15 Mayıs 2025 Perşembe

ÖZBEKİSTAN III

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(III) - Bazen en iyi hatıra, objektife sığmayan bir sessizliktir. Fotoğraf kareleri elbette dönüşür albüme. Ama içten içe yaşanan düşünce molaları, insanın belleğinde yer eder. Timur Müzesi’nde çekilen en kıymetli fotoğraf; belki de hiç fotoğraf çekilemeyen o andır- Rüştü KAM İkinci Gün Taşkent’te ikinci güne uyandık. Otelin kahvaltı salonuna inen herkes, sanki yeni bir güne değil de, yeni bir hatıraya hazırlanıyor gibiydi. Üzerlerinde özenle seçilmiş giysiler, yüzlerinde taze bir tebessüm vardı. Masalara birer ikişer yerleşen grup üyelerinin üzerinde, parfüm kokularına karışmış tatlı bir merak dolaşıyordu: Bugün nereleri göreceğiz, kimlerle tanışacağız, hangi taşın altında hangi hikâye gizli? Ben masalar arasında dolaşıyor, selam veriyor, hatır soruyor, bir yandan da dünkü yorgunluğun izlerini arıyordum yüzlerde. Görünürde bir yorgunluk yoktu. Nabız normal, tansiyon da yerindeydi. Herkesin yüzünde sadece o tanıdık heyecan vardı: İkinci günün merakı ve bilinmeyene duyulan ilgi fark ediliyordu gözlerde. Kahvaltı menüsü hayli zengindi. “Bir kuş sütü eksik” derler ya, işte tam da öyley. Kahvaltıdan sonra bahçede toplandık. Hüseyin, bugün ve bundan sonraki günlerde bize eşlik edecek yeni rehberimizi tanıttı: Yıldız Amangaldiyeva. Güler yüzlü, sevecen, sesi kadar yüreği de yumuşak bir Özbek kızı. Hiva doğumluymuş. Daha ilk anda ısındık kendisine. Sevdik onu, hem de çok sevdik. Öyle ki, gezi sonunda vedalaşırken içimizde bir şeyleri Özbekistan’da bırakıp gideceğimizi hissediyorduk. Elinde bir çubuk, sırtında geleneksel Özbek kıyafetiyle karşımızdaydı. Çubuğun ucunda, yan yana dalgalanan Özbek ve Türk bayrakları vardı. Rüzgâr estikçe bazen birbirlerine yaslanıyor, bazen usulca uzaklaşıyorlardı. Ama her durumda sırt sırta, birlikteydiler. Aynı geçmişin, aynı medeniyetin iki farklı sesi gibi… Emir Timur ve Özbekistan Yıldız, yolculuğa başlamadan önce, çubuğunu yere hafifçe vurup Emir Timur’la ilgili kısa bir açıklama yaptı otelin bahçesinde: “Bugün Taşkent sokaklarını yaya olarak gezeceğiz. Çünkü bugünkü rotamızda bir hükümdarın, Emir Timur’un izleri var… Emir Timur’un kurduğu imparatorluk, 14. ve 15. yüzyıllarda Orta Asya’dan Orta Doğu’ya, Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız bir coğrafyayı kapsar. 1370 yılında Semerkand’ı başkent ilan ettiğinde, Moğol İmparatorluğu çoktan dağılmış, topraklar kimin hâkimiyetine gireceği belli olmayan birer satranç tahtasına dönüşmüştü. Timur işte bu karmaşa içinde yükseldi. Karizması, askeri dehası ve örgütleyici gücüyle kısa sürede büyük bir imparatorluk inşa etti. 1370 ile 1405 yılları arasında Harezm’den İran’a, Azerbaycan’dan Delhi Sultanlığı’na, Irak’tan Suriye’ye ve hatta Osmanlı topraklarına kadar pek çok bölgeyi fethetti. 1391’de Altın Orda’nın güçlü hükümdarı Toktamış Han’ı mağlup etti. 1402 yılında ise tarihin seyrini değiştiren Ankara Savaşı’nda Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’i yendi ve onu esir aldı. Fakat Timur’un kudreti yalnızca savaş meydanlarıyla sınırlı değildi. O, aynı zamanda ilme, sanata ve mimariye gönül vermiş bir hükümdardı. Fethettiği topraklardan mimarları, hattatları, bilim insanlarını ve zanaatkârları toplar; hepsini Semerkand’a getirirdi. Bu şehri yalnızca bir başkent değil, bir medeniyet merkezi hâline getirdi. O dönem için gerçek anlamda bir “Timurlu Rönesansı”ndan söz edebiliriz. Semerkand’da kubbeler yükseldi, kütüphaneler açıldı, matematik ve gökbilim çalışmaları yapıldı. Bilim gökyüzünü, sanat ise yeryüzünü şekillendirdi. Ve torunlarından biri —Uluğ Bey— bu mirası göklere taşıdı. Semerkand’da kurduğu rasathanede yıldızları inceleyen bir âlim oldu. Onun cetveliyle gök kubbe ölçüldü. Timur’un soyu 'Timurlu Hanedanı' olarak anıldı. Bu hanedanın bir kolu ise 1526’da Hindistan’da Babür İmparatorluğu’nu kurdu. Ne var ki hiçbir saltanat ebedi değildir. Timur’un 1405’teki ölümünden sonra başlayan taht mücadeleleri imparatorluğu zayıflattı ve 1507 yılında bu büyük yapı tamamen çöktü. Geride yalnızca fethedilmiş topraklar değil; köklü bir kültür, zengin bir sanat ve derin bir hafıza bıraktı. Bugün Özbekistan’da Emir Timur’un izleri sadece taşlarda, camilerde ve müzelerde değil… Bu toprakların dilinde, ezgilerinde, gölgelerinde ve dualarında hâlâ yaşamaya devam ediyor. Emir Timur, kimine göre bir fatih, kimine göre bir zalimdir. Ancak ne denirse densin, kurduğu medeniyetin izleri bugün hâlâ dimdik ayakta. Bir şehrin ruhunu anlamak istiyorsanız yalnızca yapılarla yetinmeyin; halkın hafızasına, gündelik diline, hatta çocuklara verilen isimlere bakınız. Özbekistan’da “Timur” hâlâ sembol isimdir: “Kuvvet adalette, adalet ise devlette gizlidir.” Timur denince, zihnimde hep bir çelişki uyanır benim: Bir yanda yakıp yıktığı şehirler, diğer yanda inşa ettirdiği medreseler... Savaşla yoğrulmuş bir hayatın ardından böylesine zarif bir kültür mirası bırakabilmek, her hükümdarın harcı değil. Taşkent’te onun adına yapılmış meydanda yürürken, heykeline bakarken, aslında sadece bir hükümdarı değil; karmaşık, derin, hem hayranlık uyandıran hem de sorgulanan bir geçmişi selamlıyoruz. Hem kılıç hem kalem hem zırh hem de sanat eserleri… Timur’un ardında bıraktığı asıl miras, belki de tam buralarda saklı: Yıkanın ve yapanın aynı elde birleştiği o ince sınırda. Taşkent’te ikinci güne başlarken fark ettik ki, bu gezi yalnızca bilinmedik yerleri görmek değil; insanları tanımak, seslere ve bayraklara başka bir gözle bakabilmekti. Yolculuk dediğin, bir çubuğun ucundaki iki bayrak kadar sessiz ve derin bir hikâyedir. Sonra, elinde çubuğu ile düştü önümüze; biz de sessizce arkasından yürümeye başladık Yıldız’ın. Çubuk birbirimizi kaybetmemek için bir işaret… Emir Timur Meydanı Meydanda kocaman bir heykel var. O bildik heykel. At üzerinde hedef gösteriyor. Selam verdik kendisine. Aldı selamımızı ve bizi muhabbetle bağrına bastı. Kucakladı, hem de nasıl kucaklama… Ama bizdeki kuyruk acısı, o sıcak karşılama ile tam anlamıyla örtüşmedi. Dayanamadık, sorduk kendisine: “Niye yaptın bütün bu rivayet edilenleri?” “Mutlu musun şimdi?” “Madem geri dönüp gelecektin, neden Osmanlı’yı 25 yıl geriye attın?” Daha çok şey söyledik… O da belli ki pişmandı. Bizi kucaklayışı boşuna değildi. Belki de en çok bunu söylemek istiyordu: “Ben de keşke demeyi öğrendim bu arada ama…” Yıldız, elindeki çubuğu kaldırarak, “ey Anadolu Kervanı” diye başladı söze. Sesi meydanın genişliğine yakışır bir tonda yankılandı: “Şu an Taşkent’in kalbindeyiz. Emir Timur Meydanı. Burası, şehrin yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda tarihî ve kültürel merkezidir. Yerli halk için bir buluşma noktasıdır, sevdiklerine kavuştuğu yerdir. Turistler içinse adeta Taşkent’in vitrinidir; bu meydanı görmeden şehirden ayrılan eksik gitmiş sayılır.” Yavaşça etrafımıza bakıyoruz. Geniş ve bakımlı bir alan; çimenler arasında yürüyüş yolları, sıra sıra özenle dikilmiş, desenlerle de al benisi artırılmış çiçekli alanlar, gölgelenmek için dikilen ağaçlar ve tam ortada bronz bir heykel: Emir Timur. “Buranın hikâyesi de en az Timur’unki kadar anlamlı,” diye devam ediyor Yıldız yeniden söze: “Bu meydan 19. yüzyılda Rus İmparatorluğu döneminde Konstantin Meydanı olarak düzenlenmişti. Sonrasın Sovyetler geldi, meydanın adı değişti; Lenin heykeli dikildi. Aslında iktidar değiştikçe meydanın adı değiştiği gibi heykeller de değişti. Gün geldi Karl Marx, gün geldi Stalin ve Lenin’in heykelleri meydan da yerlerini aldı. 1991’de Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, bu alan Emir Timur’un adıyla yeniden hayat buldu ve bugünkü halini aldı.” Emir Timur Müzesi hemen arkamızda duruyor. Sağda, şehrin en bilinen yapılarından biri olan Özbekistan Oteli tüm heybetiyle yükseliyor. Karşı cephede ise devlet kurumlarının resmi binaları, meydanı sanki saygı duruşuna geçmişçesine çevreliyorlar. Bu yapıların her biri, Emir Timur’un gösterdiği hedefe bakıyorlar sanki. Yıldız, Emir Timur heykeline dönerek devam ediyor sözlerine: “Heykelin kaidesine dikkat edin. Timur’un meşhur sözü burada dört dilde yazılmıştır: ‘Güç adalettedir.’ Bu yalnızca bir söz değil. Onun bütün devlet anlayışının özüdür. Atının üstünde dimdik duran bu figür, yalnızca bir komutanı değil, bir çağın ruhunu temsil eder.” Gerçekten de Timur heykeli yalnızca geçmişi değil, Özbekistan’ın bugününü ve yarınını da sırtlanmış gibi. At şahlanmamış; çünkü meydan sakin, ama Timur hâlâ ufka bakıyor. Timur’un kurduğu devletin izlerini takip ederken, bir tarih kitabının sayfaları arasında değil, adeta geçmişin içinde yürüyormuş gibi hissediyoruz kendimizi. Taşkent Metrosu Emir Timur Meydanı'nın gölgesinden usulca uzaklaşıyoruz. Betonun içinden yükselen tarihî heybet, arkamızda kalırken; yolumuz bu kez taş kaldırımlara, ara sokaklara, oradan da yerin altına, Taşkent metrosunun derinliklerine uzanıyor. Girişte bir serinlik çarpıyor yüzümüze, iklim değişiyor biden bire. Dışarısı neredeyse 28 derece, ama içerisi oldukça serin. Bilet almamız gerekiyor. Önce rehberimizin etrafında toplanıyoruz ve metro hakkında bilgileniyoruz: “Taşkent metrosu, Sovyetler Birliği’nin Moskova ve St. Petersburg’dan sonra inşa ettiği üçüncü metro sistemidir. İnşaatı 1970 yılında başlamış, 1977’de halkın hizmetine açılmıştır. Ama bu metro yalnızca bir ulaşım aracı değil. Aynı zamanda yeraltında inşa edilmiş dev bir sanat galerisidir.” Gerçekten de öyle, tavanlardan sarkan dev avizeler, duvarlarda Özbek tarihinden sahneler, ustalıkla işlenmiş mozaikler... Sütunların arasına serpiştirilmiş geometrik desenler; sanki müze. Berlin metrolarında alıştığımız o soğuk hava burada yok. Direklerin dibinde pinekleyen ‘evsizler’ de yok burada. Oraya buraya atılmış, çöpler ve şişler de yok. Burada her bir istasyon tertemiz, Özbek ruhunun taşlara işlenmiş bir sureti adeta. Duvarlar rastgele boyanmamış; kültürle, sanatla yoğrulmuş bir yeraltı medeniyeti burası. Taşkent, güzelliğini yerin altına da işlemiş. Metrosu sadece insanları bir yerden bir yere taşımıyor; aynı zamanda zamanın içinden geçiriyor. Her istasyon, tarih ve sanatla iç içe geçmiş, sessiz bir anlatı. “Taşkent metrosundaki her istasyon, Özbek tarihine, kültürüne ya da edebiyatına adanmıştır. Örneğin, Ali Şîr Nevaî istasyonu... Tıpkı onun şiirleri gibi zarif ve derinliklidir. Mavi tonlardaki çinilerle süslenmiş tavanlar, sanki bir divan sayfasının içine adım atmışsınız hissini verir. Kosmonavtlar' istasyonu, Sovyet uzay kahramanlarına ithaf edilmiştir. Tavanında yıldız haritaları, duvarlarında Yuri Gagarin’in rölyefleri yer alır. Geçmişin idealleriyle geleceğin hayalleri burada yan yana durur.” Yürümeye devam ediyoruz. Grubumuz koridorlarda usulca ilerliyor; başlar yukarıda, gözler her detayda. Sütunlar sanki bir sarayın avlusundan buraya taşınmış. Renkler, ışıklar, sesler... Hepsi birbirine karışmadan, bir bütünlük içinde. Metroda değil de bir sanat galerisinde yürüyor gibiyiz. Her durakta başka bir hikâye, başka bir hafıza karşılıyor bizi. Metroda Bir Şair Ali Şîr Nevaî İstasyonu’na vardığımızda Yıldız Hanım bir süre sustu. Gözleri önce tavana, sonra yavaşça duvarlara kaydı. Sanki sessizliğin içinden bir şey arıyordu. Ardından kendine has o yumuşak, içli tonuyla konuşmaya başladı: “Burası, bizim en büyük şairimiz, dilimizin cevheri Ali Şîr Nevaî’ye adanmıştır. 15. yüzyılda yaşamış olan Nevaî, yalnızca bir şair değil; aynı zamanda bir devlet adamı, bir sanat hamisi, bir dil savaşçısıdır. O, Türkçeye onur kazandırmış bir isimdir. Farsçanın edebiyatta yegâne dil sayıldığı bir çağda, Nevaî çıkıp demiştir ki: ‘Türkçeyle de büyük eserler yazılabilir.’ Hatta şöyle der kendisi: “Türkî bilmek gerektir her kişigə, Kimse bilmez bu tilni, anga işi yoq.” (Türkçeyi bilmek gerekir her kişiye, Kimse bilmez bu dili, ona da iş yok.) O an metro bir durak değil, bir zaman boşluğu hâline geldi. Sanki yüzyıllar ötesinden gelen bir ses hepimizi yakaladı. Gözler istasyonun yüksek kubbelerine, mavi çinilerine çevrildi. Mavi, beyaz ve altın sarısı arasında gezinen desenler, adeta Nevaî’nin mısralarını metro tavanına ilmek ilmek işlemiş gibiydi. “Ali Şîr Nevaî, Çağatay Türkçesinin en güçlü sesidir. Onun sayesinde dilimiz yalnızca konuşulan değil; yazılan, yüceltilen, onurlandırılan bir dile dönüşmüştür. Hâmse sahibi ilk Türk şairidir. Hâmse, beş mesnevîlik bir külliyattır. Fars edebiyatında Nizâmî ile başlayan bu gelenek, Nevaî ile bizim edebiyatımıza geçmiştir.” Sonra elindeki çubuğu hafifçe kaldırarak saymaya başladı Yıldız: “Nevaî’nin hamsesi şunlardır: Hayretü’l-Ebrâr, Ferhâd ü Şîrîn, Leylî vü Mecnûn, Seb‘a-i Seyyâre ve Sedd-i İskenderî. Bu eserler yalnızca aşkı, hikmeti ya da güzelliği anlatmaz; aynı zamanda bir milletin diliyle neler inşa edebileceğini gösterir.” Hafifçe gülümsedi ve sözünü tamamladı: “Ey Anadolu kervanı! Nevaî yalnızca şiir yazmadı… Bir milletin diline kimlik kazandırdı. O olmasaydı, bugün belki de Türkçenin edebiyat dili olarak varlığı bambaşka olurdu.” Bir dilin kaderi bazen bir kalemin ucuyla değişirmiş meğer. Ali Şîr Nevaî yalnızca dizeler kurmamış; Türkçeye bir omurga kazandırmış. Taşkent metrosu yalnızca bir ulaşım aracı değil; her istasyonu, Özbekistan tarihinin ve kültürünün bir sayfası gibi. Ali Şîr Nevaî İstasyonu da bu sayfalardan belki de en şiirsel olanı. Burada sadece bir şairin değil, bir dilin yürüyüşü anlatılıyor. İstasyondaki mavi çiniler, yüksek kemerler ve sade ama anlamlı süslemeler, Nevaî’nin “Türkçeyi bir edebiyat dili hâline getirme” ülküsünü görsel bir dile çeviriyor. Metrodan geçen her yolcu, aslında farkında olmadan bir dil mücadelesinin içine düştüğünü anlıyor. Kozmonotlar İstasyonu “Bu istasyonun adı ‘Kozmonotlar’ — yani ‘Uzay Yolcuları’ istasyonudur. Sovyetler döneminde, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda uzaya gönderilen kozmonotlara adanmıştır. O dönemde uzaya çıkmak sadece bilimsel değil, ideolojik bir başarı olarak da görülüyordu. Bu istasyon, işte o büyük hayalin yeryüzündeki yansımasıdır.” Tavan ve duvarlar boyunca uzanan mozaiklerde Yuri Gagarin’in yüzü beliriyor — insanlığın uzaya çıkan ilk temsilcisi. Bir duvarda Valentina Tereşkova'nın silueti var; ilk kadın kozmonot. Hepsi, taşın içine oyulmuş cesaret hikâyeleri gibi duruyor. “Taşkent metrosu yalnızca kendi tarihini değil, bir dönemin dünyayı etkileyen Sovyet rüyasını da yansıtır. Bu istasyon, o dönemin bilim ve teknoloji idealizmini taşır. Burada göğe bakarsınız ama yerin altındasınızdır. Sanki gökyüzü yere indirilmiş gibidir.” Gerçekten de öyle. Buradan metro değil, sanki hayal treni geçiyor. Yıldızlar hâlâ hareket ediyormuş gibi. Belki de bu durakta zaman biraz farklı akıyor. Taşkent metrosu, yerin altına hem tarihi sığdırmış hem de gökyüzünü sığdırabilmiş bir anlatı. Serbest Zaman Taşkent Meydanı’na girmeden hemen önce Yıldız Hanım, elindeki çubuğu yere hafifçe vurdu ve sonra da omuzuna aldı: “Anadolu kervanı! Yoruldunuz,” dedi ve ekledi: “Biraz soluklanın. İsterseniz çevrede dolaşın, bir banka oturun ya da sadece meydanı izleyin. Taşkent’i anlamanın yolu bazen sadece onu dinlemekten geçer. 30 dakika sonra da burada toplanalım.” Grup yavaşça dağıldı. Kimileri gölgelik aradı, kimileri kameralarını çıkarıp çevreyi incelemeye başladı. Ben meydanın ortasındaki yürüyüş yolunu takip ettim. Sağlı sollu dizilmiş seyyar satıcılar, ekmek parası derdindeydi. Sıcaklık artmıştı ama havada hafif bir esinti vardı. Ağaçların yaprakları nazlı nazlı dalgalanıyor, şehir sanki derin bir nefes alıyordu. Biraz ileride birkaç çocuk bisikletleriyle tur atıyordu. Taşkent’in gündelik yüzü, süslü meydanlardan daha içtendi. Az ilerideki küçük bir hediyelik eşya tezgâhı dikkatimi çekti. Tahta bir masa üstüne dizilmiş renkli seramik tabaklar, minyatür Emir Timur heykelleri, el işçiliğiyle oyulmuş ahşap kutular... Yanlarına gitmeden, sadece göz ucuyla bakıyordum ki; yaşlı bir adam, satıcıyıdı, bana dönüp Özbek aksanıyla tatlı bir Türkçeyle seslendi: “Türkiye’den misiniz? Hoş geldiniz!” Ya bir şeyler satmak için seslendi ya da Türk dostu olduğu için onu bilemiyorum. Ama hoşuma gitti. “Türkiye’den misiniz? Hoş geldiniz!” Hafifçe gülümsedim. Bu topraklarla aramızdaki bağın yalnızca tarihte ya da dilde değil, yüzlerde ve seslerde de yaşadığını bir kez daha anladım. Buralar bize yabancı değildi; her adım, tanıdık bir iz taşıyordu. Grup arkadaşlarımız da orada bir masada oturmuşlar, kimisi dondurma yiyor, kimileri de bir şeyler içiyordu. Davet ettiler, davete icabet ettim. Sultan, Esra, Semra, Hatice ve Hayriye hanımlar oradaydı. Şükrü de oradaydı. Alışveriş yapanlar da vardı. Fahri bey ve Meral Hanım el ele tutuşmuşlar volta atıyorlardı…Sebahattin de Selda Hanımın elinden tutmuş ve başında Özbek takkesiyle bir tezgâhın önünde duruyorlardı. Hikmet ve Demet Hanım da volta atanlar arasında. Ne güzel. Şehirler bazen, hiçbir şey yapmadığınız anlarda kendilerini gösterir: Bir ağacın gölgesinde otururken, bir çocuğun gülüşünde, yabancı bir yüzün sıcak selamında… O anda Taşkent, müzelerden ve heykellerden çok daha fazla kendisi oldu: Yaşayan bir hatıra, paylaşılan bir geçmiş. Geziler, sadece görülecek yerlerden ibaret değildir. Bazen şehrin ruhu; bir satıcının sesinde, bir çocuğun bisikletinde ya da bir ağacın gölgesinde kendini gösterir. Rehber anlatmasa da şehir konuşur. Göz ucuyla bakılan bir tezgâh, verilen bir selam, duyulan tanıdık bir aksan… Tüm bunlar, kalbe işleyen asıl hatıralardır. Taşkent, bu yönüyle sadece bir tarih değil, yaşayan bir kardeşliktir. Serbest zaman sona erdi. Grup birer ikişer toplanma noktasına geldi. Gelmeyenler vardı. 