19 Kasım 2012 Pazartesi

Hicret ve Hicri yılbaşı



 

Rüştü Kam

2012-11-15
ha-ber.com

15 Kasım 2012 Perşembe. İslam dünyası Hicri yılbaşını kutluyor, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin 1434’üncü yılını.

Müslümanlar bugün yeni bir yıla girdi. Hicri 01 Muharrem 1434 yeni yılın birinci günü. Bu vesileyle tüm müslümanların yeni yıllarını kutluyorum ve yeni yılda hayırlı hizmetlerin altına imza atmalarını temenni ediyorum. Hicri 1434 yılının tüm insanlığa huzur, mutluluk ve bereket getirmesini diliyorum.

Bugün idrak ettiğimiz 1434’üncü Hicri yılın başlangıcı hicret esas alınarak tespit edilmiştir.  Miladi takvime göre, 622 senesinde Hz. Muhammed ve ashabı, putperestlerin onlara Mekke’de hayat hakkı tanımaması üzerine Medine’ye hicret/göç  etmişlerdir.   
İşte müslümanlar takvimlerinin başlangıcı olarak bu günü seçmişlerdir.  Hz. Ali teklif etmiş ve Hz. Ömer de kurmay heyetiyle birlikte bu günü yeni yılın başlangıcı olarak onaylamışlardır.

Hicret

Hz. Muhammed peygamberlik görevi alan son kişidir. Bütün peygamberlerin çektiği çilenin benzerini o da çekmiştir. 40 yaşına kadar kabilesinin ve Mekke şehrinin gözdesi olan O Yüce İnsan Allah’ın bir olduğunu insanlara  hatırlatma görevi alır almaz, Mekkel’iler tarafından sakıncalı insan listesine kaydedilmiştir. Başta akrabaları olmak üzere tüm Mekke halkı onun karşısına geçerek çetin bir mücadeleye giriştiler, dışladılar onu, arkadaşlarını öldürdüler, amborgo uyguladılar onlara, kendi şehirlerinde aç bırakıldılar, insanlar onlara veremli gibi davrandılar. İşkenceler dayanılmaz hale geldi ve aradan tam 13 yıl geçti. Sayıları 400’e ulaştığı bir dönemde hicret emri geldi. Mekke’den Medine’ye göç edilecekti. Buyruk böyleydi.

Peygamberimiz sevincinden göklere uçuyordu, mutluydu. Koşarak geldi can dostu Ebu Bekir’in yanına. Yol arkadaşı olarak seçti onu. Yerine vekil olarak yeğeni Hz. Ali’yi bıraktı. Abdullah b.Uraykıt -müşrikti ama işinin ehliydi ve ağzı sıkı birisiydi-  mihmandarlık yapacaktı, Abdullah b. Ebu Bekir ve Esma binti Ebu Bekir arkada kalan izleri yok edecekler ve lojistik destek sağlayacaklardı. Sevr mağarasında iki gün kalınacak ve üçüncü gün sabahtan itibaren yola revan olunacaktı.
Medine’de onları bekleyen dostları vardı, anlaşma yapmışlardı onlarla, desteklerini almışlardı onların, biatlaşmışlardı onlarla. Yabancı bir diyarda  yalnızlık çekmeyeceklerdi.
Sonra, akrabaları da vardı Medine’de o Elçi’nin. Artık görevine kaldığı yerden Medine’de devam edecekti. Dostları önceden gitmişlerdi  Medine’ye. Elçi onların güvenliğinden emin olduktan sonra, en son çıktı yola.

Bu açıdan bakıldığında hicret zulümden kaçıştır. Samimi insanların birlikteliğidir. Zor durumda kalana kucak açmaktır. Aynı amaç uğrunda bir araya gelen insanların kenetlenmesidir. İyi günde ve kötü günde yardımlaşmaktır. İnancın hayata hakim kılınması için, geleceğe yatırım için yapı taşları gibi kenetlenmektir.

Hicret kavramı  “Terketmek, ayrılmak, ilgisini çekmek” anlamlarına gelir. Kişinin herhangi bir şeyden bedenen ve şuursal olarak ayrılıp uzaklaşması demektir.  Kur’an bu anlamlarda 31 yerde kullanmış bu kavramı:

 “Kur’an’ı terketmek (el-furkan/25-30)” /
“Bir kişiden veya gruptan ayrılmak (el-nisa 4/34; Meryem 19/46, El Müzelmin 73/10)
“Kötü şeyleri terketmek(el müddesir 74-5)”
“Allah uğrunda başka bir yere göç etmek, (el bakara 2/18).”

Hicret inkılaptır/Devrimdir

Ali Şeriati, “Her Hicret Bir İnkılabtır” adlı kitabında hicretin önemini şöyle anlatır: Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri islami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri islami davranış ve alışkanlıkları terketmektir. Hicret insanın en çok sevdiği, fakat Allah'ın dininin yaşanmasına engel olduğu zaman vatanın, milletin, ailenin, sosyal sınıfın, makam ve mevkinin Allah'ın dinine hizmet etmek için terk edilmesidir. Hicret bir kaçış değildir. Aksine kafirlere ve zalimlere terkedilen haklarımızı geri almak, mücadelenin şartlarını yaşanır hale getirmek için hazırlanmaktır. Yani geri dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret."

Hicret, Peygamber ve ashabı için, İslâm inkılâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicret’e kadar geçen dönem, zulüm ve işkence altında yaşanan, eşi görülmemiş bir sabır ve metanet sürecidir.

Hicret, basit bir göç hadisesi değil, müslümanları kurtarma taktiğidir ve İslâm’ı daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır.

Hicret, Cenab-ı Hakk’ın izniyle gerçekleşmiştir. Mekke’de müslümanlara yapılan zulümlerin sonunun gelmeyeceği geçen 13 sene içinde anlaşılmıştır. I.ve II. Akabe Antlaşmaları’yla/biatlarıyla Hicret’in yolu açılmıştır.

Böylece, Hicret etmekle hem Müslümanların hayatları kurtulmuş, hem de onların şahıslarında İslâm hayat bulmuştur. İslâm yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlık muhitinde yeni mü’minlerle kısa zamanda güçlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler”, onları bağrına basan Yesrib’lilere/Medine’lilere de Ensar ismi verilmiştir.

Peygamber Efendimiz Hicret’in sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere bağlı bir fazilet olarak kalmaması, daha sonraki insanların da bundan nasiplenmesi için “Hicret”i önemli bir İslâmî kavram olarak değerlendirmiştir, şöyle ki:

“Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan, onları terk eden kimsedir.” (2)
“Hicret, kötülüğü terk etmendir.” (3)
“Gerçek muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (4)
“Gerçek muhacir, Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” (5)

Bir seferinde hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmekdir.” (6)

Görüldüğü gibi Hicret mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarihi olay olarak kalmamış, bir irşad kavramı olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bir gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak aynı derecede sevap olan cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman severek koşun.” (7)

Bu sebepledir ki, Sahabiler tarih tespitinde hicret üzerinde görüşbirliği içindedirler. Müslümanlar o günden bu güne hicri yılbaşını bu eşsiz olaya dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1434 yıl geçti. Dalâletten hidâyete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâm’ın 15’inci  asrında 2 milyarın üzerinde Müslüman aynı davaya gönül vermiştir ve o günkü hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

Ancak, keyfiyet açısından bakıldığında, bugünün müslümanları, İslâm aleminin  içinde bulunduğu kaos ve keşmekeşten kurtulmak için, hicreti yeniden düşünmek zorundadırlar.

