmazmış.
Dolayısıyla bu gün, “ Mayasız ekmek yeme Festivali” olarak da adlandırılırmış. Bayram
7 gün boyunca devam edermiş.
Sinagog’un
açılışında “Anoten” duası yapılmış. Anoten Duası, 15 yy.’dan itibaren
(1492) İspanya’dan kaçan Sefarad Yahudileri’ne kapılarını açan Osmanlı
Devleti’ne şükran duygusunu ifade etmek için yapılırmış. Dua, Osmanlı devlet
erkanının Tanrı tarafından güçlü olması, ülkeyi sıhhatli idare etmesi, Tanrı’nın
onların yollarını açması ve güç vermesi, onları koruması için okunan bir dua
imiş. Edirne Büyük Sinagogu, günümüzde şehirde yeterli cemaati bulunmadığı için
İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenlerce özel günlerde ibadet için
kullanılmaktaymış.
Edirne Eski Cami (Ulu Camii)
Eski
cami, Ulu cami, Karanfilli cami… Hangi isimle anarsanız anın; bu içinde
bulunduğunuz cami Edirne’nin en kıymetli selatin camilerinden biridir. 1403 tarihinde
Süleyman Çelebi tarafından yapılmaya başlanmıştır, Yıldırım Bayezid’in oğulları
arasındaki taht kavgaları yüzünden 1414 senesinde, Çelebi Mehmet tarafından ancak
tamamlanacaktır.
Eski
Cami’nin mimarı Konyalı Hacı Alâeddin’dir.
Bir külliye camii olarak inşa edilmiş. Ne yazık ki, külliyenin camii, sebili ve
bedesteni dışında diğer bölümleri günümüze kadar ulaşamamıştır.
Cami,
kendisinden sonra büyük ve yeni camiler yapıldığı, aynı zamanda şehrin en eski
ulu camisi olduğu için Eski Cami adıyla anılır. Evliya Çelebi, caminin halk
arasında Karanfilli Cami diye de anıldığını kaydetmiş. Sebep olarak da namaz
vakitlerinde cemaat saflar arasına
karanfiller koyarlarmış ve cami misler gibi kokarmış.
Eski
Cami’nin biri merkezi olmak üzere 9 kubbesi vardır. Camiye 4 ayrı kapıdan girilir.
Minarelerden biri tek, ötekisi 2 şerefelidir. Bu şerefelere iki ayrı merdivenden çıkılır ve
çıkanlar birbirini görmezler. Son cemaat yeri beş bölümlü ve ortadaki bölümün
üzerinde bir kubbe yer alır.
Eski Cami’nin Hat Yazıları
Edirne’deki
selatin camilerine dair bir tekerlemeden bahsedilir: “Selimiye’nin yapısı, Üç
Şerefeli’nin kapısı, Eski Cami’nin yazısı…”
Gerçekten
de, dışardan bakınca bir özelliği yokmuş gibi gördüğünüz caminin son cemaat
yerine vardığınız andan itibaren ruhunuzu kuşatan hat örnekleriyle cami sizi
kendine çekecektir, büyülenirsiniz. İşte
şu duvara bakın; gördüğünüz gibi bu duvarda büyük harflerle Allah, diğerinde
Muhammed lafzı yazılı. Kubbeyi tutan sütunlarda ve caminin diğer duvarlarındaki
büyük hat örneklerine bakın, ne kadar da büyüleyici değil mi?