20 dakika geçti. Özlem hanım yoktu. Nihayet o da geldi. Yavuz ceza uygulamaya kalktı ama başarılı olamadı. Çünkü o saate kadar geç kalanlara bir ceza uygulaması olmamıştı. Özlem hanım durumu hatırlatınca söyleyeceği bir şey yoktu Yavuz’un. Sadece sustu. Grup tamamlanınca, çubuk havya kalktı ve ucundaki bayrak yavaşça dalgalanmaya başladı. Hepimiz, düştük Yıldız’ın peşine. Yürüdüğümüz yol geniş ama dingin, binalar gösterişsiz ama vakurdu. Her şeyde bir denge, bir ölçü vardı. Hürriyet Meydanı Burası, Özbekistan’ın bağımsızlık sonrası kendine çizdiği yeni kimliğin taşla şekillenmiş yüzüydü. Meydan sadeydi, her detay, güçlü bir mesaj taşıyordu: Sadelikte kararlılık, tevazuda duruş. Meydanın tam ortasında yükselen Bağımsızlık Anıtı, göğe dönük ama köklerinden kopmamış bir duruşun simgesiydi. Parlak granitin üstünde, bir heykel duruyordu: Genç bir anne heykeli, kucağındaki bebeği ile. “Bu anıt, Özbek halkının Sovyet sonrası kazandığı bağımsızlığın simgesidir. Anne figürü, ‘vatan’ı temsil eder. Kucağındaki çocuk ise ‘gelecek kuşakları.’ Burada yalnızca geçmişe değil, aynı zamanda yarına da selam verilir.” Duygu dolu kelimeler dökülüverdi Yıldız’ın dudaklarından. 1991, bugüne fazla uzak değildi. Acılar öyle kolayca silinmez hafızalardan… Silinmemiş işte… Çevre düzenlemesi titizlikle yapılmıştı. Çiçeklerin yerleştirme biçimi muntazamdı, yürüyüş yolları tertemiz, kuş seslerinin dışında başka bir ses de yok. Sanki meydan her zaman misafirlerini ağırlamak için hazırdı: Bir devlet töreni de olsa, bir yaşlı gelip dua da etse, bir çocuk annesinin elinden tutup gelse de aynı vakar ve aynı özenle karşılıyordu misafirini. Ben de oldukça duygulandım. Anne bir başkadır. Hele bir de kucağında bebek varsa… Burası bir ülkenin, kendisini anne ve bebek figürüyle sessizce dile getirdiği bir matem yeri. Sloganlara ihtiyaç duymayan bir anlatı var burada… O taştan heykel adete konuşuyordu burada. Gölge konuşuyordu. Ateş konuşuyordu. Her şeyden önce o sessizlik, kelimelerin önüne geçiyordu. Bağımsızlık bir sloganla değil, bir annenin duruşuyla anlatılıyordu. Hürriyet Meydanları, yüksek sesle bağırmadan, taşın ve toprağın diliyle konuşurlar. Burada millî kimlik annenin heykelinde değil, o heykelin kucağında bebeğiyle verdiği mesajdadır. Ve bazen en gür ses, sessizliğin sesidir. Huma Kuşu Hürriyet Meydanı’ndan biraz daha ileriye yürüdük. Meydanın tam ortasında, gözümüze, gökyüzüne doğru yükselen zarif bir siluet ilişti. İki geniş kanat yukarıya doğru açılmış, tam ortasında efsanelerden kopup gelmiş gibi bir kuş figürü… Huma Kuşu. Dedim ya, burada millî kimlik bir heykelde değil, bir duruştadır ve bazen en gür ses, hiç konuşmayanın sesidir, diye. Evet aynen öyle. Ciltler dolusu kitap yazılsa bu iki heykelin bizlere anlattığını anlatamazdı. Yıldız grubu topladı ve hemen söze başladı. Bu kez bir rehber gibi değil, sanki geçmişten çıkıp gelmiş bir halk kahramanı gibiydi. Sesi hafiften titriyordu; belli ki içinde taşıdığı hürriyet duygusunu bastıramıyordu. O an sadece Yıldız değil, meydan da özgürdü. Ve meydan hürriyetini sessizce, ama derinden yaşıyordu. “Bu gördüğünüz kuş, bizim mitolojimizde ‘Huma’ olarak bilinir. Derler ki, başının üzerinden uçtuğu kişiye baht, şans ve hatta hükümdarlık nasip edermiş. Uğurun ve kutun simgesiymiş. Huma kuşunun en dikkat çekici özelliği şudur: O yeryüzüne asla konmaz. Hep göklerde süzülür. Çünkü o, ulaşılmaz olanın, yüksek ideallerin sembolüdür.” Bu açıklamadan sonra daha bir dikkatle bakıyoruz Huma kuşuna, Heykelin çizgileri yalın ama zarif. Bronzun mat parıltısı, güneş ışığında sanki ince bir buğu gibi titreşiyor. Baktıkça, bu kuşun gerçekten uçtuğunu hissediyorsunuz. Taştan değilmiş gibi. Sanki birazdan havalanacak ve göğe karışacakmış gibi… Huma Kuşu, Özbekistan’ın yeni kimliğinde artık sadece bir efsane değil. O, bağımsızlıkla yeniden doğan bir halkın geleceğe uzanan sessiz inancı olmuştu. Umutlar yerde değil artık; gökyüzünde, kanatların ucundaydı. Yıldız heyecanını yenemiyor ve anlatmaya devam ediyordu: “Bağımsızlık Anıtı ile Huma Kuşu arasında bilinçli bir anlam zinciri vardır. İnsan ve vatan. O ikisi, yerde yan yana duruyorlar; onların üstünde ise idealleri temsil eden Huma yükseliyor. Özbekistan kendini böyle tanımlıyor: Geçmişten gelen bir kararlılık, halkın merkezde oluşu ve geleceğe açılan özgürlük arzusu. Ben buraya her geldiğimde başımı göğe kaldırırım. Şu Hüma kuşuna bir bakarım… Hep yukarıya bakan bir milletiz biz. Ayağımız toprağa, ama gönlümüz göğe bağlı. Hüma kuşu bizim mitolojide talih kuşudur. Kimin başına konarsa ona devlet, ona baht, ona izzet gelir. Bugün Huma bizim başımızda. Anadolu Kervanı. Ama bu bahtı biz oturup bekleyerek değil, mücadele ederek kazandık. Şimdi de korumak için çalışıyoruz. Bağımsızlık Meydanı, sadece bir gezi rotası değil, bir bilinç rotasıdır. Buraya her adım atışta millet ne demekmiş, devlet nasıl ayakta dururmuş, onu hatırlarsınız. Ve en güzeli: Burada hiçbir tabela “geçmişte kaldık” demez, “geleceğe yürüyün” der.” Heykele tekrar tekrar baktık ve bulutların üzerinde uçarak herkese umut taşıyan Huma kuşuyla bütünleşen Özbek halkını anlamaya çalıştık. Defalarca deklanşöre bastık. Göğe açılmış o iki büyük kanat, sanki hepimizi altına alacakmış gibiydi. Koruyacak gibiydi. Yüceltecek gibiydi. Bu kuş, yere inmiyor olabilir… Ama kalbe konuyor. Bazı heykeller gözle görülür, bazılarıysa kalple. Huma Kuşu, taş bir forma bürünmüş olsa da aslında göğe yazılmış bir dua imiş meğer. Yürüdüğünüz yolda sizi hep izlermiş; yere konmazmış ama size yön verirmiş. Çünkü bazı umutlar yalnızca yükseklerde yaşarmış... Emir Timur Müzesi Fotoğraflarımızı çektikten sonra Huma Kuşu’nun gölgesinden usulca ayrılıyoruz. Sessiz ama anlamlı bir yürüyüşle ilerlerken, gökyüzünün mavi tonları yavaş yavaş yerini, karşımızda yükselen o kubbeye bırakıyor. Emir Timur Müzesi’ne. Uzaktan bile dikkat çeken o görkemli kubbe, yaklaştıkça detaylarıyla insanı büyülüyor. Klasik İslam mimarisinin zarafetini, modern çizgilerin ölçülü sadeliğiyle birleştiren bir yapı çıkıyor karşımıza. Müzenin girişinde rehberimiz duruyor ve gözlerini binaya doğru kaldırarak konuşmaya başlıyor: “Burası, resmi adıyla Emir Timur Tarih Müzesi. 1996 yılında, Timur’un doğumunun 660. yılı vesilesiyle açıldı. Amaç yalnızca Timur’u anlatmak değil… Aynı zamanda onun kurduğu imparatorluğun bilimde, sanatta, siyasette bıraktığı izleri gün yüzüne çıkarmaktı. Bu müzede yalnızca zırhlar, sikkeler ya da haritalar yok. Burada fikirler var. El yazmaları, fermanlar, maalesef unutulmuş ama zamanı değiştirmiş ilim adamlarının isimleri var.” Sessizce içeri giriyoruz. Ayakkabılarımızın sesi mermer zeminde yankılanırken gözlerimiz yukarıya kayıyor. Mavi ve altın tonlarındaki kubbe süslemeleri devasa bir gök kubbe hissi veriyor insana. Tam ortada, yere inmiş bir yıldız gibi dev bir avize sarkıyor. Müze, içeriye ayak bastığımız ilk andan itibaren sadece bir bilgi merkezi değil de; geçmiş zamana yolculuk hissi uyandırıyor bizde. Duvarlarda imparatorluğun sınırlarını gösteren haritalar… Cam vitrinlerde el yazması kitaplar, minyatürler, dönemin giyim ve zırhları… Her köşede başka bir hikâye, başka bir iz var. Bazı tablolar, Timur’un sefere çıkışını canlandırıyor, bazı tablolar var ki, bir bilim insanını medresede ders verirken canlandırıyor. Hepsi geçmişe açılmış birer pencere. Adımlarımız yavaşlıyor. Çünkü burada yürümek, sadece mekânda ilerlemek değil; tarihin içinden geçmek gibi. Bazı yapılar bilgi verir, bazıları ise hafızayı uyandırır. Emir Timur Müzesi, sadece nesneleri değil, bir zihniyeti sergiliyor. Her cam vitrin, geçmişin bugüne söylediği bir cümleyi fısıldıyor. Ve bu cümlelerin içinde, sadece Timur’un değil; Timur’un öncülüğünde yükselen bir medeniyetin sesi duyuluyor. Duyan duyuyor o sesi elbette… Beş Büyük Zihin Rehberimiz bizi sessiz bir bölmeye yönlendiriyor. Burası diğerlerinden farklı. Ne savaş sahneleri var ne de gösterişli zırhlar. Bu bölümde sergilenenler, bir milletin ve insanlığın hafızasına, hatta vicdanına kazınmış beş büyük zihin. Başlarında sarıklarıyla, yüzlerinde kimliklerine anlam katan sakallarıyla ve sırtlarında cübbeleriyle oradan öylece geleceğe bakıyorlar. Bizlere çok sıcak davrandılar. Tanıdılar bizi. Gönülden gönüle akan muhabbetimiz çok duygulandırdı onları. Aynı duygu bizlerde de vardı. Yıllarca anlatılanlardan ve kitaplardan okuduğumuz o insanlar ile şimdi kucaklaşıyoruz, sarmaş dolaş olmuşuz, bundan daha büyük nimet mi olurmuş…Kahve içmeye davet ettiler bizi ama vakit sıkıntımız vardı. “Burada, yalnızca Orta Asya’nın değil, tüm İslam dünyasının ve insanlık tarihinin en büyük âlimlerinden beşinin önündeyiz. Bu isimler, Özbekistan’ın bilimle, düşünceyle ve ilimle kurduğu kadim bağın temel taşlarıdır.” Diyor ve başlıyor onların isimlerini birer birer anarak tanıtmaya rehberimiz: 1. İbn Sînâ (980–1037) Buhara yakınlarında doğdu. Tıbbın prensi… El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eseri, Avrupa’da yüzyıllar boyunca ders kitabı olarak okutuldu. Ama sadece hekim değildi. Felsefede, psikolojide, fizikte, mantıkta… Adım attığı her alanda iz bıraktı. 2. Uluğ Bey (1394–1449) Timur’un torunu. Semerkand’da kurduğu rasathane ile göğe bakanların dilini değiştirdi. Zîc-i Uluğ Bey adlı cetveli, gökyüzünün haritasını asırlara armağan etti. Sadece gökbilimci değil, aynı zamanda bir matematikçiydi. Gözleri semada, zihni hesapta bir bilgeydi. 3. El-Bîrûnî (973–1048) Harezmli. Yerçekimini tartıştı, Hindistan’ı inceledi, dünya kültürlerini karşılaştırdı. Onun düşünce dünyası, çağları aştı. Fizik, astronomi, coğrafya ve tarih onun kaleminde birleşti. Sadece bilim adamı değil; aynı zamanda bir dünya vatandaşıydı. 4. Zemahşerî (1075–1144) Arap dili ve belâgatının büyük üstadı. Türk’tü ama Arapçayı en incelikli kullananlardandı. el-Keşşâf adlı Kur’an tefsiri hâlâ en çok başvurulan kaynaklardan biridir. Dil onun elinde yalnızca bir araç değil; bir sanat, bir tefekkür yoluydu. 5. El-Hârezmî (780–850) Cebirin babası. El-Cebr ve’l-Mukâbele eseriyle sadece bir bilim dalı kurmadı, insan aklının düzenli düşünme biçimini de şekillendirdi. Algoritma kelimesi onun adından gelir. Modern dünyanın matematiksel omurgasını onun çizgileri belirledi. Yıldız bir süre susuyor. Bu sessizlik, bir boşluk değil. Bilginin, düşüncenin ve tarihe gösterilen saygının sessizliğidir. Ardından hafifçe başını eğerek ekliyor: “Bu isimler sadece geçmişin parlak yıldızları değil… Onlar, bizim bugünümüzü de aydınlatan rehberlerimizdir.” İkide bir görevli bayanlar yaklaşıyor bizlere ve fotoğraf çekmememiz için uyarıyorlar. Tamam ama o mümkün değil. Biz dünyanın öte yakasından her türlü engeli aşarak çıkıp gelmişiz buraya kadar, fotoğraf çekmeyeceğiz öyle mi? O mümkün değil, çekiyoruz, uyarılara rağmen çekiyoruz. Görevli de zaten uyarıp gidiyor. Görevini yapmak için yapıyor o uyarıları anladığımız kadarıyla. Yoksa başımızda durur ve gerekeni yapardı. O da anlıyor bizleri… Devam ediyoruz müzeyi gezmeye. Cam vitrinlerin ardında duran sararmış el yazmaları, minyatürlü kitaplar, ustalıkla çizilmiş astronomi haritaları… Hiçbiri yalnızca sergi malzemesi gibi durmuyor. Her biri sanki içimizden birine aitmiş gibi. Ben vitrinlere değil, o fikirlerin bıraktığı ışığa bakıyorum. Ve her bir portrede, sadece bir âlimin yüzünü değil, bir çağın parıltısını görüyorum. Bazı insanlar çağına aittir, bazıları ise zamandan taşar. Bu beş büyük zihin, sadece bir millete değil, bütün insanlığa sesleniyor. Cam vitrinin ardındaki yazılar silinebilir… Ama fikirler, fikir düşmanları tarafından ne kadar sansürlense de bir gün gelir bir yerlerden ışığını sızdırır. Çünkü fikirler ebedîdir…Sansürlenemez… Fotoğraf ve Düşünce Molası Yıldız Hanım, beş büyük ismin anlatımını tamamladıktan sonra çubuğunu hafifçe yere vurdu. Gülümsedi, sesi yine nazik ama neşeliydi: “Şimdi yarım saat serbest zaman. Fotoğraf çekebilir, vitrinlere biraz daha yakından bakabilirsiniz. Merak ettikleriniz olursa beni bulun, gelip anlatayım.” Grup bir anda sessizce dağılmaya başladı. Kimileri kubbenin tam ortasına geçip başını göğe kaldırdı — mavi kubbedeki süslemeler ve dev avize, kadrajlara girmek için hazır bekliyordu sanki. Kimisi vitrinlere yaklaştı, altın yaldızlı Kur’an sayfalarının kenarındaki incelikli minyatürleri uzun uzun inceledi. Herkesin bakışı bir başka yöne takılmıştı, ama içinden geçenler aynıydı: Burası sadece gezilecek bir yer değil, insanın kalbini bir süreliğine orada bırakabileceği bir mekân. Ben bir süreliğine orada köşede durdum ve etrafa bakarak düşünmeyi tercih ettim. Müzenin ikinci katındayım. Ne kadraja bir şey sığdırmak istedim ne de bir bilgi panosunu kaçırmamak için telaşlandım. Sadece o anı yaşamak istedim. Müzenin içindeki o derin sessizlik, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu bana. Burası yalnızca bir müze değildi. Bu toprakların kendine ait, ağırbaşlı bir aynasıydı. Her vitrin bir pencere değil, birer hatırlatmaydı. Bazı anlar vardır, insan o anda bir şeyi değil; kendini fotoğraflar. İşte bu an da o onlardan biriydi. Bazen en iyi hatıra, objektife sığmayan bir sessizliktir. Fotoğraf kareleri elbette dönüşür albüme. Ama içten içe yaşanan düşünce molaları, insanın belleğinde yer eder. Timur Müzesi’nde çekilen en kıymetli fotoğraf; belki de hiç fotoğraf çekilemeyen o andır. Samsa Molası Müze çıkışında hem ayaklarımız hem midemiz aynı şeyi söylüyordu: Artık bir mola vakti. Gün boyunca aklımız bilgiyle, gözümüz mimariyle, ruhumuz tarihî şahsiyetlerle dolmuştu. Şimdi ise bütün dikkatimiz tek bir şeye yönelmişti: Samsa molasına. Rehberimiz Hüseyin samsayı çok övdü. Bizi götüreceği mekân da samsa yenilebilecek en güzel yermiş. Tadından hijyenine varıncaya kadar. Müze yakınlarındaki geleneksel bir taş fırın lokantasına geldik. Dışarıdan bakıldığında pek albenisi yok gibi; sade, küçük bir yapı. Ama kapıdan girer girmez bambaşka bir âleme geçtik. Mis gibi börek kokusu… Baharatın burnuma çarpan o bildik sıcaklığı… Mekân tıklım tıklım. İğne atsan yere düşmez derler ya işte tam da öyle. Keriman Hanım beni masalarına davet etti. Hakikatli kadın. Erşan’ın hanımı. Erşan benim öğrencimdir. Oğulları Erenhan ile katıldılar geziye. Kabul ettim ve oturdum. Dört çeşit samsa varmış. Kıymalı, kuşbaşılı, patatesli ve bal kabaklı. Ve tabii ki taş fırından yeni çıkmış samsalar geldi önümüze. Hâlâ el yakacak kadar sıcak üç çeşit samsa. Dışı altın sarısı, kıyır kıyır; içiyse baharatla yoğrulmuş, kıymalı, kuş başılı, patatesli. Yemede yanında yat…Bir ısırık, sanki bin yıllık bir geleneği damağımıza taşıdı. Yıldız Hanım gülümseyerek yanımıza yaklaştı ve hafifce: “Samsa sadece bir börek değil… Özbek misafirperverliğinin ilk lokmasıdır.” Kız doğru söylüyor. Tam da öyleydi. Bu, yalnızca açlığın bastırıldığı bir an değil, bu, Özbek kültürünün sofraya dökülüşüydü. İçinde bal kabağı vardı, ama aynı zamanda gelenek de vardı. Et vardı, ama aynı zamanda dostluk da vardı. Sıcak lokmalar eşliğinde sohbetler açıldı, yüzler gevşedi, yorgunluk yerini keyfe bıraktı. Ben bir yandan lokmamı bitirirken, içimden geçirdim: Bir de kabaklı mı yesem acaba. Fikrimi Erşan’a söyledim. Kuyruk da vardı ama. Sonra da söylediğime pişman oldum. Onu da söyledim Erşan’a. Hatta bana kızdı, hocam lütfen… Erşan kuyrukta çoktan yerini almıştı bile… Bazı sofralar açlığı gidermez sadece, bir halkın ruhuna da dokunur. Samsa, taş fırının içinden çıkıp gönüllere konan bir lezzet. Ve bazen bir lokma, bütün bir günü anlamlı kılar. Çünkü kültür, midede değil, birlikte yenen o sessiz anlarda sindirilir. Devam edecek

