22 Aralık 2012 Cumartesi

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

21 Aralık 2012 Cuma, 14:17 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Berlin Türk Eğitim Derneği'nde İsmet Özel*** bir sohbet yaptı (04.12.2012)
Konu: Türkiye ve Arap Baharı.

Kapıdan adımını içeri atar atmaz, "Siz beni istemeseniz de ben yine geldim. Ben burada en az 50 konuşma yaptım. Rüştü Kam bu konuşmalarımın özetini yaptı her seferinde. Ama hep yanlış yazdı."

Böyle bir açıklamayla giriş yapan İsmet Özel'e, bu kadar insanın içinde ne denir; herhalde susulur. Ben de öyle yaptım. 50 kişi dinledi o gün İsmet özel'i dernekte. Dinleyicilerin çoğu İsmet Özel'i tanıyan insanlardı. Kimisi kitaplarından, kimisi de sohbetlerinden.
İsmet Özel, insanların kendisini anlamasını İstemeyen bir "Şair". Eğer O'nu anladığınızı söylerseniz, hemen ben öyle demedim diye cevap verecektir size. Anlaşılmak istemez O. Anlaşılırsa siz O'nu anlamış olursunuz, oysa anlamamanız gerekir. Mütefekkirler anlaşılmak için konuştuğu halde, İsmet Özel anlaşılmamak için konuşuyormuş, bu sefer en azından bunu anladık.

Ben o gün anladıklarımı yazdım yine. O'nu anladım demiyorum, O'nun kanuşmasından anladıklarımı yazdım. Her seferinde kendisine tuttuğum notları okuduğum halde, bu sefer yaptığım özeti kendisine okumayı uygun görmedim. Nasıl olsa yanlış yazıyorum, yanlış yazmaya devam edeyim dedim.

Anlattıklarından anladığım kadarıyla yazdığım tespitleri sizlerle paylaşıyorum. Bu tespitlerin ne kadarına katılırsınız, ne kadarına katılmazsınız, karar siz kıymetli okurlarımındır. Okuyalım:

"İnsan olmak demek bir mirası devralmak demektir.. İnsanlar manaya ulaştıkları kadar mana ifade ederler. Kendileri manaya ulaşamamış olanlar zaten manasızdırlar. Türkiye'ye adını gayri müslimler vermişlerdir. Mesela(Friedrich Barbarossa)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1960' ta lağvedildi. Türkiye diye bir devlet yok aslında, biz uzatmaları oynuyoruz. Kapadokya hristiyanlığın merkezidir. Japonlar neden Kapadokya'ya gidiyorlar? Japonların üst düzey yöneticileri Katoliktir. Nagazaki'de hristiyan nüfus budistlerden çoktur. Amerika'nın attığı atom bombasından sonra "Batı kendi çocuklarını yiyor" diye yazdı gazeteler.

Anadolu topraklarını İslâmlaştıranlar Türkiye'ye "Rum diyarı" derlerdi. Türkiye adının resmileşmesi Cumhuriyet'ten sonradır.

Prag Baharı'nı anlamadan Arap Baharı'nı anlamak mümkün değildir. Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu. 1989 da da Kapitalizmi tehdit eden Komünizm ortadan kalkınca, Kapitalizm düşman olarak İslâm'ı seçti.

Arap Baharı ile de İslâm tehlikesi yok oldu. Arap Baharı müslümanların esaretine hizmet eden birşeydir.
Türkiye'de yaşayanların çoğu Türkiye tarihten silinince kâr edecek olanlardır. Türkiye'de vatan hainlerinin sayısı vatan için mücadele edenlerin, savaşanların sayısından daha fazladır.

Demokrasi neymiş, insan hakları neymiş, serbest pazar ekonomisi neymiş söylesinler de anlayalım, neymiş bunlar?

1953'e kadar Stalin Sovyetlerin başında kaldı. Sovyetler özel mülkiyeti yok edeceklerdi. Daha sonra barış içinde yaşayacaklardı, olmadı. Sonra da kapitelistlerle bir arada yaşayabiliriz dediler. Kuruşçev "Biz Kapitalizmi tereyağı gibi yok edeceğiz." diyordu oysa. Nisan 1968 de Sovyet tankları Prag'a girdi ve Prag Baharı yok oldu.
 
1977 yılında Amerika'da bir Siyonist toplantısıyapıldı ve bu toplantıda alınan karara göre, Ortadağu'da ve Kuzey Afrika'da küçük küçük devletçikler kurulacaktı. Şu anda BOP çerçevesinde yapılmak istenen alınan bu kararın uygulanmasıdır.
 
14. Asırdan beri işleyen bir sistem yürürlüktedir, sermayenin iş yaptırdığı bir mekanizmadır bu. Avrupa'nın hayat kaynaklarının Avrupalıların etkisinden uzaklaştırıldığı bir zamanda doğdu.

Kapitalizmin merkezi İtalya'daydı, 17.y.y. da Hollanda'ya taşındı, daha sonra merkezi Londra'ya taşındı, daha sonra da Amerika'ya. Şimdi merkez Wall Street'tir. 1944 yılında ticaretin dolar üzerinden yapılması esas alındı. ... Altın değil. Bretton Woods sistemi çerçevesinde.

1945 ‘ten sonra para karın doyurma ölçüsü oldu. Sermaye galip geldi ve 1989 da, komünizm bitti. Kızıl tehlike ortadan kalktı. Kapitalizm yeni bir düşman arayışına girdi, Çünkü: Finas siteminin sonunun gelmemesi gerekiyordu. Ve düşmanını da buldu. O düşman İslâm'dı. Kızıl'ın yerine yeşil geldi. Kapitalizmi tehdit edebilecek tek güç vardı, O'da İslâm.

Bu korkuyu manipule etmek gerekiyordu. 1979 yılında İran Devrimi bu amaçla yapıldı. Müslümanların nelere sahip olduklarını anlamamalarıydı esas olan. Eğer kendilerinde var olanların farkına varırlarsa, onu anlarlarsa Kapitalizm'in sonu gelebilirdi. Dolayısıyla, İslâm tehlikesi İran Devrimiyle birlikte yok edildi, Arap Baharı ile de tamamen ortadan kaldırıldı. Türkiye'de Arap Baharı'nın çığırtkanlığını yapan bir iktidar var bugün.

Taşmayan sabır, sabır değildir, tahammüldür. Dünya'da Türkiye'den daha önemli bir ülke yoktur. Dünyada halkı müslüman olduğu için, onlara vatan olan başka bir ülke de yoktur. Türkiye gayri müslimlerin imkanlarını daraltarak vatan olmuştur. Ne yazık ki bugün, Türkiye'de akıl almaz bir şekilde hızla ilerleyen hristiyanlaştırma çalışması var. Toplu taşıma araçlarında gördüğünüz boynunda Haç'la dolaşan gençlerin kim olduğunu hemen anlarsınız. Ben bunu size ne diye söylüyorum ki, siz zaten onların içinde yaşıyorsunuz. Sizin için bu önem arzetmez. Siz vatan tehlikede deyince de o kadar duyarlı hale gelmezsiniz. Yani size ne bütün bunlar...
Trabzon'da aktif olarak çalışan üç tane kilise var. Trabzon'lular halen kendi şiveleriyle konuşuyorlar ve bu şiveden de kurtulmak niyetleri hiç yok. Trabzon'da Rum-Pontus'un alt yapısı oluşturuluyor. Bu konu da sizin için önemli değildir...

Hristiyan alemi 1918 den sonra İslâm'ı güç ve siyasi organizasyon olarak ortadan kaldıracağına inanıyordu. İstedikleri olmadı. Bir İstiklal savaşı verdik ve ordumuz da oldu, siyasi organizasyonumuz da. Devletimiz de oldu. (Refik Halit Karay)

Maraş direnişi, Sakarya'nın provasıdır. Maraş'ta bizimle savaşanlar Fransız Üniforması giymiş Ermenilerdir. Sonra sıra Urfa'ya geldi, Antep'e geldi ve sonunda 1920 de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu Cumhuriyet ilk İslâm cumhuriyetidir. Anayasasının ikinci maddesinde Devletin dini „dini İslamdır" yazıyordu o zaman.

Biz en büyük darbeyi Tanzimat'la birlikte yedik. Osmanlı İslâm'a düşman olanlarla savaşan bir devletti. Osmanlı klasik düzenine Tanzimat'la son verildi. Türkiye'ye laiklik bir komplo olarak girdi. Çünkü o zaman Türkiye'de müslüman yoktu. Müslüman olsaydı direnirlerdi, kabul etmezlerdi. Direnilmedi, karşı çıkılmadı, bir matahmış gibi alındı ve kabul edildi.

Milletin başında üç tane bela var, bu belalardan kurtulursak nefes alabiliriz:
1.Anayasa
2.Dokunulmazlık
3.Başkanlık sistemi

Bu belalar şu anda tartışılıyor, nasıl şekillenecek bekliyoruz.

İnsanlar hayatlarını devam ettirmek için araçlara ihtiyaç duymazlar. İnsan helal ve haram ayırımını yapabilen bir varlıktır. Haram ve helal ayırımını yapamayan bir insan, insan değildir. Ancak Darwin'e göre insandır."

 Evet, İsmet Özel bunları söyledi ve gitti. Zaman zaman sinirlense de, eskisi kadar hırpalamadı dinleyenlerini. Bu konuşmasında Türklük ve Müslümanlık konusunun da üzerine fazla gitmedi. Sorular oldukça fazlaydı, buna rağmen cevaplanmayan soru kalmadı.
 
En ilginç soru Mustafa Kemal Özdemir'den geldi: "Geçtiğimiz günlerde Ulusalcılar buradaydı, ben de oradaydım. Sizin de kendilerinden olduğunuzu söylediler, ben şaşırdım. Buradaki söylemlerinizde de paralellikler var. Onlara ne diyeceksiniz, gerçekten onlardan mısınız?"

"Ne yapalım yani..., benden istifade ediyorlarsa...Yani..."

Ama bu cevabı sorunun sahibini tatmin etmediği gibi, dinleyenlerini de tatmin etmedi.

...................................
*** İsmet Özel 1944'de, Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri'de dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini Kastamonu, Çankırı ve Ankara'da tamamlar. Öncelikle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde okuduysa da mezun olacağı okul Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı olacaktır. On sekiz yıl Devlet Konservatuarı'nda Fransızca okutmanlığı yapar, ilk şiiri 1963'de Yelken Dergisi'nde yayınlanır. Bu tarihle birlikte; edebiyat, düşünce ve sanat dünyasındaki serüvenine başlamıştır.

 İlk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu 1966 yılında, büyük yankılar uyandıran ikinci kitabı Evet, İsyan'ı ise 1969 yılında yayımlar. 1970'de yakın arkadaşı Ataol Behramoğlu ile birlikte Halkın Dostları dergisini çıkarır. 1974 yılına gelindiğinde ise, o zamana dek içerisinde bulunduğu ve savunduğu sosyalist düşünce çizgisini geride bırakarak fikri ve ruhi bir değişim yaşayacaktır. Bu tarihten sonra yazı ve sanat hayatına, İslami düşünce çerçevesinde devam eder. Bu düşünce yapısı aynı zamanda ona yeni sorumluluklar da yüklemiştir. Bu sorumluluk bilinci ile 1977'de Yeni Devir gazetesinde günlük fıkralar yazar, yine aynı gazetede Abdullah Çıdamlı müstear ismi ile çeviriler yapar, Pazar günlerine özel kültür sayfaları hazırlar.

 1985 yılında Milli Gazete'de Cuma Mektupları'na, 1997 yılında Yeni Şafak Gazetesi'ndeki günlük fıkralarına başlar. Yazdığı deneme kitabı Taşları Yemek Yasak ile Türkiye Yazarlar Birliği Deneme ve 2005'de üstün hizmet ödülünü kazanır. 1995'de Şilili Ozan Gabriela Mistral nişanı alır. Siyasi yazıları 2003 yılına dek kısmi aralıklarla çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Halen İstiklal Marşı Derneği'nin genel başkanlık görevini yerine getirmektedir.
Evli ve dört çocuk babası, iki çocuk dedesi İsmet Özel, Çengelköy'deki evinde düşünce ve sanat hayatına devam etmektedir.

