13 Şubat 2017 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xlll-13)





Braunschweig Eğitim Kampı (1993)

Milli Görüş Teşkilatları Berlin bölgesi Braunschweig‘ta eğitim kampı düzenlemiş. Bu kampta aynı zamanda Berlin bölge başkanının istişaresi de yapılacakmış. Hatip olarak Ahmet Akgül davet edilmiş. Genel Merkez Eğitim Başkanlığı’nı temsilen konuşmacı olarak ben de oradayım. Ormanların içinde bir gençlik evinde yapılıyor bu kamp. Genel Merkez’in en iyi yaptığı çalışmalardan biridir eğitim kapları. Hafta sonlarında düzenlenir bu kamplar. Misafir hatipler davet edilir, değişik konularda sunumlarını yaparlar, genel merkez de teşkilat çalışmalarını yapar, bazen Milli Görüş’ün Türkiye ayağından siyasetçiler de çağrılır bu kamplara, dünya siyaseti Milli Görüş masasına yatırılır, bir dizi amaliyat yapılır; ancak hastanın ayağa kalkması için Milli Görüş neşteriyle amaliyat edilmesi gerekir bunun için de hastanın mutlaka Milli Görüş hastanesinde tedavi edilmesi lazımdır. Mantık böyledir. Bir nevi beyin yıkama kamplarıdır bu kamplar.  Milli Görüş’e gönül veren gençler, hanımlar, yaşlılar bu kamplarda bilgilendirilirler, eğitilirler. Bir disiplin içinde yürütülür bu iş, saat kaçta kalkılacak, kaçta yatılacak, kaçta yemek yenecek, hangi saatlerde aktiviteler yapılacak bellidir. İyi bir Milli Görüşçü nasıl olunacaksa, yetiştirilecekse bu kamplarda yetiştirilir. Ne yazıkki iyi bir Milli Görüşçü, aynı zamanda iyi bir Müslüman olarak yetiştirilmez. At gözlüğüyle bakarak hedefe giden Milli Görüş mücahidi olarak yetiştirilir. Sorgulamak yoktur, sorgulayan hain olarak damgalanır. Eskiler, büyükler, mezhep imamları, siyasi liderler o insanlar için gerekli olan şeyleri düşünmüşlerdir. Onlardan istenen sadece itaattır, sorgusuz sualsiz itaat.
Fetavâ-yı Hindiye’nin fetvalarıyla, Kara Davut’un, Hüsnü Aktaş’ın fetvalarıyla Milli Görüşçülere yön verilir buralarda.

“Erbakan’ın kasetleri sizlere yeter!”

Benden önce Ahmet Akgül konuştu. Konuşmasında Milli Görüş Lider’i Necmettin Erbakan’ı yere göre sığdıramadı, Erbakan bazen siyasetçi oldu, bazen de Allah’ın seçilmiş kulu, veli kulu oldu ve Allah onu özellikle seçip gönderdi… Riyakârlık cıvık cıvık akıyordu, midem bulandı. O kilometrelerce uzak yoldan birşeyler öğrenmek için bu kamplara gelen iyi niyetli insanlara böylesine bir işkence yapılmamalıydı. Son konuşmacı olarak kürsüye çıktım. Oturum başkanı Abdurrahman Akgül. Berlin Bölge Teşkilatı Teşkilatma Başkanı.
Nezaketimi bozmadan, Genel Merkez’e yakışır bir uslupla konuşmama başladım. Allah’ın bir olduğundan, Kur’an’ın Allah’ın Kitab’ı olduğundan ve Peygamber aracılığıyla bizlere ulaştırıldığından bahisle; dini öğrenmek ve iyi bir Müslüman olmak isteyen insanların /Müslümanların Kur’an dışı kaynaklardan beslenmemeleri gerektiğini anlattım. “Hata yapan kişi Peygamber bile olsa dinin Sahibi tarafından şah damarı kesilip atılacaktır”, buyruk böyledir dedim.  Erbakan Hocamız’a gelince; o bir siyasi liderdir, Milli Görüş’ün lideridir, bir siyasetçi olarak bizler onun siyasi çizgisinde yümümeyi tercih etmişizdir… “Ancak o din âlimi değildir, dini lider de değildir. Allah’ın seçilmiş kulu hiç değildir…” dedim.

Ahmet Akgül oturduğu yerden müdahale etmeye başladı. Oturum başkanı susuturmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. “Söz istiyorum” diyerek benim konuşmamı provoke etmeye başladı. Tam bir provokatör. Abdurahman bana baktı, ne yapayım der gibiydi, söz vermesi gerektiğini söyledim. Bu sefer de kürsüye gelmek istedi, Abdurrahman “ Biz aslında hocanın hocaya soru sormasına prensip olarak müsade etmeyiz, madem Rüştü Hocam izin verdi buyurun sorunuzu sorun ama yerinizden sorun.” dediyse de o provokatör kürsüye gelmekte ısrarcı oldu ve koşar adımlarla pür telaş kürsüye geldi. Bıraktım mikrofonu ona. Başladı bağıra bağıra konuşmaya, ağzından salyalar akıtarak başladı konuşmaya desem hakaret etmiş olmam. Cibilliyetinin gereğini yapıyordu çünkü: “İşte bu hocalar yüzünden Milli Görüş yükselemiyor, bunlar haindirler, mezhepsizdirler, reformisttirler…, Kur’an’ı anlamak için okuyun diyorlar, Kur’an’ı anlayamayız… Kur’an’dan siz ne anlayacaksınız, günaha girmek de var bunun sonucunda… Erbakan din adamı değilmiş…O Allah’ın seçilmiş kuludur, bunlar Erbakan’ı tanımaz ki, onu tanıyanlar tanır….Sizler Milli Gazeteyi okuyun, Erbakan’ın kasetlerini dinleyin sizlere yeter…Sizler dininizi oralardan öğreneceksizin Kur’an’dan değil…” ve nihayet indi kürsüden o hızla da salonu terketti gitti. Mürüdleri de peşinden…

Yapılan çalışmanın tadı da tuzu da kalmadı. Ben salyalarını temizlemeye çalıştım çalışmasına da, midem bozulduğu için, tiksidiğim için pisliğini temizlemeyi fazla da istemedim. Ben anlatacaklarımı anlattım, oradakilerde dinledi. Onlar akıl sahibi insanlar, akıllarını çalıştırsınlar ve doğru ile yanlışı farketsinler istedim. Abdurrahman yapılan bu işin terbiyesizlik, saygısızlık olduğunu anlattı ama dinleyiciler arasında fanatikler de yok değildi. Hatta Ahmet Akgül’ün has müridleri bile vardı salonda. Adil Düzen diye bir masal kitabı yazmış Ahmet Akgül, o kitap yok satıyordu. Milli görüşçüler sayesinde adam köşeyi dönmüştü.

Erbakan Hocamıza bir icra heyeti toplantısında soruldu Ahmet Akgül, o da dedi ki; “Bırakın o meczubu, teşkilatlara sokmayın.” Bu olay, Erbakan’ın “o meczubu sokmayın teşkilatlara” uyarısından sonra gerçekleşmişti. Dinleyen kim…

Yıllar sonra Genel Merkez’den ayrıldım, Berlin’deyim. Berlin Türk Cemaatı Talat Paşa’yı anma toplantısı düzenledi. Konuşmacılar Türkiye’den getirildi. Kimler vardı bu heyetin içinde bilin bakalım, sıkı durun ben söyleyeyim; Doğu Perinçek, Vural Savaş, Kemal Alemdaroğlu, Ahmet Akgül, Zekeriya Beyaz ve Rauf Denktaş(Rauf Denktaş’ın mazeret beyan ederek gelemediğini orada söylediler). Berlin’deki Milli Görüşçülere sordum; “Ahmet Akgül’ün bu insanların içinde ne işi var?” Aldığım cevap manidardı; ”Onlara Milli Görüşü anlatıyor fena mı?” Aynı Ahmet Akgül 2000 li yıllarda Ergenekon soruşturması çerçevesinde, Adana’da sorgulandı(!) 

Ve ben Erbakan Hoca’nın Ahmet Akgül hakkında yaptığı uyarıya rağmen, Genel Merkez tarafından bir daha sigaya çekildim. “Ahmet Akgül’e niçin öyle davrandın” diye… İster istemez şüpheleniyor insan, Erbakan’ın uyarılarına rağmen bu “meczup” A.M.G.T teşkilatlarına nasıl davet ediliyor, kimler davet ettiriyor ve beni kimler sigaya çektiriyor?

Braunschweig Eğitim Kampı’nda yapılan istişareden öyle sanıyorum ki, Berlin Bölge başkanı olarak Mahmut (Mehmet) Gül çıkmadı. Ama o bölge başkanı oldu, öyleyse nasıl oldu? İşte orası muamma, oralara fazla girmemek gerekiyor... Milli Görüş’e başkan olacak kişiler önceden divan heyeti tarafından belirlenir, üyelerle yapılan istişareler, gaz alma çalışmalarıdır. Bize sormadan nasıl başkan atarsınız? Sorusunun sorulmaması içindir. Genel Merkez’de olduğum süre içinde zaman zaman ben de istişare heyetlerinde bulundum. Bizim yaptığımız istişarelerde belirlenen isimler de ne yazıkki bölge ve cemiyet başkanı olamadılar. Sonra, o bölgeye teşkilat çalışması için gittiğimizde; “Hocam istişareyi siz yaptınız, gerçekten bu atanan isim mi çıktı?” şeklindeki sorulara sadece omuzumuzu çekerek cevap verebilirdik. 

Hasan Damar

Bizim odamız zeminde olduğu için Genel Merkez’e kim geliyor kim gidiyor görebiliyorduk. Genel Merkez’e ilk geldiğim sıralarda dikkatimi çeken bir durum vardı. Hasan Damar ana kapıdan içeriye giriyor, mutfak tarafına geçiyor, bahçede birileriyle oturuyor sonra da gidiyordu. Bu durum sık sık tekrarlanınca Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal)’e sordum: “Hocam Hasan Damar buraya geliyor bahçede ve mutfakta biraz oyalanıyor içeri girmeden geriye gidiyor, neden böyle yapıyor?”
“Gülüm, Hasan Damar’a (Hausverbot)içeriye girme yasağı konuldu, bundan dolayı içeriye giremiyor oralarda dolanıp dolanıp geriye gidiyor. Mağdurları oynuyor” dedi.