Takvim ve Müslümanlar

Hicri Takvim Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanımını esas alan bir takvim sistemidir. Hicri Takvim; Hicri Şemsi ve Hicri Kameri Takvim olmak üzere ikiye ayrılır:

Hz. Muhammed, safer ayının 27.günü Hz. Ebubekir ile birlikte Medine'ye hicret etmek üzere Mekke'den ayrılmış, 8 Rebiülevvel / 20 Eylül 622 Pazartesi günü Kuba Köyü'ne gelmiş, burada Kuba Mescidi'ni inşa etmiş ve 12 Rebiülevvel Cuma günü Medine'ye doğru hareket etmişlerdir.
1- Hz. Muhammed'in Kuba'ya geliş günü olan 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvim sistemine Hicri Şemsi Takvim denilmektedir.

2 - Hz. Ömer zamanında Hicret'in 17. yılında alınan bir kararla Hicret'in olduğu sene Hicri Takvim'in 1. yılı ve o yılın muharrem ayı da Hicri Kameri Takvim'in yılbaşısı kabul edilmek suretiyle, o yıl 1 Muharrem'in rastladığı 16 Temmuz 622 tarihi de Hicri Kameri Takvim'in başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Biz bunu Hicri Kameri Takvim değil, Hicri Takvim olarak bilmekteyiz.

Hicri Kameri Takvim'de aylar; muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülahir, cemaziyelevvel, cemaziyelahir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade ve zilhicce şeklinde sıralanırlar.

Hicri takvimlerde de, miladi takvimlerde olduğu gibi artık yıllar mevcuttur. 30 yılda yaklaşık 11 günlük bir gerileme vardır. Bu gerilemeyi düzeltmek için 30 yıllık dönemlerin 2, 5, 7, 10, 13, 15, 18, 21, 24, 26 ve 29 yılları 355 gün, diğer yıllar ise 354 gündür.

Ay, dünya etrafında 12 defa döndüğü zaman bir kameri sene olur ve 354.367 gündür (354 gün 8 saat 48 dakika 34.68 saniyedir). Dünya, güneş etrafında 1 defa döndüğü zaman da bir miladi sene olur ve 365.2422 gündür.


Hicri yıl miladi yıldan ( 365.2422 - 354.367 =) 10.8752 gün daha kısa olduğundan aylar bazen 29. bazen de 30 gün çekmektedir.
Mustafa İslamoğlu, takvimin Müslümanların nazarındaki önemini anlatırken şunlara yer veriyor: “Takvim, insanların zamanı ölçmek için kullandıkları masum bir ölçü. Kur’an, güneş ve ayın yaratılışından bahsederken, zamanı ölçmeye yaradığını dile getirir. Ay takvimi, vahyin içine indiği toplumun uyguladığı takvim. 12 ay esasına dayanıyor. 355 güne tekabül ediyor. İslâm’ın teklif ettiği ibadetler, hep bu takvime göre eda ediliyor. Mesela Ramazan orucu, kameri takvime göre tutuluyor.
Bayramlar, kurban kesme, hac ibadeti, zekâtın yılını tespit hep bu takvimi esas alıyor. Vahyin içine giriyor. Mesela Kehf Sûresi’nde 300 üzerine 9 eklediklerini söylerken, güneş takvimini ay takvimine dönüştürmeye işaret etmektedir. Çünkü 300 yıllık güneş takvimi, ay takvimine dönüştürüldüğünde 309 yıl eder. Allah Rasûlü’nün hayatındaki olaylar, kameri takvimle kayıtlara geçmiş. Vahyin iniş zamanını tespitte kameri takvim kullanılmış. Bu takvim, Müslümanın ibadetinin ve inancının içine bir biçimde girmiş.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir.

Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr/ 10)

(1) – Bakara Suresi, 189.
(2) – Buhari, Rikak: 26.
(3) – Müsned. 4:114.
(4) – Ibni Mace, Fiten: 2.
(5) – Ebu Davud. Vitr: 12.
(6) – Müsned. 2: 160, 191.
(7) – Müslim, imaret: 85.


5 Kasım 2012 Pazartesi

ALMANYA'DA İSLAM ENSTİTÜLERİ AÇILIYOR 2012




İslâm Enstitüleri Almanya Müslümanları için önemli bir kazanımdır.

Göçün 50. yılında Almanya'da İslâm Enstitüleri açılıyor. Bu Enstitülerden mezun olan İlahiyatçılar Almanyalı Müslümanların yeni yüzlerini oluşturacaktır. Almanya'da yetişen bu ilahiyatçılar kuşkusuz Hristiyan çoğunluk içinde yaşayan Müslümanların dini ihtiyaçlarına cevap verebilecek donanıma sahip olacaklardır. En azından Almanyalı Müslümanlar böyle düşünüyorlar.
Almanyalı Müslümanların çocuklarına, İslâm dinini öğretecek din öğretmenlerine ve halkı irşat edecek imam ve hatiplere ihtiyacı var. 50 yıl sonra da olsa bu ihtiyacın karşılanması için kolların sıvanması takdir edilecek bir çalışma. Frankfurt'taki Enstitü'nün başında Ömer Özsoy gibi bir ilim adamının bulunması Almanyalı Müslümanlar için bir şanstır. 

 
Frankfurt İslam İlahiyatı Enstitü Başkanı Prof. Dr. Ömer Özsoy'la Enstitü hakkında röportaj:

Rüştü Kam: Frankfurt İslam İlahiyatı Enstitüsü ne zaman kuruldu, amacı nedir?

Özsoy: Enstitümüz 2002 yılında kuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Frankfurt Goethe Üniversitesi'nin imzaladıkları bir protokolle hayata geçirildi. Amaç Almanya'da İslam dini hakkında Müslüman uzmanlar yetiştirmektir. Bu kuruluşta Mehmet Emin Köktaş Bey'in emeği oldukça büyüktür. Kendisini minnetle anıyorum.
Enstitümüzün temel amacı, kuruluş senedinde vazedildiği üzere, hem öğretim hem de araştırma alanında, İslam'la ilgili bütün konuları geleneksel İslâmi ilimlere ve İslam'ın temel kaynaklarına dayalı olarak sistematik, tarihi ve fenomenolojik açılardan ele almaktır.
Ayrıca, İslam'ın Avrupa bağlamında fikrî ve kurumsal gelişimine ve diğer dinler ve dünya görüşleriyle diyaloğun İslami temellerine özel bir önem veriyoruz. Bu çerçevede ilgi odaklarımızdan birini de, İslami ilimler geleneğinin Avrupa'da şekillenen oryantalisttik İslam bilimi ve Hıristiyan-Yahudi teoloji gelenekleri ile bilgi alış verişi ve diyalog oluşturuyor.
Takdir edersiniz ki, diyalog düzeyli eleştiriyi de içerir. Oryantalizm pek çok büyük başarısının yanı sıra çok temel zaaflarla da maluldür ve Avrupa'da gelişecek bir İslam İlahiyatı'nın oryantalizmi görmezden gelme lüksü yoktur. Hasılı, bütün bu amaçları gerçekleştirebilmenin etme şartı, ulum-i İslamiye'yi burada yerleştirmektir. Şu anda bütün faaliyetlerimiz bu amaca matuftur.
 