Rüştü Kam


ESERLERİ

Şiir:

Geceleyin Bir Koşu (1966),
Evet İsyan (1969),
Cinayetler Kitabı (1975),
Şiirler (1980),
Şiir Kitabı (1982),
Cellâdıma Gülümserken (1984),
Erbain (1987),
Bir Yusuf Masalı (2000).
Of Not Being A Jew (2005)


Deneme, Söyleşi, Mektup:

Üç Mesele (1978),
Şiir Okuma Kılavuzu (1980),
Zor Zamanda Konuşmak(1984),
Taşları Yemek Yasak (1985),
Bakanlar ve Görenler (1985),
Faydasız Yazılar (1986),
İrtica Elden Gidiyor (1986),

Surat Asmak Hakkımız (1987),
Tehdit Değil Teklif (1987),
Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988),
Sorulunca Söylenen
Cuma Mektupları (1-10)(1995-2004),
Tahrir Vazifeleri
Neyi Kaybettiğini Hatırla(1994)
Ve'l-Asr,
Bilinç Bile İlginç,
Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995),
Tavşanın Randevusu(1996)
Kırk Hadis(2004)
Henry Sen Neden Buradasın? (2004)
Kalın Türk (2006)
Çenebazlık (2006)


Çeviri:


Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri - William Ebenstein
Gariplerin Kitabı - Ian Dallas
Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek - Norman Itzkowitz
Bilim Kutsal Bir İnektir - Anthony Standen
Cihad- Bir Temel Tasarım - Abdülkadir Es-Sufi


TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI İSMET ÖZEL İLE ÖZEL SOHBET 2012 BERLİN

17 Aralık 2012 Pazartesi

YENİDZE'DEN BUGÜNE TÜRK ALMAN İLİŞKİLERİ 2012 BERLİN

17 Aralık 2012 Pazartesi, 22:10 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Osmanlı Alman ilişkisi 1830´da başlar. Prusya 1879´da tarihinin en büyük silah siparişini Osmanlı Devleti'nden almıştır. İlişkiler sadece askeri alanla sınırlı kalmadı, siyasi, gümrük, kadastro, liman, ulaştırma ve diğer alanlarda da devam etti.

Kayzer ile Sultan arasında gelişen samimiyet iki ülkenin toplumlarını da etkiledi. Gerçek bir dostluk rüzgârı hem Berlin hem de Boğaziçi´nde mevcut idi.

İki ülke arasında gelişen ilişkiler turizm sahasında bile kendini gösterdi. Din adamlarından oluşan ilk Alman kafilesi Anadolu´da Efes, Milet ve Tarsus´u ziyaret ettikten sonra Kudüs´e geldi. Burada kutsal yerleri gezdikten sonra Beyrut´tan deniz yolu ile ayrılıp ülkelerine döndüler.

İlk Türk işçisi Dresden Yenidze* sigara fabrikasına, İlk Türk öğrencisi ise Stuttgart Mercedes´e geldi...

Bu yüzyılın başında Mercedes ve AEG´de binlerce Osmanlı gencinin meslek eğitimi almak için Stuttgart, Münih, Köln ve Berlin´e geldiğini biliyoruz. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı'ndaki silah arkadaşlığımız var. Günümüz Almanyası'ndaki Türk varlığını 1961'le başlatmak doğru değildir. Almanya´daki Türk geçmişini son 40-50 yıl ile sınırlamak iki milletin ve kültürün geçmişindeki son derece ilginç ve önemlir dostluğu yok saymak demektir.


1899 yılında Alman imparatorunun Osmanlı ülkesinden resmen sigara uzmanları istemesi ile İstanbul hükümeti, tütün idaresinden 7 uzmanını Almanya´ya gönderdi. Dresden´e gelen bu 7 kişi devlet tarafından Prusya'lıları eğitmek için gönderilen ilk uzmanlardı. Tütün Osmanlı´da yetişiyor ama sigarayı Almanya yapacaktı. Yenidze (Yenice) fabrikasında başlayan ilk Türk işçi göçü giderek artmaya başladı.

 1900 yılında İstanbul´a bir takım görüşmeler için gelen Almanya`daki Osmanlı silah kabul komisyonu heyetinden Erzurumlu Ziya Paşa, Alman otomobil sanayinin gelişmişliğini bizzat ilk ağızdan saraya anlattı. Yeniliğe açık ve batı tekniğini mutlaka elde etmek isteyen Sultan ll. Abdulhamid Istanbul´daki Alman teknik heyetini 5 Nisan 1903´de Yıldız Sarayı'na davet etti. Osmanlı ordusunda görev yapan Alman uzmanlar Osmanlı´nın teklifini ilginç karşıladılar. İstanbul´da görev yapan Alman sefiri Wangenheim Osmanlılar`ın eğitim için Almanya´ya öğrenci göndermek istediklerini Berlin´e iletti.
 
İlk Türk-Alman öğrenci anlaşması 15 Mayıs 1903´de imzalandı. İki müttefik arasında başlayan askeri münasebetlerin eğitim alanına kayması Türk tarafı için hayati önem taşıyordu. 24 Temmuz´da ilk öğrenci kafilesi yola çıktı. Balkanlardaki Sırp ve Bulgar komitacıların saldırıları ile evlerini terkeden ya da öksüz kalan Filibe, Kızanlık ve Şumnu'lu 125 çocuk iki hafta sonra tren ile Münih´e getirildi.
 
1907 yılına gelindiğinde Almanya`daki Türk işçi ve öğrenci sayısı 12 binden fazla idi. Daha sonra mühendislik, gümrük, yol yapımcılığı, inşaat, ormancılık ve demiryolu alanlarında öğrenci gönderilmeye başlandı.

 Günümüzde Türklerin çok sevdiği Mercedes marka otomobillerde, tam bir asır önce Osmanlı öğrencilerinin de Untertürkheim daki atölyelerde ter dökerek eğitim aldığını bilmek ne güzel. Türklerin mercedes sevgisi nerden geliyor demeyin. Çünkü bizim insanımızın ilk tanıştığı silah mavzer, ilk tanıştığı otomobil ise Mercedes'tir. Türk insanı vefalıdır, biz ilkleri unutmayız...

Osmanlı Padisahı ll. Abdulhamit ve Alman İmparatoru Kayzer ll. Wilhelm arasında çok yakın arkadaşlık bağları ve samimiyet vardı. Sanayi devrimini kaçıran ve önemini yeni anlayan Türklere Almanya´nın mesleki eğitim alanında vereceği çok şey vardı. Sultan Abdulhamit´in özel ricasi üzerine Mehmet Akif Ersoy´da yine bu yıllarda Berlin´e gelerek veterinerlik eğitimi almıştı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmedi. Uzun süren savaşlarla yıpranmış olmasına rağmen istenilseydi Türkiye'nin sanayileşmesi mümkün olabilirdi. 1879'dan 1961 yılına kadar aradan geçen 82 yıl var. 1923 yılından sonrasını esas alsak bile aradan geçen 38 yıl var. İkinci Dünya Savaşı'nda yerle bir olan Almanya 1961 yılında bizleri işçi olarak davet edebiliyorsa, Türkiye kendi ülkesinin kalkınması için bu adımı haydi haydi atabilirdi. Neden atamadı diye soracak olursak bazı adımların yanlış atıldığını görmek mümkün.
Türkiye bu 38 yılda ülkenin kalkınmasından ziyade, ülke insanını geçmişinden koparmak için çalıştı. Harf devrimi yaparak ülke insanını 1000 yıllık tarihinden, kültüründen koparmak için çalıştı, uğraştı, ülke insanını dininden uzaklaştırmakla uğraştı, bunun için ezanı Türkçe okuttu, Kur'an öğrenimini ve eğitimini yasakladı, enerjisini bu yasağa muhalefet edenler için harcadı, ülke insanının kılık kıyafetiyle uğraştı, insanlara zorla şapka giydirmeye çalıştı. Eğitim birliği diyerek okullardan din eğitimini kaldırdı, yanlış tarih kitapları yazdırarak yeni nesli tarihinden kopardı, bugün bunu kendi kurumları açıklıyor. Halifelik makamının kalkması akıl almaz bir aymazlık gibi duruyor bugün önümüzde. Sembolik de olsa o makam dursaydı, bugün dinin temsilcileri değişik adlarla kendini ifade eden ve halkın sırtından geçinen cemaatlar olmayacaktı.

Sonuçta kendi insanını Almanya'ya işçi olarak göndermeyi övünülecek bir matahmış gibi Türkiye'nin gündemine taşıdı. Kara Tren düdüğünü acı acı çalarken, ayrılık ateşiyle yanan ciğerleri, akan gözyaşları bile söndüremedi.
Ülke insanının üzerinde kendisinin yapamadığı tahribatı belki Avrupa yapabilirdi. O kadar insanın dini ihtiyaçlarını karşılayacak bir imam bile gönderilmemişti peşlerinden. Dini ihtiyaçlarının karşılanması için antlaşmalara bir tek madde bile konulmamıştı. Hristiyan olmasına rağmen Ortodoks Yunanistan ve Yugoslavya bile bu şartı koymuştu antlaşma metnine.
 
Türk işçi göçününün 50 yıllık Almanya serüvenine bir bakarsak Almanya'ya gelenlerin sayısı, geri dönmüş olanlarla birlikte 6 milyonu geçmiş. Almanya sevdası yüzünden nice aileler parçalanmış, nice çocuklar yetim ve öksüz kalmış. "Almanya acı vatan" diye türküler bile yakılmış.
İster acı, ister tatlı vatan olsun, Almanya milyonlarca Türk'e yeni bir vatan olmuş. Bazen sevinerek, bazen üzülerek, bazen de savrularak; düşe kalka gelmişiz bugünlere.

50 yıl sonra bile, Türkiye'deki Türklere göre adımız hâlâ gurbetçi. Alman tarafına göre ise hâlâ, "yabancıyız". Bugüne kadar Almanya'daki Türklere gerçek anlamda ne Almanya, ne de Türkiye sahip çıktı. Para makinası olarak gördü Türkiye hep bizleri. Seçme ve seçilme hakkı bile vermedi bizlere yıllardan beri. Çocuklarımızın eğitimiyle ilgilenmedi Türkiye bizim. Onları yok saydı.
Mavi kart bilmecesini bile çözemedi Türkiye. Mavi ve Pembe Kart'ı Türkiye'deki bir çok kurum hâlâ tanımıyor. Bu kartı taşıyanlar pek çok işlemi yaptıramıyorlar.

Almanya da, yerel seçim hakkı gibi, çifte vatandaşlık hakkı gibi hakları vermedi bizlere. Akraba ziyaretleri için vize uygulmasını bile kaldırmadı. Aile birleşimini kolaylaştırmadı, zorlaştırdı.

Özetle söyleyecek olursak, 50 yıldır burada yaşayan Türk toplumu, anayasal güvence altındaki toplum haklarının çoğunu kullanamadı. Örneğin din özgürlüğü, dinini pratiğe dökme, inanç grubu-dini cemaat olarak tanınma ve okullarda çocuklarına öğretebilme hakları. Bütün bu konularda neredeyse hiç bir ilerleme sağlanamadı.

Almanya'daki Türk toplumunu sadece Almanya değil, Türkiye de 50 yıldır ihmal ediyor.
Çocuklarımızın hali içler acısı. İki kültür arasında sıkışmış kalmışlar. Üzerinden 50 yıl değil 150 yıl bile geçse temel insan hakları açısından geleceğimiz pek aydınlık değil gibi...