Ve yine
o “vav” harfi. Bursa’da sırlarını öğrendiğimiz o vav. Bunun haricinde, caminin
içinde hüsn-ü hat sanatıyla yazılmış birbirinden güzel Esma-ü Hüsnalar, Aşere-i
Mübeşşere’den ve Hulefa-i Raşidin’den isimler, sureler ve hadislerden örnekler yer
almaktadır. Edirne’ye sadece Eski Cami’deki bu sanat cümbüşünü seyretmek için
bile gelmeye değer. Keşke Yıldırım kardeşler saltanat için birbirlerine
düşmeselerdi de bu güzelliğe kan bulaştırmasalardı…
Eski Cami’nin Diğer Özellikleri
Hat
örnekleri kadar, Eski Cami’yi çekim merkezi haline getiren başka özellikleri de
var. Caminin ortasına doğru konumlandırılmış müezzinler mahfili var. Edirnekâri
( Edirne işi ) bezemelerle süslenmiş. Müezzini, Mahfilin üzerine ulaştıran
döner merdivenin sonunda, müezzinlerin piri Bilal-i Habeşi’nin adı yazılıdır.
Ak
mermerden oyma minbere, “Âmene’r-rasulü” nakşedilmiş. Evliya Çelebi bu
minberden bahsederken “Gayet sanatlı !” demeyi tercih etmiş. Bu
minbere, bayram ve cuma namazlarında hatip kılıç kuşanarak çıkarmış. Hatibin hutbeye
çıkarken kılıç kuşanması, Osmanlı’da bir gelenektir. Hatip minberde bu kılıca
yaslanarak hutbe verirmiş.
Bakın
arkadaşlar, şurada, minber ile mihrap arasında bir taş parçası görüyorsunuz. Halk arasında bu
taşa “Kâbe taşı” denir. Anlatılanlara göre Kabe’nin Yemen yönüne bakan
köşesinden düşen bir taş parçasıymış bu taş. Kâbe imamının gördüğü bir rüya
üzerine Edirne’ye, hediye olarak gönderilmiş. Ve Sultan II. Murad da kendi
elleriyle, Rükn-i Yemani’den gelen bu taş parçasını buraya yerleştirmiş. Hatta
çoğu kişi bu taşın Hacer’ül Esved’in bir parçası olduğuna inanır ve o na saygı
gösterir.
Mihrap,
görüldüğü gibi, mukarnaslarla süslenmiş. Mihrabın üzerindeki kubbede İhlas
suresi ile birlikte bir hadis-i şerif yer alıyor. Enes bin Malik’ten rivayet
edildiğine göre Resulullah şöyle buyurmuş: “Kim sabah namazını cemaatle kılar, güneş doğana
kadar Allah’ı zikreder ve sonra iki rekat namaz kılarsa, o kimseye hac ve umre
sevabı vardır.” Bu hadisteki mananın peşinde koşan cemaat sabah
namazından sonra güneş doğana kadar dağılmaz, zikirle meşgul olur, kuşluk
namazını da kılıp öyle dağılırlarmış.
Eski
Cami’de, padişahların namazlarını eda ettikleri yer olan bir de hünkar mahfili
bulunuyor. Kadınlar mahfili de var, ahşaptan
yapılmışlar. Ayrıca, iki tane de vaaz kürsüsü bulunuyor işte şurada. Rivayete
göre; II. Murad döneminde İslâm büyüklerinden Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri bu
camide bir dönem vaaz vermiş. Onun Edirne’den ayrılışından sonra bu kürsüye
çıkmak isteyen vaizlerin dilleri tutulmuş, konuşamamışlar, bundan dolayı bir
vaaz kürsüsü daha yaptırılmış.”
Balkan Savaşı Şehitliği
Edirne‘yi gezmeye devam ediyoruz. Yolumuzun üzerine Balkan Savaşı Şehitliği çıkıyor. Burası Balkan savaşları
sırasında bölgeyi ele geçiren Bulgarların Türk esirleri aç ve susuz bırakıp
20.000 kişinin ölmesine neden olduğu meydanmış. Günlerce aç kalan esirler ağaç
kabukları yiyerek hayatta kalmaya çalışmışlar, ancak kolera, dizanteri gibi
bulaşıcı hastalıklara karşı başlangıçta hiç bir önlem alınmadığından esirlerin çoğu
ölmüş. Ölüler meydanda olduğu gibi bırakılmış, defnedilmemiş günlerce. Bulaşıcı
hastalıkların yayılmasıyla resmen bir kıyım yaşanmış bu meydanda. Bu şehitlik
onların anısına yapılmış.