Rüştü Kam: Enstitü'nün öğretim dili nedir ve kadronuz yeterli midir?

Özsoy: Öğretim dili doğal olarak Almanca; bunun yanı sıra İngilizce ders veren misafir hocalarımız da oluyor zaman zaman. İlerleyen dönemlerde Arapça, Türkçe ve Farsça dersler verilmesini de planlıyoruz. Şu anda üç profesör olarak hizmet veriyoruz. Mesela Abdullah Takım Bey Frankfurt için büyük bir kazanımdır. Zira kendisi benden farklı olarak tamamen burada yetişmiş, ama oldukça sağlam bir ulum-i islamiye eğitimi almış nadir ilim adamlarından birisidir. Üçüncü profesör arkadaşımız Mark Chalil Bodenstein da İslam Bilim tahsili görmüş, özellikle İslam din eğitimi alanında oldukça başarılı bir bilim adamıdır. Ayrıca, halen üç asistanımız, iki Arapça okutmanımız ve bir Osmanlıca okutmanımız var. Başarının temel şartı kaliteli ve yeterli bir öğretim kadrosudur. Nitekim, Diyanet'in vakfettiği kadroların yanı sıra Üniversite'nin de tahsis ettiği ilave bütçelerle her sömestre ihtiyaca göre dışarıdan öğretim görevlisi ve misafir Profesörler davet ediyoruz. Bu sömestre Hoca sayımız 20'nin özerinde mesela. Enstitümüzde doktora yapan 15 genç meslektaşımız da kısmen derslere giriyorlar. Bu yıldan itibaren devlet desteği alıyoruz. Bu bütçeyle kadromuza 2 profesör ve 10'un üzerinde araştırmacı kadrosu ilave etme imkânı bulmuş olduk. 2012'den itibaren bu planımızı hayata geçirmiş olacağız inşallah.
rustu-kam-05-11-a.jpg
 
Rüştü Kam: Öğrenci bulmakta güçlük çekiyor musunuz?

Özsoy: Sevinerek ifade etmeliyim ki, bu sömestre öğrenci sayımız büyük bir artış göstermiş ve 400'ü aşmıştır. Ayrıca, her sömestre kendi öğrencilerimizin dışında bir o kadar da, diğer branş öğrencileri derslerimizi takip ediyor. Bu sevindirici bir durum olmakla birlikte, kuşkusuz sorumluluğumuzu da artırıyor. Ben bu vesileyle, Enstitümüz 'de okumayı tercih eden öğrencilerimize ve onları teşvik eden velilere, çevrelere ve kuruluşlara da teşekkür etmek istiyorum. Bilsinler ki, biz onların kaliteli bir öğretim almaları için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.
 
Rüştü Kam: Din Bilim ile ilahiyat arasındaki temel fark nedir?

Özsoy: Din Bilim ile ilahiyat arasındaki temel fark, din bilim İslam'a dışarıdan bakarken, İlahiyat'ın içeriden bakmasıdır. Daha müşahhas ifade etmek gerekirse, din bilim Kur'an'ı Hz. Muhammed'in ürünü olarak ele alır; ama biz Müslüman İlahiyatçılar nezdinde Kur'an Allah'ın vahyidir.
Almanya üniversite camiasındaki yaygın kanaatin aksine, bize göre, Kur'an'ı vahiy olarak, Hz. Muhammed'i peygamber olarak görmek İslam'la ilgili bilimsel çalışmaya mani değildir. Böyle bir şey iddia edebilmek için İslam ilimler tarihi hakkında cahil olmak gerekir. Maalesef İslam İlahiyatı'nı bir ilim olarak görmeme yanılgısına özellikle Almanya'daki bazı Müslümanlarda da rastlıyoruz. Bu da İlahiyat eğitiminin ne kadar gerekli olduğunu teyit eden bir başka unsur.

Rüştü Kam: Müfredat programlarınızdan bahseder misiniz?

Özsoy: Derslerimizin ağırlığını yoğun bir Arapça eğitimi ve ulum-i İslamiye teşkil ediyor: Tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh, kelam, siyer, İslam tarihi, İslam felsefesi, tasavvuf ve ahlak.
Müfredatımız, Arapça'nın yanı sıra ikinci bir İslam dili olarak Osmanlıca veya Farsçayı öğrenmeyi de öngörüyor. Yan branş öngörmediğimiz için, Almanya'da görev yapacak olan müstakbel İslam İlahiyatçılarının Hıristiyan ve Yahudi teoloji gelenekleri hakkında en azından temel bilgileri edinmesini sağlamak üzere, az miktarda da olsa seçmeli dersler koyduk. Bu dersleri ilgili fakülteler veriyorlar.
Müfredatımızın bir diğer unsuru da, sosyal araştırmalar ve din pedagojisidir. Bu çerçevede öğrencilere, kendilerini müstakbel görev alanlarına hazırlamaları için camilerde, okullarda, diyalog kuruluşlarında veya dini araştırma kurumlarında staj yapma imkânı da veriliyor. Ayrıca, son sene her öğrencinin kendisi için bir ihtisas alanı seçmesine imkân verdik. Böylece mezun olan her bir öğrencimiz, tefsir-hadis, kelam-fıkıh, İslam tarih ve kültürü, İslam düşünce tarihi, dini rehberlik vb. seçimlik alanlardan birinde ihtisas yapmış olacak.
Fark etmiş olacağınız üzere, program İslam İlahiyatı'nın kendi geleneğine ve Almanya'daki Müslümanların ihtiyaçlarına uygun son derece iddialı bir program.
 
Rüştü Kam: Mezun olacak öğrenciler hangi alanlarda iş bulabileceklerdir?