Çocuklarımızın geleceği için, kimliğimizi kaybetmeden dimdik ayakta durabilmemiz için, kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız...Yarından tezi yok, herkes kolları sıvamalı, en azından bir sivil toplum örgütünün kapısını çalarak, üye olmalı. Yapılacak işlerin ucundan tutmalı. Yarın çok geç olacaktır. Önümüzdeki 50 yılın bizi zaman değirmeninin taşlarında un ufak etmemesi için çalınmalı sivil toplum örgütlerinin kapısı.

14 Aralık 2012. Türkiye Cunhuriyeti'nin Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Türkevi'nde Türk sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle bir araya geldi. Tanıştı bizlerle, çatık kaşlı bir devlet temsilcisi yerine, sevecen, gülen, "Nasılsınız, sizi tanıyabilir miyim, neler yapyorsunuz derneğinizde, birlikte neler yapabiriz ...?" diye bizlerle samimi bir havada sohbet eden bir başkonsolosla karşılaştık. Sevindik, mutlu olduk. Hoşgeldiniz sayın Başkonsolosum.

Kısa bir konuşma yaptı. "Birlikte neler yapılabiliriz" in altını çizdi. Bundan önceki Başkonsolusların yaptığı konuşmalardan farklı bir konuşma değildi yapılan. Ancak son cümle yüreklerimize su serpmedi değil. "Dört sene ben sizlerle beraber olacağım, şimdi yapacaklarımızı konuşuyoruz, dört ene sonra neler yaptıklarımızı konuşacağız." İnşallah...

Başkonsolosumuzun tespitleri:

"Dernekler arasında işbirliğini artırmak gerekiyor. Bölünerek çoğalıyoruz, büyük dalgaları meydana getirmek yerine, çiseleyerek yağan yağmuru tercih ediyoruz. 300.000 civarında insanımız var Berlin'de. Bu az bir rakam değildir. Öncelikle yapmamız gereken çocuklarımıza sahip çıkmaktır. Bu konuda neler yapılmalı, oturup konuşmamız gerekiyor. Çocuklarımız Alman eğitim sistemi içinde başarılı olmalıdır, dilini unutmadan, kültürünü unutmadan dinini unutmadan başarılı olmalıdır, kendi kimliğiyle başarılı olmalıdır.
Konsolosluğumuzda hizmet veren toplam öğretmen sayımız 55' tir. Bu sayı ile Türkçe'nin popüler olmasını sağlamamız mümkün değildir.
Berlin'de iş yapan şirketlerimizin sosyal sorumluluk sahibi olmaları gerekiyor. Onların kendi toplumlarına sahip çıkmaları gerekiyor, sıkıntılı kurumlara daha fazla sahip çıkmaları gerekiyor.
Engelliler, yaşlılar, emeklilerle ilgilenmek gerekiyor.
Türklerin töre cinayetleriyle gündeme gelmesi beni üzüyor, zorla evliliklerin olmaması için neler yapmamız gerekiyor bunu düşünmemiz lazım.
Ailelerinden zorla alınan çocuklar için bizlerin de birşeyler yapması lazım.
Gençlerimizi spora yönlendirmemiz lazım.
Siyaset çok önemli, bizler bu ülkede kalıcıyız, bunu sağır sultan bile biliyor artık. Ekonomiyi, eğitimi, kültürü siyaset yönlendirir. Siyasetle ilgilenenler desteklenmelidir, siyaset çatı kuruluşudur.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığında mücadelede uyanık olmamız lazım. Bu konunun hepimizi doğrudan ilgilendirmesi lazım
Devletimiz gerekeni yapıyor, büyükelçilik binamızla, konsolosluk binamızla temsil gücünü en üst seviyeye çıkarmıştır. Almanya'yı ve Almancayı çok iyi bilen bir büyükelçimiz var. Bundan sonrası ortak problemlerimize karşı projeler üretmek birlikte çalışmalar yapmak zamanıdır.
Dört sene ben sizlerle beraber olacağım, şimdi yapacaklarımızı konuşuyoruz, dört ene sonra neler yaptıklarımızı konuşacağız."

Tespitler bunlar. Bundan sonrasını birlikte yaşayarak göreceğiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum sayın Başkonsolosum. Ben ve arkadaşlarım üzerimize düşeni yapacağız. Allah yardımcınız olsun.

Rüştü Kam

*Daha fazla bilgi için DR.Latif Çelik'in Almanya'daki Türk izleri kitabına müracaat edilebilir.

 Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

12 Aralık 2012 Çarşamba

MUTLU NOELLER 2012 BERLİN

10 Aralık 2012 Pazartesi, 22:11 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi

Küçüklüğümde bir jandarma görünce hemen eve kaçardım, polis görünce de kaçardım eve, hem de ağlayarak kaçardım. Trafik polisini bile gördüğüm zaman elim ayağıma dolaşırdı. Dedem ve babam bu konuda bizleri uyarırlardı, ''Sakın ha çocuklar, onların yanında bir şey konuşmayın'' diye.
 
Kimbilir ne işkenceler gördüler, ne sıkıntılar çektiler de bizleri koruma altına alıyorlar veya bizlerin yapabileceği hatanın önünü keserek kendilerini korumaya çalışıyorlardı onlar. Babam namaz kılıyor, dedem namaz kılıyor, Kur'an okuyor demememiz gerektiği özellikle tembihleniyordu bize. Kur'an okumak ve okutmak yasaktı açıktan. Dedem gizli gizli okuturdu çocukları evde. Dışarda o çocuklardan biri mutlaka nöbetçi olurdu. Koskoca Osmanlı'nın torunlarına yapılan muameleye bakın siz...

Ben devletin sıcak yüzünü görmedim hiç, ciddi ciddi insanlar, gülmeyen somurtan yüzler, azarlar gibi soru soran, bugün git yarın gel deme meraklısı görevliler... ve işte devlet buydu benim gözümde...
 
Daireden içeriye girince şapkanı çıkaracaksın, önünü ilikleyeceksin, memurun önünde hazır ol vaziyetinde duracaksın, söz vermeyince konuşmayacaksın...
 
Türkiye şimdilerde nasıldır? Memurlarda güler yüz tatlı dil var mıdır, hoş geldiniz size nasıl yardımcı olabiliriz? Buyurun şöyle oturun gibi nezaket içeren cümleler sarf ediliyor mudur? Bilmiyorum.
 
Doktora gittiğinizde geçmiş olsun neyiniz var? Şeklinde mi hitap ediliyor, yoksa asık bir suratla dövecek gibi, neyin var? Şeklindeki bir hitapla, oturduğu yerden kalkmaya bile tenezzül etmeyen bir kabadayı ile mi karşılaşıyorsunuz, bilemiyorum.

 Sakallı, köylü ve başörtülü insanların horlandığı, küçük görüldüğü bir ülkeydi benim memleketim. Başörtüsüyle kamusal alana giremezsiniz. Başörtülü bir devlet memuru yoktur orada, resmi dairelerde Allah'tan peygamberden yüksek sesle bahsedemezsiniz. Laiklik engeline takılabilirsiniz.
 
Bir devlet dairesinde Peygamberimizin doğum gününü kutlayamazsınız. Mesela; müftü, imam veya vaiz çağırarak, bir emniyet müdürü peygamberimizin doğum gününü kutlayamaz. İrtica hortlar, laiklik elden gider. Gazeteler sürmanşet atarlar ertesi gün: ''Laik bir devlet nasıl olur da böyle bir kutlama yapabilir?'' Laik bir ülkede emniyet müdürü nasıl olur da peygamberinin doğum gününü kutlar. Mürteci Emniyet müdürü!
 
Bu ülke benim ülkem, halkının yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülke burası. 600 sene üç kıtada adaleti ayakta tutan bir İmparatorluğun devamı olan bir ülke. Şimdilerde orada demokrasi var (!) İdarenin adı cumhuriyet(!) Laik bir ülke(!)
 
Demokrasi de laiklik de Batı'dan ithal edilmiş. Avrupa'dan yani. Ama nedense Batıdaki gibi uygulanmıyor bu ülkede...
 
Berlin sokakları ışıl ışıl, gece Ku-Damm, Friedrichstr., Unter den Linden görülmeye değer. Ne güzel de ışıklandırmışlar caddeleri. Hristiyan âlemi Sevgililerine kavuşacak. İsa'nın geleceğini ve kendilerini affedeceğini bekliyorlar. Noel, beklemek demek. Bütün resmi daireler, kurum ve kuruluşlar, iş âlemi, okullar özel programlar hazırlıyorlar Adventler sebebiyle. Noel'den önceki dört pazar, bekleme durakları. Hz. İsa 24 Aralık'ta dünyaya geldi. Bir anlamda peygamber İsa'nın doğum günü kutlanıyor. Herkes kendi imkânıyla kendi mekânlarında bu kutlamayı yapıyor. Özel salonlar tutularak biletli girişler yapılarak para karşılığında kutlama yapılmıyor. Avrupalılar, Sevgili'lerini karşılarken, simsarlara geçit vermiyorlar.
 
04.12.2012 tarihinde AGİM'in (Uyum ve Göç Çalışma Grubu) davetlisi olarak Hüseyin Bozkurt, Ahmet Yumuşak ve ben Hz. İsa'nın doğum gününü karşılama törenine gittik. Polis müdürü bizi çok sıcak bir şekilde kapıda karşıladı, öyle soğuk nevale gibi değil. Kucaklaştık ''hoş geldiniz, nasılsınız iyi misiniz?'' dedi. ''Uzun zamandır görüşemedik, en kısa zamanda Türk çayınızı içmeye geleceğiz. '' v.s.
Diğer tanıdık polislerle de sohbetler ettik, masamıza geldiler, kısa süreliğine de olsa oturdular. Yüzler güldü ve şakalar yapıldı. Orada sakallı Müslümanlar da vardı, başörtülü Müslüman bayanlar da. Rahmetli Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek'in dizelerinde tarif ettiği devlet görevlisi yoktu o gün orada:
''Müdür bey dert dinler, bugün ''maruzat''!
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...''
Programa geçildi. Bay Röchert AGİM(Uyum ve Göç Çalışma Grubu) Yöneticisi, Bay Horn AGİM Müdür Yardımcısı, Bay Kafka S.Polis Şube Müdürü, Kardinal Woelki Berlin Başpiskoposu, Bay Schulz (Müslümanları temsilen konuştu), Bay Voigt Polis Müdürlüğü'nde görevli papaz. Sırasıyla kürsüye geldiler ve Hz. İsa'yı ve O'nun doğum gününü anlattılar. Bu adventlerin anlamı nedir, niçin bugün burada toplandık, onu anlattılar.
 
Konuşmacıların söylediklerini tek tek aktarma yerine, konuşmaların ortak noktasını aktarmayı daha uygun buluyorum:
 
''Noel Hristiyanlar için önemli bir bayramdır. Bayram kutlamalarının güzel ve özenli bir şekilde hazırlanması ve yapılması gerekir. Advent (Noel'den önceki dört pazar) dört hafta hazırlık demektir. Beklenti manasına gelir. Günahlarımızın affedilmesi için dışarıdan birinin geleceğine inanırız. Yani İsa'nın geleceği ve bizi kurtaracağı beklentisidir bu. Noel ruhen insan olma manasına gelir...
Dar zamanlarımızda Allah'ın bir yol, bir ışık gönderdiğini biliyoruz, bu Bethlehem yıldızı veya İsa olabilir hiç önemli değildir. İsa'nın kişiliğini de tartışmak gerekmez. Allah'ın oğlu mu, peygamber mi, insan mı hiç önemli değil, önemli olan O'nun verdiği mesajdır, sabırla Allah'ın gösterdiği yolda mücadele etmektir.''
 
Bu polisler babamın ve dedemin korktuğu ve beni de korkuttuğu polislere, jandarmalara hiç benzemiyor. Bunlar da babam gibi dedem gibi Allah'a inanıyor ve O'nun gönderdiği Peygamberi seviyorlar ve O peygamberin doğum gününü kutluyorlar. İrtica da hortlamıyor. Ertesi gün gazeteler laiklik elden gidiyor diye manşet atmıyorlar. Eeee, hani biz laikliği Avrupa'dan almıştık?
 