Aradan zaman geçti ve geçmişte kendisiyle hiç de hoş olmayan ilişkilerimiz olmamasına rağmen, Abdullah Yüksel’e; “Hocam siz babacan birisiniz, herkese hoşgörü ile yaklaşıyorsunuz, bu duruma da gördüğüm kadarıyla üzülüyorsunuz, odaya çağıralım da çay içirelim, sohbet edelim sonra da o yasağın kalkması için Osman Hocam ile görüşürsünüz dedim.” Davet ettik, öyle mahcup mahcup içeriye girdi, köşeye oturdu, sorarsak cevap verdi ve sonra da sevinerek ve Abdullah Yüksel’e arkası arkasına teşekkürler ederek odadan çıktı gitti…

Daha sonra da Osman Yumakoğulları gerekeni yaptı. Yaptı yapmasına da alışmış kudurmuştan beter olur derler ya, Sefer Malak (Ahmetoğlu) ile birlikte Mehmet Erbakan’a iftiralar atarak genel başkanlıktan uzaklaştırılmasına sebep oldu.

Ben genel merkezden ayrıldıktan sonra, Saadet Partisi’nin sahibi(!) Oğuzhan Asiltürk tarafından Yavuz’u azletmek üzere görevlendirilmişler,  Şener Şentürk ve Recep Çınar ile birlikte. Yavuz(Osman Yobaş) da onların hepsini birden Genel Merkez’den tekrar kovmuş…

Witten’de Miraç gecesi(1993)

Miraç gecelerinden birinde hatip olarak Witten’e gitmem istendi. Gittim, hem de severek gittim. 1978 yılında Ramazan görevlisi olarak oraya gelmiştim. Gitmeden önce Rüştü Kılıç’ı aradım, haber verdim, onlar da sevindiler. Yıllar sonra hasret giderdik, 1978 yılında bıraktığım gibi değillerdi. O görev yaptığım camiyi Diyanet satın almış, Milli Görüş cemaati de kendilerine başka bir semtte cami açmışlar. Sayıları oldukça az. O gün orada program yapması için gönderilen Elazığ Belediye Başkanı Hamza yanılmaz da varmış. Küçücük bir camide iki hatip. Zamanı paylaştık. Önce Belediye başkanı konuştu, Elazığ’da yaptığı altyapı hizmetlerinden bahsetti... Bu hizmetler Witten’li Milli Görüş cemaatini ne kadar ilgilendirir onu bilemedim, ama konuştu adam. Sonra da ben konuştum. Konum, o gecenin Miraç gecesi olması hasebiyle Miraç olayı idi.
Önce bildik hikâyeyi anlattım. Sonra da bu hikâyenin başka bir versiyonu daha var dedim ve onu da anlattım, sonra da cemaate “Tercih size aittir, bildik hikâyeyi mi tercih edeceksiniz yoksa benim anlattığım gerçekleri mi” diyerek sohbeti sonlandırdım. İstemeyerek de olsa 20 rekât teravih namazını da kıldırdım. Namazdan sonra sohbet ettik, çay içtik ve eski hatıraları dillendirdik. Pehlivan amcayı, Rıza Karatoprağı sordum, Eşref Altınok’u, Celal hocayı sordum, Abdullah bayram’ı sordum…ve tekrar görüşmek ümidiyle oradan ayrıldım.

Miraç olayı kısaca şöyle anlattım

Gidiş yolu

Peygamber, Kâbe’de uykuda olduğu bir sırada Cebrail gelip göğsünü yarıyor, kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. Burak adlı bir binekle Mescid-i Aksaya götürülüyor. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırıyor. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başlıyorlar. Göğün birinci katında Hz.Adem, ikinci katında Hz.İsa ve Hz.Yahya, üçüncü katında Hz.Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz.Harun, altıncı katında Hz.Musa, yedinci katında Hz. İbrahim ile görüşüyor. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü‘l Münteha‘ya kadar devam ediyor. Cebrail; „Buradan öteye geçecek olursam yanarım“ diyerek orada Peygamber’den ayrılıyor.
Peygamber Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürerek Allah‘ın huzuruna varıyor. Bu yükseliş sırasında kendisine;  Cennet ve Cehennem gösteriliyor, ümmetinden Allah‘a şirk koşmamış olanın cennete gireceği müjdesi veriliyor ve ümmetine elli vakit namaz farz kılınıyor.

Dönüş yolu

Allah’la görüşmeyi tamamlayan Hz.Muhammed, dönüşte Hz.Musa’ya uğruyor.
Hz.Musa: „Ne ile emrolundun?“
Hz.Muhammed: “Elli vakit namaz ile“
Hz.Musa: „Hergün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın?” diyor.
Hz.Muhammed de yeniden Allah’a giderek vakit sayısını azaltmasını istiyor, Allah beş vakit azaltıyor. Peygamber dönüşte yeniden Hz.Musa’ya uğruyor.
Hz.Musa: “Bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz.Musa’nın bu uyarıları ile, namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz.Muhammed, Allah’la görüşmeye gidip gelişi devam ediyor. Tam 9 kez gidip geliyor. Böylece 45 vakit namaz Musanın sayesinde kaldırılıyor.
Hz. Muhammed tekrar Hz.Musa’ya uğruyor 5 vakte kadar indirdi diyor.
Hz.Musa: Beş vaktin de çok olduğunu, ümmetinin buna da gücünün yetmeyeceği uyarısında bulunuyor ve yeniden Allah’a dönmesini, biraz daha azaltmasını istemesini söylüyor.
Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söylüyor, yola devam ediyor. Ve miraç olayı da böylece tamamlanmış oluyor.(Buhari, Müslim)

Olayın isra Suresinde bildirildiği şekline kimsenin itirazı olmaz. Bizim itirazımız olayın gidiş ve dönüş aşamasıyla, yani miraç (yükseliş) kısmı ile ilgilidir. Allah, bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürütüyor, ancak Kur‘an bu ayetlerin/ belgelerin neler olduğu konusunda herhang bir bilgi vermiyor.

Miraç hikâyesi uydurmadır

Şimdi miraç hadisesinin neden uydurma olduğunu izah etmeye çalışalım. Muhaddisinden siyercisine, âliminden cahiline varıncaya kadar, İslam toplumunun büyük bir çoğunluğunca gerçekliği kabul edilen miraç olayı, Kur’an‘ın dışında başka kaynaklara dayandırılan bir olaydır, şöyle ki:

1- Kur‘an, gece yürüyüşünün nasıllığı hakkında hiçbir ipucu vermemektedir. Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen Peygamber’in şahsında gerçekleşmiştir, mahiyeti bilinmemektedir.

2- Namazın ilk kez Hz. Muhammed ve ümmetine farz kılınan bir ibadet olmayıp, daha önceki ümmetlere de farz kılınan bir ibadet olduğu Kur’an‘da açıkça belirtilmektedir. „Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi.” (Meryem -54, 55)

3- Allah’a mekân izafe edilemez. Oysaki Peygamber’in yolculuk güzergâhı ve sonu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu anlatım Kur’an’a ters düşmektedir.

4- Günün 24 saat olduğunu bilen Allah, nasıl olur da 50 vakit namazı Müslümanlara farz kılar? Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan saate bölünecek olunursa, yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak mümkün olabilir mi? Mümkün değil diyorsak, mümkün olmayan birşeyi Allah’ın kullarından isteyebileceğini nasıl düşünebiliriz?

5- O nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip neye yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülebilir mi?

6- peygamberimiz Musa ile karşılaşmasaydı, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Musa oldukça akıllı, Peygamberimiz de oldukça akılsız bir konuma düşürülmektedir. Öyleki, Hz.Musa, Allah‘ın ve Hz.Muhammed’in düşünemediği şeyi düşünmüştür (!).

7- Namaz miraçla farz kılındıysa daha miraca çıkılmadan Hz.Muhammed’in diğer peygamberlere imamlık ederek namaz kıldırmış olması büyük bir çelişki değil midir?

8- Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu söylenmektedir ki; Peygamberimiz zamanında orada bir tapınak mevcut değildi. Süleyman Tapınağı Hz. Muhammed’den 650 sene önce yıkılmıştı, yeri boştu. Halife Ömer zamanında Kudüs’te bir mescid yapıldı.

Bütün bunları anlattıktan sonra cemaatten bazıları; “evet doğru söylüyorsun, ama o zaman bu hadis neden Kütb-ü Sittenin içinde duruyor. O koca koca âlimler bu konuyu hiç mi böyle düşünmemişler” dediler, bu kadar net ve açık bir anlatımdan sonra böyle bir soru ile karşılaşılıyorsa yapılacak fazla bir şey olmaz, zaten olmadı da...

Hamza Yanılmaz da dinledi benim anlattıklarımı ve sonra birlikte çay içtik, sohbet ettik. Orada bana anlattıklarımla ilgili hiçbirşey söylemeyen hamza Yılmaz, yememiş içmemiş ve beni, Witten’de anlattıklarımdan dolayı büyük bir tehlike olarak Genel Merkez’e şikâyet etmiş. Eğer bu tehlikenin önü alınmaz ise telafisi mümkün olmayan olaylar Genel Merkezi beklermiş. Sırf bu yüzden icra kurulunda hesaba çekildim. Zaten rutine bağlamıştım ben haftalık geziler sonrasını, hafta sonlarında gittiğim bölgelerden mutlaka bir şikâyet geliyordu ve benimle ilgili şikâyetler icra kurulunun değişmez gündem maddesi haline gelmişti.