11 Mayıs 2025 Pazar

ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN II

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(II) - Taşkent’in bu kutsal köşesi, dinin yalnızca bir ritüel değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlatıyordu. O cam fanusun karşısında bir an durup iç âlemime döndüm. İçimdeki o ses, kısık ama kararlı bir cümle fısıldadı kulağıma: “Bu sadece bir kitap değildir… Bütün kitaplar, bu kitabı anlamak için yazılmıştır”- Rüştü Kam 2025 Hazreti İmam Kompleksi ve Hz. Osman’ın Mushafı Saat 13.00’te, dinlenmiş ve toparlanmış bir şekilde otelden ayrıldık. Sıradaki durağımız Hazreti İmam Kompleksi ve Hz. Osman Mushafı. Otobüsle bir noktaya kadar gittikten sonra, kalan mesafeyi yürüyerek kat ettik. Tabana kuvvet derler ya, işte tam da öyle... Taşkent’in öğle sıcağında yavaş yavaş soluklanan sokaklarında ilerlerken, içimde tanımlamakta zorlandığım bir dinginlik belirdi. Sanki toprağın altında bir hafıza, bizim ayak seslerimizi duyuyor ve yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyordu. Şehir, yalnızca gelişimizi görmüyor; aynı zamanda hissediyor gibiydi. Ne görkemli bir karşılama vardı ne de coşkulu bir ses… Ama ortada görünmeyen bir hazırlık seziliyordu. Bu, sessiz ama derin bir kabul töreninin sessizliğiydi belki de. Taşkent bizi henüz tanımıyordu; kim olduğumuzu anlamak için adımlarımıza kulak veriyor gibiydi. Kolay değildi elbette… Aradan neredeyse bir asır geçmiş, aramıza binlerce kilometre girmişti. Aynı toprağın insanı olsak da, hemen içeri buyur etmek öyle kolay değildi. Hasret vardı elbette, ama temkin de gerekiyordu. Tarih, kültür, dondurma, dut Hava 28 derece. Yol boyunca satıcılar sıra- sıra dizilmişler. Dondurmacılar, dut satıcıları, meyve satıcıları; onları görünce bir anda tüsüden etkilenen arılar gibi dağılıverdi arkadaşlar. Kimi "şeftalili dondurma" dedi, kimi "çilekli." Dutsuz Taşkent olur mu hiç? Kara dut, mor dut, beyaz dut… Her biri ayrı bir şiir sanki. Plastik kasalarda üst üste dizilmişler. Güneşte ısınmışlar ama hâlâ davetkârlar. Biri tadına bakıyor, öteki kilosunu soruyor. Bir satıcı ise sergisine meyve koymaktan çok, sergiyi seyredenleri izliyor. Sanki kimin daha iştahlı, kimin daha tok olduğunu anlamaya çalışıyor gibi. Yol kenarındaki bu küçük alışveriş anları, bir şehrin ruhunu en çıplak hâliyle gösteriyor insana. Dutun rengi, dondurmanın aroması, satıcının bakışı... Taşkent sadece anıtlarıyla değil, böylesi sokak kesitleriyle de hatıralara işleniyor. Gezi, sadece gidilen yerlerden ibaret değildir, durulan, bakılan, tadına bakılan her ayrıntıyla tamamlanır. Bu sıcakta serinlemek için dondurma mı daha etkili, yoksa dutun serin gölgesi mi? Denilse elbette ikisi de derim. Ama o yol üzerinde gölgesine sığınılacak bir dut ağacı bulmak mümkün değil. Mümkün olsa da zamanımız müsaade etmez. Dutları görünce bir an duruyorum Çocukluğum düşüyor aklıma. Evimizin yanındaki o kocaman dut ağacı gözümün önüne geliyor… Her gün o ağacın dibine giderdik kardeşlerimle, dallarını eğip avuç avuç dut toplardık. Bazen de ağaca tırmanırdık. Ellerimiz, dudaklarımız morarır, üzerimiz leke olurdu ama ne gam! Bir meyveden fazlasıydı o; bir oyun, bir kaçamak, bir sessiz sevinçti. Şimdi, yıllar sonra, başka bir şehirde, o dutun tadı damağıma geldi. Çocukluğumla göz göze gelmiş gibiydim. Şöyle bir içimi çektim, çektim çekmesine de ne ben o benim ne de bu şehir benim köyüm… Şeftalili dondurma Biraz geri çekildim. Grubun arkasından yavaş yavaş geliyorum. Aynı zamanda olup biteni seyrediyorum. Şükrü elinde dondurma külahıyla bana doğru yaklaştı. “Hocam, bu Özbek dondurması, buyurun” dedi. “Şeftalili dondurma. Köyümdeki sarı yarma dedikleri şeftalinin tadını aldım dondurmada. Yıllar var ki öyle bir şeftali yemiyorum. Demirel’in; “benzin vardı da biz mi içtik” dediği gibi, o şeftali var da ben mi yemedim. Demek ki Taşkent şeftalisinin aslı daha bozulmamış, soysuz (ebter) değil. Ödemeyi Şükrü yaptı. Sadece benim dondurmanın değil o tezgâhta bulunan arkadaşların da. Şükrü cömert adamdır. Yıllardır tanırım onu. Gülümsedim. Bir şeftalili dondurma deyip geçmemek lazım. Çocukluğuma götürdü beni. Abimi hatırladım. O erken ayrıldı aramızdan… Eee bu kadar hüzün yeter… Yorgunluk, halsizlik, bir yandan sıcaklık, bir yandan heyecan… Hepsi hâlâ devam ediyor. Buna rağmen herkesin yüzü gülüyor, heyecan dorukta. Özbekistan’daki ilk günümüz ve ilk ziyaret yerimize gidiyoruz. Dondurmalar da iyi geldi. Dondurma deyip geçmemek lazımdır, dondurma, diplomasi gibidir; herkesin gönlünü az da olsa almasını bilir Yolculuklarda bazen küçük bir lezzet, büyük bir anlam taşır. Özbek şeftalisinin tadı, bilinen şeftalilerden farklıydı. Belki de onun farkı, bu toprakların havasından, suyundan, iklimindendir. Belki de aslının bozuk olmamasından. Dondurma, evrensel ilacı gibidir. Sıcakta yorgun düşmüş bedenlere küçük bir ödül ve düşmüş yüzlere gülümseme vesilesi olur. İlk ziyaret noktamız olan Hazreti İmam Kompleksi’ne doğru yürürken bu küçük tatlar, gezinin heyecanına tatlı bir fon oluşturdu. Hazreti İmam Kompleksi’ne varmıştık. Bize Özbekistan’da tanıtılan ilk eserdi bu. Hazreti İmam Kompleksi’nde Bir Kilit Ustası Rehberimiz Hüseyin merdiven basamaklarını kürsü olarak kullanmayı tercih etti, ortada bir yerde durdu, elindeki şemsiyeyi kapattı ve gruba döndü. Sesi hem açık hem de sakindi. “Değerli misafirler, şu anda Taşkent’in kalbinde, Hazreti İmam Kompleksi’ndeyiz. Hemen karşınızda gördüğünüz bu türbe, 10. yüzyılın önemli âlimlerinden biri olan Ebu Bekir Kaffal Şaşi’ye ait. Belki adı size yabancı gelebilir ama hayatı, düşündüğünüzden çok daha tanıdık. Kendisi 904 yılında burada, o dönemin adıyla Şaş’ta doğmuş. Gençliğinde demircilik yapmış, özellikle kilit ustalığında ün kazanmış. Arapçada ‘kilitçi’ anlamına gelen ‘Kaffal’ lakabı da buradan geliyor. Ancak sonra, tıpkı bir demirin ateşte şekil alması gibi, Kaffal da ilmin ateşinde şekillenmiş. Şafiî fıkhında derinleşmiş, hadis, tefsir ve kelam ilimlerinde kendini kabul ettirmiş. Şiir yazmış, felsefeyle ilgilenmiş. 976 yılında vefat ettiğinde, işte bu türbeye defnedilmiş. Türbesi zamanla yalnızca bir mezar değil, buraya gelen herkes için bir ilham kaynağına dönüşmüş.” O anlatırken, grubumuzdan bazıları türbenin taş işçiliğini dikkatle inceliyordu. Ben bir adım geri çekildim; hem kalabalığı hem de türbeyi aynı karede izlemeye başladım. Aklımdan yalnızca bir kelime geçiyordu: Dönüşüm. Demiri döverek başlayan bir hayat, fikirle yoğrularak tamamlanmıştı Kaffal Şaşi’de. Ebu Bekir Kaffal Şaşi, kilitleri kıran değil, açan bir ilim adamıydı. Türbesinin sade mimarisi, bu dönüşümü sessizce ama derinden yansıtıyordu; adeta bir derviş gibi. Hüseyin’in sesi rüzgâra karışırken, elimi taş duvara usulca dokundurdum. O anda, zihnimde bir kapı aralandı, girdim o aralıktan içeriye. Biraz ilerledikten sonra, gözüm önce göğe uzanan minareye, sonra da taş avlunun ortasında sessizce duran o kuşa takıldı. Kuşlar bile buraya sanki daha ağır, daha bilinçli iniyordu. Burası yalnızca bir türbe değil, aynı zamanda bir hafıza mekânıydı. Ve biz, Anadolu’dan gelen meraklı misafirler, o hafızanın kıyısından sessizce içeri süzülüyorduk. Tam o sırada, diğer rehberimiz Hüseyin’den izin alarak söze başladı Muhammed Emin. Cümlelerini tartarak konuşuyordu; sanki bir ilim adamı gibi, ağırbaşlı ve dikkatli. Muhammed Emin anlatıyor “Hazreti İmam Kompleksi, Taşkent’in dinî kalbidir. İslam dünyasının en eski kutsal emanetlerinden biri olan, Hz. Osman Mushafı da burada muhafaza edilmektedir. Kompleks; Barak Han Medresesi, Tilla Şeyh Camii, Muyi Mübarek Medresesi ve İmam Buhari İslam Araştırmaları Merkezi gibi yapılardan oluşur. Şu anda önünde durduğumuz yapı ise Barak Han Medresesi. Birazdan içeriye gireceğiz. Medrese, 16. yüzyılda, Şeybanîler döneminde inşa edilmiştir. Mimarı, bu iş için özellikle İran’dan getirtilmiştir. Medrese, dönemin siyasi önderlerinden Nauruz Ahmed Han’ın oğlu Barak Han’ın adını taşır. Rivayete göre, Barak Han vefat ettiğinde buraya defnedilmiştir; ancak mezarının yeri zamanla kaybolmuştur. Yapı, özellikle çift kubbesi ve mozaik süslemeleriyle ünlüdür; mimarisindeki zarafet hemen fark edilir. Şeybanîler Hanedanı (1500–1598), Timurlular’ın çöküşünden sonra Orta Asya’da kurulan güçlü bir devlettir. Kurucusu, Cengiz Han’ın torunlarından Muhammed Şeybânî Han’dır. 1500 yılında Semerkand’ı, ardından Buharave Taşkent’i ele geçirerek yeni bir siyasi düzen kurmuştur. Şeybanîler, göçebe Özbek boylarını bir araya getirerek, Timurlular’a karşı güçlü bir alternatif oluşturmuşlardır. Başkentlerini önce Semerkand’a, sonra Buhara’ya taşımışlardır; bu nedenle zamanla “Buhara Hanlığı” adıyla da anılmışlardır. Dinî alanda Sünnî İslam’ı korumuş, ilim ve kültüre büyük destek vermişlerdir. Bu cami, Sovyetler Birliği döneminde kütüphane olarak kullanılmıştır. Bağımsızlık sonrasında ise yeniden ibadete açılmış ve Özbek halkı için dinî dirilişin sembolü hâline gelmiştir. İç mekândaki hat sanatının en güzel örneklerinden bazıları, Taşkentli hattat Ubeydullah Mahdum’un elinden çıkmıştır.” Kompleksin taş duvarları arasında dolaşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Barak Han Medresesi’nin serin gölgesinde durup yukarı baktığınızda mozaiklerin renkleri gözlerinizi kamaştırıyor. Burada sadece bir mimariyi değil, yaşayan bir inancı, yüzyıllardır süregelen bir hafızayı hissediyorsunuz, yağmur hafif hafif çiselerken. Muhammed Emin’i dinlerken gözüm binanın mozaiklerine takıldı. Renkler hâlâ canlıydı; turkuaz, lacivert ve toprak tonları adeta birbirleriyle dans ediyordu. Bu eser bir duvar değil, sessizce okunan bir dua gibiydi. Hz. İmam Kompleksi restorasyondaydı. İskelelerin arasından geçerek Tilla Şeyh Camii’ne vardık. Caminin avlusunda ayakkabılarımızı çıkarırken bir grup yerliyle karşılaştık. Biri yaşlıydı, beli hafifçe bükülmüştü; diğeri orta yaşlı bir adamdı. Yanlarında 7-8 yaşlarında bir çocuk vardı. Dua ediyorlardı. Gözleri bana çok şey anlattı, sanki “hoş geldiniz” der gibiydi. Türbe ziyareti yapıyorlardı; ne abartı vardı ne de gösteriş. Ellerini, yüzlerini sağa sola sürmüyorlardı. Meğer bu topraklarda dua, yüksek sesle değil; baş eğerek yapılırmış. Ardından Muyi Mübarek Medresesi’ne geçtik. Kapıdan girerken içimde tarif edemediğim bir ürperti hissettim. Sanki yalnızca bir yapıya değil, zamanın ruhuna temas ediyorduk. Hz. Osman’a nisbet edilen Mushaf Kütüphanenin önüne vardığımızda rehberimiz Muhammed Emin grubun toplanması için durdu. Gruba dönerek sesini biraz alçalttı; konuşurken, önemli bir emaneti teslim eden bir elçinin vakarına büründü. Biraz önceki rehber gitti, sanki onun yerine başka bir Muhammed Emin geldi: "Şimdi göreceğiniz mushaf, Kur’an-ı Kerim’in en eski nüshalarından biridir. Rivayete göre, bizzat Halife Osman bin Affan’ın okuduğu ve şehit edildiği sırada önünde açık duran mushaf işte budur. Sayfalarında hâlâ kan izleri bulunduğu da yine bu rivayetler arasındadır. Bu mushaf, İslam tarihinde yalnızca kutsal bir metin değil; aynı zamanda bir dönemin canlı şahididir. Sayfaları arasında sadece ayetler değil, sahabe devrinin titizliği ve ümmetin hafızası da gizlidir. Mürekkebin karanlığında, yüzyılların emek ve sadakati saklıdır. Karşınızda duran bu kitap, yalnızca bir kitap değildir; 1400 yıllık bir bağlılığın, koruma bilincinin ve emanet anlayışının somut bir yansımasıdır. Hz. Osman döneminde, hicrî 1. yüzyılda Kur’an-ı Kerim farklı lehçelerde okunmaya başlanınca, metin birliğini sağlamak amacıyla tek bir lehçe üzerinden, Kureyş lehçesiyle yazıya geçirilmiştir. Hazırlanan bu mushaflardan birkaç nüsha, dönemin önemli şehirlerine gönderilmiştir: Kufe, Basra, Şam, Mekke ve Medine… Bugün Taşkent’te bulunan bu Mushaf o nüshaların çoğaltıldığı orijinal nüshadır. Rivayet böyledir. Elbette bu konuda teknik analizler hâlâ devam etmektedir. Bazı akademisyenler, karbon testleriyle; yazı stili ve mürekkep yapısı gibi detaylara bakarak incelemelerine devam etmektedirler. Ancak şunu açıkça söyleyebilirim: Orijinal veya değil, bir gerçek var ki, bu mushafın tarihî ve dinî değeri tartışmasızdır. Mushaf, tarihsel süreçte Semerkand, Buhara ve Taşkent arasında dolaşmış; nihayetinde burada, özel koruma altında muhafaza edilmeye başlanmıştır. Sovyetler Birliği döneminde St. Petersburg’a götürülmüş, ancak 1989 yılında Taşkent’e iade edilmiştir. Peki, bu mushaf buraya nasıl geldi? Bu, kendi başına uzun bir yolculuktur. İlk olarak Medine’de bulunduğu biliniyor. Daha sonra Abbasi halifeleri döneminde Bağdat’a, oradan da Orta Asya’ya taşındığı düşünülüyor. Semerkand’a gelişiyle ilgili ise iki güçlü rivayet vardır. İlkine göre, 8. yüzyılda Arap kumandan Kuteybe bin Müslim, Maveraünnehir seferi sırasında mushafı beraberinde getirmiştir. Diğer rivayete göre ise, 13. yüzyıldaki Moğol istilaları sırasında mushaf korunmak için Semerkand’a taşınmıştır.” Grup o sırada sessizliğe bürünmüştü; herkes dikkat kesilmiş, anlatılanları dinliyordu. Kısa bir duraksamanın ardından Muhammed Emin anlatımına devam etti: “Timur’un bu mushafı koruduğu ya da saray koleksiyonuna aldığı kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Timur döneminde Kur’an nüshaları yalnızca kutsal metin olarak değil, aynı zamanda büyük bir kültürel ve siyasi değer olarak görülüyordu. Bu tür eserler, saray koleksiyonlarının en değerli parçaları arasında yer alıyordu. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde durum değişir. 1868 yılında Rus General Chernyaev, Taşkent’i işgal eder. Ardından mushaf, 1870’lerde Buhara üzerinden Rusya’ya götürülür. Bu sürecin baş aktörleri arasında Nikolay Ostroumov ve General Kaufman öne çıkar. Ne yazık ki bazı kaynaklar, mushafın taşınmasını açıkça "ganimet" olarak tanımlar. Mushaf uzun yıllar St. Petersburg’daki İmparatorluk Kütüphanesi’nde saklanır. Fakat 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği, dinî sembollere karşı baskı politikaları yürütmeye başlar. Bu dönemde camiler kapatılmış, dinî eğitim yasaklanmış ve kutsal metinler devletin sıkı denetimi altına alınmıştır. Kur’an gibi eserler, artık halkın ulaşamayacağı arşivlere kaldırılmıştır. Bu süreçte Taşkent’teki yerel yöneticiler, mushafın iadesini talep eder. Sovyet yönetimi bu talebi kabul eder ve mushaf, yıllar sonra yeniden Orta Asya’ya döner. O günden bu yana, bu kutsal emanet Hazrati İmam Kompleksi’nde, özel bir cam fanus içinde korunmaktadır.” İçeriye girdiğimizde mushaf, tüm ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Kalın sayfaları ve kahverengiye çalan satırlarıyla sadece Kur’an ayetlerini değil, yüzyılların izini de taşıyordu. Cam fanusun ardındaki kelimeler hâlâ capcanlıydı. Ama benim aklım, o kelimelerin çevresinde dolaşan binlerce askerin, komutanın, hattatın, hâfızın ve arkeoloğun izlerindeydi. Her bir sayfa sadece vahyi değil, tarihi de fısıldıyordu. Grubun içinde hafif bir uğultu dolaştı. Bazıları başını eğdi, bazıları cam fanusa biraz daha yaklaştı. Odanın içinde bir sessizlik oluştu. Kalabalık vardı ama ses yoktu. Bedenler ayaktaydı, fakat ruhlar secdeye varmış gibiydi. Her camide Kur’an vardır elbet, ama buradaki o Kur’an başkaydı. İçeri girer girmez, kendine çeki düzen vermesi gerektiğine inanıyor insan. Belki içerideki sessizliğin nedeni de buydu. Anlatması güç bir durum. Hissetmek gerek. Fanusa yaklaştığımda, mushafın kenarındaki o kan lekesi dikkatimi çekti. Başında toplanan bir grup ziyaretçi fısıldaşıyordu. Kimi elini kalbine götürüyor, kimisi başını eğiyor ve gözlerini kısarak daha dikkatli bakıyordu. Fotoğraf çekmek yasaktı. Ama ben Berlin’den gelmiştim. Böyle bir mushaf her yerde karşıma çıkmazdı. Bir daha göremeyeceğim bu mushafı, fotoğraflamadan geçemem, dedim kendi kendime. Deklanşöre bastım. Olacak olan oldu. Olan olacak olandı ama bir yandan da içimde hafif bir suçluluk hissi vardı...Olan olmuştu. Kompleksten ayrılırken, taş duvarların ardında sadece tarih değil; hafıza, edep ve tevekkülün de saklı olduğunu düşündüm. Taşkent’in bu kutsal köşesi, dinin yalnızca bir ritüel değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu anlatıyordu. O cam fanusun karşısında bir an durup iç âlemime döndüm. İçimdeki o ses, kısık ama kararlı bir cümle fısıldadı kulağıma: “Bu sadece bir kitap değildir… Bütün kitaplar, bu kitabı anlamak için yazılmıştır.” Ve sonra, savaşlar, istilalar, ganimetler, ideolojiler… Bu mushafın yüzyıllar boyunca kaç kez el değiştirdiğini düşündüm. Bir metnin, bir inancın, bir kültürün; siyaset, güç ve işgal tarafından nasıl araçsallaştırıldığını gösteren klasik bir örnekti bu. Ve tüm bunlara rağmen, hâlâ dimdik ayakta duran bir şahit vardı karşımda. Ve oradan ayrılırken kendi kendime sordum: Modern dünyada biz bu sessizliği, bu derinliği ne kadar taşıyabiliyoruz? Ya da şöyle sorayım: O mushafın kenarındaki kan lekesi kadar sahici ne kaldı hayatımızda? Evet… O kutsal mushafın gölgesinden çıkarken, geçmişin bize bıraktığı bu ağır ama kıymetli mirası nasıl taşıyacağımızı bir kez daha düşünmeye başladım. Çıkışta Muhammed Emin, zamanımız kısıtlı olduğu için ziyaret edemediğimiz İmam Buhari İslam Araştırmaları Merkezi hakkında kısa bir bilgilendirme yaptı: “Burası yeni kuruldu, 2018 yılında açıldı. Sadece dinî araştırmalar değil, İslam medeniyetine dair el yazmalarının dijitalleştirilmesi de burada yürütülüyor. Genç araştırmacılar çalışıyor burada. Çoğu Arapça, Farsça ve Rusça biliyor; Türkçe bilenler de vardır.” Sonra bize dönüp gülümsedi: “Bizde Türk ilim adamlarına hürmet büyüktür.” O an, sadece bir bilgi almamıştık, aynı zamanda bir dostluk eli de uzatılmıştı bizim şahsımızda Türk milletine. Ne kadar derûnî bir dostluğun dışavurumuydu bu. Muhammed Emin’in o içten cümlesi, tarihten bugüne taşınan kardeşliğin küçük ama derin bir yankısıydı. O an anladım ki, ilim sadece kitaplarda değil; saygıda ve muhabbetle kurulan cümlelerde de yaşarmış meğer. Geri Dönüş Yolu Hazreti İmam’dan ayrıldığımızda güneş hâlâ tepemizdeydi. Ama ışığında artık bir kırılma vardı; renklerini yitirmiş bir vitray gibi solgun duruyordu gökyüzü. Akşam yaklaşmıştı. Ayaklarımız, sanki bizi taşımaktan vazgeçmek üzereydi. Neredeyse yirmi saattir kahrımızı çekiyorlardı bir oraya bir buraya. Sabırları tükenmiş gibiydi. Daha ilk gündeyiz ama bir yanda jet lag, öte yanda on beş derecelik sıcaklık farkı. Berlin’den çıkıp gelmişiz, orada hava on dereceydi. Taşkent’te ise termometre yirmi beşi gösteriyordu. Adımlar yavaşlamıştı. Güneş omuzlara bastıkça sessizlik artıyor, kimileri gölge arıyor, kimileri lavaboyu soruyordu. Şükrü Bey, yolun kenarındaki bir taşın üzerine çökmüş, sigarasını keyifle tüttürüyor; bir yandan da telefonuna gömülmüştü. “İş takibindeyim,” dedi bana. Gezinin tadını çıkar, biraz uzaklaş işten, dedim ama sadece söylemiş oldum. İş beklemezdi. Şükrü Bey haklıydı. Ben ise hafif bir telaş içindeydim. Gruptan üç kişi ortalarda yok dediler. “Gören oldu mu?” sorusu bana yönelince hem ileriye hem geriye baktım hemen arayanların arasına ben de katıldım. Meğer aranan bizmişiz. Grup rehber ile çıkışta sola dönerek yollarına devam etmişler. Biz is sağa dönmüşüz… Yavuz, elindeki plastik şişedeki son suyu başına döker gibi içtikten sonra hafifçe tebessüm ederek: “Hocam, bence kaybolan sizsiniz, biz değil,” dedi. Ceza ikinci günden itibaren kesileceği için bu günlük Yavuz’un elinden kurtulduk… Biz de bulununca grup tamamlandı. Kimisi elinde dut torbasıyla, kimisi hâlâ dondurmasını yalayarak yürüyorduk o tozlu daracık sokaklarda otobüse doğru. Yol çalışmaları sürüyordu. Taşkent’in çarşılarına yakın bir sokaktan geçerken hava biraz serinledi. “Akşam oluyor,” dedim. “İyi ki oluyor,” diyenler oldu. Şimdi otobüsteyiz. Akşam yemeğine gidiyoruz. Gözler yorgun, mideler sabırsız, zihinler ise hâlâ Hazreti İmam’da, fanusun ardındaki o Mushaf’ın sessizliğinde. Taşkent'te İlk Sofra Hedefimizde restoran var. Rehber Hüseyin menüyü açıkladı otobüste. Restoran otelin biraz uzağındaymış. Aydınlatma ideal, loş. Masalar hazırlanmış, keten örtüler, beyaz tabaklar, cam bardaklar… Garsonlar oldukça şık, restoranın girişine sıralanmışlar “hoş geldiz” diyorlar. Yüzleri gülüyor. Sanki her biri, bir turist grubu değil de önemli bir kişiyi karşılıyorlarmış gibi davranıyordu. Hoşumuza da gitmedi değil bu karşılama… Masaya oturduk. İlk önce çay geldi. Özbek usulü böyleymiş. Önce çayla mide selamlanır, sonra yemeğe geçilirmiş. Yanında limon ve paketlenmiş toz şeker. Birazdan ortaya salatalar geldi: Domates, salatalık, mor soğan, maydanozla süslenmiş hafif sirkeli turşular. Benim favorim kırmızı pancar turşusu. Ardından, bugüne kadar içtiğim en ilginç çorba sofrada yerini aldı: Longan şorba. Et ile lezzetlendirilmiş, bol soğan, biraz patates, birkaç parça havuç. Hafif baharatlı ama içimi yumuşak. Kaşık tabaktan dönüp ağza doğru yol alınca günün yorgunluğu çantaya tıkılır gibi ortadan kayboluverdi. Ama esas hikâye “mantı” ile başladı Masaya buharda pişirildiği söylenen, iri ve kalın hamurlu mantılar geldi. Şekilli. Kıymalı, yoğun soğanlı ve kişnişli. Üstünde ne sos vardı ne salça, sadece doğallık. Yanında küçük bir tabakta yoğurt var. Yoğurda süzme diyorlar. Oldukça lezzetli, annemin kese yoğurduna benziyor. Ben ilave süzme istedim. Mantı da hoşuma gitti. Alışık olmadığım bir tattı ama severek yedim. Hamuru kalındı ama pişmişti. Soğanı baskındı ama dengeliydi. Kişnişi seviyorsanız, farklı ve lezzetli bir tat. Ama arkadaşların çoğu çatalı bırakıverdiler tabağın kenarına. Kimisi “soğanı çok” ve pişmemiş diye, kimisi de “bu kişniş nedir abi” diye tepkisini koydu. Anlayışla karşıladım. Damak tadı dediğin şey millîdir elbet. Ama ben farklı düşünüyorum: Madem başka bir ülkedesin, önce ağzını o ülke halkının damak tadına teslim etmen gerekmez mi? Onların mutfağını tanımadan geriye geldiğinde komşularına, seni ziyarete gelenlere ne anlatacaksın? Yavuz, çatalı tabağın kenarına bıraktı, hafifçe yüzünü buruşturdu: — “Bu ne biçim mantı hocam? Hamuru yastık gibi, içi çimen gibi. Bizim Kayseri mantısı nerde bu mantı nerde. Kıyas bile yapılmamalı.” Masadakiler gülüştüler, haklısın başkan diyenler oldu. Rehber Muhammed Emin hemen açıklama getirdi: — “Yavuz bey o çimen dediğin, kişniş, buranın kutsal otudur o. Hem otobüste ‘yerel lezzetler deneyeceğim’ dememiş miydin sen?” Yavuz hemen savunmaya geçti: “Deneyeyim dedim ama mantı beni denedi resmen! Soğan megafonla bağırıyor, kişniş arka fonda kendi konserini veriyor. Ağzımda tat değil, iç savaş var!” Gülüşmeler sürerken, garsonlardan biri herhalde durumu anladı, çekinerek yaklaştı rehber Muhammed’e, Muhammed, durumu tatlıya bağladı. “Her şey çok güzel, sadece damaklar farklı.” Garson gülümsedi, anlayışla başını salladı ve çekildi. Çekildi çekilmesine de mantılar uçlarından biraz ısırılmış vaziyette tabaklarda duruyordu. Tam o anda, masanın en sessizlerinden biri olan Fatma Mıdık başını yavaşça kaldırdı: — “Ben hepsini yedim. Çocukluğumda babaannem kişniş koyardı yemeklere. Benim için sürpriz oldu. Hem gezilerde ayrı tatları denemek lazımdır. Fatma hep böyledir, zevahiri kurtarmakta üstüne yoktur… Yemekten sonra, tekrar çay geldi. Bu sefer yanında kek gibi bir tatlı var. Hafif, sade ve yerel. Masada artık konuşmalar başlamıştı. Sabah birbirine yabancı olanlar şimdi birbirinin bardağını uzatıyor, “çayın limonlusu mu güzel, sadesi mi?” diye tartışıyorlardı. Kaynaşma başlamıştı. Kahkaha sesleri havada uçuşuyordu. “Sofra sadece açlığı değil, mesafeyi de azaltırmış” derler. Doğru tespit. Birlikte yemek yeme, birlikte yürümekten daha birleştiriciymiş. Tecrübe ile sabit. O akşam bizler, sofrada birbirimizle yoldaş oluverdik. Gezi amacına ulaşıyordu. İstediğimiz de bu değil miydi?... Otele döndüğümüzde keyifli bir şekilde odalarımıza çekildik. Bütün gün koşuşturmadan sonra rahatlamaya herkesin ihtiyacı vardı. Sonraki gün, yeni keşifler ve daha fazla yürüyüş bizleri bekliyordu. Sabah erken kalkmamız gerektiğini bilerek, duşumuzu aldık ve hemen yatağa girdik. Devam edecek