Böyle bir kutlama benim güzelim ülkemde yapıldığında o polis müdürünün başına gelebilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Yer yerinden oynayacak ve kıyamet kopacaktır.
 
Gorbaçov Türkiye'ye bir konferans için gelmişti de Türkiye Komünistleri O'nu yuhalamışlardı. O'da '' Ben komünizmi yıktığımı sanıyordum, Türkiye'de hâlâ yaşıyormuş'' demişti. Ne kadar da doğru söylemiş.
 
Allah'ım inananlar, inançlarını istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne ne zaman kavuşacaklar, benim cennet vatanımın güzel insanları ne zaman hür iradeleriyle, korkmadan Allah'a kul olduklarını haykırabilecekler, yaşadıkları tüm ortamlarda...

Rüştü Kam



Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

7 Aralık 2012 Cuma

MUAVİYE, YEZİD VE KERBELA 2012


Tam adı Muaviye bin Ebi Süfyan'dır. 602 yılında Mekke'de doğan Muaviye Hz. Muhammed'in Mekke'yi fethinden sonra müslüman oldu.
İkinci Halife Ömer döneminde Şam'a Vali olarak tayin edildi. Muaviye'nin gücü, akrabası olan Hz.Osman zamanında iyice arttı. Üçüncü halife olmuştu. Hz.Osman'ın halifeliğiyle Muaviye Şam'ın yanısıra Suriye'nin diğer vilayetlerini de idaresi altına aldı. Böylece Muaviye, bütün Suriye ve çevresinin valisi olup, servet ve iktidarını günden güne arttırmaktaydı.