Yüz
yıl önce, 1913 yılında yaşanan bu acı
olaylar, bugün hâlâ acısını hissettiriyor. Bu topraklarda, bu ata yadigarı güzelim şehirde, yaşanan o
acıları bilerek dolaşmak insanı kahrediyor.
Bu topraklar vatan olarak elimizde kalmış, kalmasına kalmış da nasıl kalmış,
düşünmek lazım, hem de çok düşünmek lazım, ibret almak lazım.
O esirlerin
ölmemiş olanları komutanlarıyla birlikte
çeşitli işkencelere maruz bırakılmış, daha sonra da Meriç Nehri’ne
atılarak, ateşe atılarak su kuyularına atılarak feci şekilde öldürülmüşler.
300.000
kadar şehit vermişiz Edirne’de. Bir Çanakkale’de, burada varmış meğer. Rehberimiz
İsmail bey bunları anlatırken gözyaşımız sel oldu aktı Edirne sokaklarında.
Heyhat
ki heyhat, ben bu bilgileri 63 yaşımda öğreniyorum. Tarih kitaplarımızda neden
bu caniliklerden bahsedilmez. Edirne‘yi öğrenmek için 100 yıl sonra Edirne’ye kadar gelmemiz mi gerekiyordu?
Savaş
her zaman geride çok acı hatıralar bırakmıştır. Bugün bilhassa Ortadoğu’da ve
diğer İslâm ülkelerinde buna benzer acılar hâlâ yaşanmaktadır. Durup düşünmemiz
gerekiyor. 100 sene önce yaşadığımız acıların aynısını tekrar yaşamamak için
durup düşünmemiz gerekiyor. Kim yapıyor, ne yapıyor, niçin yapıyor, kime
yapıyor? diye durup düşünmemiz gerekiyor, ibret almamız gerekiyor, sonra da
sorgulamamız gerekiyor. Acı ve ıstırap dolu duygularla, Edirne Şehitliği’nden ayrılırken,
şehitlerine sahip çıkmayan Edirnelileri şiddetle kınayarak iniyoruz şehre
doğru. Bu şehitliğin hali nedir böyle? Yapılmasaymış daha iyiymiş. Şehitlerine ve
tarihi eserlerine sahip çıkamayan Edirneliler, ben ne diyeyim şimdi size, siz
söyleyin…
Edirne’ye
hayran kaldık
Tarihi eserler
açısından oldukça etkileyici bir şehir Edirne, hayran kaldık. İtirafta bulunmam
gerekiyor: En az 20 sefer içinden geçtim Edirne’nin, ciğerini yedim, köftesini
yedim, otelinde kaldım, peynirini aldım. Bana da yazıklar olsun ki; ben de Edirne’yi
ihmal etmişim. Hayıflandım, hem de ne hayıflanma. Edirne’yi bize neden
tanıtmadılar, Edirne tarihini neden okutmadılar bize? Bu soruya, Türkiye’nin
hangi değerini, hangi kültürünü
tanıttılar da Edirne’yi tanıtacaklar? şeklinde arkası arkasına sorulan
sorularla cevap verebiliyoruz. Kendi ülkesine yabancı olan nesil yetiştirmek, herhalde
sadece Türkiye’ye mahsus olsa gerektir.
Ben 1951 doğumluyum, Türk
Eğitim Derneği’nin üyeleriyle birlikte, 2009 yılından itibaren, kendi
imkanlarımızla ülkemizi tanımak için düştük yollara. Ülkemizi tanıdıkça vatanımıza
olan hayranlığımız artıyor ve aynı zamanda devlet yetkililerine olan kinimiz de
artıyor. Bu milletin asil evlatlarının, ülkelerini tanımaları için, ille de
yurt dışına çıkmaları mı gerekiyor? Öğrenci gezileri düzenleyerek veya devlet
destekli kültür gezileri düzenleyerek ülkemizin değerleri yeni nesle tanıtılamaz
mı? Eğer ihmal değilse, düpedüz
hainliktir bu.