Hollanda (1994)

Deventer Sultan Abdul Hamid Han Camii’ndeyim. İsmini unuttuğum bir genç beni davet etmişti Deventer’e. O cemiyetin başkanıydı. Beni özellikle davet edişinin sebebi söylemlerimdeki farklılıkmış, gençler bu farklılıkları bilerek yetişmeliymiş. Kabul ettim daveti. Seminer çerçevesinde kısa bir sohbet uzunca da soru cevap faslı arzu etti. Ben arzuya uydum.
Gençler o kadar ilgiliydiler ki, salonda çıt çıkmıyordu. Sorular soruluyor cevapları da alınıyordu. Programı bitirmek üzereydik ki bir genç kalktı ayağa, açtı ağzını yumdu gözünü, veryansın etmeye başladı. 3 saat süren programın oluşan o güzel havasını birden dağıtıverdi. İşte örnek bir provokatör size. Provokatörlerin görevi budur. Ahmet Akgül gibi o da yapacağını yapmıştı. Ben o Deventerli gençleri ve muhterem başkanlarını hiç unutmadım. Bir gayret içine girmişler ve Kur’an ile tanışmak istemişlerdi, ben yapılabileceklerini hâlâ yaptıklarına inanıyorum.
Tevhid erleri öyle kolay kolay pes etmezler, onların rehberi Muhammed’dir.
Allah bir dediği için tek başına putperestlere kafa tuttuğu için ateşe atılan İbrahim’dir.
Firavun’un karşına çıkıp mesajını haykıran Musa’dır.

Bu olaydan sonra bir Sefer daha Hollanda’ya teşkilat çalışması için gittim. Bölge toplantısıydı. Benzer bir olaya orada da tanık olmuştum.’ Gençlerin eğitimi konusunda neler yapmalıyız?’ Konu başlığı böyleydi. İster istemez müzik dinleme, bilardo vs. oynama konuları gündeme geldi. Bu konularda sıkıntı vardı, bütün bölgelerde aynı sıkıntı vardı zaten, çözülmesi gerekiyordu. Fetva heyetiyle kaç aydan beri bu konular üzerinde konuşuyorduk, konuşuyorduk konuşmasına da bir arpa boyu yol alamıyorduk, patinaj yapıp duruyoruz.
Kabahak fetva heyetinde midir, yoksa o heyeti oraya seçen Genel merkezde midir kararı sizlere bırakıyorum. O gün orada daha sonra Genel Merkez’e, fetva heyetine alınan Hulusi Ünye de vardı. Başka söze ne hacet. Bekri Mustafa’nın hikayesini burada hatırlamk lazımdır.

Ben Eğitim Başkanı Abdullah Yüksel ile yaptığım istişarelerin sonucunda bu konuları konuşuyordum gittiğim bölgelerde. Dolayısıyla başarılarımız arttıkça düşmanlarımız çoğalıyordu. Ancak Abdullah Yüksel’e (Yüksel haşal) saygılarımı her daim sunuyorum. Osman Yumakoğullarından sonra arkamda duran dava eri olduğu için. Hollanda Bölge toplantısında tartışmaya sebep olan konuşmamı aynen istifadenize sunuyorum, yıl 1994:

Gençliğin problemleri/ Tespitler

-Gençlik denince

Genç denince 25 - 30 yaş grubu ile büluğ çağına ulaşanlar akla gelir. (Bay-Bayan) Gençliğin bittiği gün, gençlerin hür iradeleriyle geleceklerini planlamaya başladıkları gündür. Bugünün hukuku bu yaşı 18 yaş olarak belirlemiştir. Bülüğ çağı denilen çağ işte bu çağdır. Allah’a karşı olan sorumluluklar da bu çağda/yaşta başlar. Hanefi mezhebinin görüşü de böyledir. 18 yaşına kadar olan süre çocuklar için aile içi eğitim süresidir.

-Aile yapısındaki değişiklik  
                                  
Aile; ana-baba, büyük anne, büyük baba, hısım akrabalardan oluşan bir yapıdır. Günümüzde, -bilhassa Avrupa’da yaşayanlar için-  büyük anne, büyük baba ve hısım akrabalardan oluşan aile yapısı zorunlu olarak terkedilmiştir, bu aile modeli yerini, ister istemez çekirdek aileye bırakmıştır, ve aile parçalanmıştır. Bu değişim bazen olumlu bazen olumsuz sonuçlar getirmiştir.

-Olumsuz Sonuçlar

Aile otoritesi kaybolmuştur, geleneksel saygı bozulmuştur, aile içi dayanışma ortadan kalkmıştır, kullanılacak eşyalar, herkes için ayrıdır, aile içinde yapılan ve büyük anne ve büyük baba merkezli toplu din eğitimi terkedilmiştir, aile büyükleri, küçükleri kontrolleri altına alamaz olmuşlardır.

-Olumlu Sonuçlar

Çocuklarda kişilik gelişmesi daha iyi olmuştur, çocuklar çalışarak kendilerini ispat edebilmişlerdir, mesela, toplumda (Ali Bey) olarak değer kazanmışlardır, psikolojik olarak özgüvenleri artmıştır.

-Parçalanmış aile tipinde gelenekler ve kültür

Parçalanmış aile modelinde gelenekler, örf adetler unutulmuş veya bozulmuştur. Bugün gelinen noktada Avrupa’da doğup büyüyen çocuklar kendilerine yabancı, içinde bulundukları topluma da yabancı olarak büyümektedirler. Bu yabancılaşma ne Avrapa’ya ne Türkiye’ye ne de Anne ve babaya yaramaktadır. Avrupa’da doğup büyüyen, saçlarının siyahlığından başka kendi milletine aid üzerinde başka bir değer taşımayan gayesiz bir sürü genç yetişiyor. Bozulan geleneklerin bu sürüleşmede etkisi oldukça fazladır. Bu konu da sorumlu olan tabiatıyla ilk önce anne- baba, sonra da dini cemaatler, diğer Türk dernekleri ve kuruluşlarıdır. Bozulan geleneklerden bazı örnekler sunarak konumu zenginleştirmek isterim:

-Sofra geleneği

Sofra geleneği türk örf ve âdetinde önemli bir yere sahiptir. Ama neyazıkki, bugün bu önemli gelenek bozulmuştur; kişi kendi haline bırakılmış, karnını istediği yerde doyurur hale gelmiştir.

-Dini Bayramlar

Dini bayramlar tamamen olmasa bile büyük ölçüde unutturulmuştur. Bayram geleneği unutulunca büyükler ile küçükler arasındaki kaynaşma otamatik olarak ortadan kalkmıştır. Kendi kültürlerinden/ ilk kültürlerinden kopan ailelerin, geleneksel değer yargıları da değişmeye başlamıştır. Çocuklar bu durumdan etkilenmiş ve yaşadığı toplumun kültürünü ve inancını kendi inaç ve kültürünün yerine koymuştur. Böylece çekirdek aile bireyleri arasında ikinci bir bölünme başlamıştır. Bu nesil Ne İsa’ya, ne Musa’ya nede Muhammed’e yarayacaktır.

-Arkadaşlık

Arkadaşlık etme, eğlenme ve evlenme kuralları değişmiştir. Arkadaş seçiminde ailenin tavsiyesi kalktığı için, olumsuz kişilerle arkadaşlıklar çoğalmıştır. Evliliklerde eşlerin birbirlerine verebilecekleri ahlaki değerler ve moral gücü kaybolmuş yerini cinsel ilişki, şekilcilik, maddecilik almıştır. Aile fertleriyle gençlerin, çocukların, eğlenme ve yemek yeme gibi zevkleri, alışkanlıkları tamamen değişmiştir. Gerek dini oteritenin gerekse aile otoritesinin ortadan kalkması, gençlerde saldırganlık eğilimini kamçılamıştır.

-Kültürel eğitim uygulanmadığı için

Kültürel eğitim uygulanmadığı için, genç kendisine ve çevresine yabancılaşmış, huyları ve davranışları değişmiş, duygusallığı kaybolmuş, elektronik aletlere tutkunluğu artmış, televizyon merakı hastalık haline gelmiştir. İnsanlardan kaçmaya başlamış, yalnızlığı tercih eder duruma gelmiş, sosyal planda gerilemiş ve mahcuplaşmıştır.vs.
En kötüsü; okumaya, öğrenmeye, çalışmaya karşı isteksizleşmiş, ilgisizleşmiş, dağınıklık hoşuna gider olmuş, giyim kuşamıyla kendisine yabancılaşmış, dini kurallara ve değerlere bigâne hale gelmiştir.
Fertler ile toplum arasındaki kaynaşmanın yerini bireyselliğin almış olmasıyla ne pahasına olursa olsun ayakta durmak zorunda olan fert zamanla yalnız kalmıştır. Çağın başdöndürücü hızı iki toplum arasında sıkışıp kalan talihsiz genci örseleyip bir köşeye atıvermiştir.

-Dil problemi

Öte yandan dil problemi; kelimeler, deyimler, espiri anlayışı ve estetik anlayışında, gençler kendi kültürlerine tamamen uzaklaşmışlardır. Kendi kültürümüze ait güzelliklerin gençlere sunulmayışı, gençleri ister istemez yabancı kültürlerin ağına düşürmüştür.


-Tarih bilinci

Yaşanılan ülkelerdeki resmi ideolojiler Türkleri barbar olarak, çingene olarak tanıtırken genç bu tanıtım karşısında aktif olamamış ve söylenenleri kabul etmek zorunda kalmıştır: Çünkü genç kendi tarihini bilmemektedir. Bu durum genci aşağılık kompleksine düşürmüştür. Türkler barbar değildir, çingene değildir demek onun için belki kolaydır ama bunu isbat edecek bilgi donanımı onda yoktur.