6 Mayıs 2025 Salı

ÖZBEKİSTAN 2025

BERLİN TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN ÖZBEKİSTAN VE TÜRKİSTAN GEZİSİ(I) - İşte böyle başladı serüvenimiz, Berlin’den Taşkent’e. Ankara’da başlayan koşuşturma, uçağın içinde doruk noktasına ulaşan duygular ve nihayetinde Taşkent’in serin sabahında atılan ilk adım… Değişen sadece coğrafya değil, zamanın kendisiydi. Biz Taşkent’e değil, tarihin yeniden yazıldığı bir coğrafyaya ayak basmıştık… Rüştü KAM 13.04.2024 Aylarca süren toplantılar, yazışmalar, küçük ama önemli detaylarla dolu planlamalar geride kaldı. Nihayet, Berlin Türk Eğitim Derneği’nin uzun soluklu Özbekistan Gezi organizasyonu meyvesini verdi. Gezimizin adı, kültür gezisiydi. Turistik bir gezi değildi. Bir yılı aşkın zamandır üzerinde titizlikle çalışılan bu gezi programı hazırlanmıştı. 13 Nisan 2025 akşamı son nokta konuldu ve gezi gerçek niteliğine büründü. Uçağımız sabah 07.25’te havalanacaktı. Bu belliydi. Bavullar akşamdan hazırlanmıştı. Kim kiminle gidecekti havalimanına telefon trafiği başlamıştı. Buluşma noktası, Berlin'in Willy Brandt Havalimanı. Verilen saatte orada olmak lazımdı. Havalimanına ilk ulaşan Özlem Hanımmış. Geldiği gibi doğru uçuş salonuna geçmiş. Yavuz Bey ve eşi de onu takip eden ilklerdenmiş. Ben ve İsmail Kıratlı biraz geciktik. Havaalanında bizi Yavuz ve eşi karşıladı. Durmuş kardeşim ve eşi, terminale giriş yapan en son isimlerdi. Nadide ve Ümmühan hanımlar aslında erken gelmişler havalimanına ama bizlerle aynı yerde beklemedikleri için karşılaşmamız mümkün olmamış. Onları son anda fark edebildim. Karşıdan el sallıyorlar. Sonradan Altınkızlar lakabıyla çağıracağımız iki güzel bayan. Grubumuz 34 kişilik. Çoğumuz birbirimizi tanımıyoruz. Check-in işlemleri önceden yapılmıştı, ama bu kolaylık zannedildiği kadar zaman kazandırmadı bize. Herkesin tek tek kontrol edilmesi, uçuş kartının alınması, bagajların teslim edilme işlemi uzun sürdü. Cek-in yapanlar için ayrı bir bölüm ayrılmamış. Tasarruf tedbiri olabilir. Aklıma “Cek-in yapmasaydık ne olurdu?” sorusu geldi. Geldi gelmesine de yapılacak bir şey de yoktu. İşlemler tamamlandı, güvenlik kontrolleri yapıldı ve herkes uçuş salonunda yerini aldı. Durmuş kardeşim sohbeti kahve ile taçlandırdı. Sabahın mahmurluğunu böylece üzerimizden attık. Hakikatli adamdır Durmuş. Grup içinde hafif bir tedirginlik de hissediliyordu. Belki de “her şey yolunda gidecek mi?” “Grup üyeleri arasında uyum sağlayabilecek miyiz?” gibi sorular düşüyor olmalı herkesin aklına. Gezi öncesi dernekte bir tanışma yapmıştık, yüzeysel bir tanışmaydı. Dernek üyesi olmak, derneğe gelip gitmekten kaynaklanan aşinalık, yeterli değildi tanış olmak için. Daha oturup birlikte yemek yemedik, aynı odayı paylaşmadık, birlikte yol yürümedik, sohbet etmedik, ortak yönlerimizi tespit etmedik…Birbirimize ne kadar tahammül edebileceğimiz belli değildi. Sabrımız da test edilmedi henüz… Asıl yolculuk Taşkent’te başlayacaktı; sadece coğrafyaya değil, aynı zamanda tarihe yolculuk yapıyorduk. Uçuşumuz Ankara aktarmalıydı. Anons yapıldı, kapılar açıldı. Herkes sırayla uçağa yönelirken ben yine en arkada kaldım. Son kişiyi içeri girene kadar takip etmem gerekiyordu. Sorumluluk böyle bir şeydir işte; yalnızca kendimin değil, otuz dört kişilik bir grubun sorumluluğu da sırtımdaydı. Uçakta yerimizi aldık. Karı koca ayrı düşenler var. Arkadaşlarıyla birlikte oturmak isteyenler var. Sorduk hostese, yer değişikliği mümkün müdür? “Havalandıktan sonra yer değişikliği yapabilirsiniz” dedi. Ama uçak bir türlü havalanmıyordu. Bekledik. Bir saate yaklaşan bir gecikme yaşandı. Tekrar sordum hostese,” neden havalanmıyoruz? sessizce yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: “Havalimanında bir olay olmuş, bundan dolayı kalkış izni vermiyorlarmış…” Açıklama kısaydı ama yeterliydi. Öylece koltuklarımıza yaslandık ve beklemeye koyulduk. Zamanla Yarış Seyahatler çoğu zaman bir saat diliminin değil, bir ruh hâlinin içine doğar. Hele bir de kıtalar arası yolculuk yapıyorsanız telaş kaçınılmaz olarak fazlalaşıyor. Uçağın geç havalanması gibi ufak tefek görünen ayrıntılar telaşı artırır. Böylesi durumlarda sükuneti muhafaza etmek gerekir. Hostesin kulağıma eğilerek hafif sesle olanı söylemesi bundan olmalı. Berlin’deki gecikme Ankara’ya bir saat rötarla inmemize sebep oldu. Özbekistan uçağına yetişememe telaşı başladı yolcularda, bu telaş sadece bizde değildi. Diğer yolcular bizlerden daha telaşlıydı. Grubumuz ilk sınavını burada verdi. Grup liderlerine bağlıydılar. Fevri hareket etmediler. Taşkent uçağının kalkmasına dakikalar vardı ve biz hâlâ terminalin başka bir köşesinde transit yolcu salonuna ulaşma telaşındaydık. Koşar adımlarla merdivenleri çıktık; kimimiz sessiz, kimimiz dualı… Transit geçiş kapısına vardığımızda karşılaştığımız durum hayretimizi mucip oldu. Bizden önce gelenlerle sorumlu kişi arasında meydan muharebesi yapılıyordu. Önce ne yapacağımızı bilemedik. Sonra iki kişi daha geldi. Erşan ve Hikmet yaklaştılar şartele ve uçuş kartlarını onaylattılar. Kartların onaylatılması kapıdan geçmek için yeterli değildi. Kavga devam ediyordu. Kapıdaki tek görevlinin mecali kalmamıştı. Dakikalar geçtikçe kalabalığın sesi daha da yükseldi, sabır eşiği düştü. Kapılar kapalı, yüzler asık. Uçak kaçacak mı korkusu, bir anda ortak bir panik hâline dönüşüverdi. Sonra bir ses: "Diğer kapıya geçin." Tekrar merdivenlerden aşağıya koşar adımlarla indik. Ama orası da farklı değildi. Yine tek kişi var kapıda. Bu sefer bütün güçleriyle kapıya yüklendi yolcular, görevli de pes edince, yarma hareketi başlatıldı ve zafer kazanan asker edasıyla uçağa binmeyi başardık. Bu anları, Türkiye’nin başkentinde, uluslararası bir havaalanında yaşıyor olmak işin en can sıkıcı olanıydı. Oysa bir yetkili tarafından sarf edilecek bir cümle yeterdi olurdu telaşı bitirmek için: “Uçak sizleri almadan kalkmaz, panik yapmayın!” Sakinlik, bazen sadece doğru zamanda kurulan bir cümlede saklıdır. Ama o cümle bir türlü kurulamadı. Uçağa ulaştık ulaşmasına da moralimiz de enerjimiz de sıfıra yaklaştı. Sabah 03 ten beri yoldayız, telaşlı bir yolculuk bu bazen yürüyoruz bazen uçuyoruz. Toplamda sekiz saatlik uçuş gerçekleşecek. Dördü geride kaldı. İkinci dört başladı. Bir şeyler yememiz lazım. Tedbirli olan arkadaşlarımız bizlere birer lokma dağıttılar ama bir lokmayla olacak şey değildi bu. Uçakta yemek ikramı yok. Her şey parayla. Kafese tıkılmış yolcuların çaresizliği üzerinden para kazanmak hiç de insani değil. Yolcuların açlığı üzerinden kâr etmeye çalışan havayolu politikaları, aslında kimseyi şaşırtmıyor ama hâlâ can sıkıyor. İşte böyle başladı bizim Özbekistan yolculuğumuz. İlk adımda biraz telaşlandık, biraz da yorgunuz… Ama içimizde hâlâ bir beklenti var: Belki Taşkent’in sabahı, tüm bu sıkıntıları unutturacak kadar güzeldir. Taşkent’e İlk Adım Sabahın ilk ışıkları Taşkent semalarına usulca yayılırken, uçağımızın tekerlekleri Özbekistan toprağına değiverdi. Saatler 06.35’i gösteriyordu. Kabin içinde bir alkış tufanı. Herkes sevinçli. El bagajlarımızı alıp dışarıya çıkma telaşındayız. Üç duygu var ki sarmalamış durumda içimizi: Açlık, yorgunluk ve merak. Uykusuz gözlerle pencereden dışarı bakan herkesin kafasında aynı düşünce dolaşıyor olmalı: "İşte burası… Özbekistan!" Pasaport kontrolü beklediğimizden çabuk bitti. Salonun çıkış kapısında bizi karşılayan iki kişilik bir ekip vardı. Ellerinde Türk Eğitim Derneği’nin bayrağını tutuyorlardı. Biri, Diyarbakır aksanıyla “Hoş geldiniz!” dedi. Bukişi, turumuzun sorumlu rehberi Hüseyin Bağır’dı. Diğeri, yüzünden tebessümünü eksik etmeyen, hafif tıknaz yapısıyla tam bir Taşkentli gibi görünen yerel rehberimiz Muhammed Emin. Hüseyin, esmer teni, uzun saçları ve bakımlı sakalıyla dikkat çeken, orta boylu, zayıf yapılı bir gençti. Sakin ama kararlı bir havası vardı. Muhammed Emin ise ondan biraz daha uzun, daha tombul ama aynı derecede nazik ve ilgili birisiydi. Daha ilk andan itibaren grubun içini rahatlatan bir duruşları vardı, güven meselesi hallolmuştu. Bayrağın etrafında hızla toparlandık. Bavullar otobüse yerleştirildi. Güneş daha yeni doğarken, Taşkent sokaklarında ilerlemeye başladık. Otobüs hareket ettikten kısa bir süre sonra Muhammed Emin mikrofonu aldı eline. Yorgunluktan göz kapaklarımız ağırlaşsa da, anlattıkları hemen herkesin dikkatini çekti: “Değerli misafirlerimiz, hoşgelmişsiniz” dedi, tok ve duru bir sesle, “Özbekistan, Orta Asya’nın kalbidir. 36 milyon nüfusumuz var. Halkımızın yüzde 99’u Müslüman. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığımızı kazandık. O yıllar kolay geçmedi. Sansür, dil yasakları, dini kimliğimizin bastırılması… Ama biz sabrettik. Şimdi yeniden kendi özümüze dönüyoruz. Doğalgaz, pamuk, hayvancılık ve ipekçilik ekonomimizin temelidir. Türkiye, halkımızın gönlünde hep özel bir yere sahiptir. Ama şunu da bilin: Üzerimizde Rus etkisi hâlâ hissediliyor. Eğitimde, medyada, hatta dilimizde bile.” Otobüsün pencerelerinden dışarı bakan herkesin zihninde bir iç kıyas başlamıştı. Kimimiz tarihiyle, kimimiz kitaplardan okuduklarıyla, kimimiz de sadece gördüğü şehir düzeniyle tanımaya çalışıyordu bu yeni coğrafyayı. Şehir tertipliydi, yollar bakımlıydı; ama daha fazlasını keşfetmek gerekiyordu. Yaklaşık yarım saat sonra otele ulaştık. Bavullar bırakılır bırakılmaz, doğrudan kahvaltı salonuna geçtik. Açlığın açtığı o boşluk; Özbek poğaçalarıyla, çayla, kahveyle, zeytinle, yumurtayla, yeşilliklerle, at salamıyla ve peynirle dolmaya başladı. At salamı hariç hepsi tanıdıktı… Ardından toplantı salonuna geçtik. Salonda turumuzun genel çerçevesini çizmek ve temel kuralları paylaşmak üzere söz aldım. Ben, Rüştü Kam... Bu yolculuğun organizasyonunu üstlenen kişi olarak, hem grubun düzenini sağlamak hem de rehberimize destek olmak adına içimizden iki kişiyi görevlendiriyorum: Fatma Mıdık ve Yavuz Pederlioğlu. Onlar sizlere hizmet edecek olan derneğimizin yönetim kurulu üyeleridir. Lütfen onların işini zorlaştırmayın. Gezi boyunca kurallarımız şöyle: Şirket sorumlusu ve rehberimiz Hüseyin tarafından verilen saatte otobüse tam vaktinde binilecek, gecikenlerden ikinci günden itibaren 10 Euro ceza alınacak. Rehber bilgilendirme yaparken sessizlik sağlanacak, o anlarda fotoğraf çekilmeyecek. Grup izinsiz terk edilmeyecek, para bozdurma işlemleri rehberle birlikte halledilecek. Fotoğraf çekimleri için özel zaman ayrılacak, o zaman dışında deklanşöre basılmayacak. Sonrasında herkes sırayla kendini tanıttı. Heyecanlıydık. Meraklıydık. Güler yüzlü ve sorumluluk sahibi rehberlerimiz vardı. Grubumuz da öyleydi. İlk intibaımız böyle. Elbette ilk intiba her zaman isabetlidir. En azından o an öyle görünüyordu. Tur sonunda bu intibaının ne kadar isabetli olduğunu gördük. Saat 11.00’de odalara geçildi. İki saatlik dinlenme molası verildi. Ancak planlar her zaman kâğıt üstünde kusursuzdur. Gerçekler ise başka türlü işler… İlk gün, görevli arkadaşlarımızın yeterince kararlı davranamaması bazı aksamalara yol açtı. Bundan dolayı ikinci ve üçüncü günlerde gecikmeler yaşandı. Yarım saat geç kalanlar oldu. Oysa böyle bir programda yarım saat, domino taşları gibi bütün günü sarsabilecek kadar etkili olur. Bu gecikmelerin ardından kurallar tekrar hatırlatıldı. Zamanla herkes, işin ciddiyetini kavradı ve düzen yerine oturdu. İşte böyle başladı serüvenimiz... Ankara’da başlayan koşuşturma, uçağın içinde karışan duygular ve nihayetinde Taşkent’in serin sabahında atılan ilk adım… Ama biliyorduk ki bu yolculuk, sadece mekân değiştirmekten ibaret değildi. Burada değişen sadece şehirler değil, zamanın kendisiydi. Biz Taşkent’e değil, tarihin yeniden yazıldığı bir coğrafyaya ayak basmıştık… Devam edecek

17 Nisan 2025 Perşembe

ÖZBEKİSTAN

TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ ATAYURDU ÖZBEKİSTAN’DA RÜŞTÜ KAM 14.04.2025 Önce Taşkent. Sabah 06.35 te Taşkent havaalanındayız. Rehberimiz Hüseyin Bağır’ı bizi bekliyor olarak bulduk Taşkent havalimanında. Yanında Muhammed Emin de vardı. Türk Eğitim Derneğinin logosu karşıdan bizi selamlıyordu. Hemen toplandık o logonun altında. Hüseyin oldukça nezaketli bir delikanlı. Diyarbakırlı. Esmer, uzun saçlı, sakallı zayıf yapılı orta boylu bir delikanlı. Muhammed Emin biraz uzun boylu tıknaz bir delikanlı. O da nezaketli. Muhammed emin Taşkentliymiş. Hoşbeşten sonra, arkadaşlar toplanıncaya kadar o günün programını hemen kısaca anlattı Hüseyin. Sorumluluk sahibi birinin yapacağı şeyi yaptı. Güven verici bir duruşu var. Ne yaptığını bilen bir öz güvendi onun ki. Sayı tamamlanınca kalacağımız otele hareket ettik. 30 dakikalık mesafedeymiş otel. Kahvaltıdan sonra ver elini Taşkent dedik ve çıktık meydana. İlk intibaımız olumlu. Caddeler geniş, sokaklar tertemiz, ortam sakin, insanlar mutlu görünüyor. Çarşı -Pazar canlı, satıcılarla anlaşmak o kadar zor değil. Bizim kullandığımız Türkçeye teşneler. Alışveriş heyecan verici. Pazarlık edebiliyoruz. Sabit fiyat, malı seç, al götür kasaya ver. Parayı ver malı al. Ne kadar da sıkıcı imiş bizim yaptığımız Avrupa’da. Burada farkına vardık o sıkıcılığın. His yok, heyecan yok. O neymiş öyle robot gibi. Dil konusunda da tam anlaşamayınca el-kol hareketleriyle falan eğlenceli bir iş oluyor alış-veriş Özbekistan pazarında… Barak Han Medresesi, Tilla Şeyh Camii, Hazreti İmam Mozolesi (Abu Bakr Kaffal Şaşi Türbesi), İmam Buhari İslam Enstitüsü, Küçük mescitler ve kütüphane. İlk gün yaptığımız ziyaretlerden bazıları… İkinci gün metro ziyaretleri yaptık. İlk metronun Londra’da ikinci metronun da İstanbul’da yapıldığını biliyoruz. Yıldız hanım da mesleğini seven birisi. Durmadan konuşuyor. Bilgimizi o da tasdikledi. Hanım hanım bir kız. Hiva’da doğmuş, Türkçesi akıcı, Tükçe espri bile yapabiliyor. Sonra da Emir Timur ile tanışmak üzere yola çıktık. Parka girince usulen selamımızı verdik. Bizi muhabbetle kucakladı, kucakladı kucaklamasına da; bizdeki kuyruk acısı o sıcak karşılamaya eş değer bir samimiyete mâni oldu. Kendisine hemen Ankara Savaşını sorduk, arkası arkasına yapıştırdık soruları; neden yaptın o yaptıklarını dedik, mutlumusun şimdi? dedik, madem geriye dönüp gelecektin ne demeye Osmanlıyı 25 sene geriye attın? dedik. Daha çok şey dedik. O da pişman olmuş yaptıklarından zaten. Bizi kucaklayışı da ondanmış zaten. Detaylı bilgi, daha sonra. Devam edecek.