Edirne, sen mükemmel
bir şehirsin 92 yıl Osmanlı’ya başkentlik yapmışsın. Ancak, senin örtüp-sarmaladığın,
göğsünü verip emzirdiğin, karnını doyurduğun çocukların, maalesef senin
kıymetini bilmiyorlar...
Bekle
bizi İstanbul
Kendi değerlerine sahip çıkmayan, vefasız
Edirnelilerin yaşadığı bu vefalı şehirden ayrılıyoruz. Yönümüzü ve yüzümüzü çevirdik İstanbul’a.
Kaptanımız Sezgin sürdü CD yi CD çalara. „Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar...“
Önce türkünün acıklı hikayesi: Edirne/Malkara’da 18 yaşlarında Zeynep isimli güzelmi güzel bir kız varmış. Köyde bir gün düğün kurulmuş. Köy
ağasının düğünüymüş bu düğün. Uzaklardan gelenler de olmuş. Güreşler tutulmuş, at
yarışları yapılmış. Uzaklardan düğüne gelen bir delikanlı(Ali)nın gözüne
takılmış o güzeller güzeli Zeynep. Ali gönlünü
kaptırıvermiş Zeynep’e. Sormuş soruşturmuş Zeynep’i. Köyüne döner dönmez hemen
babasını istemeye göndermiş.
Göndermiş göndermesine de alamamışlar kızı. Köy çok
uzaklarda imiş. ‘6 günlük yola kız vermem
ben!’ demiş Zeynep’in babası. Zeynep de ‘İstemem’ demiş, ‘Hayır!’ demiş. Ali kızın peşini bırakmamış, bir , iki, üç
derken nihayet Zeynep’i almış babasından. İstemeye istemeye Zeynep de ‘Evet’
demiş. Keşke evet demeseymiş, olmuş bir kere ve Zeynep Ali’nin köyü’ne gelin gitmiş.
Ali zeynep’ten hevesini alınca, ihmal etmeye başlamış Zeynep’i.
Bir defa bile olsa Zeynep’i alıp ailesine götürmemiş. Aradan 7 yıl geçmiş. Ailesinden ayrı olmaya alışık olmayan Zeynep yataklara
düşmüş. İçindeki hasret büyüdükçe büyümüş, hasretini türkülere dökmeye başlamış
Zeynep.
Zeynep’in perişan halini gören köylüler nihayet haber salmışlar
Zeynep’in annesine-babasına. Annesi ve babası gelmişler ama, çok geç kalmışlar,
Zeynep ölüm döşeğindedir. Doya doya
sarılamaz bile annesine ve babasına. Yattığı yerden nasihat gibi bir türkü
mırıldanarak ruhunu teslim eder. Bu duruma çok üzülen köylüler ve halkımız o türküyü
dilden dile günümüze kadar aktarıp getirmişlerdir. Türkü, günümüzde kına
gecelerinin vazgeçilmezi olmuştur.
Yüksek yüksek tepeler ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir
tanesini hor görmesinler
Uçanda kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim
Uçanda kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim
Babamım bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa açsa da gelse
Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse
Uçanda kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim
Ey
güzelim Edirne! Sen ne de güzel ve de vefâlı bir şehirmişsin, o kadar sıkıntıya-işkenceye,
kıyıma rağmen bizler için, temelinde yükselen Osmanlı’dan az da olsa hatıralar
saklayabilmişsin, minnettârız sana. Ancak, seni bizden bizi de senden ayıran o
vefasız Edirnelilere, hainlere, kıymet bilmez nankörlere yazıklar olsun...
Devam
edecek