Muaviye, Üçüncü halife Hz.Osman öldürüldüğünde hem siyasi, hem de ekonomik açıdan oldukça güçlü bir konuma gelmiş bulunuyordu. Bu gücü nedeni iledir ki, müslümanların ittifak ile halifeliğe getirdiği Hz. Ali'nin meşru halifeliğini tanımamış, Hz.Osman'ın kanını talep iddiasını öne sürerek Hz. Ali ile savaşa girmiştir.
Yine Muaviye, Hz.Osman'ın intikamcısı rolüne sarılmakla kalmıyor; halife Hz.Osman'ın katillerini teslime rıza gösterdiği taktirde Hz. Ali'ye biat etmeğe razı olduğunu ilan ediyordu ki, bu apaçık siyasi bir manevraydı. Muaviye bu manevradan Sıffin Savaşı öncesindeki müzakerelerde oldukça yararlanmıştı.
Emevi sülalesi İslâm'ın doğuşu ile kaybettikleri nüfuz ve iktidarı yeniden ele geçirebilmek için akıl almaz yollara başvurmuşlardır. Özellikle Muaviye'nin ve Yezid'in davranışlarının iyi niyetle izahı mümkün değildir.
Muaviye, servetini siyasal başarısı için seferber etmiş durumdaydı. Karşıtlarından kiminin öldürülmesi yolu benimsenirken, kiminin de para ile satın alınması yoluna gidilebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların ve cömertce ihsanların altın zinciri ile en inatçı aleyhtarlarının dizginlerini elinde tutmayı başarmış idi.
Muaviye'nin suçlanmasına yol açan davranışlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Muaviye, Şam dışındaki bütün İslâm eyaletlerinin meşru halifesi olan Hz. Ali'ye savaş açmış ve esasta iktidarı elde etme amacını Hz.Osman'ın kanını talep iddiasıyla hasıraltı etmeyi amaçlamış, dolayısıyla o zamana kadarki İslâmi teamüllere karşı çıkarak hilafeti gaspetmiştir.
2. Muaviye, siyasi amaçları uğruna, vali ve hakimlere ferman göndermek suretiyle Hz. Ali'ye, Ebu Turap lakabıyla birlikte küfür ettirir, lanet okutturur, sövdürürdü. Ebu Turap, toprağın babası anlamında olup, Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali'ye verilmiş bir ad idi ve Hz. Ali de bu lakabı çok severdi. Muaviye ile başlayan bu adet diğer Emevi hükümdarları zamanında da sürdü. Mescidi Nebevi'de, Peygamberin manevi huzurunda, onun minberinde en çok sevdiği zata karşı yakışık almayan küfürleri savurmak adet bile oldu.
3. Muaviye, diyet uygulamasında sünnete aykırı davrandığı gibi, ganimet mallarının dağıtılmasında da Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünnetinin açık hükümlerine aykırı davranmıştır. Emevi soyunun idarecileri, Hz.Ömer b. Abdülaziz istisna edilecek olursa, Kur'an ve Sünnet'i dünyevi hırs ve menfaatler uğruna feda edebilmiş ve tarihte ''İslâm'' değil ''Arap'' devleti adıyla şöhret kazanmışlardır.
4. Muaviye, valilerini o zamanki yasalardan üstün sayıyordu. Valilerinden Ziyad b. Ebih ve Bişr İbni Ertat'ın yaptıkları katliamlar ve zulümler tarihçilerce oldukça yer verilen konulardandır. Muaviye ise bu zulümlere sessiz kalıyordu. Muaviye'nin Basra valiliğine getirdiği Ziyad b. Ebih, Irak'ta haksız yere binlerce insanı öldürttü. Muaviye'nin komutanlarından Büsr İbni Ertat, Mekke, Medine ve Yemen'de zalimce icraatleriyle ortalığa dehşet saçtı.
5. Muaviye, amaçlarına engel olarak gördüğü kişilerden kurtulmak için hiçbir hareketten çekinmezdi ve kanlı emelleri uğruna pek çok değerli şahsın ölmesi onun idaresi dönemine rastlar. Mesela Ammar b. Yasir, Eşter b. Malik, Muhammed İbn-i Ebu Bekir ve Hucr b. Adî bunlardandır. Bu şahısların tümünün de ortak yanı, Hz. Ali'nin tarafında yer almış oluşlarıydı.
6. Muaviye, Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmayı hiçe sayarak, ölmeden önce oğlu Yezid'e biat edilmesini istedi. Böyle bir durum, o zamana kadar Arapların ve Müslümanların anlayışına uymadığı gibi, Yezid de serbest hareketlerinden dolayı fasık sayılıyordu ve böyle bir kimsenin halifeliğe adaylığını kabul etmek mümkün değildi. Böylece, Muaviye, tarihe içki içen ilk halife olarak geçen oğlu Yezid'i, kendisine halef tayin etmiş oluyorduki bu durum hilafetin saltanata dönüştüğünün açık bir göstergesiydi.
Müsteşrik, G. Levi Della Vida'nın da dile getirdiği gibi, Muaviye'nin halifeliği, İslâm'ın devlet teşkilatı tarihinde yepyeni bir dönem açıyordu. Artık halife, sünneti uygulayan veya devam ettiren kimse olmaktan çıkıyor, Arap aleminin belli başlı siması, askeri kuvveti, aile ilişki ve etkileri, kendi şahsi itibarı sayesinde, kabile reisleri arasında en başta geleni oluyordu. Artık halife, resmi ünvanı bakımından olmasa bile, fiilen bir ''melik'', daha doğrusu Yunanlıların ''tiran'' dediği türden bir hükümdardı.
Muaviye'nin iktidarı ile birlikte; saray adabına ve merasimlere aşırı derecede önem verilmeye başlandı.
Muaviye'nin işlediği en önemli dört kötülüğü şu şekilde sıralamak mümkündür:
-Muaviye her yönden dört halife devrinin sadelik, dürüstlük, eşitlik, adalet, kanaat kapılarını kapamış, Suriye'ye sinen Bizans ve İran saray politikası ile ihtişamının esiri olmuştur.
-Serkeş birisini kendisine halef tayin etmiştir ve,
-Milleti, Yezid'e biat ettirmek suretiyle Halifeliği saltanata dönüştürmüştür.
-Cami minberlerinden Hz. Ali'ye lanet okutturmuştur.
-Yezid kimdir?
Esasen Halife, eşitler arasından istişare ile seçiliyordu. Muaviye bu kuralı elinin tersiyle iterek, daha henüz sağken, çevresindekileri etki altına aldı ve kendisinden sonra oğlu Yezid'e biat etmelerini sağladı. Böylece o zamana kadar Araplara yabancı olan saltanat uygulaması fiilen başlamış oldu. Bu şekilde, Halife'nin seçimi ve liyakati gibi unsurlar geri plana itilerek halifelik makamı bir tür saltanat kurumu haline dönüştürüldü.
Hz. Ali'nin vefatından sonra( 24 Ocak 661), Hz. Ali'nin halifeliğini tanımış -Şam ve Mısır dışında- bütün eyaletler Hz. Hasan'a biat ettiler.
Muaviye bu durumu haber alınca 60 bin kişilik bir ordu ile Irak'a yürüdü. Hz. Hasan da 40 bin kişilik bir ordu ile yola çıktı. Ancak Hz. Hasan karşı tarafın askeri gücünden ve yandaşları arasındaki ayrılıklardan çekinerek, savaşı göze alamadı ve yapılan bir anlaşma sonucunda halifelikten çekildi. Anlaşmaya göre;
-Hz. Ali yandaşlarına eziyet edilmeyecek,
-Hutbelerde Hz. Ali'ye lânet okunmayacak,
-Halifelik Muaviye'den sonra Hz. Hasan'a devredilecek,
-Hz. Ali soyundan gelenlere maddi katkıda bulunulacaktı.
Ancak zaman niçerisinde askeri ve siyasi gücünü iyice sağlamlaştıran Muaviye ''Hasan'la olan ahdim ayağımın altındadır.'' demek suretiyle, anlaşma hükümlerini bir bir çiğnedi.
Ve Hz. Hasan'ın ortadan kaldırılmasi gerekiyordu ve Muaviye'de öyle yaptı. Mervan b. Hakem'i Medine'ye bu iş için yolladı. Mervan çeşitli hilelerle Hz. Hasan'ın eşi Ca'de binti Eş'as'ın, Hz. Hasan'ı zehirlemesini sağladı ve böylece Yezide Halifelik yolu açılmış oldu.
Yezid'in veliahtlığının bir hayli tepki görmesine karşın, Muaviye çeşitli girişimlerle Yezid'e biat sağlıyordu. Hatta Muaviye'nin kendisi bu amaçla kalkıp Mekke'ye ve Medine'ye geldi ve buraların halklarına, Yezid'in veliahtlığını öteki bütün eyalet ve şehirlerin kabul ettiğini söyleyerek ve tehdit ederek onların da biatını aldı. Sadece Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer biat etmediler.
Muaviye 18 Nisan 680'de Şam'da ölünce Yezid daha önce kendisine veliaht olarak biat edildiğinden babasının yerine saltanat tahtına geçti. Onun için önemli bir sorun olarak Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer'in biatleri meselesi vardı.Yezid, Medine Valisi olan amcası oğlu Velid'e bu üç kişinin biatlerinin bir an önce sağlanmasını isteyen bir mektup yazdı. Mektubunda özellikle Hz. Hüseyin'in biatının sağlanmasını istiyor, ''Biate yanaşmazsa başını al ve bana gönder'' diyordu.
Bütün Hicaz, zor karşısında sinmişti ama bu makamın (halifeliğin) ilim, ahlak ve fazilet bakımından gerçek sahibinin Hz. Hüseyin olduğunu çok iyi biliyordu. Birçokları da Hz. Hüseyin'i, müslümanları bu makamın layıkı olmayan bu adamdan kendilerini kurtarmaya çağırıyordu. Hz. Hüseyin de İslâm aleminin yaşadığı bu ızdıraplı dönemi yakından izlemekteydi. Hz. Hüseyin kendinde, babası Hz. Ali, dedesi Hz. Muhammed'in bütün vasıflarını toplamış gibiydi. Fakat karşısında para, servet, şöhret ve hileye dayanmış Emeviler gibi bir düşman vardı.
-Hz. Hüseyin'in katili Yezid
Kendisine saltanatı devreden babası Muaviye ölürken bile başucunda bulunma gereği duymayan, avlanmakla gönül eğleyen Yezid, gününü gecesini çalgı dinlemekle, köçek çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet etmiş bir kişiydi. Özellikle maymunlara ve köpeklere çok düşkündü. Ebu Kubays adını verdiği bir maymunu vardı ki, ona alaca bulaca renkli ipek elbise giydirir, başına ipekten örülmüş bir külah koyar, dişi bir merkebe bindirir ve atlarla yarışa sokardı.''
Sıbt İbn'il-Cevzi'ye göre Yezid üç şeyi çok severdi: Kadın, şiir ve müzik. İşte böyle bir kişi, müslümanların başına geçmiş, İslâm'ın temsilcisi sözde halifesi olmuş ve Müminlerin Emiri diye anılmaya başlanmıştı. Bu duruma oldukça üzülen Hz. Hüseyin, Medine'de kendisine Yezid'e biat etmesini öğütleyen Mervan'a şu yanıtı veriyordu: ''Başımız sağolsun; çünkü ümmet, Yezid gibi birinin hükmü altına girmekle büyük bir belaya uğradı.''
-Hz. Hüseyin ve Kerbela olayı
Hz. Hüseyin Peygamberin torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın ikinci çocuğu idi. O zamana kadar Araplar arasında pek rastlanmayan bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Peygamber Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i çok severdi. ''Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev.'' derdi.
İmam Hüseyin'in çocukluğu Peygamberin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu durum kısa sürdü. Daha 5 yaşındayken dedesini yani Hz. Muhammed'i ve kısa bir süre sonra da annesi Hz. Fatıma'yı kaybetti. Bu durumun onu oldukça etkilediği muhakkaktır.
Üçüncü halife Hz.Osman'a karşı gerçekleşen isyanda Hz. Ali onu ve abisi Hz. Hasan'ı halifenin evine göndererek eve kimseyi sokmamalarını emretti (656). İsyancılar buradan içeri giremediler, ancak başka bir evden geçerek Hz.Osman'ı öldürmeyi başardılar. Bunun üzerine Hz. Ali oğullarını sert bir şekilde azarladı. Hz. Hüseyin babasının halife olmasıyla birlikte Kûfe'ye gitti ve onunla bütün seferlere katıldı. Hz. Ali'nin şehadeti sonrasında abisi Hz. Hasan'a itaat etmeyi yeğledi. Çünkü babası ölürken ona abisine uymasını vasiyet etmişti. Ancak abisinin Muaviye'nin hileleriyle zehirletilerek şehid edilmesinden sonra yaşanan gelişmeler onun o zaman kadarki durumunu değiştirdi. Yezid'e biat etmemekteki kararlılığı onun bu yolda sonuna kadar gideceğini gösteriyordu.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Muaviye ölmeden önce çeşitli hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid'e biat ettirmiş; Hz. Hüseyin ve bazı ileri gelenler biat etmemişlerdi. Yezid ilk iş olarak babasının yarım bıraktığı bu işi tamamlamak üzere, Velid'e yolladığı mektupta ''her ne suretle olursa olsun Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer'in biatlerinin sağlanmasını, eğer bu mümkün olmazsa, boyunlarının vurulup, başlarının kendisine gönderilmesini'' istiyordu. İktidar hırsının iştahlarını kabarttığı Emeviler'in yapamayacakları iş yoktu. Babası Muaviye'nin izinden giden Yezid, gerekirse Peygamberin sevgili torununun dahi başını kesmeye, Ehli Beyt'e zulüm etmeye kararlıydı.
Doğal olarak Hz. Hüseyin, Yezid'e biat etmedi ve Velid'in çabaları sonuç vermedi. 4 Mayıs 680 gecesi kardeşi Muhammed Hanefi'nin de tavsiyesiyle bütün aile fertleriyle birlikte Mekke'ye gitti. Ayrıca bu sırada Hz. Hüseyin'in Mekke'ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin'e elçiler göndererek Kûfe'ye davet ederek kendisini halife olarak tanımaya hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de amca oğlu Müslim b. Akıyl'i oradaki durumu yerinde görmek ve uygun bir zemin sağlamak üzere Kûfe'ye gönderdi. Önceleri Müslim Kûfe'deki çalışmalarında başarılı oldu ve Hz. Hüseyin de bunun üzerine Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktı.. Hz. Hüseyin kendisini Kûfe'ye gitmekten alıkoymaya yönelik girişimlere ''Rüyasında dedesi Hz. Muhammed'i gördüğünü ve başladığı iş ister lehine ister aleyhine olsun, dönmeyeceğini'' söylüyordu.
Bu arada Müslim'in faaliyetleri Yezid tarafından haber alınınca, Kûfe Valiliğine zalim Ubeydullah getirildi ve Müslim yakalanarak idam edildi. Ubeydullah'ın Kûfe valiliğine atanması şüphesiz anlamlıydı. Çünkü o Muaviye'nin Irak Valisi Ziyad b. Ebih'in oğluydu. Zalimlikte babasından aşağı değildi. Ubeydullah'ın Kûfe Valiliğine atanmasıyla Hz. Hüseyin'i davet eden onbinler korku ve tehditle sindirildi.
Hz. Hüseyin, Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktığında amca oğlu Müslim Yezid'in adamlarınca öldürülmüştü. Hz. Hüseyin kafilesiyle ilerlerken yolda, ünlü Arap Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. Hz. Hüseyin ondan Kûfe'deki durumu sorunca, Ferezdak, ''Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Ümeyye(Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.'' dedi. Hz. Hüseyin de ''Doğru söyledin , Allahın dediği olur.'' dedi ve yola devam edildi. Hz. Hüseyin Müslim'in Yezid'in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde oldukça üzüldü.
Kûfelilerin kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim'e oynanan oyun herşeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için başkoyduklarını söyleyenler dağılıp kaçtığı halde o, Mekke'den yola çıkan ailesi ve fedakar dostlarıyla , yola devam etmekten çekinmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece ayrılabileceklerini ifade ettiyse de, yanında bulunanlar ''hayatlarını kurtarmak için onu terketmek alçaklığını yapmayacaklarını ifade ettiler. Hz. Hüseyin ya başarıya ulaşacak, müslümanları eşitlik, kardeşlik ve adalet ülküleri içinde yaşatacak, Yezid'in saltanatına son verecek yada bu yolda boyun eğmeden şehid olacaktı. İşte Hz. Hüseyin, bu asil duyguların esiri olarak adım adım Kerbela'ya, her neye malolursa olsun gidecekti.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela'ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. İnsanlık değerlerinden yoksun Kûfe Valisi zalim Ubeydullah, Hz. Hüseyin'in geri dönmek, Yezid'le görüşmek veya İslâm sınırlarından herhangi birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid'in emrini yerine getirmek yani Hz. Hüseyin'i şehid etmekti. Çünkü biliyordu ki, Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid'e rahat yoktu.
Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid'in ordusuna yaklaşarak onlara hitab etmek istedi. Ancak bu çok veciz konuşma gözleri dönmüş azgınlardan oluşan bu orduyu pek etkilemedi. Hz. Hüseyin atını sürerek iki ordu arasında bir yerde durdu ve Yezid'in ordusuna hitaben:
''Ey Kûfe halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini ne çabuk unuttunuz. O, bizler için -Siz Ehlibeyt'in seyyitlerisiniz- diye buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz? Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi olan zatın oğlu değil miyim?Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz? Medine'de Resulullahın ravzai mübarekesinin yanında kendi halimde yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke'de itikafa çekilmeme müsade etmediniz. Davetnameler göndererek, ricalar ederek, yalvararak beni buraya kadar çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete müstehak olabilmek için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasbettim? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne hilekarlıktır....''
Konuşmadan sonra Ömer b. Sa'd gelip: Ey Hüseyin! Dedi, bu hikayelerden bir sonuç çıkmaz. Ya Yezid'e biat edersin yahut da ölümü göze alırsın.!...
Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin'in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hz. Hüseyin de bu az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr'in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin'in vücudunda otuzüç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı (10 Muharrem 61-10 Ekim 680
Sonra çadırlar ve kadınlar yağma edildi, hasta ve yatakta olan İmam Zeynel Abidin Ali de öldürülmek istendi. Bu kanlı savaşın bitiminde İmam Zeynel Abidin yatak ve yorganlara sarılarak saklanmıştı. Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr ''Hüseyin'in bir oğlu daha olacak o nerede?'' diye aramaya başladı. Çadırın her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr'e hücum ederek Zeynel Abidin'i bu caninin elinden kurtardılar.
Bu çirkin şavaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Asgar'dı. Hz. Hüseyin'in yanındakilerden şehid olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid ordusunun komutanı, bu şehitlerin başlarını Vali Ubeydullah'a gönderdi. Hz. Hüseyin'in kızları, kızkardeşleri ve çocuklar da Kûfe'ye Ubeydullah'ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah'ın Peygamberin soyuna karşı davranışı çok çirkin ve kaba idi; kendilerine hakaretler ve tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel Abidin'i öldürmek dahi istedi. Ubeydullah bundan sonra İmam Zeynel Abidin'in ellerini bağlatıp, Kerbela'da öldürülenlerin kesilmiş başlarını, çoluk çocuğu Şam'a Halife Yezid'in yanına yolladı. Şam'a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid'in yanına girip başarıyı(!) müjdelemiş ve Kerbela savaşının ayrıntılarını anlatmıştı.
Hz. Hüseyin'in ailesini getiren kafile Yezid'in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra Ehlibeyt kadınlarını Yezid'in huzuruna çıkardılar. Kadınlar İmam Hüseyin'in kesik başını Yezid'in önünde görünce feryad ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid'in huzuruna getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid'in yanında bulunanlar bile dehşete kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi.
Yezid Hz. Hüseyin'i ortadan kaldırdıktan sonra artık rahatlamış sayılırdı. Şimdi Ehli Beyt'e yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin'in zincirlerini çözdürdü. Yezid'in kadınları da Ehli Beyt kadınlarını teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt'e iyi davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra Numan bin Beşir komutasındaki bir muhafız kıtası eşliğinde onları Medine'ye kadar götürdü.
-Kutsal şehirleri yıkan Yezid
Medine halkı fasık ve günahkar olarak gördüğü Yezid ve iktidarına karşı ayaklanarak, valiyi şehir dışına atmış yerine Abdullah'ı valiliğe getirmişlerdi. Yezid bu durumu haber alınca Akabe oğlu Müslim adlı zalimi onikibin askerle hemen Medine'ye gönderdi ve şu talimatı verdi: ''Şehir halkına üç gün süre ver. İsyandan vazgeçmezlerse, onlarla savaş. Zafer kazanıldıktan sonra da bütün şehri yağma et.'' İslâm'ın bu kutsal şehrinde sözde halife Yezid'in arzuları doğrultusunda İmam Zuhri'nin bildirdiğine göre on binden fazla insan öldürüldü.
Evlere saldıran askerler, ellerine geçirdikleri malları almakla yetinmediler, masum bini aşkın kadına da tecavüz etmekten de kaçınmadılar. Tarihçi H. M. Balyuzi bunu şu şekilde anlatıyor: ''...Medine düştüğü zaman Hz. Muhammed'in geride kalan dostlarından seksen kişi ve yediyüz hafız öldü. Peygamberin şehri yağmacılara teslim edildi; yapılan barbarlık ve tecavüz inanılır gibi değildi. Peygamberin mescidi dahi kurtarılamadı. Etrafı ahır alanı oldu. Medine sınırları içinde daha pek çok insan kılıçtan geçirildi, kalanı da şehri terketti. Ölümden yakasını kurtaranlar Yezide yalnız halife olduğu için değil aynı zamanda onların efendisi ve amiri olarak itaat etmek zorunda bırakıldılar. Karşı çıkanlar ise kızgın demirle dağlanırlardı. 26 Ağustos 683'te gerçekleşen bu Medine'ye Yezid'in saldırması olayı, Harre Savaşı(vak'atül Harra) olarak bilinir.
Medine'yi kanlı bir şekilde susturan Yezid Ordusu daha sonra Mekke'ye yöneldi. Tepeler üzerine yerleştirilen mancınıklarla şehir taş yağmuruna tutuldu. Kuşatma iki ay kadar sürdü ve Kâbe'ye de mancınıkla taş atıldığı gibi, şehirde yer yer yangınlar çıktı. Bu kuşatma Yezid''n öldüğü haberinin Mekke'ye ulaşmasına kadar sürdü. Böylece Yezid, Kâbe'ye saldırma şerefini (!) de elde etmiş oldu. Yezid 11 Kasım 683'te kötü bir nam bırakarak öldü.
-Sonuç
Yezid'in, Hz. Hüseyin'e, Hz. Ali soyuna ve yandaşlarına yaptıkları, Mekke ve Medine'ye saldırması İslâm tarihinin en kara sayfalarını oluşturur. Yezid, hilafetin haksız varisi, Hz. Hüseyin'in katledilmesinin ve mukaddes şehirlerin kirletilmesinin baş sorumlusu olarak müslümanların hafızasında kötü bir isim bırakmıştır. Emevi zalimleri Hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamber'in Ehli Beytine olmadık şeyler yapmışlardır. Bütün bunlar sonrasında Emevi saltanatı kökünden sarsıldı ve yıkıldı. İslâm alemi yüzyıllardır Peygamber torunlarına yapılan bu zulmü unutmadı. Nihayet bir gün Muhtar isimli bir kahraman arkadaşları ile birlikte ayaklandı. Kûfe şehrindeki Ömer bin Sa'd ile Kerbela Olayı'na katılanlardan 210 kişi kılıçtan geçirildi. Bu karışıklıklar sırasında kaçmaya çalışan Hz. Hüseyin'in katili Şimr de yakalandı ve katledildi.
750 yılında Emevi Hanedanı'nı deviren Abbasiler, onlardan öyle bir öç aldılar ki, ölülerinin kemiklerini bile mezarlarından çıkarıp yaktılar.
İslâm tarihinde Muharrem ayı içerisinde gerçekleşen bu facia her yıl canlandırılır. Ehli Beyt için ağıtlar, mersiyeler söylenir, matem tutulur. Kerbela'da Hz. Hüseyin ve Abbas adına birer cami yapılmıştır. Hz. Ali'nin türbesi ise Necef'tedir. İmam Hüseyin Camisinde, Ali Ekber, Ali Asgar ile birlikte Kerbela'da şehid düşen 72 kişinin mezarı vardır. Hz. Ali'nin türbesinin bulunduğu yere Meşhed-i Ali denir. Meşhed bir şehidin şehid olduğu yer demektir. Minareleri ve kubbe şeklindeki tavanları altın yaldızlı bakırla kaplıdır. Meşhed-i Ali'nin çok görkemli ve göz kamaştırıcı bir görünümü vardır. Meşhed-i Hüseyin ise ormanlarla çevrilmiş, minareler ve kubbe altın yaldızlı bakırla kaplı büyük ve güzel bir abidedir.
-Kerbela
Kerbela Şehri, Bağdat'tan 80 km. Ve Fırat'ın 25 km. Batısında bulunmaktadır. Hem Şah İsmail hem Kanuni, Necef'le birlikte Kerbela'yı ziyaret etmişler ve İmam Hüseyin'in türbesine karşı saygı ve bağlılık göstermişlerdi.
-Matem ve muharrem orucu
Aleviler yüzyıllardır, Hz. İmam Hüseyin'in Kerbela'da şehid edilmesinin anısına, Muharrem ayının 1-12 günleri arasında matem orucu tutarlar. Matem (yas) orucuna Kurban Bayramı'ndan 20 gün sonra niyet edilir.
  