10 Nisan 2025 Perşembe

ADAM GİBİ ADAM OLMAK

ADAM GİBİ ADAM OLMAK Rüştü Kam 11.04.2025 Adam gibi adam olmak deriz; mert, yiğit, sözünün eri olan kişileri tanımlarken. Asıl maksadımız kendimizi tanımlamaktır. Kendimizin dışındaki insanların adam olmadığını îmâ ederiz böylece. Adamlıkla ilgili ne kadar olumsuz sıfat varsa başkasınındır, olumlu sıfatlar ise kendimize aidtir. Bizde hata yoktur. Olamaz da. Hatalı olanlar hep başkalarıdır. Anlatılmak istenen tam da budur. Adamlık okumakla elde edilmez. Sadece okumakla adam olunamayacağı bir gerçektir. Dünyanın bütün kitaplarını yalayıp yutsanız, en iyi üniversitelerinde de okusanız adam olmayı yine de beceremeyebilirsiniz. Adam olmak vicdanla, duyguyla alakalı bir vasıftır. İstisnalar vardır elbet. Adamlık, asaletten gelir. Önce asalet lazımdır, yani asil bir soydan gelmek lazımdır. Sonra da uygun bir çevrede yetişmek gerekir. Hem aile ve hem de çevre terbiyesi olmalıdır adamlığın temelinde. Daha sonra iyi bir eğitim gerekir. Boşuna dememişler atalarımız “ağaç yaş iken eğilir” diye. Çocuk küçük yaşlarda eğitilmeye başlanır, belli bir yaştan sonra çocuk artık eğitilemez hale gelir. Hele o çocuk bir de her şeyi bilen cinsinden bir aileye mensup ise ve de ergenlik yaşı sendromunu yaşıyorsa onu eğitmek daha zordur. Çünkü, dünya onun etrafında dönmeye başlamıştır. O adamım deyip ortalıkta gezer durur, kendini hiçbir olaydan sorumlu tutmaz. Olup bitenlerden habersizdir, sadece yer-içer, yatıp-kalkar ve zorunlu ihtiyaçlarını giderir. Adam olmak, zor zanaattır. Ona adam gibi adam denir. Her haliyle güvenilir insan demektir. Ona güvenebilirsin. Canını ve aileni bile emanet edebilirsin. Çünkü o adam gibi adamdır. O kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına asla yapmaz. Yapana da müsaade etmez. Hatır için konuşmaz. Adam gibi adam deyimi tam da onun için söylenmiştir… O köklerine bağlıdır, taklitçi değildir, başkasına özenmez, kendinde olan güzel hasletlere sahip çıkar, yaratılmışlara yaratandan dolayı saygılıdır. O omurgalıdır. Dik durur, rüzgara göre yön değiştirmez. Ona neden omurgalıdır dedim: Çünkü omurga, genel olarak canlılarda bulunan bir mekanizmadır! Allah, ‘kainatın en şerefli mahluku’ olarak nitelendirdiği insanı tasarlarken, omurgayı esas almıştır! -Dik dursun, -eğilmesin, -bükülmesin, -kırılmasın diye böyle tasarlamıştır. O harika yaratığı, bir omurga üzerinde biçimlendirmiştir. Dolayısıyla, adam gibi adam olmanın ilk şartı; -omurgalı bir varlık olmanın şuuru ile hareket etmektir! Adam olmak için; sadece iki ayak, iki göz, iki kulak, burun ve ağız yetmez! -ikinci şartı; fıtrî değerleri özünde toplamaktır! -üçüncü şartı; yalan dünyanın sahte görüntüsüne itibar etmemek; hakkın, hakikatin peşinden gitmektir! Hak bellenen yolda tek başına bile olsan yürümektir! -dördüncü şartı; meşhur olmak, anlı-şanlı olmak, namlı olmak ile gerçekten büyük olmak arasındaki kalın çizgiyi iyice idrak etmektir! -beşinci şartı; olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmaktır! Korkaklığa, namertliğe, kalleşliğe, mandacılığa, emperyalizme prim vermemektir! Adam gibi adam; giyinişi ile, cebindeki parası ile, boyu posu ile, güzel konuşması ile tanınan biri değildir! -O, Diyojen’in gündüz vakti ‘mum’ ile aradığı adamdır! -O nokta kadar menfaat için, virgül kadar eğilmez! -Düşman belledikleri onun sırtını yere getiremezler, dost gibi gözükenlerdir onu arkadan vuranlar! -O gücünü; oturduğu koltuklardan, bulunduğu mevkilerden almaz, aksine o oturduğu koltuğa güç ve şeref verir! -Onun karakterinde; bukalemunluk, ikiyüzlülük, kahpelik ve kalleşlik yoktur! -O çevresindekilerin alkış ve yuhalamalarına fazla önem vermez! -Onlar bilirler ki, en küçük bir başarısızlıkta, alkış sesleri bir anda yuhalamalara dönüşebilir! -Onların, en nefret ettikleri kişiler, şahsi çıkarları için vicdanlarını köleleştirmiş olan insanımsı yaratıklardır! O insanımsı yaratıklar, adam gibi adamlara gördükleri her yerde havlayıp saldırıya geçerler! Adam gibi adamların kulakları, kin ve intikam çığlıklarına kapalıdır! Onlar için en sadık dost ölümdür. Onlar seviyesizliklere sadece gülüp geçerler! Onlar, sarp yokuşların yolcusudurlar, o yol tuzaklarla doludur, orada yürümek yürek ister! Velhasıl, ‘adam’ olmak, hele hele ‘adam gibi adam’ olmak; ‘omurga’ sahibi olamayan, ‘dik’ duramayan, ‘kula kul olmayı’ kendisine ilke edinen, ‘başkalarından’ emir alıp onların borusunu öttüren, ‘gelene ağam, gidene paşam’ demeyi marifet sayan, ‘iktidar sahiplerinin’ etrafında pervane olan; -düzenbaz, -yağcı, -dalkavuk, Ve yardakçı tabakası ile el ele verip, günlük ihtiyaçlara göre rotasını tayin eden sürüngenlerin ağızlarına alacakları, ayağa düşürecekleri basit kişilerin vasfı değildir! Kur’an adam olmayan o insanımsı yaratıkların sıfatlarını sayar döker ve şöyle der: “İstediler ki, sen alttan alıp gevşek davranasın/ Yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/ Yumuşaklık göztersinler. Şunların hiçbirisinin önünde eğilme, onlara uyma: Çok yemin eden, bayağı-alçak, alaycı, gammaz, koğuculuk yapmak için fırsat kollayan, hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günah içinde debelenen, kaba-saba, obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülük yapmakla damgalanmış, görgüzüz, insanlıktan nasibini almamış, mal sahibi ve oğul sahibi olmuş da ne olmuş? Şımarığın teki işte. Ayetlerimiz ona okunduğunda şöyle der: “Bunlar daha öncekilerin masallarıdır. Yakında biz ona göstereceğiz dünyanın kaç bucak olduğunu. Alnının ortasına basacağız damgayı, burnunu sürteceğiz yere! “ (Kalem 9-16) "Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin..." (Nisa Suresi, 86) İlim adamları ve bazı kanaat önderleri de tanımlamışlar Adam gibi Adamları: -“Nice insan gördüm üzerinde elbise yok. Nice elbise gördüm içinde insan yok.” (Mevlâna) -“Cahille oturup bal yiyeceğine, alimle oturup kuru ekmek ye.”( Mevlâna;) - “Parası olmayan adamı, adamlığı olmayan zengine tercih ederim.” (Victor Cousin) -“İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır.”(Yunus Emre) -“Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.”(Sokrates) -“Ben bilmediğimi bildiğim için diğer insanlardan farklıyım.”(Sokrates) -“Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” (Leo Tolstoy) “İkilik kinini içimden atıp Özde ben bir insan olmaya geldim Taht kuralı Âriflerin gönlünde Sözde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Meğerse âşk imiş canın mayası Ona mihrap olmuş kaşın arası Hâkk'ın işlediği kudret boyası Yüzde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Bütün Mürşitlerin tarif ettiği Sadıkların menziline yettiği Evliyanın Enbiyanın gittiği İzde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Ben de bir zamanlar baktım bakıldım Nice yıllar bir kemende takıldım O âşkı mecazla yandım yakıldım Közde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Süregeldim âşk meyini içerek Herbir ak'ı karasından seçerek Varlık dağlarını delip geçerek Düzde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Gör ki Nimri Dede şimdi neyleyip Gerçek âşkı her yönüyle söyleyip Her türlü sefaya veda eyleyip Sazda ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim.”(Nimri DEDE) Ne mutlu, sırf ‘yaratana karşı’ sorumluluğunu yerine getirmek için ‘adam gibi adam’ olmayı ilke edinenlere!

1 Nisan 2025 Salı

İFTAR SOFRALARI BERLİN 2025

LÜKS OTELLERDE İFTAR ZİYAFETİ Mİ, YOKSA GERÇEK DAYANIŞMA MI? Rüştü Kam Ramazan ayı, paylaşmanın, dayanışmanın ve manevi huzurun en yüksek seviyeye ulaştığı bir zaman dilimidir. Bu ay boyunca birçok Müslüman, birlik ve beraberlik içinde oruçlarını açmak için iftar sofralarında bir araya gelir. Berlin'de de Ramazan süresince çeşitli mekânlarda iftar sofraları kuruldu. Kimi sivil toplum kuruluşları mütevazı mekânlarda, cami avlularında, dernek salonlarında iftar sofraları kurarak topluma hizmet etmeyi amaçladı. Bu kuruluşların emeklerini takdir ediyor, samimi gayretlerini yürekten kutluyorum. Rabbim onların sayısını arttırsın. Ancak, bazı iftar davetlerinin lüks otellerde ve şaşaalı salonlarda gerçekleştirenler de vardı. Bilhassa işadamları dernekleri bu sofraları kurdular. Kuşkusuz, güzel mekânlarda iftar vermek yanlış değildir. Fakat bu tür organizasyonların amacı sorgulandığında, asıl maksadın unutulduğu görülmektedir. İftar sofralarının öncelikli hedefi, toplumun her kesimini kucaklamak, israftan uzak durarak ve özellikle de ihtiyaç sahiplerine ulaşmaktır. Peygamber Efendimiz (s) de bir hadisinde, "Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı yemek davetleri ne kötü davetlerdir" (Buhârî, Nikâh 72; Müslim, Nikâh 107) buyurarak bizleri bu konuda uyarmıştır. Ramazan ayı, israfın değil, kanaatin; gösterişin değil, samimiyetin; ayrımcılığın değil, paylaşımın zamanı olmalıdır. Lüks otellerde düzenlenen ve sadece belirli bir kesimin katılabildiği iftar davetleri, Peygamberimizin bu uyarısını göz ardı etmek anlamına gelir. İftar sofraları, sadece belli bir çevrenin sosyal statüsünü koruma ve güçlendirme aracı olmamalıdır. Zira orucun amacı, aç kalmanın ötesinde, açın hâlinden anlamaktır. Eğer iftar sofralarımızda ihtiyaç sahiplerine yer vermiyor, onlarla aynı lokmaları paylaşmıyorsak veya o mekanklara fahiş fiyatlar ödeyerek geleceğin inşası için harcanması gereken paraları oralarda çarçur ediyorsak, bu sofralar asıl maksadını yitirmiş demektir. Elbette ki her organizasyonun bir bütçesi ve planlaması vardır. Ancak unutulmamalıdır ki, mütevazı bir sofrada edilen dua, gösterişli bir salonda yapılan iftardan çok daha değerlidir. Gerçek bir iftar sofrası, paylaşılan ekmeğin bereketiyle anlam kazanır. Bu vesileyle, tüm sivil toplum kuruluşlarını ve bireyleri, önümüzdeki yıllarda kuracakları, iftar sofralarını, ihtiyacı olanlarla paylaşmaya davet ediyorum. Unutmayalım ki, Ramazanın ruhu, paylaşmakla ve gönüllere dokunmakla yaşatılır. Eğer bu işadamları, Berlin’in en işlek caddesine veya meydanına 1.000 kişilik 2.000 kişilik çadırlar kurarak bir ay boyunca oralarda iftar sofraları kursalardı, sosyal dairelerle birlikte çalışarak evsizlere ulaşmaya çalışsalardı, kiliselerle işbirliği yaparak onlarla ortak programlar düzenleyerek fakirlere ulaşmaya çalışsalardı, herbirinin alınlarından öperdim. Lüks otellerde yaptıkları o masraflarla bu sofraların âlâsı kurulurdu. Hatta artısı da olurdu. Berlin’de iş dünyasının önde gelen isimleri, lüks otellerde ihtişamlı iftar yemekleri düzenliyorlar. Göz kamaştıran salonlarda, şatafatlı sofralarda, çeşit çeşit yemeklerin ikram edildiği bu organizasyonlar, bazıları için bir prestij göstergesi, bazıları içinse dini ve kültürel değerlerimizi ne kadar içselleştirdiğimizi sorgulatan bir tablo. Oysa Ramazan ayı, lüks sofralarda gösteriş yapma değil, paylaşma ve dayanışma ayıdır. Bu tür etkinlikler, iş dünyasının hayır işlerine katkı sağlama iddiasıyla düzenlense de, harcanan büyük meblağlar düşünüldüğünde akla şu soru geliyor: Gerçekten ihtiyacı olanlar için mi yapılıyor, yoksa elit çevrelerin bir araya gelip kendi network’lerini güçlendirdiği birer gösteri mi? Bu iftar yemeklerine harcanan paralar, gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşsa ne olurdu? Örneğin, Berlin’deki düşük gelirli aileler için burs fonları oluşturulabilir, yetimhanelere destek verilebilir, gençlere meslek kazandıracak projeler hayata geçirilebilirdi. Üstelik sadece mevcut yardım kurumlarına destek olmakla kalmayıp, toplumun ihtiyacı olan yeni sosyal sorumluluk projeleri de başlatılabilirdi. Ancak maalesef, toplumsal dayanışma adı altında yapılan bu etkinliklerin önemli bir kısmı, yoksullara yardım etmekten çok, zenginler arasında bir statü yarışına dönüşüyor. Gerçek dayanışma ve yardımlaşma, 5 yıldızlı otellerde düzenlenen davetlerle değil, mütevazı sofralarda paylaşılan lokmalarla, sessizce yapılan yardımlarla olur. İhtişam içinde düzenlenen bu tür organizasyonlar, toplumsal eşitsizliği ve israfı gözler önüne seriyor. Eğer iş dünyasının önde gelenleri gerçekten hayır işlemek istiyorlarsa, Ramazanın ruhuna uygun hareket ederek, lüks otellere verilen paraları toplumun en zayıf kesimlerini kalkındıracak projelere yönlendirmelidirler. Ancak o zaman, Ramazanın gerçek anlamı olan paylaşma ve dayanışma ruhu hayata geçirilmiş olur. Rabbim, bizleri gösterişten ve israftan korusun, paylaşmanın ve dayanışmanın kıymetini bilenlerden eylesin. Amin.