Çözümler / hedefler

Birinci kuşak hizmetler zincirinde yerini almış ve gerekli hizmetleri ne pahasına olursa olsun, o bilgisiz ama saf ve cesur haliyle bugüne kadar getirmiştir. Cami ise cami, dernekse dernek, para ise para ne gerekiyorsa yapmış ve görevi 2. kuşağa iç huzuruyla devretmiştir. Ancak 2. kuşak emanete gereği gibi sahip çıkamamış ve birinci kuşağa büyük ölçüde problem olmuştur.
Proplemler büyümüş ve kartopu haline gelmiştir. Problemlerin çözümü, eğitim faaliyetlerinin yer, zaman, şahıs ve cemiyet açısından bilinçli olarak yürütülmesine bağlıdır.
Bugün dini motiflerle süslediğimiz bir eğitime eskisinden daha fazla ihtiyaç vardır. Geleneklerin güzellikleri ile süslenen, milli şuur ile tarih şuuru ile desteklenen bir dini eğitim, ancak gençlerin kimlikli hale gelmelerine yardımcı olacaktır. Sadece dini eğitim gençleri kimliksiz hale getirecektir, sadece ulus bilinci de gençleri saldırgan yapacaktır. Her ikisi de gelecek için tehlikelidir. Kendi hakkına sahip çıktığı kadar başkalarının hakkına da sahip çıkacak görüp gözetecek olgunlukta bir genç yetiştirmektir doğru olan. Vatan sevgisi, millet sevgisi, Allah sevgisi eğitimde belirleyici rol üslenmelidir.  
Eğitim hizmeti, kısa vadeli çıkarlar için üzerinde iyice düşünülmeden önümüze ilk gelen kişi ile alalacele, uygun olmayan eğitim araç ve gereçlerinden yoksun olarak yapılacak basit bir hizmet değildir. Eğitim hizmeti sorumluluk ister, ehliyet ister.

Neler, nasıl yapılmalıdır?

Müfredatların hazırlanması, ehliyetli kişilerin tespiti ve fizik mekânın hazırlanmasından sonra:

1)    Eğitimciler, eğitim dernekleri, dini liderler ilk önce mutlaka ailelerle diyalog içerisine girmelidirler.

2)    Zaman zaman gruplar halinde eğitim amaçlı, piknikler yapılmalı, suni çevreler oluşturulmalı ve toplu yemek ziyafetleri verilmelidir.

3)    Gençler, çocuklar, üyeler başıboş bırakılmamalı değişik aktivitelerle, güzel sanatlarla, resimle, müzikle, fotoğrafçılıkla meşgul etmenin yolları araştırılmalıdır.

4)    Gençlerin  istek ve arzularına, fikirlerine, tekliflerine değer verilmelidir.

5)    Gençlerle konuşurken, dikte ettirme yerine fikirleri alınmalıdır, onlarla istişareler yapılmalıdır, onlara önemli oldukları hissettirilmelidir.

6)    Yaşantımızla, yaptgıklarımızla onlara, iyi örnek olunmalı ve yakın ilgi gösterilmelidir.

7)  İhtiyaç olan heryerde "Veliler Birliği ve Kötü Alışkanlıklarla Mücadele Dernekleri" kurulmalıdır. Gençlerin buralarda görev almaları sağlanmalıdır. Gençler ülke yönetimine katkıda bulunabilmeleri için o ülke vatandaşlığına geçmeleri ve siyasi partilere üye olamaları teşvik edilmelidir.(Bunu ilk söylediğim tarih (1989 Berlin)ülke vatandaşlığına geçmek din değiştirmek gibi algılanıyordu, büyük tepki almıştım sırf bu yüzden)

8)  Türk tarihinden başlamak üzere, sırasıyla İslam Tarihi, Medeniyet Tarihi ve Yakın Tarih imkânlar ölçüsünde gençlerimize verilmelidir. Aynı amaca uygun geziler düzenlenerek gençlerin özgüvenleri artırılmalıdır.

9)  Birinci kuşak büyük anne ve büyük baba rolünü üslenerek tarihteki yerini almalıdır. Ben emekli oldum bundan sonra “altı ay Türkiye’de altı ay burada” anlayışından vazgeçilmelidir. Bizler artık buralıyız. Yılın 11 ayını burada geçiren bir insan için Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, Danimarka…, ’’baba’’ vatandır. Türkiye’yi yıllık izin için kullanan her bir Türkiye insanı için bu böyledir, böyle olmak zorundadır. İnsan ömrü çok kısadır, zaman ise çok kıymetlidir. Bu süre ne kadar akıllı kullanılırsa mutluluk açısından o kadar faydalı olacaktır. Türkiye’ye yapılan yatırımlar çoğu insanımıza mutluluk yerine sıkıntı getirmiştir.
10) İmkânlar dâhilinde dil problemi mutlaka çözülmelidir. Dil deyince aklımıza ilk önce Türkçe gelmelidir ikinci olarak da ülke lisanı.

a-Türkçe:

Türkçe önümüzde duran en büyük problemdir. Bütün kuşaklar için büyük bir problemdir. Avrupa’da yaşayan Türklerin ortak lisanı Türkçedir. Dilini bilmeyen insan;
-Dinini yeterince öğrenemez
-Kültürünü öğrenemez
-Tarihini öğrenemez.

b-Ülke lisanı:

İçinde yaşanılan ülkenin lisanı bir kitabı veya gazeteyi okuyup anlayabilecek kadar mutlaka öğrenilmelidir. Hakların alınabilmesi, savunulması ve korunulması için ve tebliğ için zorunludur. O ülkede doğup büyüyenler ise ülke lisanını en üst sevide konuşmalı, anlamalı ve yazmalıdır.

9)Bulunduğumuz ülkelerin halklarıyla uyum içinde yaşayabilmemiz için kültürel faaliyetler, değerler korunarak artırılmalıdır. Bunun için:
-Folklor kursları
-Musiki kursları
-Resim ve elişleri kursları
-Biçki dikiş ve yemek kursları açılmalıdır.

10)  Okul öncesi eğitim için çocuk yuvaları açılmalıdır.

11)  Bulunduğumuz ülkelerde iki dilli eğitim için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bu konuda çalışma yapan kuruluşlarla siyasi ve dini farklılıklarına bakılmaksızın işbirliği içine girilmelidir.

12)  Hem kızlar, hem de erkekler için eğitim amaçlı lokaller açılmalıdır.

13)  Genç kızlarımız ve genç erkeklerimiz için spor kulüpleri, satranç kulüpleri açılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.
14)  Bilgisayar kursları açılmalıdır.

15)  Tiyatro kursları açılmalıdır.

16)  Hitabet kursları açılmalıdır.

17)    Amaçları iyi düşünülerek, değişik konularda eğitim amaçlı panel, seminer, sempozyum, açık oturum v.s. düzenlenmelidir.

Başıboş bırakılan gençlerin, çocukların, hem kendilerine hem de yaşanılan ülke insanına zararları dokunacaktır. Yaşanılabilir bir toplumu oluşturmak; devletiyle, milletiyle, yabancılarıyla, Hristiyanıyla, Müslümanıyla, Yahudisiyle, budistiyle ve sivil toplum örgütleriyle elele vermekle ancak mümkün olacaktır. Tarafların birbirlerini yok farzederek faaliyetlerde bulunmaları huzursuzluğun ana kaynağıdır ve sorumsuzluktur.

Devam edecek…

29 Ocak 2017 Pazar

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (Xll-12)

Biz eğer yıllar ve yıllar, kuşakları sağcı-solcu diye, şucu-bucu diye yaftalar ve paftalarla değil de; namuslu-namussuz, dürüst-düzenbaz, hizmet eden-hıyanet eden, erdemli-erdemsiz, vefalı-namert gibi zamanüstü ayırımları esas alarak yoğurup şekillendirseydik, ülkemizin ve insanımızın kaderi bugünkünden çok daha parlak olurdu. 
 
Avrupa Milli Görüş Teşkilatgları Genel Başkanı Osman Yumakoğullarının 3 Haziran 1995 yılında Frankfurt’ta yapılan Genel Kurulda yaptığı konuşmadır. Bu konuşmayı ben, üniversite öğrencileri Metin İlhan, Sami Alphan, Muhittin… ile birlikte hazırladık. 
 
3 HAZIRAN 1995/ FRANKFURT 
 
Sayın Misafirler, Kıymetli üyelerimiz, Değerli basın mensupları, 1985 yılında kurulan Avrupa Milli Görüş Teşkilatları’nın 11. Olağan Genel Kurulu’na hoşgeldiniz der, hepinizi muhabbetlerimle selamlar, saygılar sunarım. Ayrıca Avrupa Milli Görüş Teşkilatlarının çalışmalarında, başta Almanya olmak üzere, faaliyetlerini sürdürdüğü tüm devlet yetkililerine ve özel kurum ve kuruluşların yetkililerine ve o ülke halklarına, gösterdikleri yakın alaka ve ilgiden dolayı teşekkür ederim. 
 
Özellikle Hessen eyaleti başbakanı HANS EICHEL’e ve Frankfurt belediye başkan vekili TOM KÖNIGS’e teşekkür eder, en içten dileklerimle saygılarımı sunarım. Biz Türkiyeli Göçmenleriz, 30 yıl önce içinde yaşadığımız bu ülkelere geldik. Sayımız Avrupa’da bugün 3 milyonun üzerindedir. Sadece Almanya’da 40 bin işverenimiz, 15 bin üniversite ögrencimiz vardır. Bu işyerlerinin yatırım hacimleri 8 milyar Mark, yıllık ciroları ise 31 milyar Mark civarındadır. İşveren sayımızın 2030 yılında 92 bin 500’e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu işyerle-rinde istihdamın da 2030 yılında 315 bin kişiye çıkacağı tahmin edilmektedir. Ailelerimizin yüzde 11’i bugün ev sahibidir. Kendi kimliğimizi korumak ve bu kimliğimizi kaybetmeden gelecek nesillere aktarabilmek için hep birlikte elele vererek, gönül gönüle vererek dini bir teşkilat olarak kurduğumuz Avrupa Milli Görüş Teşkilatları’nın da, bugün üye sayısı 64.779’e ulaşmıştır. Bizim burada artık kalıcı olduğumuz inkâr edilmez bir gerçektir. 
 