Rüştü Kam

1-Aczi, Remzi : Yeni Gülzar-ı Haseneyn Vaka-i Kerbela, İstanbul, 1955.
2-Ahmet Cevdet Paşa : Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1.
3-Arnold, T. W. : ''Halife'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. V/I, s.150.
4-Ateş, Ahmed : ''Hüseyin'' md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. V/I, s. 636.
5-Balyuzi, H. M. : Hz. Muhammed ve İslam Devri, İstanbul, 1996.
6-Brockelmann, Carl : İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Ankara, 1992.
7-Buhl, Fr. : ''Sıffin'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. X, s. 553.
8-Çağatay, Neşet : ''Ziyad b. Ebih'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ c. XIII, s. 617.
9-Fığlalı, Ethem Ruhi : Türkiyede Alevilik Bektaşilik, İstanbul, 1990.
10-Fuzuli : Saadete Ermişlerin Bahçesi, İstanbul Maarif Kitaphanesi.
11-Gölpınarlı, Abdülbaki : İslam Tarihi, İstanbul, 1975.
12-Gölpınarlı, Abdülbaki: Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul, 1979.
13-Gölpınarlı, Abdülbaki: Oniki İmam, İstanbul, 1979.
14-Huart, Cl. : ''Ali'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. I, s. 307.
15-Huart, Cl. : ''Eşter'' md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
16-Karahan, Abdülkadir : Fuzuli (Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti), İstanbul, 1996.
17-Karahan, Abdülkadir : Anadolu Türk Edebiyatında Maktel-i Hüseyinler, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi mezuniyet Travayı, 1939.
18-Katip Çelebi : Mizanü'l-Hak Fi İhtiyari'l-Ahak, Ankara, MEB Yayınları,
19-Kennedy, H. : The Prophet and the Age of Caliphates, London, 1986.
20-Lammens, H. : ''Muaviye'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ c. VIII, s. 438.
21-Lammens, H. : ''Büsr'', İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. II, s. 841.
22-Mevdudi : Hilafet ve Saltanat, İstanbul, 1972.
23-Noyan, Bedri : Bektaşilik-Alevilik Nedir?, Ankara, 1985.
24-Özgürel, Nihad : İslamın Belası Yezid, İzmir, Moripek matbaası, 1958.

 
 




29 Kasım 2012 Perşembe

İŞTE BU OLMADI SAYIN KARAKAYA BERLİN MÜSİAD 2012 GENEL KURUL

29 Kasım 2012 Perşembe, 11:36 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
Çelenklerin arasından yürüyerek girdik salona. Teşrifatçı gençler oldukça saygılıydı. Masaların üzerini kurabiyelerle süslemişler. En dipte içecekler var. Sohbetler o kadar derin ki, kimse salona girmek bile istemiyor. Bu tür toplantılar vesile oluyor dostların arkadaşların kucaklaşmasına zahir.

Salon tıklım tıklım. Hani derler ya iğne atsan yere düşmeyecek, işte, tam da öyle. Arkada ayakta duranlar da az değil. Değişik dünya görüşüne sahip insanları bir çatı altında toplamak ve onlarla ortak işler yapmak çok önemli. Karakaya bunu başarmış. Tebrikler...

 Sinevizyon gösterisinden sonra kürsüye Veli Karakaya geldi ve geleceği nasıl inşa edeceğini özetle şöyle anlattı: "Birlik ve beraberliktir arzuladığımız. Geçmişte yaptıklarımız gelecekte yapacaklarımızın delilidir... Barış ve adalet için de yaşamamız, iş yapmamız, ticaret yapmamız ve yatırım yapmamız için anayasa müsaittir... Her alanda olduğu gibi ticari alanda da ahlaki değerlere riayet edilmelidir.
Türk işletmecilerin sayısı 20 yılda 80 bine ulaştı. Ciroları 40 milyar dolaylarındadır. İstihdam ise 400.000...
Müsiad, Türkiye ile Almanya arasında köprü görevi yapmaktadır. Berlin Müsiad 6.000 kişiye istihdam sağlıyor. 300 kişiye meslek eğitimi yaptırabiliyor... Berlin'de 8.500 işletme var. Bu işletmelerden yaklaşık 400 işletme Müsiad'ın üyesidir. Müsiad Almanya'nın en büyük yabancı kökenli işveren derneğidir...
Biz değerlerimize sahip çıkarak yolumuza devam ediyoruz... Resmi dairelerle ilişkilerimizi üst düzeye taşıdık... Kapımız herkese açıktır, insanların dünya görüşleri bize üye olmalarına mani değildir... Müsiad'ın amacını amaç edinen her işletmeci bizim kapımızı rahatlıkla çalar ve içeri girebilir...''

 Yeniden Berlin Müsiad başkanlığına seçilen Karakaya ve ekibini kutluyorum. "Allah ihlaslı çalışmalarında, rızasına uygun olan hizmetlerinde, kazançlarının helal olmasında, helal yoldan elde edilen kazançların rızasına uygun olacak şekilde harcanmasında'' yardımcıları olsun. Bu duam Berlin Müsiad'a üye olan tüm işverenler için de geçerlidir. Yolunuz açık olsun.

Karakaya'nın çıraklık dönemi geride kaldı, şimdi kalfalık dönemi başladı, ustalık dönemi de öyle çok uzaklarda değil. İnşallah şımarmadan yollarına devam ederler. Bundan sonrası şımarıklığa müsait bir süreçtir.
 
Dikkatli olmak lazım

 Ali Uzun'un başına gelenler sizlerin de başınıza gelebilir. Ali Uzun tenzil-i terfi ile bulunduğu makamdan alınmış, isabet olmuş. Oturduğu koltuktan kalkmasını bilmeyenleri bir gün birileri gelir kaldırıverir. Zamanı gelince çekilmesini bilenler, her zaman onursal başkan olarak anılırlar.
Ali Uzun, önce Müsiad Almanya Genel Başkanlığı'na, şimdi Müsiad Yüksek İstişare Kurulu'na tayin edilmiş. Tenzil-i terfi yani. Bu çok kötü olmuş Ali Uzun için. Çünkü zirveden aşağı yuvarlananların kafası dahil kırılmadık bir yeri kalmaz.
 
Yaptığı iş ortada Sayın Uzun'un, 15 yılda 80 üye. İş adamı mı, siyasetçi mi, yoksa din adamı mı? Ne olduğu belli olmayan bir yapıya sahipti Sayın Uzun. Mübarek(!), her salataya maydanoz olmaya çalışırdı. Allah rahmet eylesin... Ben rahmetliye, yeni görevinde başarılar diliyorum.
 
İşte bu olmadı Sayın Karakaya

 Sayın Karakaya, genel kurulda konuşma dilinin Almanca oluşu bir tavizdir. Ben bu tavizin başka tavizlerin habercisi olduğuna inanırım. Bozulmanın ilk adımıdır dil tavizi. Değerlerinizden gelecek endişesi adına verdiğiniz tavizdir.
 
Türk milleti Almanya'da varlığını sürdürecekse, onuruyla, başı dik olarak, kimliğini koruyarak sürdürmelidir. Öz değerlerini yok sayarak veya ötekileştirerek kimlikli varlık sürdürülemez. Bu yol çıkmaz sokaktır. Asimile olmanın yolunda atılan ilk adımdır.
 
Dil bir milletin ruhudur. Ruhsuz ceset kısa sürede kokuşur, çürür, hiçbir değeri kalmaz. Dil hatır için, makam ve mevki için, aferin desinler diye terkedilemeyecek kadar değerli bir enstrümandır. O ruhtur, nefestir, oksijendir.
 
Türk dernekleri kongrelerinde konuşma dili olarak Türkçe'yi kullanmak zorundadırlar. Üyelerinin yüzde doksan dokuzu Türkiyeli olan dernekler, genel kurullarında Almanca konuşmamalıdırlar. Böyle açılım olmaz. Hele Veli Karakaya gibi idealist bir başkana bu durum hiç yakışmadı.

 Büyükelçinin tavrını kutluyorum. Bir ara endişelendim, Büyükelçi de Almanca konuşursa ne olacak diye. Büyükelçi Türkçe konuşacağını söyleyince rahatladım, teşekkür ederim Sayın Büyükelçim...

 Şey Edebali'nin Osman Gaziye yaptığı nasihatini bu vesile ile hatırlatmak isterim:

 "Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

 Ey Oğul!

 Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâla yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va'dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

 Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
 
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...
 
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
 
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.
 
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar..
 
İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..
 
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.
 
Ey oğul!
 
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
 
Osmanım! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...''

Rüştü Kam

Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları

26 Kasım 2012 Pazartesi

ALEVİLERE İFTAR YEMEĞİ 2012 / T.C. BERLİN BÜYÜKELÇİLİĞİ

26 Kasım 2012 Pazartesi, 14:33 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi
''Esirgeyen bağışlayan Allah'ın adıyla:

Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur. (Allahım!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.''

Alevi dedesinin yaptığı bu duayla sona erdi iftar yemeği. Yemeğe başlamadan önce de benzer bir dua yapıldı. Bu duada da, Kur'an'ın zikir olduğundan, Hz. Muhammed'in bu kitabın hükmünü insanlara anlatmak için gönderildiğinden bahsedildi. Amin dedik.

İftar tabağında; yeşil ve siyah zeytin, beyaz peynir, kaşar peyniri, tahin helvası, kayısı hoşafı vardı. Mercimek çorbasıyla başladığımız iftar yemeğinde ise; iki dilim ispanaklı ve peynirli börek, etsiz kuru fasulye, pirinç pilavı ve soğansız yeşil salata vardı. Cevizli kabak tatlısı, fıstıklı irmik helvasıyla da ağzımızı tatlandırdık. Matem orucu'nun iftar yemeğinde ''Aşûre''nin olmaması dikkatimizi çekti, unutulmuş muydu, yoksa bizim bilmediğimiz bir sebepten mi kaynaklanıyordu bu durum?

İçecekler, ayran, portakal suyu, çay ve kahve. Özellikle Türk Kahvesi unutulmamış. Belki bir gün kahvenin yanına Türk lokumu koymayı da unutmazlar.

Büyükelçi'nin verdiği iftar yemeğinden bahsediyorum. Bu iftar yemeği Aleviler için verilmiş. Aleviler Muharrem ayında 12 gün oruç tutuyorlar. Bu orucun adı matem orucu. Sadece kana kana su içmeyeceksiniz, et yemeyeceksiniz, bıçak kullanmayacaksınız hepsi bu kadar.
Kur'an'ın tarif ettiği oruca benzemiyor ama, olsun. Zaten onlar da farz olan Ramazan orucunun yerine koymuyorlar bu orucu, adı üstünde, ''Matem Orucu.''

Hz. Hüseyin, Kerbela'da Yezid'in komutanları tarafından hunharca katledildi. 72 kişiye karşı koca ordu savaştı. Haksızlığa karşı direndi, haysiyetini yitirmemek için direndi ve sonunda şehid oldu. İşte bu oruç o yiğit insanın matemini tutmak için tutuluyor. Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinin matemi tutuluyor böylece. Yezid'e ve Yezidlere lanetler ediliyor.

Basın mensuplarını ve bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini saymazsak çok az bir katılım vardı. Büyükelçi'nin verdiği iftar yemeğine itibar edilmemişti. Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan dede oradaydı ama, onu dede olarak tasvip edenler de arkasından gelmemişlerdi. Masamızda oturan bir Alevi dedesinin verdiği bilgiye göre Varto, Sivas ve Tunceli Alevileri iftara katılmamıştı. Türkiye'nin Doğusunda ve Güneydoğusundaki aleviler bu iftara katılmadılar dedi masamızda oturan bir başka arkadaş. Anlaşılan o ki, iftara katılmama sebebi siyasi.

Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi de siyasi idi. Dini siyasete alet etmenin sonucunda şehit edilmişti Hz. Hüseyin. Böylesine önemli bir günün matemini, oruç tutarak tutan aleviler, bu iftar yemeğine katılmamakla Yezidlerin ekmeğine yağ sürmüş olmuyorlar mı?

Ekselansları da hoşnut olmamıştı bu durumdan ki; ''Evinize hoş geldiniz'' diye başladığı konuşmasını, ''biz büyükelçilik ve konsolosluklar olarak iftar yemeği düzenledik, ayırımcılık yapmadık. Büyükelçilikler ve konsolosluklar kimsenin tekelinde değildir. Buralar hepimizin evidir.'' diye sürdürdü.

Zaman zaman duygusallaşan Ekselansları konuşmasını bir vaiz tavrıyla yaptı:

Hz. Musa'nın denizi yarması üzerine Firavun ile ordusunun sulara bugün gömüldüğünü,
Cudi Dağı'nın üzerine Hz. Nuh'un gemisini bugün demirlediğini,
balığın karnından Hz. Yunus'un bugün kurtulduğunu,
Hz. Âdem'in tövbesinin bugün kabul edildiğini,
Hz. İsa'nın bugün dünyaya geldiğini ve bugün semaya yükseldiğini,
kardeşlerinin attığı kuyudan Hz. Yusuf'un bugünde çıkarıldığını,
Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in bugün doğduğunu,
Hz. Yusuf'un hasretinden dolayı gözleri kapanan Hz. Yakub'un bugün görmeye başladığını,
Hz. Eyyûb'un bugün şifaya kavuştuğunu ve
Hz. Hüseyin'in bugün Şehid edildiğini anlattı.

Hz. ibrahimden ve O'nun ateşini södürmeye giden karıncadan bahsetti karınca demiş ki: ''...O'nun ateşini söndüremem ama, ancak benim bu çabamı İbrahim bilir ve Rabbim bilir ya, o da bana yeter. ''

Ekselansları gelmeyenlere sitemli gibiydi. Ben bu kadar çalışıyorrum ve çabalıyorum, sizler benim bu çabamı görmüyorsunuz, hatta hiçe sayıyorsunuz der gibiydi. Karınca hikayesini de bu sitemine dayanak yapmıştı sanki.

Aleviliğe net bir tanım isteyenlere de mesajı vardı Karslıoğlu'nun:

''Aleviliğin net bir tanımını isteyenler ülke gerçeklerini tanımayanlardır. Bu tanım elbet bir gün yapılacaktır. Ancak bunun için zaman gerekir. Bu konuyu içine sindirmiş, yetişmiş entelektüeller yoktur bugün, varsa bile henüz istenilen düzeyde değildir. Aleviliğe tanım getirmeye çalışanar, yüzeysel bilgilerle bunu yapıyorlar. Aleviliğin inanç kökenleri araştırılmadan Aleviliği doğru anlamak mümkün değildir. ''

Doğru söze ne denir? Ancak alkışlanır.

Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan Karslıoğlu'na teşekkür etti. Aynı çatı altında birlikte olmaktan mutluluk duyduğunu söyledi. Ancak Diyanet'e sitemliydi İzettin Doğan. O'na göre Diyanet, yılda bir kere Hz. Ali hakkında hutbe okutmakla vazifesini yaptığını sanıyordu.

İzzettin Doğan konuşmasını şu şekilde sonlandırdı:
''Hz. Hüseyin insanlığın şehididir. Zalime boyun eğmemiştir, siz de eğmeyin, yoksa yalnız hakkınızı yitirmekle kalmaz, haysiyetinizi de yitirirsiniz. Hz. Muhammed insan olmanın haysiyeti hususunda Batı'dan daha ileridedir. Batıda haysiyet haklardan önce gelmez.''

Allah dirlik düzenimizi bozmaya çalışanlara, bölücülere, nifak tohumu atanlara fırsat vermesin.

Amin.

Rüştü Kam

ALEVİLERE İFTAR YEMEĞİ 2012 / T.C. BERLİN BÜYÜKELÇİLİĞİ

19 Kasım 2012 Pazartesi

SOMALİ NEDEN AÇ KALDI?


 
Rüştü Kam  21.08 2011
“Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım.” Geçtiğimiz haftanın konusu bu ayet çerçevesindeydi. Olumlu ve olumsuz eleştiriler aldım. Ben yazdıklarımın arkasındayım. Tekrar ediyorum Berlin’deki müslümanlar yardımlarının ve zekatlarının %25’inden fazlasını Berlin’in dışına çıkarırlarsa Allah katında mes’uldürler. Berlin’de yapılacak çok iş var. Somali’ye on sene önce de yardım ettik. Hem de Sincan’da tanklara balans ayarı yapan generalimiz Çevik Bir’i de gönderdik oraya. Sonuç ortada.
Yarın Berlin’de yaşayan bizim akıbetimiz ne olacaktır, çocuklarımızın akıbeti ne olacaktır? Kaç tane eğitim kurumumuz var Berlin’de? Kaç tane vakfımız var Berlin’de. Kaç tane yurdumuz var Berlin’de? Kaç tane üniversite öğrencisi Berlin’de yaşayan insanımızın bursuyla okuyor ve doktora yapıyor? Yetişmiş akademisyeni olmayan topluluktan ne beklenir?
Hayatımızın sonuna kadar işçi olarak mı kalacağız? Çocuklarımıza miras olarak işçiliği mi bırakacağız? Onlar hep işçi mi kalacaklar? “İşçisin sen işçi kal...”
Vizyonumuz olmayacak mı? Saygınlığımız olmayacak mı? 50 yıl olmuşuz şuraya geleli hâlâ  çelik çomak oynuyoruz. Eğer kendi gerçeklerimizle yüzleşmezsek çok kısa zamanda değişik  felaketler bizlerin de kapısını çalacaktır. Hatta çalmaya başlamıştır bile. Görmek isteyenlerin bu felaketleri görmemesi mümkün değildir?
Yeter artık bu fedakar insanları ajite edip durmayın! Bu sözüm çeşitli yardım kuruluşlarına ve onların taşeronlarınadır. 
Zekat insanların karınlarını doyurmak için verilmez, onların bir daha fakir kalmamaları için gerekli yatırmlar için verilir. Tevbe Suresi’nin 60.’ıncı ayetini iyi anlamak gerekir. Ben konuyu burada Sema Soyak’a bırakacağım. Somali’yi çok güzel analiz etmiş. 
Sema Soyak’ın “Somali neden aç kaldı” konulu bu yazısını önemine binaen aynen itibas ederek sizlere takdim ediyorum.