24 Mart 2025 Pazartesi

DUA /YAKARIŞ

DUA/ YAKARIŞ -Allah'ım, Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, yolsuzlukların alıp başını gittiği, at izinin it izine karıştırğı bu yalan dünyada, ne olur, yardım et bize-” Rüştü KAM Sevgili okuyucularım. Bunaldığımız zamanlar çok oluyor. Göğsümüz daralıyor, içimiz sızlıyor, içimiz içimize sığmıyor, ama fazla bir şey yapamıyoruz. Bağırıp çağıran, küfürler savuran yapamayacaklarını yapacağım diyerek rahatlamaya çalışan çok insanımız var. Bir öfkedir gidiyor. Bütün bu olumsuzlukları bizlere yaşatan, gazetelerde okuduğumuz, internette okuduğumuz, seyrettiğimiz, televizyonlarda gördüğümüz hatta cep telefonlarında anında vakıf olduğumuz, gösellerdir, haberlerdir. Dizi film izler gibi, sokaklarda vahşice öldürülen insanların ölümünü seyrediyoruz, savunmasız çocukların, kadınların ölümlerini izliyoruz. Bütün bu vahşet sahnelerini normal bir olaymış gibi izliyoruz. Rahatsız olmadığımızı sanıyoruz ama aslında hepsini içimize atıyoruz. Zamanla da bünyemiz kaldırmaz hale geliyor bu olup bitenleri. Hırçınlığımız ondan, bağırıp çağırmamız ondan. Stres diyorlar bu çaresizliğin verdiği tahribatın adına. Depresyonlara giriyoruz. Psikologlarda aylarca sıra bekleyen insanımız var. Yapabileceği bir şeyi olmayan tüm insanlara ben sığınma öneriyorum. Allah'a sığınmak, ondan yardım dilemek, O'nunla konuşmak, derdini O’na anlatmak. O'na çaresizliğimizi anlayacak ve gerekeni yapacaktır. Bu durumda hem sahibimizden yardım dilemiş olacağız hem de aylarca sıra beklemeden her an psikoloğumuzla buluşup dertleşebileceğiz. Ben örnek olacağını düşündüğüm bir dertleşme, yakarma metni yazdım, yani dua metni, beddua metni değil. Yere diz çökün, ellerinizi göğe doğru açın ve okuyun bu metni, deneyin, inanın iyi gelecek: Tevhid Allah'ım, varsın, birsin, eşin ve benzerin yok, doğmadın ve doğurulmadın, ezelisin ve ebedisin, güç ve kuvvet Sahibisin, adilsin, cömertsin. Allah'ım biz Sana inandık, meleklerine inandık, kitaplarına inandık, peygamberlerine inandık, ahirete inandık, öleceğimize ve öldükten sonra tekrar dirileceğimize inandık iman getirdik. İmanımızı kabul eyle. Biz senin elçilerin arasında ayırım yapmadık, ne buyurduysan hepsini işittik ve itaat ettik. Ey Allah'ım bütün yollar sana çıkar, bizi doğru yolundan ayırma. İmanımıza şüphe düşürme, şirke düşürme, vesvese verme. Allah'ım, bilerek ve de bilmeyerek işlemiş olduğumuz günahlarımız varsa, biz onları işlediğimize pişman olduk, bir daha günah işlemeyeceğimize dair, Sana söz veriyoruz günahlarımızı affeyle. Ey Allah'ım, küfre sapan topluma karşı ayaklarımızı yere sağlam bastır ve yardım et bize. Fatiha Övgüye layık olan Sensin, Rahmansın ve Rahîmsin, din gününün Sahibisin, biz yalnız Sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yolundan ayırma, nimet verdiklerinin yolundan ayırma. Dalalette olanların ve sapıtanların yolundan uzak tut. İbadetler Allah'ım, kıldığımız namazlarımızın kıyamını, kıratını, rükûunu, sücûdunu kabul eyle, kıyamet gününde eski bez parçası gibi yüzümüze vurma. Allah'ım, namazımız bizi kötülüklerden uzaklaştırsın, zekâtımız ihlasımızı artırsın, cömertliğimizi artırsın, haccımız birlik ve beraberlik ruhumuzu geliştirsin. Cihadımızla kötüleri ve kötülükleri defedelim, duruşumuzu belli edelim, zalimlerin karşısında dimdik duralım, eğilmeyelim, mazlumların yanında olalım, haksızlık karşısında susmayalım, kıyam edelim. Ne olur zalimlere karşı yardım et bize. Ana ve babamızı affet Allah'ım, Sen bize dünyada ve ahirette iyilikler nasip eyle, ateşten koru. Anamızı babamızı affet, mü'minleri affet ve hesap gününde onların kitaplarını sağ yanlarından ver. Allah'ım, rızkımızı artır, ilmimizi artır, imanımızı artır, göğsümüzü genişlet, muradımızı anlaşılır eyle, cömert olalım, kimsesizlerin, yetimlerin öksüzlerin, yardıma muhtaç olanların velisi olalım. Mazlumun yanında zalimin karşısında duralım. Özgüvenimizi artır, maddeye kul olmayan cömert kullarından eyle bizi. Kur'an'ın yolu Allah'ım, yolumuz Kur'an yolu olsun, yönümüz Kur'an'a dönsün, Kur'an bize ışık olsun, aydınlatsın yolumuzu. Allah’ım, Yolunda bizi sabit kıl, gerisin geriye döndürme bizi. Allah'ım, şeytanın şerrinden, şeytanlaşmış insanların şerrinden, münafıkların şerrinden, zalimlerin şerrinden, riyakârların şerrinden, takiyyecilerin, yılışıkların, içten pazarlıklı insanların şerrinden koru bizi. Para için, makam için, mevki için dinlerini, mukaddes değerlerini satabilecek kadar adileşen, başkalarıyla iş tutan, milli ve manevi değerlerimizi ayaklar altına alan, vatanımıza başkalarına peşkeş çeken, gözü dönmüş sahtekârların, hainlerin, takiyyeci Müslümanların şerrinden koru bizi. Gücümüzün üstünde yük yükleme Allah'ım, bize gücümüzün üzerinde yük yükleme, takat yetiremeyeceğimiz bir teklifte bulunma. “Herkesin yaptığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük kendi aleyhinedir, kişinin emeği ile kazandığı kendi lehinedir, başkalarının sırtından kazandığı kendi aleyhinedir” buyuruyorsun, bize helalinden kazançlar nasip eyle. Kazandıklarımızı da cömertçe, karşılığını yalnız Sen’den bekleyerek muhtaç olan diğer insanlarla paylaşmayı bizlere nasip eyle. Ey Rabb'imiz! Unutur yahut hata edersek bizi hesaba çekme. Ey Rabb'imiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabb'imiz! Bize, güç yetiremeyeceğimiz şeyleri de yükleme. Affet bizi, bağışla bizi, acı bize. Sen bizim Mevlâ'mızsın. Küfre sapanlar topluluğuna, din düşmanlarına vatan hainlere karşı yardım et bize! Dünya Müslümanları Güç kuvvet sahibi, irade sahibi yüce Rabbim, Ey iman edenler, "iman ediniz" buyruğunla bütün İslâm alemine tecelli et. Müslümanlar yeniden iman etsinler, kendilerine gelsinler, duruşlarını belli etsinler, silkinsinler ve kıyam etsinler: Ve zalimlerden hesap sorsunlar, hiçbir günahı yokken tecavüz edilen analarımızın, bacılarımızın, kız kardeşlerimizin hesabını sorsunlar. Hiçbir günahı yokken acımazsızca katledilen çocukların hesabını sorsunlar, hiçbir günahı yokken hunharca öldürülen, üzerlerine bomba yağdırılan savunmasız insanların, ihtiyarların, sivillerin hesabını sorsunlar. Kıyam etsinler ki; ellerinden yiyecekleri alınan, içecekleri alınan, giyecekleri alınan, ülkelerine, topraklarına zorla girilen, işgal edilen çaresiz insanların hesabını sorsunlar. Yakarış Allah'ım bize yardım et, aç kollarını ve sımsıkı sarmala bizi, yaslanalım göğsüne, koyalım başımızı omuzuna, okşa saçlarımızı, dindirelim göz yaşlarımızı, senin göğsünde huzur bulalım, mutlu olalım. Allah'ım Müslüman kimlikli sahtekârların kol gezdiği, kafirlerle, münafıklarla, zalimlerle iş tuttuğu, at izinin it izine karıştığı, yolsuzlukların alıp başını gittiği bu yalan dünyada, ne olur, bu kadar mutluluğu çok görme bize. Ve bu dünyadaki görevimiz son bulduğunda, sana gelmemiz için emir buyurduğunda, son nefesimizde iman nasip et bize. Karşına boynu bükük olarak çıkmayalım, görevini yapmış, yapacağını yapmış, yapamadığını ise Sahibine havale etmiş gerçek bir mü'min olarak çıkalım karşına. Ne olur yardım et bize! Amin.

17 Mart 2025 Pazartesi

ÇANAKKALE

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ DEDİK GEÇİRMEDİK -Çanakkale Geçilmez Dedik; Geçirmedik- Rüştü KAM 1915 yılının temmuz ayı. Aynı zamanda Ramazan ayı. Mehmetçik Çanakkale Cephesi’ndedir. Oruçludur. Kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o Mehmetçik, Çanakkale Savaşında orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle tutmuştur orucunu. Siperinden de hiç ayrılmamıştır. Ramazan Bayramı Nihayet, Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sorar, “Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: “Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu’da siperdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyordum, dua ediyordum. Savaşın süresi uzadıkça, kayıplar da çoğalmaya başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle irtibatımız da kopmuştu, herkes ayrı bir siperdeydi. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi’nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. “Hafız, askerlerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerlerin toplu halde bulunmaları çok tehlikeli ve bu düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de münasip bir lisan ile anlatırsın onlara” dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki; zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış ariflerden, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbet sırasında onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu, evet tanıyorum onu, o evet o idi. O zat o gün orada idi, evet oradaydı… Gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana yaklaştı ve dedi ki: “Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!” Sabahı bekle… Bayram Namazı 12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi, Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaktık. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık, hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu olağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve hep birlikte “Allahü Ekber!” deyip secdeye kapandık. İçimizde ince bir huzur çiçeklenmişti ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O, arefe günü konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. Namazı o kıldırıyordu. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için durun divana uyun imama, Allahü Ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra, ariflerden olan o kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi’nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât, tekbirler alındı, secdeye gidildi ve selam verildi, bayram namazı eda edilmişti. Koro halinde yüksek sesle Kelime-i Tevhidi tekrarlıyorduk. O kadar gür sesle okuyorduk ki Kelime-i Tevhidi, dağ taş inliyordu, “La ilahe İllallah”. “La ilahe İllallah”… Seslerimiz, yankılanarak geriye geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle gelmişti. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizim sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha Kelime-i Tevhid okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah” diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak yoksa anlatanlar mı dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki hep birlikte kanatlanıp göklerde uçmaya başlamıştık. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bütünleşmenin ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Allahü Ekber… Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah” sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu… “La ilahe İllallah…”, “La ilahe İllallah…” Sonradan anladık ki bu sesler, İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerin sesleriymiş… Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şehadet kelimesini duyunca, onlar da anlamışlar ki Müslüman Türk Askeri’yle savaşıyorlar, çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar. Hepsi de infaz edilmiş. ”(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75) Seyit Onbaşı “İngiliz’i, Fransız’ı, Avustralyalısı dünyada ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı’na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya’ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı Toprağını. Güya, bizimle müttefik(!) olan Almanya, Anadolu haritasının üzerine Almanya (Deutschland) yazarak gelmiş Çanakkale’ye. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar işgalcilerle. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesinin ve askeri yanlış yerde, Saroz Körfezi’nde mevzilendirmesinin sebebi bu olsa gerektir. İşgalciler, birkaç bomba atarak Çanakkale’yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi’nde yudumlamak istemekteymişler. Balkan Savaşları’nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı’nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünmekteymişler. Osmanlı’nın Boğaz’a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, neredeyse taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı’yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi varmış. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yokmuş. Oraya buraya bakınıp neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı “Ya Allah bismillah” diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak, başlamışlar birer birer denize gömülmeye. “Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm”. Seyit Onbaşı Allah’ın bu yardımına mazhar olmuş. Çanakkale Boğazı’ndan geçememiş düşman ve 19 Şubat sabahı, yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara’da. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya. Deniz savaşı böylece Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanmış. Yahya Çavuş Sahne Alıyor Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Türkleri geldikleri yere göndermek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu’ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu’ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına, 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada, müttefik ordularını karaya çıkarmamak için direnmişler ve neticede 63 kınalı kuzunun hepsi orada şehit düşmüşler. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş. Müttefikler, nihayet 63 askeri şehit edip karaya ayak basınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark etmişler. Sormuşlar subaylarına “biz kiminle savaşıyoruz?” diye. Subaylarından ikna edici bir cevap alamayınca da çevirmişler silahlarını Fransız askerlerine, Allah ne verdiyse… Sonra da Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmişler… Conk Bayırı 63 kişiye karşı kazandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı’na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Paşa ile birlikte yapmışlar planı. 57’inci Alay’ın komutanıymış Hüseyin Avni Paşa. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş. Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah’ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal’e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Conk Bayırında. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa Kemal birden askerlere, “asker yat!” komutunu vermiş. Bu komutla askerlerimiz yatarken, birdenbire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale savaşının kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!” komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah’ nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.” Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250 bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915’te zaferle sonuçlanmış. Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü asker toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde bizzat kendisi savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey… Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız. Çanakkale Destanı “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “ … Ben derim ki; Çanakkale anlatılmaz, yaşanır. Ey Türk’ün evladı! Ve ey Avrupa ülkelerinde yaşayan ve izinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler gurbetçiler, sizlere tavsiyemdir; Çanakkale’yi mutlaka ailenizle birlikte yaşayınız. Üzerinde nefes aldığınız o topraklar orada yatan şehitlerimizin emanetidir. Unutmayınız…!

9 Mart 2025 Pazar

8 MART KADINLAR GÜNÜYMÜŞ

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜYMÜŞ! -Ne yaptıklarını biliyor mu bugünü Kadınlar Günü olarak kutlayanlar?- Alman Klara Zetkin, Amerika’da (1857) hayatını kaybeden işçilerin anısına, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'daki "Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı"nda, 8 Mart'ın Kadınlar Günü olarak kutlanmasını teklif etti. Teklif oybirliği ile kabul edildi. İlk olarak 19 Mart 1911'de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre'de yapılan etkinliklerle kutlanmaya başlandı. Kutlama sonradan, Birleşmiş Milletler tarafından da resmi olarak kabul edildi (1977). O günden beri "Dünya Kadınlar Günü", cinsiyet eşitliği, kadınların siyasi ve sosyal statülerinin geliştirilmesi ve farkındalık oluşturulması amacıyla her yıl 8 Mart'ta âlây-ı vâlâ ile kutlanıyor. Başlangıcı itibariyle Kadınlar Günü, sosyalist/komünist bir anma günüdür. Bu gün, evrildiği noktada başlangıcı ile pek bir alakasının kaldığını düşünmüyorum. Eğer kadınlar günü olarak, bir gün kutlanılacaksa, gözlerimizi me’haz/kaynak olarak Antik İskenderiye Kütüphanesi’ne çevirmemiz gerekir. Yani 415 yılına. Orada karşımıza Matematikçi ve Astronom bir bilim kadını çıkacaktır. O kadın Antik Yunan’da erkeklere Matematik ve Astronomi dersleri vermiştir. Sırf bundan dolayı bağnaz Hristiyanlar tarafından aforoz edilerek recmedilmiş, sonra da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bunlar yetmemiş üstelik bir de yakılmıştır. Şimdi anılması gereken gün; Klara’nın (Klara Zetkin) teklif ettiği, Amerika’da yakılan işçilerin anılması mıdır yoksa Antik Yunan’da işkence altında öldürülen Hypatia’nın anılması mıdır? Cevabını siz kıymetli okuyucularıma bırakıyorum. Dilerseniz şimdi sizinle biraz tarihin dehlizlerinde yolculuk yapalım ve Hypatia’yı tanıyalım: Antik Dönemin Bilim Kadını Hypatia Hypatia, M.Ö. 360 ile M.S. 415 yılları arasında yaşamış, Antik İskenderiye’de (Alexandria) doğmuş ve dönemin en tanınmış filozoflarından biri olarak tarihe geçmiştir. İskenderiye, Hellenistik dönemde bilimsel ve felsefi araştırmaların merkezi olarak kabul ediliyordu ve Büyük İskenderiye Kütüphanesi gibi önemli entelektüel kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Hypatia'nın babası Theon, İskenderiye Okulu'nun başındaki önemli bir figürdü. Theon, Hypatia’ya Yunan felsefesi, matematik ve astronomi gibi alanlarda derin bir eğitim imkanı sağlamıştır. Hypatia, Astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi'nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Yeni Eflatunculuk öğretisine bağlı olan Hypatia, Atina Akademisi'nin Eudoxus'ün başını çektiği Matematik geleneğine üyedir. Hypatia, İskenderiye’deki bilimsel çevrelerde geniş bir üne sahipti ve burada kendi okulunu kurarak, hem erkek hem de kadın öğrencilere dersler veriyordu. O dönemde, bir kadın olarak bilimsel bir okul yönetmek oldukça nadir bir durumdu ve bu durum, Hypatia’nın entelektüel kudretinin bir göstergesiydi. Hypatia, dönemin Hristiyan liderleri tarafından devamlı eleştirilmiştir. Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesiyle, eski Yunan düşüncesiyle bağlantılı olarak Hypatia'nın fikirleri, tehdit olarak görülüyordu. Bu gerginlik, Hypatia’nın, Hristiyan çeteler tarafından linç edilmesiyle sona ermiştir. Ölümü, sadece kişisel bir kayıp değil, aynı zamanda bilim ve düşünceye yapılan büyük bir saldırı olarak kabul edilmiştir. Hristiyan Engizisyonu; Bilim Kadını Hypatia'yı katletmiştir. (M.S. 415) Onu, ”tüm zamanını büyüye, usturlaplara ve müzik aletlerine adayan bir büyücü” olarak suçlamışlardır. Çırılçıplak soyup sokaklarda sürüklem,işler ve sonrasında da kiliseye götürerek recmetmişler yani taşlayarak öldürmüşlerdir ve derisini yüzmüşlerdir. Sonra da toplumun önünde yakmışlardır. Ondan bize miras olarak bizlere şu sözleri kalmıştır; ”Düşünme hakkınızı koruyun, yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten daha iyidir.” Sonuç olarak, Hypatia yalnızca Antik dünyanın bilimsel mirasını devam ettiren bir figür değil, aynı zamanda kadının bilimdeki rolünü şekillendiren bir örnek olmuştur. Bilimsel katkılarından, felsefi derinliğinden ve entelektüel cesaretinden ötürü, Hypatia, dünya tarihindeki en önemli bilim kadınlarından biri olarak kabul edilmeye devam edecektir. (https://www.frauen-informatik-geschichte.de/index.php-id=24.htm)