Geriye dönüş 1. kuşak olarak, genelde mümkün olsa bile 2. ve 3. kuşaklar, yaşadıkları ülkelerde kalacaklardır. Kalıcı olduğumuzun göstergelerini şu şekilde sıralayabiliriz: -İlk zamanlarda sadece ibadet görevini yerine getirmek için geçici bir şekilde, bodrumlarda ve arka bahçelerde mescitler açtık. Bugün ise, içinde yaşadığımız şehir mimarilerini de gözönünde bulundurarak, kültür evi işlevini de gören, minareli ve kubbeli camiler inşa etmekteyiz. İnsanlığın ruhunu aydınlatmaya devam ediyoruz. 
-İşadamlarımız, sermayelerini, içinde yaşadığımız ülkelerde daha iyi bir şekilde nasıl değerlendire-bileceklerine yönelik çalışmalarını sürdürmektedirler, işverenler dernekleri kurmaya devam etmek-tedirler. -Çocuklarımız tahsillerini burada yapmakta, mesleklerini burada edinmektedirler. Gençlerimiz ve çocuklarımız Avrupa kültürüyle uyum sürecine girmiştirler. 
-Alman vatandaşlığına geçişler hızla artmaktadır. İkinci nesil siyasi partiler içinde yerlerini almakta ve Avrupa’da siyaset yapmaktadır. Leyla Onur ve Cem Özdemir Türk kökenli milletvekilleri olma hasebiyle gurur duyduğumuz temsilcilerimizdir. Sayın Leyla Onur ve Sayın Cem Özdemir’in Türkiyelilerin ve yabancıların haklar ve hürriyetler açısından daha iyi bir konuma gelmeleri için çalışacak-larına inanıyoruz ve bu konularda kendilerini bütün gücümüzle destekliyoruz. 
-Burada kalıcıyız. Ve bu kalıcı olmanın getirdiği sorumluluklarımızın şuurundayız. İçinde yaşadığımız ülkenin kanunlarına da saygılıyız. Aynı zamanda gençlerimiz emniyet teşkilatında görev almakta ve örnek hizmetler vermektedirler. 
-Çalışan bütün insanlar gibi vergimizi ödüyoruz, ülke kalkınmasına yardımcı oluyoruz. Cennet vata-nımız Türkiye’yi sevdiğimiz gibi içinde yaşadığımız ülkeleri ve o ülke halklarını da seviyoruz. Hukuki sorumlulukların da ötesinde, doğanın korunması, kötü alışkanlıklar ve uyuşturucuyla mücadele vs. gibi, toplumdaki ahlaki değerleri korumaya yönelik çalışmalar yapıyor ve bunun için didiniyoruz. 
-Ancak, sorumluluklarımızı ve görevlerimizi daha iyi bir şekilde yerine getirebilmek için, önümüzde duran engelleri aşmamızda bize yardımcı olacak haklara ihtiyacımız vardır. Nimet külfet dengesinin tam olarak sağlanabilmesi için, yerleşik olmamızdan doğan şu haklarımızın, bizlere verilmesi gerekir: 
-Belçika, Avusturya ve İspanya da olduğu gibi, diğer Avrupa ülkelerinde de İslam’ın resmen din olarak tanınması, 
-İki dilde eğitim hakkı verilmesi, -Kapsamlı bir şekilde seçme ve seçilme hakkı verilmesi, 
-Çifte vatandaşlık hakkının verilmesi, 
-Vatandaşlığın kan bağına göre değil de doğum yerine göre belirlenmesi, -Bu hakların bizlere verilmesi insan hakları açısından zorunluluktur.
-Demokratik Avrupa ülkelerine düşen görev, bu hakları hak sahiblerine teslim etmektir. AMGT’nin kıymetli üyeleri ve değerli misafirlerimiz, Cennet vatanımızdan kilometrelerce uzaktayız. Ama yüreğimiz Türkiye diye atıyor. Çünkü Türkiye kökenliyiz. Güçlü bir Türkiye bizi sevindiriyor. Problemsiz bir Türkiye bizi ümitlendiriyor. Bugünlerde Türkiye zor bir dönemden geçiyor. Avrupalı dostlarımızın, dostluktaki samimiyetlerine rağmen (!) Türk Devleti’nin bu zor dönemi başarı ile aşarak geride bırakacağı inancını içimizde yaşatıyoruz. AMGT olarak bu zorlu yolda her zaman Devletimizin yanındayız, maddi ve manevi her konuda dai-ma göreve hazırız. Yeni SEVR’ lere hayır diyoruz! Tüm Avrupa ülkelerinin de toprak bütünlüğümüze saygı göstermelerini istiyoruz. Misak-ı Milli sınırları içerisinde güçlü bir Türkiye istiyoruz! Anavatanımızın ve milletimizin geleceğinin teminat altına alınabilmesi için yeni Sevr’lere hayır diyo-ruz! 
 
AMGT’nin saygıdeğer üyeleri, 
 
Kendimizi Türkiye’den soyutlayarak, problemlerimize hal çaresi bulmak mümkün değildir. Zira problemlerimizin çözümünün bir ucu da Türkiye’ye dayanmaktadır. Bu nedenle; yurtdışındaki Türkiyeli vatandaşların problemlerini yakından bilen ve yaşayan ve onları temsil eden sivil toplum kuruluşlarının da, uluslararası görüşmelerde temsil edilmeleri kaçınılmazdır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden isteklerimiz şunlardır; 
-Yurtdışında çalışan Türk vatandaşlarına oy kullanma hakkının fiiliyata geçirilmesi, 
-Dış Türkler Bakanlığı’nın kurulması, -Yurt dışındaki Türkiyeli çocukların eğitimini ön plana çıkaracak kültür anlaşmalarının yapılması, -Yurtdışındaki Türkiyeli vatandaşlarımızın her türlü sosyal haklarının korunulmasını sağlayacak, kanuni düzenlemelerin yeniden gözden geçirilmesi, 
-Bedelli askerliğin yeniden gözden geçirilerek, bedel hususunda indirime gidilmesi, 
-TRT-INT Televizyonu’nda Avrupa’daki insanımızın konumu göz önünde bulundurularak yayın yapıl-masını istiyoruz, milli ve dini duygularımızı rencide eden yayınlara yer verilmemesini istiyoruz. Bu isteklerimiz hemen halledilmesi gereken konuların başında gelmektedir. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
AMGT olarak bizler, ‘İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır’ kutlu sözünden hareketle şubele-rimizin bulunduğu yerlerde renk, din, dil ve ırk farkı gözetmeksizin, insanlara gereken sosyal ve kültürel hizmetler götürmeye, bu hizmetlere yenilerini eklemeye devam etmeliyiz. Kimliğimizi kaybetmeden varlığımızı sürdürebilmemiz için; 
-Anadil ve içerisinde yaşanılan ülke dilinde lisan ve tamamlayıcı eğitim kursları açmalıyız. -Çocuklarımızın ilk ve orta öğretimde başarı grafiklerinin yükselebilmesi için okul öncesi eğitim kurs ve kurumları açmalıyız. 
-Gençlerin iyi bir eğitim alabilmeleri için onları yönlendirici danışma merkezleri kurmalıyız. 
-İçinde bulunduğumuz ülke insanlarıyla uyum içerisinde yaşamayı sağlayacak ve kolaylaştıracak her türlü kültür hizmetlerinin birliktelikle verildiği kültür evleri açmalıyız. 
-Toplumdaki gençlerin her türlü kötü alışkanlık ve özellikle uyuşturucudan uzak tutulması için spor kulüpleri, musiki evleri, folklor kursları ve gençlik lokalleri açmalıyız. 
-Ayrıca kötü alışkanlıklara ve uyuşturucuya bulaşmış gençler için de terapi ve rehabilitasyon imkânları hazırlamalıyız. 
-Bu konuda hizmet veren resmi kuruluşlarla yakın temasa geçip onlara çalışmalarında yardımcı olarak, toplum huzurunun sağlanmasına katkıda bulunmalıyız. 
-Hizmet götürmede meşrep, din, dil, renk ve ırk farkı gözetmeksizin herkese eşit davranmalıyız. 
-Haklarımızın savunulması, alınması ve korunması için, bilhassa gençlerimizin, bulundukları ülkeler-deki siyasi partilere aktif olarak katılmalarını teşvik etmeliyiz. -Faaliyetlerimize kadınlarımızın da eşit olarak katılımlarını hızlandırmalıyız ve bu yönde onlara yardımcı olmalıyız. 
-Velhasıl Türkiyeli olmamıza rağmen, Türkiye’de değil de Avrupa’da yaşadığımızın şuurunda olarak faaliyetlerimize yön vermeliyiz ve hedeflerimizi içinde yaşadığımız toplumun refah düzeyini daha da yukarılara taşıyacak şekilde tespit etmeliyiz. Saygıdeğer üyelerimiz, Dünyanın başka yörelerinde olduğu gibi, Avrupa’da da son zamanlarda ırkçılık rüzgârları esmektedir. İslâm'ın, tehlikesinden dolayı yasakladığı ırkçılık, bugün insanlığın sinesinde derin yaralar aç-maktadır. Dünyayı bir baştan bir başa saran çatışmalar ve savaşların asıl sebebi, değişik yönleriyle tezahür eden hoşgörüden yoksun, eli kanlı bir ırkçılık anlayışıdır. Bu ırkçılıktan içinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri de değişik şekillerde nasibini almaktadır. Mesela birçoğumuzun yaşadığı Federal Almanya'da 1993 yılı verileri itibariyle yabancılara yönelik saldırılar toplam olarak 6721 iken 1994’te bu sayı 3100’e düştüğü söylenmektedir. Bu sevindirici bir gelişmedir. Ancak saldırıların camilere, ibadethanelere ve Türk işyerlerine yöneltilmiş olması fevkalade üzücüdür. Bu olayların faillerinin en kısa zamanda yakalanarak adalet önüne çıkarılması arzumuzdur. Bizler Solingen’ı ve Solingen’leri unutmadık ! 
 
 Değerli üyelerimiz, 
 
Bizlere düşen görev her türlü ırkçı provokasyonlara karşı duyarlı olmak ve olaylara serinkanlı yak-laşmaktır. Bunun yanında, yabancısever yerli halk çoğunluğuyla birlikte, yasal çerçeve içerisinde kalarak, yalnız yabancıları değil, diğer azınlıkları da hedefleyen saldırılara karşı dayanışma içerisin-de olarak yerli halkla dostluğumuzu pekiştirmemiz gerekmektedir. 
 