Somali’de şimdilerde insanın içini oyan bir açlık yaşanıyor. Açlara yardım seferberliği elbette insan olmanın ön şartıdır, denebilir. Ancak hiç kimse Somali’nin neden aç kaldığını, Türkiye halkının da yaşanan bu trajediden alması gereken pek çok ders olduğunu asla düşünmüyor.
Bütün dünya Somali’nin açlığa teslim olduğunu biliyor. Dünya kamuoyu bu açlığın nedenleriyle ilgili olarak ne düşündüğünü yeteri kadar bilmiyoruz ama, kendi halkımızın “Somali’nin kötü kaderinden dolayı kuraklığa uğradığını ve bu nedenle de aç kaldığını,” düşündüğünü açık seçik biliyoruz. Sorgulama mantığı gelişmemiş bütün halklar sel felâketi, deprem, kuraklık gibi doğa eliyle gelen tüm afetleri kader olarak kabul ederler.
Bu felâketlerde büyük sayılarla insan ölümleri meydana gelmeye başlayınca da korku içinde birbirlerine sarılır, birbirlerine yardım etmeye uğraşırlar. Felâketler geçer, yardım nesneleri sokaklarda kapışılır, gasp, yağma olayları yaşanır. Sonra bütün bunlar bir yenisi ortaya çıkıncaya kadar unutulurlar. Hiç kimse yaşananların nedenlerini ilgililerden ve yönetimlerden sormayı, nedenlerini tartışarak sonuçlar çıkartmayı ve yeni felâketlere karşı tedbirler alınmasını talep etmeyi asla aklına getirmez.
OYSA DOĞAL AFETLER ASLA KADER DEĞİLDİR. DOĞAL AFETLERİN EN BÜYÜK NEDENİ, YARATACAĞI FELÂKETLERİ GÖZ ARDI EDEREK MADDİ ÇIKARLAR UĞRUNA İNSAN ELİYLE DOĞAYA HESAPSIZ MÜDAHALELERDE BULUNMAKTIR.
İnsanoğlu yaşamak için elbette doğaya müdahale edecek, ihtiyaçlarını doğayı çeşitli biçimlerde kullanarak karşılayacaktır. Ancak doğayı kullanmanın en önemli koşulu “insan çıkarlarının sürdürülebilir olmasını sağlayacak bir kullanım” biçiminin benimsenmiş olmasıdır. Bu biçimdeki kullanım “ulusal birlik şuuruna sahip” sosyo-ekonomik gelişimini sağlamış halkların özgür vatanlarına verdikleri önemle özdeştir. Sömürgeleştirilmiş, Batılı emperyalist güçler tarafından sömürülen/sömürülmeye çalışılan ülkelerde ise, önce ulusal birlik yok edilmeye çalışılır, sonra o ülkenin göz dikilen bütün doğası, doğal kaynakları acımasızca gerçekleştirilen müdahalelerle sömürülmeye başlanır. Sonra da yok edilen doğanın vereceği doğal sonuçlar ortaya dökülmeye başlar. Bu gerçeklerin ışığında Somali’de halkın neden açlıktan ölüm sürecine girdiğini irdelemeye çalışalım.
1 –Kızıldeniz’in Aden çıkışında yer alan, Afrika Boynuzu olarak adlandırılan Somali, Avrupa kıtasının sömürgeci güçlerinin “Afrika’ya yayılma yolu” olarak dikkatlerini çekince, 19. Yüzyılda İngiltere ve İtalya tarafından sömürgeleştirilmiştir. Uzun yıllar sömürge olarak yönetilen Somali, 1969 yılında SİAD BARRE’nin darbesiyle bağımsızlığına kavuşmuştur. Siad Barre, ülkede tek partili bir Cumhuriyet kurmuştur. Ülkenin tek partisi Somali Devrimci Sosyalist Partisi’dir. Barre, parti genel sekreteri ve cumhurbaşkanı olmuştur.
Dış politikada Sovyet güdümüne giren Barre yönetimi, 1977 yılındaki Somali-Etiyopya arasındaki OGADEN savaşında Sovyetler’in Etiyopya yanında yer alması nedeniyle savaş sonrası SSCB ile ilişkilerini asgari düzeye indirmiş, ABD ve Avrupa ülkelerine yaklaşmaya başlamıştır. Bu politika ve müttefik değişimi henüz bağımsızlığını pekiştirememiş ve gerçek bir ulus devlet olma sürecini tamamlamamış olan Somali’de tekrar Batı Emperyalizmin sömürgen kurgulamalarının hızlandırılmasına neden olmuş, ülkede karışıklıklar yeniden başlamıştır.

ÇÜNKÜ KIZILDENİZ’İN HİNT OKYANUSU’NA AÇILDIĞI ADEN KÖRFEZİ’NİN KAPISINDAKİ SOMALİ, AKDENİZ İLE HİNT OKYANUSU’NU BİRBİRİNE BAĞLAYAN KAPININ BEKÇİSİ KONUMUYLA BATILI SÖMÜRGECİLERİN GÖZÜNDE YENİDEN BİR SÖMÜRGE ADAYI MERTEBESİNE ULAŞTI.

1977’de İMF ile anlaşma yapan Somali’de ABD, özellikle bu tarihten itibaren Somali’nin var olan kaynaklarını kullanma ayrıcalığına sahip olmuştur. Sonuçta çeşitli emperyalist güçlerin ortak çabalarıyla kışkırtılan Somali’de iç çatışma başlamış, “Birleşik Somali Kongresi’ne bağlı güçler 1991 yılında Siad Barre yönetimine bağlı güçleri” yenerek yönetimi ele geçirmiştir. İMF Somali’yi  “başarısız devlet” ilan ederken, Barre Nijerya’ya kaçmış ve ardından Somali nüfusunu etki altında tutan kabileler tarafından iç savaş başlatılmış, ABD iç savaş müdahale etmiş ve bu süreçte Somali 7 eyalete parçalanmıştır.
Parçalanma doğal olarak ülke içindeki politik kaosu daha da artırmıştır. Bugün artık Somali’deki kabileler, sömürü düzeninin bilinçli ya da bilinçsiz parçalarını oluşturmaktadır. 12 milyon nüfusun yaklaşık üçte ikisi göçebe ve yarı göçebedir. Sömürü sonucunda üretimi giderek daralan, işsizliğe teslim olan ülke, hep işgücü göçü vermektedir. Yıllardır gazetelerde Akdeniz’de batan göçmen yüklü çürük çarık teknelerde boğulan Somali’li kaçak göçmenleri okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?
2 –Somali SSCB’ne sırt dönüp, Batı’yla yeniden ilişkilere girip, İMF ile anlaşma imzalayarak, ABD’ne kaynaklarını kullanma ayrıcalığını verdiği 1977 yılına kadar kendi kendisini besleyebilen bir Afrika ülkesiydi. Nüfusunun % 20’si tarımla uğraşmaktadır. O yıllarda da Somali’de her zaman kuraklıklar olmaktadır ama ülke halkı kurak iklimi alışkın olduğu için yağmurlu ve yağmursuz ayları kendi ölçüleri içinde plânlayarak idare etmeyi başarmış, çeşitli tahıl ürünleri, çay, kahve, kakao, fındık, büyük ölçüde muz ekimi yaparak kendi kendine yeten bir ülke konumundaydı. Çünkü Afrika’nın diğer verimli toprakları gibi Somali’nin toprakları da verimlidir.
Somali’nin beslenme ve gelir elde etmede çok önemli kaynaklarından bir diğeri de hayvancılıktır. Özellikle dünyanın en değerli koyun derisini üreten Somali, bunları dünyanın her yerine satmaktadır. Ama 1977 yılına varıldığında işler tersine döner… ABD ve Avrupa ile çok yakın ilişkiler başlatırlar. İMF ile anlaşma yaparlar. ABD’ne bütün kaynaklarını kullanma ayrıcalığı verirler. Ondan sonra da olanlar olur...
Hele 1982’de Dünya Bankası’nın dayattığı programı hayata geçirme anlaşması yapmalarıyla birlikte gelecek felâketlerin kapısı sonuna kadar açılır. Kapitalist Batı’nın tarım tekelleri Somali’ye dalarlar. Önce ürün çeşitliliğini azaltırlar. Kendi istedikleri üretim tekniklerini, kendi sattıkları tohumları Somalili çiftçilere dayatırlar. Somalili çiftçiler eskiden olduğu gibi özgürce ekip biçemez olurlar.
Tarım tekellerinin Somali’deki etkinliği giderek büyür. Tekelleşmenin sağladığı ucuz ürünleri Somali piyasalarına sürerler. Somalili çiftçiler, kaynakları kullanma ayrıcalığını ele geçiren ve piyasayı ucuz tarım ürünleriyle dolduran tarım tekelleriyle rekabet edemeyerek hızla tarım üretiminden çekilirler. İşsizlik büyümeye başlar.
1983 yılına gelindiğinde Somali’yi bir diğer felâket karşılar. “Sığır vebası” gerekçesiyle Batılılar tarafından Somali’nin canlı hayvan ihracatına ambargo konur. Böylece hayvancılık da hızla biter. Hayvancılıkla geçimini sağlayanlar da işsiz kalırlar. Kaynakları kullanma ayrıcalığına sahip Batılı tekeller ormanlara da müdahalelere başlarlar. Ormanlar tahrip edilir, kuraklığın boyutu artar.
3 – Bütün bu olanlardan sonra Somali artık dış dünyaya muhtaç hale gelmiştir. Yıllarca kaynakları sömürülen, üretim gücü elinden alınan Somali halkı işsizliğe ve fakirliğe mahkûm olmuştur. Üretimi ve ihracatı olmayan Somali’ye Batılı tekeller çok ucuza mal getirmektedirler ama bu çok ucuz malları almak için bile hiç para bulamayan işsiz Somali halkı açlığa teslim olmuştur. Açlık nedeniyle bütün dünyanın gözleri önünde ölmektedirler.
4 –Somali halkı açlıktan ölürken Batılılar ne yapıyor biliyor musunuz? Somali’de EŞŞEBAB adlı İslamcı örgütün var olduğunu öne süren başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke Somali’ye yardım göndermiyor. Düne kadar tepe tepe sömürdükleri Somali halkının açlıktan ölmesini seyrediyorlar.
Büyük olasılıkla orada iç çatışmalarda taraf olan bir İslamcı örgüt vardır. İşsiz ve aç kalmış insanların arasında büyük olasılıkla da faaliyet gösteriyordur. Çünkü her zaman işsiz ve aç insanlar kolayca kandırılabilirler.
Eğer söz konusu bir örgütse, ona imkan tanıyan ve zemin hazırlayan durup durup oralara askeri müdahalelerde bulunan ABD ve BM değil midir? Bir zamanlar Somali halkı çiftçiydi, hayvancılık yapardı. Toprakları kendi halkını doyururdu. Sonra Batılılar geldiler, tohum dediler, tarımda yeni teknikler dediler, hayvancılığınıza ambargo uyguluyoruz, dediler. Sonra Somalililer açlıktan ölmeye başladılar. O zaman da “orada İslamcı örgüt var, biz yardım etmeyiz” diyorlar. Batılıların bu vicdan yoksunu duruşlarına iyi izleyin.

SOMALİ HALKININ AÇLIKTAN ÖLÜYOR OLMASINA HÂLÂ KURAKLIKLA GELEN BİR KADER DİYEBİLİR MİSİNİZ?
-Sonra gözlerinizi dünyanın dört köşesine çevirin, olanları gözlemleyin. Fakirliğin ve açlığın kader olamayacağını, kaynakları sadece kendileri için kullanmak isteyenler eliyle yaratıldığını görün artık.
-Somali’nin başına gelenlere yardım etmeye çalışırken ABD ve AB’nin Türkiye’nin müttefiki olup olamayacağını da düşünüverin.
-Hani yıllardır “sizi AB’ne almak için tarım sektörünüzde şunu bunu yapın, tohumları çiftçiniz kendi kafasına göre kullanamaz, ithal tohum almak zorundalar, tarımda teşvikleri düşürün” vs. vs diyorlar ya..
-Hani bizim çiftçilerimiz de tarım tekelleriyle rekabet edemez hale gelip, işlerini bırakıyor, tarlalarını satar hale geldiler ya…
-Hani Somalililer gibi bizim de Güney de muz bahçelerimiz vardı, sonra muzlar pabuç kadar büyük ithal “çikita muzlara” yerini bırakırken, muz bahçelerimiz beş yıldızlı oteller haline getirildi ya…
-Hani Türkiye eskiden kendi kendini doyurabilen yedi dünya ülkesinden biriydi ama, artık ithal tarım ürünlerine muhtaç oluyor ya… Somali’ye yardıma koşarken bunları da düşünüverin lütfen…
-Yaşanan mali kriz Türkiye’ye asla teğet geçmiyor, ama tam göbekten vuruyor. İthal tarım ürünleri her gün değeri yükselen Dolarlarla, Avrolarla alınıyorsa, kredi kartlarınız bir gün bütün bunları ödeyemez bir noktaya gelecek, bunu da düşünün…
-Bir ülkenin kaynaklarına göz diktiklerinde “Müttefik” filan tanımıyor bunlar; önce sömürüyor, açlıkla gelen karmaşada askeri müdahale gerçekleştiriyor.
-Müdahale ile parçalanan topraklarda ülke içinde ya yeni işbirlikçi sömürücüler oluşuyor ya da sömürüye direnen gruplar meydana geliyor. Bunların hepsi birbirine karışıyor. Batılı kapitalizm açısından o ülkenin kaynakları sonuna kadar sömürülmüşse eğer, ilgilerini kesiyorlar ve halkların açlıktan ölmelerine aldırmıyorlar. Yardım çağrılarına karşı ise,
-Onlar İslamcı terör örgütüdürler ya da pis komünistlerdir, yardım edemeyiz, biçimindeki bahanelere sığınıyorlar…
Öyle değil mi yoksa?