Özsoy: İslam din bilimi programımızdan mezun olanlar "din bilimci" diploması alıyorlar. Bildiğiniz gibi, Almanya'da böyle bir meslek grubu var ve hizmet alanı oldukça geniş. İslam İlahiyatı programından mezun olanlar ise "İslam İlahiyatçısı" statüsüne sahip olacaklar. Onların hizmet alanı camileri de kapsadığı için daha zengin.
Ancak, mezunlarımıza imamlık veya din dersi öğretmenliği yapma garantisi veremiyoruz, çünkü bu bizim verebileceğimiz bir karar değil. Malumunuz olduğu üzere, din dersi öğretmeni yetiştirmek Alman yasalarına göre devlet ve ilgili dini cemaatin müşterek karar verecekleri bir konu. Henüz Hessen'de bu konuda verilmiş bir karar yok. İmam ve din görevlisi yetiştirme konusu ise tamamen cemaatlerin işi. Zira imamlardan hizmet alacak olan da, onlara maaşını ödeyecek olan da cemaatler. Fakat iyi yetişmiş İlahiyatçılara ihtiyacın bu kadar büyük olduğu bir ülkede, her iki bölümün mezunlarının da iş sıkıntısı çekeceğini düşünmüyoruz. Zira hiçbir dini eğitim almadığı halde, sırf Müslüman olduğu için din dersi öğretmeni olan yüzlerce kişi var Almanya'da. Dolayısıyla bizim mezunlarımız aranan insanlar olacaktır, bundan kuşkum yok. Onlara düşen kendilerini en iyi şekilde geliştirmek. Öte yandan, birkaç yıl içinde hem öğretmen hem de din görevlisi yetiştirme yetkisi alabileceğimizi düşünüyorum. Yaklaşık bir yıldır DİTİB'le sağlam temellere oturan bir imam eğitimi modeli üzerinde görüşüyoruz ve sanırım bir o kadar daha çalışmamız lazım.
 
Rüştü Kam: Bazı üniversiteler altı aylık kurslarla imam yetiştirmek istiyorlar,...

Özsoy: İmam eğitimi o kadar kısa sürede halledilebilecek bir iş değildir. Ama garip bir şekilde bazı üniversiteler, hiç bir teolojik altyapıya sahip olmadıkları halde imam yetiştirmekten bahsediyorlar. Bizim imam yetiştirmekten anladığımız, Türkiye'den gelen imamlara entegrasyon kursu veya dil kursu vermek değil. O da faydalı tabii ki, ama onu hem Diyanet, hem buradaki belediyeler ve vakıflar yapıyor zaten. Atılan adımları ve hazırlanan programları maalesef ciddiyetten uzak ve fazlaca politik buluyorum.
Bizim anlayışımıza göre bir din görevlisinin ve özellikle bir imamın sahip olması gereken donanımı üniversite tek başına sağlayamaz. Bu nedenle din görevlisi istihdam eden kuruluşların kendi eğitim kurumlarını oluşturmaları ve üniversitelerdeki İlahiyat bölümleriyle işbirliği yapmaları gerekir.
İslam Kültür Merkezleri ve Milli Görüş'ün bu tür kurumları olduğunu ve DİTİB'in bir model üzerinde çalıştığını biliyorum. Ancak, uzun vadede sadece bu özel eğitim merkezleriyle yetinmek de doğru değil. En ideal model, imamların tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi ilmi alanlarda üniversitede, Kur'an tilaveti, ilmihal ve ibadetler gibi uygulamalı konularda ise cemaatlerin eğitim merkezlerinde yetiştirilmeleridir.
Bu noktada da Müslümanlar Koordinasyon Kurulu'na görev düşüyor. Bütün imamların aynı eğitimi almasını teminen cami kuruluşlarını müşterek kurumlar ve programlar oluşturmaya davet etmek gerekir. Biz İlahiyatçılar olarak katkıda bulunmaya hazırız. Aksi takdirde her kuruluşun kendi imamlarını kendi okullarında yetiştirmesi, izolasyona ve Müslümanlar arası gruplaşmanın derinleşmesine hizmet ediyor.
 
Rüştü Kam: Son olarak ne söylemek istersiniz?

Özsoy: İslam'ın doğup geliştiği ve tarih boyunca şekillendirdiği İslam coğrafyasının dışında yaşayan Müslümanların, hem kimliklerini kaybetmeden kendilerini geliştirmeleri, hem de diğer inanç ve kültür mensuplarıyla kendi inanç ve kültürleri hakkında konuşabilecek yeterliliğe sahip olmaları gerekiyor. Bu, her şeyden önce bağlı bulundukları inanç esaslarını ve mensubu oldukları dini geleneği sağlıklı olarak öğrenebilmelerine bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa'da, İslam'a dair sağlıklı ilmî bilgiyi üretecek uzmanları yetiştirebilecek akademik birimlerin oluşturulmasının ne kadar önemli olduğu görülür.

Öte yandan, Avrupa'nın ortasında, bir Üniversite ortamında, kendine özgü şartlar altında edinilen bu tecrübenin, yüzyıllardır Müslüman kurumlarda ve salt İslam toplumlarında yaşayan Müslümanlar için üretile gelen İlahiyat birikiminden farklı bir dile ve örgüye sahip olacağı aşikârdır.

Genelde İslam dünyasının ve özelde Türkiye'nin bu tecrübeyle yüzleşmesi, İslam dünyasının İslami ilimler birikimi için de bir zenginlik olarak görülebilir. İslam'ın hem uluslararası kabul görmüş bilimsel metot ve standartlara uygun olarak, hem de kendi zaviyesinden otantik olarak araştırılması ve aktarılması, Almanya'da uzun bir tarihi, dolayısıyla bir geleneği olmayan yeni bir tecrübedir. Bu nedenle haklı olarak kuşku ve endişelere de yol açmaktadır.
Ben bizim enstitümüzle ilgili olarak da zaman zaman dile getirilen bu tür endişeleri bu iyi niyetle açıklama eğilimindeyim ve bundan rahatsız değilim. Eleştirilerden öğreneceğimiz şeyler varsa, müteşekkir olarak istifade ederiz. İşimiz gerçekten zor ve sorumluluğumuz büyük; bizim başlangıçta yapacağımız hataların zamanla gelenek haline gelme riski var zira.

Bazı girişimlerin art niyetli olduğu aşikâr olsa bile, biz sağduyuyu elden bırakmamaya ve hoşgörülü olmaya gayret ediyoruz. Ayrıca, İslam'la ve Müslümanlarla ilgili her gelişmenin duyarlılıkla izlendiği ve titizlikle mercek altına alındığı bir ortamda, hem Müslümanlar nezdinde bir güven krizine düşmeden, hem de genel Alman kamuoyu nezdinde itibar kaybetmeden böyle bir görevin üstesinden gelmek çok kolay değil.
  
Rüştü Kam
 


1 Kasım 2012 Perşembe

KURBAN 2012


   

KURBAN

Kurban konusunu bir de Hakkı Yılmaz'dan okuyalım. Konuyu enine boyuna incelemiş. İstifadenize sunuyorum. Okuyalım:

Kurban


Kurban sözcüğü, Arapça bir sözlük olup "yaklaşmak" anlamındadır. Dini terim olarak ise, Allah'ı razı etmek, ona yaklaşmak için yapılan her türlü ameli kapsamı içine alır. Dolayısıyla kurban Allah'a yakın olmak için yapılan hertürlü infak'ın adındır.
Kurban, Allah'a yaklaşmak amacıyla yapılan secde, salât, salâtı ikâme, cihad, yetimin ikramı, sâlihâtı işleme, işsize iş verme vs. gibi her türlü güzel davranışın adıdır.
Sadece hayvan kesmek yaklaşılmaz Allah'a. Her türlü ihlâslı ve takvâlı amel müslümanı Allah'a yaklaştırır. Müslümanın Allah'ın rızasına uygun olarak yapılan harcamaları "kurban" dır.