AMGT’nin değerli üyeleri ve saygıdeğer Misafirlerimiz,
 
 Kur’an, insan haklarının omurga noktasını insanın saygınlığı olarak belirler. İnsan gaye varlıktır. Yaratıcı’nın yeryüzündeki temsilcisi, aynası, dostu, parçası insandır. Ve tüm insanlar, hiç bir ayırım söz konusu omaksızın bu özelliklerin doğuştan sahibidir. O halde insan, şu veya bu patenti taşıdığı için değil, sadece insan olduğu için azizdir, saygındır, onurludur, hizmete ve sevgiye layıktır. İnsan, doğuştan özgür, temiz ve asildir. Dünyaya tertemiz bir halde gelir. Sırtında hiçbir ayıp, kambur ve leke taşımaz. İlk babası Âdem’in günahı ona intikal etmemiştir. Bu yüzden, dünyaya gelişinin ardından birilerinin vaftiz veya vesayetiyle arınmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Ezeli günah teranesiyle, insanın kaderini şunun bunun eline teslim etmek, Kur’an öğre-tisi açısından bir zulümdür. İnsan, tüm lekeleri, karanlıkları, kamburları sonradan ve yalnız kendi elinin ürünü olarak sırtlar. Yani kaderini kendisi belirler. Kur’an, insanın patent ve yafta hegemonyası altında tekmelenmemesi için, daha ilk ayetinde, Allah’ı „ âlemlerin Rabbi „ olarak tanıtmış ve O’nun en belirgin niteliğini rahmet yani sınırsız sevgi ve şefkat olarak göstermiştir. Kur’an’ın tanıttığı Allah belli bir ırkın, bölgenin, zamanın belli bir mabedin veya sınıfın tanrısı değildir. Kur’an’ın tanıttığı Allah Yehova değildir. O, tüm insanlara „Şah damarlarından daha yakın „ bir dosttur. (Kaf suresi, 16; Bakara, 257) Kur’an, bu prensiplerden hareketle insan haklarının kozmik temellerini oluşturacak ilkeler getirir. her şeyden önce, tüm insanlar ölümsüzlüğe, ebedi kurtuluşa adaydır. Kurtuluşun yeterlilik şartları üçtür: „Yaratıcı Kudrete, ölüm sonrası hayata, yani hayatın sürekliliğine iman ve insanlığın hayrına, barışa yönelik faaliyetler sergilemek.“ (Bakara, 62; Mâide, 69) Böylece Kur’an „bizim dışımızda kurtuluş yoktur„ ilkesini kırmış ve Allah’ın bir klik ilahı haline geti-rilmesini önlemiştir. İslâm’da, ikrah yani baskı ve zorlama yoktur. Baskı ve zorlama, Allah’ın iradesine kafa tutmaktır; dinsizliktir. Hiç kimse sevip istemediği hür iradesiyle benimsemediği şeye inanmaya, içten bir niyetle yapmak istemediği hiçbir şeyi yapmaya zorlanamaz. İkrahı insana hükmetme yolu olarak seçenlere karşı çıkmak insan olmanın onur borcudur. Doğruyu ve güzeli anlatanları engelleyenler de ikraha sapmışlardır. Onlara karşı çıkmak da bir insanlık borcudur. Bu onur borcunu yerine getirirken ölenler „sonsuzlaşmış erlerdir.“ Ve cihadın boyutlarından biri olan savaş bu sonsuzluk erlerinin verdikleri savaştır. İnsanları tekmeleyerek Cennet’e götüreceğini sa-nanlar, söyleyenler, gerçek cihadı yozlaştıran karanlık ruhlardır. Yerel ve uluslararası despotizmle mücadele de, bir insanlık borcudur. Tâğûti sistemlerin hegemon-yaları yere gömülmelidir. Şûra yani Cumhuriyet ve Kur’an’sal demokrasi esastır. İnsanın alın teri ve emeği Allah’ın adı kadar kutsaldır. Emeği kapitale, gayret ve yeteneği servete boğduran sistemler zulüm sistemleridir. Sadece insana değil, tüm canlılara eziyet ve işkence zülümdür, hayata ihanettir. İnsana eziyet ve işkence ise Allah’a harp açmaktır. Bir tek düşman vardır, o düşman zalimlerdir ve de o zalimlere yandaşlık eden zalimlerdir. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Yaratıcı deha ideyi bulur, var eder, oluşturur, ortaya çıkarır. Aksiyoncu deha ise bu ideyi alır, teşkilatçı, yönetici kudretiyle şekillendirip hayata mâl eder. Sürekli akan bir nehirdir yaratıcı deha... Teşkilatçı deha bu nehire yön verir, taşıp kendini yıkmasını ve kendini işe yaramaz hale getirmesini önler. Yaratıcı deha doğuran rahim, teşkilatçı deha ise büyüten gözeten eldir. 
 
AMGT’nin değerli üyeleri ve saygıdeğer misafirlerimiz, 
 
 Tarih bir tekerrür sahnesi ve ibret levhasıdır, kendisiyle sadece övünülecek bir olaylar zinciri değil-dir. Kur'an bize geçmiş milletlerin hikâyelerini anlatarak, onların düştüğü hataya düşmemizi önle-mek ister. Artık yakın tarihdeki ve günümüzdeki kötü sahnelere de bakarak ibret almalıyız. Dolayısyla tekerrür etmesi muhtemel olan tehlikelere karşı önlem almalıyız. Şair der ki: „Yüzüne soğuk su vur da bir çağır-bağır/Senin uyuman tüm kârları ziyana çeviriyor/ Gökyüzüne binmişken yeryüzündekilerden ne korkuyorsun ?’’ 
 
AMGT’nin değerli üyeleri ve sevgili misafirlerimiz, 
 
Bugün ne yazık ki, dünyanın çeşitli ülkelerinde savaşlar devam etmektedir. Bunların belki de en hazini Çeçenistan’da ve Avrupa'nın göbeğinde, gözlerimizin önünde, bir taş atımı uzaklıktaki Bosna-Hersek'te cereyan etmektedir. Çeçenistan ve Bosna-Hersek gibi, müslümanların hunharca katledildiği bölgelere, dünya kamuoyu sadece uzaktan bakmaktadır. Emperyalist emellerinden birtürlü vazgeçemeyen Rusya’ya ve üç buçuk Sırp’a dünyayla alay etme ve Birleşmiş Milletleri hiçe sayma cesaretini onlara kim veriyor dersiniz? Yoksa Avrupa ve yeni dünya düzeninin savunucuları Avrupa’nın ortasında bir müslüman devlet iste-miyorlar mı? Bu sessizliğin sebebi nedir? Yapılan bunca zulüme karşı Avrupalı dostlarımızın (!) vurdumduymaz tavırları, müslümanların hafı-zasından kolay kolay silinmeyecektir. Çeçenistanlı, Bosnalı ve diğer ülkelerin mazlum halkları da çok iyi bilmektedir ki, artık ne Birleşmiş Milletler'den ne de başka dostlarından kendilerine hayır yoktur. Aynı Çeçenistan ve Bosna gibi, diğer bazı İslâm ülkelerinde de durumlar içler acısı bir şekilde dünya kamuoyunun uzağındadır. Ermeniler şimdiye kadar yapılan çağrılara karşın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından hala geri çekilmemekte israr etmektedir. Rusların gayesi, Azerbaycan’da, Bağımsız Devletler Topluluğu himayesinde, barış gücü yerleştirmek ve böylece Azerbaycan’ı tekrar hâkimiyeti altına almaktır. Biz Azerbaycan’da iktidar ve muhalefette olan tüm kardeşlerimize buradan birlik ve beraberlik içerisinde hareket etme çağrısında bulunuyoruz. Aynı çağrıyı Afganistan’daki, Kuzey Irak’taki ve dünyanın diğer bölgelerindeki, iç çekiş-me ile birbirlerini zaafa düşüren müslüman kardeşlerimiz için de yapıyoruz: Kardeş kanı dökmeyin! Siyasi ihtirasların kölesi olmayın. „Aklınızı çalıştırmazsanız, Allah sizleri pislik içerisinde bırakır. (Yunus 100) Yaratıcı buyruğu mihmandarınız olsun. Aranızdaki anlaşmazlıkları Allah ve Rasülüne götürün. Gücünüzü ülkenizin imarı için harcayın. Ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. 
 
Avrupa Milli Görüş Teşkilatları’nın saygıdeğer üyeleri, 
 
 Avrupa ile yakınlaşma veya entegrasyon, dinsel-felsefi açıdan bakıldığında, Kur’an’ın dinine bağlı bir insan için yadırganacak, kabulünde güçlük çekilecek birşey değildir. Elverirki yakınlaşma ve entegrasyon müslümanın ezilmesine sömürülmesine ve bağımlı hale getirilmesine köprü yapılmasın. Hristiyan dünya ile entegrasyon; Kur’anın önerdiği bir keyfiyettir. Kur’an 15 asır önce insanlığı bu beraberliğe çağırmıştır. Bu çağrı sadece hristiyanlara değil, hristiyan batının ruhsal akrabası olan musevi kitleye de yöneltilmiştir. ( Ali İmran 64) Kur’an, Ehl-i Kitap diye Hristiyan ve Musevileri, Müslümanlarla, Allahın birliği ve Allah’tan başkasına kulluk etmeme gerçeği etrafında işbirliğine çağırmaktadır. Kur’an, Hristiyan dünyayı, müslümanlara yakınlıkta ve sevgide bir numaralı kitle olarak göstermektedir. Olaya, nüfus kağıdı, iddia ve slogan açısından değil de, Kur’anın evrensel değerlerini hayata sokma açısından bakıldığında, bugünkü Batı Dünyasının, günümüz İslâm âleminden, Kur’an’a daha yakın olduğu görülür. O halde İslâm’ı tarihin mezarlığında, biriktirilmiş bir örfler yığını değil de, Kur’an vahyinin dinamik ve diyalektik verilerine oturan bir hayat anlayışı olarak düşünenlerin; bugünkü batı ile entegras-yondan bekleyecekleri hayır, bugünkü İslâm dünyasıyla entegrasyondan bekleyecekleri hayırdan hiç de az olmayabilir. Bu yaklaşımdan sonuç almak ve insanlığa yepyeni bir hayat anlayışı sunmak, soylu politikalar izleyecek yönetici benliklerin işidir. Bu dinin anneleri bu benlikleri doğurdu, doğuruyor ve doğuracaktır. Bütün mesele TANZIMAT’tan beri süregelen kişiliksiz, teslimiyetçi, sünepe, kendi insanından tiksi-nen, öz değerlerini tahrip etmeyi kahramanlık sayan, kendi gücünün farkında olmayan eyyamcı, zavallı politikaların terk edilmesidir. Bunun ilk işareti de „ Biricik kurtuluş Avrupa Birliği’ne girmektedir’’ sloganını, „biricik kurtu-luş çalışıp adam olmaktır’’ ilkesine dönüştürmektir. Gerekiyorsa ve onurumuzu satmak pahasına olmuyorsa, Avrupa Birliği’ne de gireriz ! Ama Avrupa Birliği’ne girme manisine, şarkısına tutulup kendimizi felç etmenin „Avrupa Birliği yoksa bizim için hayat yok’’ demeye getirmenin hayra alamet bir yanı yoktur, olamaz da! 
 