2 Mart 2025 Pazar

ZEKAT 2025

19:49 - 24/06/2015 ZEKÂT 2025 Rüştü KAM -Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir- “Davası olanın, destekçisi Allah’tır. Duası olanın davası olur, davası olanın iddiası da olur. Dava sahibi olanlar heva sahibi olamazlar Allah uğruna verilen mücadelenin mağlubiyeti yoktur. Bir davaya en büyük zararı ona saldıranlar değil, onu gereği gibi savunamayanlar verir. En etkili davet temsildir. Davası olmayanın daveti olmaz; davanız varsa davetiniz de vardır.” 2011 yılında zekât konusunu işlemişim köşemde. Aradan 14 sene geçmiş. Bu sene o yazıyı aynen önemine binaen tekrar istifadenize sunuyorum. Çünkü yazıya ilave edilecek fazla bir şey yok. Müslümanların durumunda, anlayışında bir değişme, gelişme, olmamış. Allah’ın mal mülk verdiği, zengin kıldığı Müslümanlar yine kendi âleminde. Bıraktığımız yerde otluyorlar. Bütün olup bitenlere rağmen onlar yine, davetlerde fotoğraf çektirmekle meşguller. Çelik çomak oynuyorlar. On dört sene zarfında üç tane de olsa bazı kurumların altına imza koymamışlar. Bilhassa Almanya’da yaşayan Müslümanlar böyledir. Bir gayret içine giren şuurlu Müslümanlar elbette vardır elbet, onları istisna ederek yazıma başlıyorum… Zekatı ve sadakalarımızı nasıl değerlendirmeliyiz Ramazan ayının içindeyiz. Bu ayda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Zekâtlar, fidyeler, fitreler ve mali yardımlar mümkün olduğunca yaşanılan yerin (Berlin’in) dışına çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın buyruğu bu yöndedir. Yardımlarınızı bulunduğunuz yerin dışına çıkarmak için kapınıza gelenlere sakın itibar etmeyiniz. Kim olursa olsun, hangi yardım kuruluşu olursa olsun itibar etmeyiniz. Biz önce bulunduğumuz çevredeki insanlardan sorumluyuz: “Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır. Hayır olarak yaptığınızı Allah en iyi biçimde bilmektedir.” (Bakara 215) Lütfen sorumluluk bilinciyle hareket edelim. Geleceğimizi düşünelim, çocuklarımızı düşünelim. Yardımlarımızı öncelikle kendi çocuklarımızın geleceği için yapalım. Sorumluluk bilincidir insanı olgunlaştıran, sorumlu kılan. Hesabımızı, kitabımızı bu bilinçle yapalım. Görev bilinciyle hareket edersek, görevimizi birisinin hatırlatmasına ihtiyaç kalmayacaktır. Bugünlerde yardım kuruluşları, duygularımızla hareket etmemizi sağlayacak broşürler yayınlamaya başladılar yine. Televizyonlara reklamlar veriyorlar, el ilanları dağıtıyorlar, Afrikalı çaresiz insanların fotoğraflarını broşürlere basarak duygularımızı tetikliyorlar/sömürüyorlar. Her gün, yerden pıtrak (Kırlarda yetişen yabanî bir otun dışı dikenli tohumu) biter gibi yardım kuruluşları çıkıyor ortaya. 50 yıldır(2015) böyle yapıyorlar, hele son senelerde bu yoldan geçinenlerin sayısı daha da fazlalaştı. Yardım kuruluşlarının, kira paraları, personel maaşları, verdikleri reklamların paraları verdiğiniz yardımlarınızdan karşılanıyor, bunu bilesiniz. Yardım kuruluşlarının topladıkları paraların ortalama hesabını yaparak çıkalım yola, bakalım ne işe yaramış bu güne kadar verdiklerimiz: Bütün Almanya’yı hesaba dahil edelim ve hesabı sadece Türk kökenli Müslümanlar üzerinden yapalım. 4 milyon insanımız yaşıyor Almanya ‘da. 3 milyon insanımızı bir kenara bırakalım ve bir milyon insanımızın zekât mükellefi olduğundan yola çıkalım. Tahmini olarak yılda bir milyar Euro toplanıyor Yardım kuruluşlarına verilen bağışları; zekât, fidye, fitre, bağış ve kurban olmak üzere şahıs başı 100 € olarak hesaplayalım. 1.000.000×100=100 milyon € yapar. Bu hesaptan yola çıkarsak son on yılda 1 milyar € toplanmış demektir. Bu bir milyar € genel olarak Afrika ülkelerine gönderildi, Filistin’e, gönderildi, Irak’a, Suriye’ye gönderildi, Afganistan’a gönderildi hâlâ da gönderiliyor. Şimdi sonuca bakalım; kaç tane Afrika ülkesini açlıktan kurtarmışız yaptığımız bu yardımlarla, kaç tane Afrika ülkesi bizim yardımlarımızla ayağa kalkmış, kaç tane Afrika ülkesi bu vesileyle sorunlarını çözmüş? Aksine, yardım yapılan ülkelerin problemleri çözülmediği gibi, her geçen gün kervana bir başka ülke katılıyor… Unutmayalım bu yardımların birkaç mislini Birleşmiş Milletler (BM) de yapıyor. Avrupa ülkeleri ve İslâm ülkeleri de yapıyor. Buna rağmen o ülkelerde problemler azalacağı yerde artıyor. Şimdi Suriye çıktı sahneye. Yine keselerimizin ağzını açtırdılar bizlere. Emperyalist ülkeler bir bahane uydurarak önce bir ülke seçiyorlar, oradaki insanları bombalıyorlar. Evsiz yurtsuz bırakıyorlar. Sonra da Müslümanlara değişik isimlerde yardım kuruluşları kurdurtuyorlar. Paralar toplanıyor, bilezikler, yüzükler, küpeler dolduruluyor torbalara. İhtiyaç gösterilen yerlere gönderiliyor. O paralarla silahlar alınıyor. Silahları satanlar o emperyalistler, alanlar genelde Müslüman gruplar. Öldüren de Müslüman öldürülen de. Onlar birbirlerini daha iyi öldürsün diye yardım kuruluşlarına yardım edenler de Müslümanlar. Filistin’e, ben kendimi bildim bileli yardım gönderilir. Bitti mi Filistin meselesi? Duruldu mu sular? Küçücük Filistin’de iki tane grup var. El-Fetih ve Hamas. Kendileriyle didişmekten düşmanlarına karşı ortak tavır bile alamıyorlar. Çünkü kendi içlerindeki silah tüccarları o savaşın bitmesini istemiyorlar... Perde arkasında dönen dolapları görmek lazımdır. Bizlere; Avrupa’da yaşayan Türklere ve Müslümanlara ne Türkiye ne de Birleşmiş Milletler elini uzatıyor. Oysa aynı Türkiye Somali gibi dünyanın başka ülkelerine yardım gönderiyor. BM’ de yardım gönderiyor oralara. Bizim kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerekiyor. Hesabı önce çocuklarımızdan başlayarak soracak bize Allah. “Ey İman Edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”(Tahrîm: 6) Sadece çocuklarımızın karnını doyurmakla bu azaptan kurtulamayız. Onların ruhlarını da doyurmamız gerekiyor. Onları kimlikli birer nesil olarak geleceğe yönelik yetiştirmeliyiz. Hz. Ali der ki:” Çocuklarınızı yetişkin olarak bulunacakları çağa göre yetiştiriniz.” Çocukları yetiştirmek için müesseseler kurmalıyız. Çocuk yuvalarından başlamalıyız işe. Müfredatını kendimizin hazırladığı bir yuvadan bahsediyorum. Teşvikler alarak, para kazanmak için açtığımız yuvalardan değil. Ölüm haktır, dünya fanidir İnsan geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydım diyeceği işleri yapmamalıdır. Dünya fanidir ve çok kısadır. Bu tespitime katılmak için sadece aynaya bakmanız yeterli olacaktır. Yol haritasını Allah vermiştir elimize. Bu yolda, yol işaretlerine dikkat ederek yürümek gerekir. Avrupa’da yaşıyoruz. Aradan tam 50 yıl geçmiş. Bu kadar yılda elde ettiğimiz tecrübeler ve birikimler bizleri hata yapmaktan alıkoymalıdır. Biz güzel olmak istemedik, güzeli görmek istedik. Güzel olmaya çalışmak egoistliktir, güzeli görmeye çalışmak ise fedakârlık ister. Güzeli görmeye çalışan aynı zamanda güzel de olur. Yol O’nun yoludur. Gerisi angaryadır. Afrika ülkelerini Müslümanlar fakirleştirmedi Afrika ülkelerini, halkı Müslüman olan ülkeler fakirleştirmedi, aç bırakmadı. Avrupa ülkeleri ve Amerika aldı o insanların elinden ekmeğini. Emperyalistler, ekmeğini elinden aldığı insanların karınlarını da Müslümanlara doyurtarak bir taşla iki kuş vuruyorlar. Sonuçta her iki durumda da kârlı çıkan onlar oluyorlar. Müslümanlar da işin bu taraflarını hesaba katmadan dolmuşa binerek, hesabını kitabını iyice yapmadan verdikleri sadakalarla kısa yoldan Cennetin (!) yolunu tutacaklarına inanıyorlar, o kadar inanıyorlar ki; kuruntularından yanlarına yaklaşılmıyor. “Ben bu sene zekâtımı, kurbanımı Filistin’e gönderdim, Suriye’ye gönderdim, Irak’a gönderdim…”diye böbürleniyorlar. Bizim çocuklarımıza kim sahip çıkacak Anne ve baba olarak bizler, sorumluluk duygusu taşıyan bizler, “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem azabı” ndan korkması gereken bizler: Çocuklarımızın durumu bu kadar açıkken, göz önündeyken, içler acısıyken bu vurdumduymazlık niye? Müslümanlar yukarıda hesabını yaptığımız parayı Almanya’da bıraksalardı; bugün ırkçılar kendilerine malzeme bulamayacaklardı. Adımız göçmen olmayacaktı, yabancı olmayacaktı. Sahibimiz buyurur ki: “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100). Bırakmış işte… Pislik; -kaos demektir, -anarşi demektir, -aşağılanma demektir, -tepelenme demektir, -kölelik demektir, -açlık demektir, -sefalet demektir, -gözyaşı demektir, -kan demektir… Müslüman ülkeler pislik içindedirler bugün. Hem de ne pislik. Görevlerini yerine getirmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları zenginlikleri Müslümanların kalkınması için yatırıma dönüştürmedikleri için bu böyledir. Sahip oldukları paralarını emperyalistlerin bankalarına koyarak onları zenginleştirdikleri için bu böyledir. Akıllarını çalıştırmadıkları için bu böyledir… Bu paralarla neler yapılabilirdi neler 1. Bu paralarla vakıflar kurulurdu. 2. Bu vakıflar aracılığıyla üniversite öğrencelerine hatırı sayılır burslar verilirdi. 3. Yine üniversite öğrencileri için yurtlar açılırdı. 4. Üniversiteyi bitirenlerin doktora yapmaları teşvik edilirdi, 5. Hastaneler yapılırdı, Müslümanların hastaneleri, kilise hastaneleri gibi. 6. İslâm’ın tanıtımı amaçlı, aşevleri kurulurdu; böylece parklardaki, köprü altlarındaki insanların midesine sıcak çorba inerdi. 7. Ehl-i Kitap’a yönelik İslâm’ı tanıtıcı programlar düzenlenir, çalışmalar yapılırdı. 8. Araştırma merkezleri, enstitüler kurulurdu. 9. Çocuk yuvaları açılırdı. 10. Kamu yararına çalışan dernekler desteklenirdi. 11. Tercüme büroları açılarak ihtiyaç duyulan eserler Almancaya çevrilirdi. Almanya’dan da Türkçe ’ye. 12. Çocukların ve gençlerin bilinçlenmesine vesile olacak, bilgi ve görgülerini artıracak, onların tarih bilincini geliştirmek için tarihi mekânlara geziler düzenlenirdi. 13. Türkçe dil kursları açılırdı, 14. Uygun olan yerlere minareli camiler, kültür merkezleri yapılırdı; böylelikle Müslümanlar fabrika binalarından, arka avlulardan, bodrumlardan kurtulmuş olurlardı; dinlerini bodrumlara hapsetmezlerdi. 15. Ve tüm bu kurulumlarda çalışacak olan personelin maaşı da yine bu fondan karşılarlardı. 16. Gazete çıkarılırdı, dergi çıkarılırdı, haber ajansları kurulurdu. Sonuç: 1-Allah bize öncelikle kendi neslimizden hesap soracaktır. Berlin’de, Almanya’da yaşayan neslimizden hesap soracaktır. Ehl-i Kitap’la olan olumsuz ilişkilerimizden hesap soracaktır. Bir Kitap Ehli ’nin; “Ya Rabbi bu Müslüman kulun 50 sene bana komşuluk yaptı ve bir gün olsun benim kapımı çalmadı, İslâm nedir anlatmadı. Kurbanını Afrika’da kesti, zekâtını fitresini Afrika’ya gönderdi, ben kurbanda sadece kan gördüm, boğaların vahşice boğazlandığını gördüm. Bunlar yetmiyormuş gibi benim karımı-kızımı baştan çıkardı bu komşum, ben bu kulundan şikâyetçiyim” derse kimse yakasını kurtaramaz Yüce Yaratıcının pençesinden. Çünkü Kur’an, yardımların en yakından başlayarak yapılmasını ister. Ehl-i Kitap’a da çok önem verir. “Sofranızı paylaşın” der onlar için. 2-Afrika halkı, Asya halkı, Arap halkı bugün olağan üstü bir durumla karşı karşıyadırlar ama bu duruma durup dururken gelmediler. Kendi zenginliklerine sahip çıkmadılar. Devletleri iyi yönetilmedi. Halk kötü yönetimlere zamanında müdahale etmedi. Kıtlığın altında yatan, kuraklık gibi doğal afetler değildir. Bunlar tetikleyici sebepler. Asıl sebep; kapitalistlerin, emperyalistlerin elinde oyuncak olmalarıdır. Allah, elbette bu insanlara yardım etmemizi bizden ister. Ancak, öncelikle onlardan kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerini ister. Bir hesap yapalım: 3-Allah zekâtın sekiz yere verilmesi gerektiğini buyurur. 100:8=12,50 eder. “1-Fakire 12,5+ 2-Miskine 12,5= 25 yapar. Yani fakirin direk zekâttan alacağı pay %25 tir. Bundan dolayı zekatımızın, maddi yardımlarımızın %25’ini Afrika ülkelerine veya başka ülkelerdeki muhtaç insanlara veya zulme uğramış insanlara gönderebiliriz, göndermeliyiz de. Fakat kalan %75’ten direkt olarak o fakirin hakkı/payı yoktur. Dolaylı olarak vardır. Şöyle: 1-Bu pay, borçluların payıdır. Herhangi bir sebepten dolayı işini kaybetmiş veya borçlanmış, ödeme sıkıntısı çeken kişinin payıdır. Fakirlere hizmet etmesi için kurulacak başka kurumlarındır. 2-Bu pay, İslâm’ı kendilerine anlatmamız gereken insanların payıdır. (Müellefet-ül kulûb) Gayri Müslimlerin, ateistlerdir, müşriklerin, kitap ehli olan insanların payıdır. 3-Bu pay, zekâtı toplamak ve gerekli yerlere dağıtmakla ilgili kurumun payıdır. (zekât memurları) Zekâtı kurum toplayacaktır. O kurumda çalışan insanlar fakirin tespitini yapacak, ihtiyaçlarının tespitini yapacaktır. Zenginin vermesi gereken zekâtının tespitini de yapacaktır. Böylelikle önüne gelenin yardım kurumu kurmasının önüne de geçilmiş olacaktır. 4-Bu pay, hürriyeti elinden alınmış insanların hakkıdır. Fikir suçlularının payıdır. Düşüncesini ifade ettiği için mağdur olmuş insanların payıdır. (Kölelerin) 5-Bu pay, Allah yolunda yapılması gereken her türlü çalışmayı yapmak içindir. (Fi sebilillah) 6-Bu pay, yolda kalmış insanların payıdır.”(Tevbe 60) Ve bu payların Almanya’nın/ Berlin’in dışına çıkmaması gerekir. Çünkü bu paylarla Almanya’da, Berlin’de yaşayan Müslümanların geleceğine yatırım yapılma zorunluğu vardır. Almanya’da/Berlin’de yaşayan Müslüman kardeşlerim; ne olur oyuna gelmeyelim, dikkatli olalım, aklımızı çalıştıralım, duygusal davranmayalım. Heyecanımızla hareket etmeyelim. Çocuklarımızın içinde bulunduğu durumu göz ardı etmeyelim. Görmezlikten gelmeyelim. Deve kuşu gibi başımızı toprağa gömmeyelim. Kendi evimizde yangın varken başkasının evindeki yangını söndürmeye gidemeyiz, gidersek evimiz yanar, kül olur. Geriye döndüğümüzde evimizi yerinde bulamayız. En önemlisi, toprağın altındaki hesabın çetin olduğunu unutmayalım. Bugün Afrika halkı, Irak halkı, Filistin halkı, Afganistan halkı, Suriye halkı, Ukrayna halkı pislik içindedir. Aklımızı çalıştırmazsak yarın biz de pislik içinde kalabiliriz. O zaman artık her şey için çok geçtir. Aslına bakarsak biz de pislik içindeyiz. Çocuklarımız birer birer elimizin altından kayıp gidiyor. Pisliğin içine kendi ellerimizle gömüyoruz onları, kör olmuşuz göremiyoruz onları. Bor’un pazarı geçmek üzeredir, acele edersek yetişiriz. Acele etmez isek, eşeğin Niğde’ye sürülmesi gerekir… Rüştü Kam