Habil ile Kabil Adem'in iki oğlu veya iki adem oğlu, Allah'a kurban ile yaklaşmak istemişlerdir. Habil çoban olduğu için kurban olarak bir koyun seçmiştir. Kabil ise çiftçi olduğu için kurban olarak bir demet buğday seçmiştir. (Tevrat/ Tekvin, 5:17), (Maide 27-32), (Tirmizi 2812)

Tarihçesi

Tanrıya/ tanrılara insan/hayvan kurban edilişinin geçmişi kesin olarak bilinmese de insanlık tarihi kadar eskidir diyebiliriz. Dinler Tarihi incelenirse tüm cahil, ilkel insanların tanrılarına yakınlaşma, onlara şükran duygularını ifade etme veya onların hışmından kurtulabilmek amacıyla Kurban ile ilgileri görülür. Antik yunan dininden tutun da Japon dini Şintoizme, eski Çin inançları ve Hinduizme kadar hepsinde kurban vardır. Ahdi Atik ve incil'de de israiloğullarının sunduğu Takdimelerden sıkça söz edilir.
Cahil insan, korktuğu şeylere, putlarına, totemlerine, ilahlarına hep kurban sunmuştur. Bu kurban kimi zaman, yetişkin insan olmuş, kimi zaman çocuk olmuş, kimi zaman da hayvan (deve, sığır, davar) olmuştur.
 

İslâm dininde kurban


Müslüman arasında Kurban ilkel dinlerdekinden farklı olarak yer almıştır. Kurban'ın toplumda kardeşliği, yardımlaşmayı ve dayanışmayı pekiştirdiği, sosyal adaletin tesisinde yardımcı olduğu, et alma imkânına sahip olmayanların et yeme imkânı bulduğu, zenginlerde yardımlaşma ve paylaşma duygusunu geliştirdiği ileri sürülür. (!)

İlm-i Hal ve fıkıh kitapları kurban konusunu işlerken kurbanın delil ve kaynaklarını Kur'ân'a dayandırmaya çalışırlar.

1- Kevser suresindeki VE-NHAR emri, KURBAN KES diye tercüme ve tefsir edilir.
2-Kurbanın İbrahim As.'dan gelme bir sünnet olduğu kabul edilip, İbrahim As.'ın özverisinin konu edildiği Saffat/ 83- 113. Ayetlerini İbrahim peygamberin oğlunu Allah'a kurban olarak kesmeye çalıştığını ileri sürerler.
3- Hacc Suresi 34-37 âyetlerinin kurbandan bahsettiğini iddia ederler.
4- Maide/ 27- 32'de konu edilen olaya binaen de, Kurbanın Âdem peygamberden beri var olan bir ibâdet tarzı olduğu kabul ederler. Böylece de kurbanın Kur'ân' kaynaklı olduğuna inanılır.

İşin aslına bakılırsa, delil olarak ileri sürülmeye çalışılan ayetlerde konu edilen olayların bizim bildiğimiz ve uyguladığımız kurbanla hiç alakası yoktur. Âyetlerin kurban için delil teşkil etmeleri söz konusu değildir. Âyetlerin bu tarz meal ve tefsirleri de yanlıştır. Bunları inceleyelim:

Kevser suresi


Dinî ve tarihî kaynaklarda belirtildiği gibi, ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla, hazırladıkları hile ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı bu tür davranışlardan biri de soyunu devam ettiremeyeceği yönündeki alaycı hafifsemelerdi.

Günümüzde bazı ilkel aileler tarafından da hâlâ sürdürüldüğü gibi, o zamanın Arap kültüründe de kız çocukları evlâttan sayılmaz, ailenin erkek çocuk tarafından devam ettirildiği kabul edilir ve erkek çocuğu olmayanlar horlanırdı. Peygamberimizin Hadice'den doğma oğulları Kasım ile Abdullah ölünce, başta As b. Vâil es- Sehmî, Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ukbe b. Ebî Mu'ayt gibi Kureyş'in ileri gelen müşrikleri olmak üzere peygamberimizin hasımları bu olayı malzeme yaparak o'nu horlamaya yeltenmişlerdi. Peygamberimiz tarafından ortaya atılan davanın o'nun ölümü ile biteceğini, çünkü oğulları öldüğüne göre davanın takipçisi kalmadığını düşünerek peygamberimiz hakkında "Bırakın o'nu, o'nun soyu kesik, zürriyetsiz, ölünce adı unutulur gider, biz de ondan kurtuluruz" diyor ve temennilerini haber yapıyorlardı. Bu durum peygamberimizi çok üzüyordu.

Bu sure işte üzgün peygamberi desteklemek ona metanet kazandırmak, onu ileriki görevlerine hazırlamak için inmiştir, anlamı şöyledir:

"Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik. Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumun zenginleştirilmesine ve aydınlatılmasına uğraş] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle! Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!" (15/108, Kevser/1-3)

Rasülüllah'a verilen kevser: Bol nimet ise yine Kur'an'da (Duha, İnşirah sureleri ve Hıcr/87) ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

Aydınlanmanın başlayışı ve Allah'ın ilâhlığını, rabliğini örtüşün, Allah'a ortak kabul edişin, cehaletin toplumu sarmışlığı[1] kanıttır ki Rabbin seni terk etmeyecek ve sana darılmayacak.
Sonrası senin için öncesinden elbette daha hayırlı olacak. Ve Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın.

O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?

O hâlde yetimi perişan etme/daha da kötüleştirme! İsteyeni/soranı azarlama.
Ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle ortaya koy!

Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? -Ki o, senin belini çatırdatmıştı.- Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?

Demek ki zorluğun yanında kesinlikle bir kolaylık var. Zorluğun yanında bir kolaylık, kesinlikle var.
O hâlde boş kalır kalmaz hemen yeni bir şeye başla. Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt. (11/93, Duhâ/1-11+12/94, İnşirâh/1-8)

Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur'ân'ı verdik. (Hicr/ 87)
Buna göre bol nimet, "Kur'an ve sıradan birisi iken seçilip peygamber yapılması; yetim iken barınağa kavuşturulması; dosdoğru yol dışında biri iken doğru yola kılavuzlanması; dar gelirli iken zenginleştirilmesi; sıkıntılı ilen göğsünün açılması, ferahlatılması; yükü ağır iken ağır yükünün hafifletilmesi; adı unutulacak iken adının, sanının ve şanının yüceltilmesi"dir.

Bizim "karşılaşacağın zorlukları göğüsle!" diye çevirdiğimiz sözcüğün orijinali "nahr" dır. Nahr sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan "kurban kes" şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, "ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir [meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir]" kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan ğalâtın/hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.

Kadim lügatlara göre İsim olarak kullanıldığında "göğüs, gerdan" anlamına gelen nahr sözcüğü, mastar olarak kullanıldığında araplar arasında "eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek" anlamlarına kullanılır olmuştur. Türkçedeki "intihar" sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir.

Sözcük Âyette venhar emir kipiyle yer aldığına göre sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir:.

1-Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki birinci anlamı "elini göğsüne değdir" emridir. İmam-ı Şafii ve-nhar emrini "kurban kes" ya da "deve kes" olarak değil, "ellerini göğsüne değdir" olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.

Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivâyetleri dikkate alarak bu emri namazda kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.
Kimileri de aynı emri, namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.

Ebû Hanife'nin bu Âyeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması sebebiyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar intikal edememiştir.
Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa Âyette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine [ipucu] yoktur.

Bu sözcüğün "elini göğsüne değdir" anlamın alırsak, namaza başlama tekbirinde ya da namazlardaki ara tekbirlerde dilimizle "Allahu Ekber [Allah her şeyden daha büyüktür]" derken ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını ifade eder. Yaptığımız bu hareket, Allah'tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sûre peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah'ın bu emirle peygamberimizden istediği, hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesidir.

2- Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki ikinci anlamı "göğüslemek, göğüs göğse gelmek" demektir. Sözcüğün asıl ve en fazla kullanılan anlamı zaten bu anlamdır. Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca "evleri göğüs göğse [karşı karşıya]" deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır.
Buna göre Rasülüllah'a/ mü'minlere, "sabırlı olma, her türlü sıkıntının göğüslenmesi" emredilmiş olmaktadır.

3-Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise "deveyi göğsünden hançerle kesmek" demektir. Dikkat edilirse bu anlam içinde "kurban" sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, Âyetten "kurban kes" veya "deveyi kurban kes" gibi anlamlar çıkmaz. Sâdece "deveyi göğsünden hançerle kes" anlamı çıkar. Bu takdirde Âyetin anlamı, "Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, salat et ve deveyi göğsünden hançerle kes!" olur.

O günkü şartlar altında peygamberimize böyle bir emir; kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu Sûre indiğinde peygamberimiz hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori/iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir.
Kevser Sûresi'nin 15. sırada indiğini bilenler ve Sûre ile Âyeti o ortama göre ele alanlar venhar emrinden kesinlikle "kurban kes" anlamını çıkarmazlar.

Ragıb el İsfehânî de Müfredât adlı eserinde nahr'ı hacc esnasında Mina'da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak hedy'den bahseden Bakara Sûresi'nin 196; Mâide Sûresi'nin 2, 95, 97. ve Feth Sûresi'nin 25. Âyetleri henüz inmemiştir. Çünkü bu Âyetler, Medenî'dir. Dolayısıyla Kevser Sûresi indiği sırada hacc ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb'a göre de nahr hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.

Bazıları, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kurban konusunu İbrâhîm peygambere bağlarlar ve o'nun oğlunu kurban edişini konu alan birçok Kur'ân dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek detaylara girerler. Oysa Sâffât Sûresi'nin 83-113. Âyetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Mâide Sûresi'nin 27-31. Âyetlerindeki "iki âdemoğlu" kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili pasajın da hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.
Müslümanların nerede ve ne amaçla hayvan keseceği, Hacc Sûresi'nin 34-38. Âyetlerinde açıklanmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında Kevser Sûresi'nin anlamı, " Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik. Öyleyse Rabbin için salât et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumun zenginleştirilmesine ve aydınlatılmasına uğraş] ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle! Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!" anlamındadır.

Konuya malzeme yapılan kuran pasajları da şunlardır. Okuyun ve kurbanla ilişkisinin olup olmadığına siz karar verin:
Hiç kuşkusuz İbrâhîm de Nûh'un grubundandı.
Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
Çünkü İbrâhîm, yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben sancılıyım/fikir sancısı çekiyorum' dedi.
Hani o, babasına ve toplumuna: "Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah'ın astlarından birtakım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?" demişti.[2]

Bunun üzerine babası ve toplumu, İbrâhîm'den arkalarını dönerek geri durdular/o'nunla ilişkiyi kestiler.
Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup "Yemez misiniz/nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?" dedi. Hemen sağ eliyle/ yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
Bir süre sonra, İbrâhîm'in halkı koşarak İbrâhîm'le yüz yüze geldiler.
İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır' dedi.

Onlar: "Şunun için bir duvar yapın/ ambargo uygulayın da bunu çılgınca yanan ateşin/aşırı sıkıntının içine atın!" dediler.
Onlar, İbrâhîm'e tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik.
Ve İbrâhîm: ‘Kuşkusuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!' demişti.

Bunun üzerine Biz, İbrâhîm'e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik.
Sonra ne zaman ki o müjdelenen çocuk kendisiyle birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman İbrâhîm: "Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni perişan, mağdur ediyor görüyorum. Bak bakalım sen ne düşünürsün?" dedi. Oğlu: "Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşallah beni, sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere sabredenlerden bulacaksın" dedi.
Sonra ne zaman ki ikisi de İslâmlaştılar ve İbrâhîm, o'nu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz o'na, "Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın" diye seslendik...[3] -Şüphesiz Biz, iyilik-güzellik üretenleri işte o'nun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.-

Şüphesiz oğulu yüzüstü bırakma işi, kesinlikle apaçık yıpratarak sınamadır.
Ve Biz İbrâhîm'e, perişan, mağdur edeceği çok büyük bu şey karşılığında/sebebiyle bedel/bahşiş verdik.
Ve sonradan gelenler içinde o'nun hakkında devamlı kalacak [hayırla anılacak, örnek alınacak] bir söz bıraktık.
Selâm olsun İbrâhîm'e!
İşte Biz iyilik-güzellik üretenleri o'nun gibi ödüllendiririz.
Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır.
Ve Biz o'na sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı müjdeledik.
İbrâhîm'e ve İshâk'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine haksızlık eden vardır. (56/ 37, Saffat/ 83-113)

Yüce Rabbimiz haksız yere insan öldürmeyi,cana kıymayı, insanlara gönderdiği dininde (Bakara/ 178, Nisa/ 92, 93, Maide/ 32, En'am/ 151, İsra/ 33') kesinlikle yasaklamıştır. Bu yasaklar İbrahim peygamber için de geçerlidir. Hele hele bir peygamberin öz oğlunu Allah'a kurban diye kesip öldürmesi, akıllı insanların inanacağı, kabulleneceği bir olay değildir.

Ve Biz, her önderli toplum için, Allah'ın kendilerine hayvanların kusursuzlarından rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir kulluk gösteri yeri/ kulluk biçimi yaptık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. O nedenle, yalnız O'nun için Müslüman olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcayan, Allah'a içtenlikle boyun eğen o kimselere müjdele.

Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak, O'na, sizden "Allah'ın koruması altına girme" ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah'ı büyükleyesiniz diye, o büyükbaş hayvanları, size işte böyle boyun eğdirdi [hiç değişmeden, gelişmeden size boyun eğecek özelliklerde yarattı]. Ve iyilik, güzellik üretenleri müjdele.
Şüphesiz Allah, inanan kimseleri savunur. Şüphesiz Allah, aşırı hâin ve son derece nankörlerin hiçbirini sevmez.(103/22, Hac/34-35, 37-38)

Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: "Seni kesinlikle öldüreceğim" dedi. Diğeri: "Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb'i Allah'tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak günahı ve kendi günahını yüklenip de Ateş'in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış iş yapanların da cezası budur!" dedi.

Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin egosu kendisine, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi, sonra da onu öldürdü. Kendisi de zarara uğrayanlardan oluverdi.
Sonra Allah hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, "Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum." dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.

İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na: "Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" şeklinde farz kıldık. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların birçoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir. (112/5, Mâide/27-32)

RİVAYETLERDE KURBAN


Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de [Altı Büyük Hadis Kitabı'nda] 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların mükellef tutulduğu hedy'e [Hacda hacıların hediye olarak kestiği hayvana] yöneliktir. Yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir.

Rivâyetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde, ne Mekke'de bu Sûrenin indiği dönemlerde, ne de Medine'de hacc farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı da söz konusu değildir. Yani Âyetler indiği zaman Mekke'de peygamberimiz ve o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibadeti kesinlikle yapmamıştır.

Ayrıca unutulmamalıdır ki mü'minler, sene de bir kez bayramla, törenle, şölenle değil her an, toplumda kardeşliği, yardımlaşmayı ve dayanışmayı pekiştirmek, sosyal adaletin tesisinde yardımcı olmak, et alma imkânına sahip olmayanların et yeme imkânı sağlamak, zenginlerde yardımlaşma ve paylaşma duygusunu sağlamak ve uygulamak zorundadırlar.
  
Rüştü Kam
 
[1] Âyetin orijinalindeki sözcükler, "şu kuşluk vakti ve karanlığı büsbütün bastırdığı zaman gece" anlamındadır. Burada da mecâz anlamlar tercih edilmiştir.
[2] Teknik nedenler ve anlam bilgisi gereği 88-89. âyetleri, Resmi Mushaf'tan farklı tertip ettik.
[3] Burada konu edilen olaylar, İbrâhîm ve İsmâîl'in değişik hayat safhaları olup bunlar birbiri ardına hemen yaşanmış şeyler değildir. Buradaki İslâmlaşmaları, Bakara/124-132′de konu edilen olaylardır. Konunun tafsilatı için bkz. Tebyînu'l-Kur'ân.
 

BİR GARİP YOLCULUK


   
BİR GARİP YOLCULUK

Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene Türkiye'ye gelme lüksleri de yok. Bence gerçek gurbetçiler onlar. Bu Kurban Bayramı'nda onları yad etmek istedim. Almanya'daki gurbetçilerden Avustralya'daki gurbetçiye selam olsun. Kurban Bayramı'nız mübarek olsun.

Bundan tam on sekiz sene önce bir vesile ile Avutralya'ya gitmiştim. O zaman yazmıştım bu hikayeyi...Yeniden gözden geçirerek yayınlamak bugüne nasip oldu. Okuyalım:

Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum.
Frankfurt Hava Limanına vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşımla birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor ve çıkıyorduk. Derken kemerlerinizi bağlayın anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışılmışın dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa'ya özenmiyordu demek ki uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan buydu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma kousunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar.

Hoştu, güzeldi, alkışlanacak bir davranıştı.Kültür emperyalizminin ağına takılmış gibi görünmüyorlardı. "Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malaysia'lıyız" der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık hadimlerine. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava yollarıyla yapıyorduk.
Onbir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak olan Malaysia Havalimanı'na iniş için kemerlerimizi bağladık. Aman Allahım o ne sıkıcı yolculuktu öyle, Onbir saat havadasınız, ayaklarınızı uzatamıyorsunuz, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!).

Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişelerde başları örtülü tesettürlü memureler var. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. İşte hürriyet ve işte insan hakları. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm.Halkının %99'u müslüman olan bir ülkede inancından ötürü müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malaysia halkının % 51'i müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip.

Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı ve "buyurun hoşgeldiniz" dedi başörtülü memure. Ben Avrupa ülkelerini hemen hemen dolaştım görevim dolayısıyla. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. ''Sen şöyle ayrıl bavullarını aç'' denilmedi ilk defa bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşına. ''Buyurun Hoşgeldiniz''. Ne güzel kelam. İtibar görmeniz ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, "Evet ben Türküm ve Müslümanım."

Tabi bu yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk'tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar.

Malaysia'da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edecektik. ''Air Hotel''de kalmamız gerekiyordu. Üçüncü sınıf bir Hoteldi. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda kıbleyi gösteren bir işaret... Bunlar küçük ayrıntılar belki ama, insanı mutlu den ayrıntılar.

Bu birgün içinde, Malaysia'yı tanımalı, Malaysia'da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık.
Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı yol arkadaşım. Uluslararsı İslam Üniversitesi'nde okuyan Kemal Civelek, bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve başladık Malezya sokaklarında yol almaya. Uzakdoğuya has bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek, soldan akan trafiği yadırgayarak ''Uluslararası İslâm Üniversitesine'' ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmat Davutoğlu(Bugün Dışişleri Bakanı 2012)

Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye'den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye'yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye'de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık.

Onlar da bize, Malezya'dan ve Malezya'daki müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç.Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktı.

Sabah Malezya'yı tanımaya Kuala Lumpurdan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala lumpur.
Afrika mimarisinin tipik örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur'da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını laiklik baskısı olmadan özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: ''Mesela, nikah işlemleri imamlar tarafından yapılıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyorlar. Cuma saatinde her taraf kapalı. Memur olan ve fabrika v.s gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar."

Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak hemen Hacca gidebiliyormuş. Malezya'lı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke'de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanısıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel.

Namazlardan yarım saat önce minarelerden Kur'an okunmaya başlıyor. Sorduk ''her zaman böyle midir?" diye. Evet böyledir dediler.

Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın diye valiliklere müracaat eden Türkiye'li laikler geldi aklıma...

Bir de ne görelim, aman Allah'ım, vakit namazlarına hanımlar da geliyor. Çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar camiye gelecek... Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, dini biz mi bilmiyoruz, yoksa bu insanlar mı? Yoksa bu insanların dini başka bir din midir?

Yine sorduk? Müslüman mısınız? Diye. Evet müslümanız dediler ve dinlerinin adının da İslâm olduğunu,Peygamberlerinin Hz.Muhammed (S.A.V) olduğunu, Kitaplarının da Kur'an olduğunu söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılmaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ''kadınlar''da diye yazar.

Türkiye'li müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezya'lı müslümanlar mı? bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah'ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum.

Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi.

''San Şayn'' kralı da bir cami yaptırmış kendi adına.Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği birarada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid'i Nebevi'nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya'dan götürülmüş.

Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir? Nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde.

Günümüz o kadar hızlı geçti ki, nasıl geçtiğini anlayamadık bile. 21'45 de Kuala Lumpur Hava alanında olmamız gerekiyordu.Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken,Filistinli bir öğrenciyle Bosnalı bir kız öğrenciyi tanıştırdı bizimle Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç... Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş, Filistin'de, Bosna'da. İkisi de kader kurbanı. Malezya da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte...

"Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydında, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi." Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, Bosna üzerine de birkaç söz söyledik. Buruk bir şekilde ayrıldık o iki talihsiz çiftten.

Enfal Suresi'nin 65' ci ayetini hatırladım hemen, ''Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm''.

Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri müslüman. Normal şartlarda bile müslümanların galibiyeti söz konusuyken bir de Allah'ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi?

''Allah müslümanlara neden yardım etmiyordu?'' Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor,''Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem''...

Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikde değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bid'adlardan uzaklaşmada değişim, Allah'ın dinini Allah'a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen herhalde. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü, Allah müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu...

Derken yine bir anonsla daldığım hayal aleminden uyanıyorum.''Kemerlerinizi bağlayın''. Dokuz saattlik birincisine benzer yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya'ya indik. Oldukça görkemli bir Hava alanı var Avustralya'nın. Yol arkadaşım Malezya'daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden.

Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Hava Alanında. Melburn'daki merkezlerine götürdüler biz. 80 dönüm içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binasını satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak kullanıyorlar.

Melburn Avustralya'nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiye'li yaşıyormuş burada. Avustralya'da yaşayan tüm Türkiye'lilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994).

Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya'ya Türkiye'den gelenleri, Türkiye'li olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya'da doğan çocukları Avustralya'lı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya'da yaşayan müslüman sayısı 500.000 civarında imiş.Ne yazık ki; orada da müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Allah'a kul yetiştrime yerine, herkes kendine üye yetiştirmekle meşgul imiş. Avustralya'nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış müslümanları.

Avrupa'nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, biraz daha şuurlu Türkiye'li müslümanlardan. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melburn'da. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat.
İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel Okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finansa ediyormuş. Türkiye'den gelen müslümanlar, Avrupa'da olduğu gibi Avusturalya'da da böyle bir imkanı değerlendirememişler.

Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizli'li, İmam Hatip Lisesi'nde sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melburn'da karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç'da yol arkadaşımın memleketlisi. Kayseri'li. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melburn'da karşılaşıyorlar. Daha çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya'da.

Oldukça mahzun Avustralya'da yaşayan Türkiye'liler, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlaya mıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar halen gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Hava alanında rastladığımız bir teyzeye sordum: 'Ne zamandan beri buradasınız' diye? "25 yıldan beri" dedi. Peki bu kaçıncı izin dedim, "ikinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim" dedi. Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelliki kızını evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha götürecek Avustralya'ya.

Türkiye'den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye bir derdi yok. Türkiye'li diye de bir derdi yok. O artık Avustralya'lı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, '' İslam''. Ancak dilleri ingilizce, müzikleri ingilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çifte telli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar.

Radyoları var. Günde bir saat yayın yapıyor ama onlar daha fazlasını istiyor. Türkiye'den 20.000 km. uzaktaki bu insanların nesillerine sahip çıkılması gerekiyor. Yoksa kaybolmaları an meselesi. Radyo zaman zaman isteklere cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi 'Alo'... Bir istekde bulunacağım, bugün çalmanız mümkünmüdür? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ''Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?''
Cevap insanın içini acıtıyor:''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''

Belliki Avustralya'ya gelin gelmiş bu bacımız. O geldiği seneden beride köyüne gidememiş, özlemiş anasını ve babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak gözlerimizden süzülüverdi yaşlar aşağı doğru... Başladı radyo türküyü çalmaya, ''Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.''

Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına.

Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, işçi olarak dünyanın her bir tarafına dağılacak ve enerjilerini oralarda mı imarında mı harcayacaklardı? ''Ya Rabbi bu ne zillet böyle''. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi hemen aklıma, ''Cihadı terkeder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, taki tekrar cihada dönünceye kadar.''

Bir hafta kaldık Melburn'da. Program gereği Sidney'e gitmemiz gerekiyordu. Kamberra'ya uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Kamberra Avustralya'nın Başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlemento binası şehre hakim bir tepede görkemli bir yapı. Kamberra da 40 hane kadar Türkiyeli'nin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Had Sanatı... Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye'yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında insan. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu, inceden inceye:

"Her yer karanlık pür nur o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya rab
Ya habgah-ı dilber mi ya rab
Rüya değil bu, ayniyle vaki

Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegahe
Bir haclegahe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben."

Türkiye'deki lüks lokantalar geldi hemen aklıma, nereye giderseniz gidin genelde batı müziği çalınır. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletemeyiz nedense. Kendi kimliğimizle onların karşışına çıkmaktan utanırız. Ne kadar garip değil mi?

Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba tek tük. Daha çok tırlar var yollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süsülü burnu kocaman tırlar. Bazen de önünüze kanguru atlıyor.

Sidney'deyiz. Şehrin merkezinde iki minare sizi selamlıyor tüm haşmetiyle. Cami yeni yapılıyor. Camiden önce minareleri yapılmış. Türkiye'liler hep orada, bizim övüncümüzdür bu cami diyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereği bu davranış diye düşünüyorum.

Programlar bittikten sonra gece Sidney'i gezdirelim dediler. Kabul ettik teklifi. Kral Caddesi'ndeki Türkiye'li çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece aleminin içinde o benim kızımın ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o alemde. Dolar aşkına feda edilen nesil...

Arif'in bir arkadaşı ''önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur diyormuş'' Arif Denizli'li bir genç. Türkçe'yi çok zor konuşuyor. "Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim, vesile olanlardan Allah razı olsun'' diyor, utanarak. Vollongong Sidney'e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Vollong'dayız. Dünyanın ikinci büyük demirçelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiye'li çalışıyormuş burada. Genellikle ''Döner Kebap'' işinde çalışıyorlarmış.

Avustralya'da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. Milli damat olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanısıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısıda az değil.
Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler.
Gözlerinden okunuyordu cemaatın, ''Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımızda bu programlardan istifade etsinler'' diye yalvardıkları. Boynu bükük olarak bıraktık Volongong'luları orada, Taçura'daki programa ulaşmamız gerekiyordu. Öbür günde uçağımız kalkacağı için zaman yeterli değildi. Taçura'da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiflikte çalışıyor. Çilek mevsiminde gelmişiz oraya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belliki hormonlu, tadı yok. Telefonla çağırmışlar birbirlerini akşamki toplantıya.
Cemiyet başkanının evinde toplandılar. Başkan Amasya'lı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar var aralarında. Denizli'li bir kardeşimizin sekizyüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, tabiki hoşumuza gitti, hepsine de tavsiyede bulunduk. "İşçiliğe son verin artık. Madem ki buradasınız çocuklarınız burada, bak izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geçmeden imkanlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kendiniz alın" dedik.Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler.

Anladık ki, Avustralya'ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak.

Tahir Solak, kardeşi Tarık'ın organize ettiği Kigbox dünya şampiyonnsına davet etti bizleri. Salonu hınca hınç Türkiye'liler doldurmuştu. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler'den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah'ım o ne heyecan. Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk'ün Melburn zaferi ve Dünya şampiyonluğu... Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi.

Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralya'lılar da bir başka güzellikler yumağı, sevincide başka Avustralya'lının, hüznü de... Selam sana Avustralya, selam sana Avustralya'lı kardeşim.

"Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim "*

*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.

Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışır.

Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.

Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar ....................................................."
  
Rüştü Kam