Saygıdeğer üyelerimiz ve kıymetli misafirlerimiz, 
 
İnsan denen şu bir avuç topraktan, yaratıcı birşeyler bekliyor. Bu bir avuç toprağın içine sonsuzluğun tohumunu ekmiş. Bunun da dal budak salmasını bekliyor. Hâlâ ümidi devam ediyor Allah’ın, ancak o insan sürekli Cenab-ı Hakk’ın bu ümidini boşa çıkarıyor. Tabii bu ümidin de bir sınırı vardır, bir yere gelecek, o insan tokadı yiyecektir ve yüzüstü yere çakı-lacaktır. Bu noktaya gelmeden Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılalım. Bunun için bir silkiniş gösterelim ve kendimize gelelim. İslâm, barış ve esenliği yakalamak için Allah’a teslim olmak demektir İslâm Allah’a teslimiyet dinidir. İnsanoğlu kaderini Yaratıcı’nın iradesinin dışındaki başka iradelere teslim etmemelidir. İslâm dünyasının birçok ülkesinde, bugün Müslümanların teslimiyeti Allah’a değildir, Allah’ın dışındaki başka kuvvetleredir. Şirk içindedirler. Şirk, Allah’ı kabul etmeyen bir müessese değildir. Allah’ı, Allah’ın istediği gibi kabul etmeyen bir müessedir. Allah, dininin yaşanmasını istiyor, hükümranlığının kabul edilmesini istiyor; ama Kendisinin emretet-tiği şekilde yaşanmasını istiyor. İslâm’ın manası budur. Allah’a teslimiyettir, katıksız bir teslimiyettir. Gelin, Kur’an istikametinde şuurlanma ve bilgilenme seferberliğine çıkalım! Kur’an-ı Kerim’i kılıflardan çıkaralım, kılıfları yırtalım! Yırtalım ki, yarın Kur’an, kılıflarını ip yapıp boynumuza sarmasın! Beni niye buraya hapsettiniz diye hesap sormasın! Yırtalım kılıfları ve okuyalım Kur’an‘ı! İnanın Kur’anı okumadan onu anlayamayız! 
 
AMGT’nin saygıdeğer üyeleri ve kıymetli misafirlerimiz, 
 
 Ayağımıza dolaşan nimetler var. Bu ülkede çok nimet var. Bakın, herkes kendine gelsin. Fazla geriye gitmiyorum, babalarımızın yırtık çarıklarla tırmandığı yollardan, bugün bizler özel otomobillerimizle gidip geliyoruz. 30-40 sene önceleri buralara geldik. Allah bize bu nimetleri lütfetti. Şimdi bu nimetlerden herkes Allah için de bir pay ayırsın. Yapamazsanız, ayıramazsanız o zaman bu işe yarım ekmeğinden pay ayıranlar, gelip üstünüze, gırtlağınıza çökeceklerdir! O zaman dinin güzelliği gelmeyecektir. Cehennem gelecek ve ensenize oturacaktır. Buna fırsat vermeyin, yeniden insanlık engizisyona teslim olmasın! 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
 Komünizm 70 yılda bitti. Çünkü zulmü, Allahsızlığa fatura ediyordu. Şimdi Kapitalizm çıkmış dünya sahnesine nara atıyor ve ihya ediliyor. Kapitalizmde hayır olsaydı, komünizmi doğurmazdı! İnsanlık yeni dengeler arıyor. Sancılar içinde kıvranıyor. Berlin duvarı yıkıldı. Ama Allah’ın kitabı ile aramızdaki duvarlar hala duruyor. Dünya kan ağlıyor, hep birlikte önce bu duvarı yıkalım! İnsanımızla bizim aramızdaki duvarı yıkalım, bütün duvarları yıkalım! Daha yıkılacak çok duvarlar var! Zulüm duvarları var! Zengin ile fakir arasındaki duvarlar var! Ruh ile nefis arasındaki duvarlar var! Bu duvarlar yıkılırsa diyalog kurulur ve sıcak kucaklaşmalar başlar. Ve mutlu yarınlar hem insanlı-ğın, hem de bizim dünyamızın kaderi olur. İnanın bunlar uzakta değil, niyet lazım, gayret lazım, işte o zaman Allah bizlere yardım edecektir! 
 
 Değerli üyelerimiz, 
 
Bizim aydınımızın gafleti ve ihaneti var. 30 senedir bunun muhasebesini yapıyorum. Dost acı söyler ama söylenmesi lazım. Aydınımızın günahı çok büyüktür. Ne demiş Mevlâna: „ Ne adamlar gördüm sırtında elbise yok. Ne elbiseler gördüm içinde adam yok.’’ Aydınımız ne yapıyor? Yaptığı iş sadece filanca şöyle yaptı, falanca böyle yaptı diye bağırıp durmak-tan ibaret. Güzeli, iyisi nasıl vücut bulacaktır? Allah demeyi genelgeyle yasaklayacaksın, ondan sonra iyi din arayacaksın, nasıl olacak bu? 21. asır „Kur’an barışının gerçekleştiği yüzyıl olacaktır! „ İnşallah...... İnsanların eksiklikleri, günahları, hatta zulüm ve cürümleri ne kadar büyük olursa olsun, onların sığınacakları son kapı Allah’ın kapısıdır. Ve Allah tektir. Allah’ın kapısında duran, o kapıyı temsil eden; insanlara sırt dönemez, onları horlayamaz, itemez, kovamaz, onlardan uzaklaşamaz, bahaneler uydurup fildişi kulesine, duvarlar arasına çekilemez! 
 
Saygıdeğer üyelerimiz, kıymetli misafirlerimiz, 
 
İnsan sonsuzluğun tohumunu bağrında taşıyan yüce bir varlıktır, aynı anda birçok zıtlığı çelişkiyi benliğinde yaşatır, ama o çelişkiler birbiriyle barışıktır. En güzel ve ölümsüz meyvaları yüklenen dallar insandadır. Bu meyvaları beslemek için derinlerdeki kirliye, çamurluya dalan kökler yine insandadır. Yaratıcı insanın meyvasına bakmış durmuştur, köklerindeki karanlık ve çamur yüzünden onu horlamamıştır. Gelin bizde horlamayalım insanı! Biz eğer yıllar ve yıllar, kuşakları sağcı-solcu diye, şucu-bucu diye yaftalar ve paftalarla değil de; namuslu-namussuz, dürüst-düzenbaz, hizmet eden-hıyanet eden, erdemli-erdemsiz, vefalı-namert gibi zamanüstü ayırımları esas alarak yoğurup şekillendirseydik, ülkemizin ve insanımızın kaderi bugünkünden çok daha parlak olurdu. 
 
Saygıdeğer üyelerimiz, kıymetli misafirlerimiz, 
 
Takılan ve tıkanan yerden hemen açmaya başlarsak yine toparlanabiliriz. Namert ayrımlara kay-naklık eden saplantıların biri çöktükçe, insanımızı boğmakta ısrar eden eller başka saplantılar imal ederek, kitleyi saniye bile kaybetmeden yeniden kamplaştırıyorlar. Bu zalim ve hain gidişin durdurulması için genelde evrensel değerler, din bazında da Kur’ani değer-ler etrafında kenetlenmek ve onun dışındaki konularda birbirimize tahammülde kararlı olmak zorundayız. Her birimizin maddi vücudunu besleyip doğuran bir anası olduğu gibi, ruhsal benliğini besleyen bir manevi anası da vardır. Bu ikinci ana, bir kişi olabileceği gibi, bir ortam, bir ocak ve odak da olabilir. Ve herbirimiz annesine saygı göstermek mecburiyetindedir. Bize düşen de Annesine saygı gösterene saygı göstermektir. Kendi annemize saygılı olmak bahanesiyle, başkalarının annelerine sövemeyiz. Başka annelere de saygı göstermek zorundayız. Unutulmaması gereken temel gerçek şudur : „Hepiniz topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin’’ (Ali Imran 103) Parçalanıp bölünür, çekişip didişirseniz çürür-bozulursunuz, kuvvet ve enerjiniz tarumar olur. Bu dağınıklıktan kurtulmanın yolu birbirimize tahammüldür, sabırdır. Çevresinde, açlık ve ilaçsızlıktan benizleri solmuş çocukların dolaştığı mabetler, camiler, ne denli görkemli, ne denli süslü- püslü ne denli yüksek minareli olursa olsun, oralardan Allah’a gidemezsi-niz! Allah, hergün toslayıp toslayıp geçtiğiniz, ama dertlerini acılarını bir türlü dinleyip paylaşmadığınız o soluk benizlerin yüreğinden sesleniyor sizlere. Çığırtkanlıkta ortalığı velveleye verenler: Allah’a gitmekte samimi iseniz, fildişi kulelere sığınmak yerine, duvarlara sığınmak yerine o kimse-siz, çaresiz yüreklere girin. İşte Allah oradadır! İnsanın süründüğü bir dünya, Allah’ı memnun etme şansını yitirmiştir. Yitirdiğini bulmakta kararlı olanlar, insana uğramak ve onun gönlünü mutlu ederek oradan „olur’’u almak zorundadır. Allah’a giden yolların en kestirmesini soranlar! Gidin, insana hizmet edin! Duvar değil, duvarlar değil insan yapmak için seferber olun! 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Yaratıcının karanlıklara boğduğunuz bu dünyadaki ümidini, çocuklar temsil ediyor. Çocuklardır bizi arşa taşıyacak olan ak kanatlar. Kanatları zedelemeyin, kırmayın, güçlendirin. Artık ağlamasın ço-cuklar, artık ölmesin o menekşe gözler! Ey düşkünlerin sığınağı, ey kovulmuşların barınağı! Ey hiç ayıp aramayıp hep affeden! Hep ayıp arayıp hiç affetmeyen bizler yine sana geldik. Bir rahmet şafağının can veren yağmurunu çiseletmeye başla. Baş açık, yalın ayak dizildik huzuruna. Herşeyi çepeçevre kuşatan rahmetin hürmetine bakma kulların kusu-runa. Onbirinci Genel Kurul’un rahmet yağmurlarıyla aklayıp pakla bizi! Kendimize zulmediyoruz. Bizi bize bırakma! Sakla bizi ! Biz yapamasak da bütün hamdler sanadır. Biz senin müflis kullarınızız, Allah’ım yüz sürüyoruz kapına. Affet bizi, ayırma Sırat-ı müstakiminden!
 
 Değerli mücahideler- mücahideler, 
 
Bacılarım, Anadolu’nun kadın erenleri, Osmanlı’nın kuruluşunda, dinsel, politik, hatta askeri aksiyonlar sergilemiş, hizmet ve iman öncüleri mücahide Bacılarım. Sizler büyük imparatorluğun oluşumunda, tıpki Anadolu Gazileri, Anadolu Ahileri gibi pay sahibi olan analarımız gibi, Milli Görüş’ün oluşumunda pay sahibisiniz ! “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdırlar, iyi ve güzeli emreder, kötü ve çirkini yasaklarlar. Namazı kılar, zekatı verirler. Allah’a ve onun elçisine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmetiyle muamele yapacaktır.(Tevbe 71). Kur’an bu buyruğuyla kadın ve erkek birlikteliğinin yeni ve erdirici oluşlara, Allah’ın rahmetine kaynaklık ettiğini dikatlere sunmuştur. Ve bu kutsal kural ışığında hareket eden Anadolu Bacıları, iman ve ülkü kardeşleri, Anadolu Ahileri ile, bu birlikteliğin, en seçkin örneklerini vermişlerdir. Değerli bacılarım, sizlerin sayesinde anlaşılmıştır ki, kadını dışlamayan bir iman ve aksiyonun tem-silcileri hedefe çok daha kolay gitmiştir. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Kadın yaratıcılık kokusu taşıyan tek varlıktır. Kadını yanına alan bir gayret, özletici değerleri mutlaka üretir. İnsanlığın yarısı kadındır. Kadına rağmen Kur’an’ın mesajına hizmet edilemez. İslâmın ilk mümini bir kadındır! İlk şehidi bir kadındır! Allah Rasulü’ne ilk mali destek bir kadından gelmiştir ! Allah Rasulünün ilk danışmanı bir kadındır! “Eğer Hz. Hatice’nin fedakâr ve basiretli hizmetleri olmasaydı İslâm zafere ulaşamazdı.“ 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
İslâm aleminde büyük bir kaos yaşanmaktadır. Bu, gönül gözü açık olup Yaratıcı’nın ilminden koku alarak, onun hiçbir rengi olmayan boyasına bo-yanan yolcularda bir hayli üzüntü yaratmaktadır. Rabbimin bize bahşettiği O’na yaklaşma metodu olan İslâmı, Yaratıcı’nın kendi dinini, cahiller, dün-ya tamahları yüzünden, kör kuşların önlerine geleni gagalayıp parça parça ettikleri gibi parçalayıp nefislerine uydurdular. Onlar, Kuran’ı, Hz. Peygamberi, Hz. Ehl-i Beyt’i çıkarlarına alet ettiler. Bu yol kesicilere dikkat edin, onların çıkarlarına alet olmayın. Saygıdeğer üyelerimiz, Doğru yolda ilerlerken tacizlere uğrayabilirsiniz. Bu size yılgınlık ve üzüntü vermesin. Hakk’ın izniyle ve dava erlerinin himmetleriyle kâinatın idaresini sürdüren yüce zevat sizlere yar-dımcıdır. Cahilliğin birgün Hak kılıcı ile doğranacağından kimsenin şüphesi olmasın! Hak erleri aramızda dolaşıyor. İnsanlarla beraber yaşıyorlar, insanları tahlil ediyorlar. İçyüzlerini görüyorlar, filmlerinin banyolarını yapıp negatiflerini kasalara saklıyorlar, Levh-i Mahfuz’da saklan-ması için yukarıya postalıyorlar. Bunları bilen biliyor. Nice erler var ki küskün, konuşmuyorlar, seyircidirler. Bunlara yaklaşıp sevgi ve teveccühlerini ka-zanmak lazımdır. Bu erlere cümleden cümleye selam olsun!
 
 Çok kıymetli üyelerimiz, 
 
Ehl-i Kitap veya kendisine kitap verilenlerden, Kur’an 70 küsür yerde bahseder. Ehl-i Kitap tevhid dini olan peygamberli dinlerin İslâm’dan önceki temsilcileri ve taşıyıcılarıdır. Kur’an, Ehl-i Kitab’ı düşman olarak göstermemektedir. Tam aksine tevhit gerçeğinin egemenliğini sağlamada, işbirliğine çağrılan bir entegrasyon unsuru olarak değerlendirmektedir. Kur’an, kitap ehlinin inat ve kıskançlıktan doğan tahrip ve fesatlarına dikkat çekmekle birlikte, onlara karşı müslüman toplumun sıcak bakmasını esas almış ve bu kitleye farklı bir statü tanımıştır: Onların yemekleri yenir, kestikleri, avladıkları hayvanlar da yenir. Kur’an, Ehli Kitap ile mücadelenin en güzel biçimde yapılmasını emreder: „Ve onlara deyin ki, biz müslümanlar, bize indirilene de inanmışızdır, size indirelene de. Ve bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir. Ve biz o biricik İlah’a teslim olmuş kişileriz. Ve İslâm tarihi boyunca müslümanlar Ehli Kitab’ın dinlerini hep korumuş ve onlara her devirde, her zeminde din ve düşünce hürriyeti götürmüşlerdir. Hatta onları kendi dindaşlarının zulmüne karşı, koruyanlar da büyük ölçüde müslümanlar olmuşlardır. Şu bir gerçektir ki, bir Müslüman için bir kitap ehli en büyük nebiler arasında yer alan Hz. Musa’nın veya Hz. İsa’nın bağlısıdır. Ve yalnız bunun için bile korunmaya layıktır. Çünkü müslüman vicdan hem Musa’ya, hem de İsa’ya inanmakla yükümlüdür. Ve böyle bir vicdan, hatası ne olursa olsun, bir Ehl-i Kitab’ı Hz. Musa ve İsa’nın emaneti sayar. 
 
Değerli üyelerimiz, 
 
Kur’an Ehl-i Kitab’ın seçkin ruhlu zümrelere sahip olduğunu açıkça söylemekte ve bu zümreleri öv-mektedir. „Ehl-i Kitab’ın hepsi aynı değildir. Onlardan bir zümre vardır, Allah’ın ayetlerini gece boyu okurlar ve onlar secdeye kapanırlar. Onlar Allah’a, Ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder- kötülüğü yasaklarlar ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte onlar barış ve iyilik sevenlerdir. Onların hayır adına yaptıkları hiçbir şey inkâr edilmez, örtülmez.’’ 
 
Çok değerli üyelerimiz ve misafirlerimiz, 
 
Sözü sözün Sahibine bırakarak konuşmama son veriyorum: „... Eğer Allah’ın insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çokca anılan manastırlar, kiliseler havralar ve mescitler her halde yerle bir edilirdi. Allah kendisine yardım edene elbette yardım eder’’ ( Hac 40) „ O kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir kısmı, sana vahyedilenle ferahlık duyar-lar’’(Rad 36) „... Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, insanların iman edenlere sevgide en yakın olanlarını „Biz hristiyanlarız’’ diyenleri bulursun. Bu böyledir. Çünkü o hristiyanlar içerisinde, derin araştırmalar yapan keşişler, kendisini Allah’a adamış rahipler vardır. Ve onlar kibre sap-mazlar.’’ Maide 82 
 
AMGT’nin saygıdeğer üyeleri ve kıymetli misafirlerimiz, 
 
Hızla kuzey-güney kutuplaşmasına doğru giden dünyamızda, bulunduğumuz ülkelerde İslâm’ın barış mesajını insanlara ulaştıralım. Dinler arasında, bilinçli olarak meydana getirilmeye çalışılan çatışmaları durdurmak için gayret sar-fedelim. Günümüzün maddeci mantığı, bütün gayretini makineyi güzelleştirmeye sarfederek, insanın ruhunu ihmal etmiştir, yalnızlığa itmiştir. İhmal edilen bu yalnız insana, onu güzelleştirme yolunda ‘Yaradılanı sev, Yaradan’dan ötürü’ mantı-ğıyla yaklaşalım. Din, dil, ırk ve maddi farklılıklar gözetmeksizin bütün insanlara hoşgörü ile yaklaşalım. Ve bütün insanlığın barış ve refahı için çalışalım. Hristiyanlarla, Musevilerle ve diğer din mensuplarıyla ilişkilerimizi mutlaka üst düzeyde sürdürelim.
 
 AMGT’nin saygıdeğer üyeleri, 
 
Bu duygu ve düşüncelerle 11.Genel Kurulumuz’un hayırlara vesile olmasını, Yüce Yaratıcı’dan temenni eder, bu ilahi düsturlara bağlı kalarak, yapacağımız bundan sonraki çalışmalarımızda, bizlere yardımcı olmasını diler, hepinizi Allah’a emanet ederim. Esselemü aleyküm ve rahmetullah. (3 Haziran 1995, Osman Yumakoğulları 11. Genel Kurul konuşması/Frankfurt) 
 Devam edecek