19 Kasım 2012 Pazartesi

Hz. Meryem, Annesi ve Hz.İsa



Rüştü Kam
Ha-ber.com 11.11.2012

Hz. Meryem'in kıssası, Kur'an'da geçen en ilginç ve en güzel kıssalardan biridir. Meryem'in dünyaya gelişi, anesinin hayat hikayesi, bakire bir genç kız olduğu halde gebe kalıp "Hz. İsa"yı doğurması gibi olaylar, Kur'an-ı Kerim'de etraflıca anlatılan pek şirin ve ilginç hadiselerdendir. Bu kıssa, özellikle Meryem suresinde tefsilatlı bir şekilde anlatılmıştır, ben burada, Meryem ve Âl-i İmran surelerindeki kıssayı özetle vermeye çalışacağım.

Hz. Meryem'in yaşadığı Toplumun özellikleri
Hz. İsa'yı dünyaya getirme göreviyle Allah'ın şereflendirdiği Hz. Meryem, tarihi kaynaklara göre bundan yaklaşık 2000 yıl önce yaşamış, Allah'ın dünyada ve ahirette seçkin kıldığı kadınlardan biridir.
Hz. Meryem, tarihi kaynaklara göre, o dönemde Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunan Filistin topraklarında doğmuştur. Yahudi bir toplum içerisinde ve o soydan biri olarak dünyaya gelmiştir.
O dönemde Roma İmparatorluğu'nda yaygın olan din "Putperestlik"tir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, bir zamanlar "alemlere üstün kılınmış"1 bir topluluk olan Yahudiler ise, kendi çıkardıkları birtakım hurafelerle şekilciliğe sapmış, Allah'ın kendileri için seçip beğendiği dinlerini tahrif etmişlerdir. Allah'ın emirlerine isyan etmiş ve O'nun kendilerine verdiği nimetlere karşı şükredici olmamışlardır. Bazıları ise, nefislerinin hoşuna gitmeyen emirlerle geldikleri için, Allah'ın kendilerine bir rahmet olarak gönderdiği peygamberleri öldürecek kadar ileri gitmişlerdir. Kuran'da İsrailoğulları'nın bu sapkın tavırları şöyle bildirilmektedir:

Andolsun, Biz İsrailoğulları'ndan kesin söz almış (misak) ve onlara elçiler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümünü yalanladılar, bir bölümünü de öldürdüler.2

"... Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir.
İşte Hz. Meryem, tüm bu karışıklıkların hüküm sürdüğü ve Yahudilerin tüm ümitlerini, bekledikleri Mesih (Kurtarıcı)'in gelişine bağladıkları bir dönemde dünyaya gelmiştir. Allah, İsrailoğulları'nın tüm beklentilerinin odak noktasını oluşturduğundan tamamen habersiz olan Hz. Meryem'i, bu kutlu görev için özel olarak seçmiş ve yetiştirmiştir. Allah'ın "... Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır... Ve o salihlerdendir."3 sözleriyle övdüğü Hz. İsa'yı dünyaya getirme görevini Allah Hz. Meryem'e vermiştir.

Hz. Meryem, Allah'ın seçtiği bir kimse olarak, bu insanların sapkın ve cahilce inanışları arasında güzel ahlakı, hak dini temsil etmiştir.
Allah, Kuran'da ailesinden, doğumuna, Hz. İsa'yı dünyaya getirişinden, yaşadığı toplumun iftiralarına karşı koyuşuna ve gösterdiği üstün ahlak özelliklerine kadar, Hz. Meryem'in hayatına dair pek çok konuyu bizlere bildirmektedir.

Allah'ın Alemlere Üstün Kıldığı İmran Ailesi

Allah Kuran'ın "Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir..."4 ayetleriyle, İmran ailesinin, Hz. Adem, Hz. Nuh ve İbrahim ailesi ile aynı soydan geldiklerini ve alemler üzerine seçilmiş kimseler olduklarını bildirmektedir. İşte Hz. Meryem de bu soydan, seçkin kılınmış İmran ailesinden gelmektedir.
İmran ailesi, Allah'a samimi bir kalple iman eden, her işlerinde O'na yönelip dönen ve Allah'ın sınırlarını koruyan bir aileydi.

Hz. Meryem'in Dünyaya Gelişi

Meryen'in annesi "Henne" (veya "Hena"), Hz. Yakub soyunun büyüklerinden ve saygın bir dinadamı olan "İmran"la yıllardır evli olduğu halde halâ çocukları olmamıştı. Yıllar geçti... Fakat bütün bekleyişi boşa çıkmıştı. Nihayet bir gün Allah Tealâ'nın dergâhına sığınarak bütün kalbiyle ona tazarruda bulunup yakardı:
"İmran'ın karısı dedi ki: "Rabbim! Karnımda olanı... -dünyaya geldiği zaman Senin evinin hizmetkârı olması için -serbest bırakacağıma dair adakta bulunuyorum. O halde sen de bu adağı benden kabul ediver... Şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin!...! 5
Beyt'ul Mukaddese o devirlerde "Heykel" deniliyordu. Bu mabedin yapımına Hz. Davud başlamış, oldu Hz. Süleyman tarafından da tamamlanmıştı. İslâm devrinde, işte bu mabedin yanında "Mescid-i Aksâ "veya" BEYT'UL MUKADDES" inşa edildi.

Temiz tıynetli bir kadın olan "Henâ"nın duası nihayet kabul olundu, Henâ gebe kalmıştı. Vakit tamamlanıp da doğum yapınca bebeğin oğlan değil, kız olduğunu gördü; bunu beklemiyordu! Bu nedenle "Ya Rabbi!" dedi, "Bu bir kız çocuğu!...

“Oysa ben, mabede daha iyi hizmette bulunabilmesi için bana erkek evlat verirsin sanmıştım"

Ancak, Allah Tealâ, bu kız çocuğunun ne kadar pâk ve temiz tıynetli olduğunu biliyordu elbet. Ancak, Meryem'in annesi, kız çocuğunun erkek çocuk kadar Allah'ın evine hizmet edemeyeceğini düşündüğünden "Onun adını Meryem -âbide, ibadet eden kadın- koydum; onu ve soyunu, katından kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığındırırım." dedi. 6

Meryem'in annesi Hena, adağını yerine getirmesi ve ahdine vefa göstermesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle, kız olmasına rağmen Meryem'i "İbadet eden kız" olarak Allah'ın evine adadı.

"Allah da Meryem'i güzel bir şekilde kabul ederek onu gereğince eğitip yetiştirdi."

Babası, Meryem'in dünyaya gelişinden önce öldüğü için annesi Henâ, küçük yaştaki Meryem'i getirip Allah'ın evinin mütevellilerine teslim etti ve onlardan, çocuğunun, Allah'ın evine hizmet etmesi hususundaki adağını kabul etmelerini istedi."
İsrailoğullarının en önde gelen dinadamlarından ibaret bulunan Beyt'ul Mukaddes mütevellileri, Meryem'in sorumluluğunu üstlenme ve onu yetiştirme hususunda ihtilafa düştüler. Sonunda, kur'a çekmek için kalemlerini suya atmaya karar verdiler. Kimin kalemi su yüzüne çıkarsa şehrin muhterem ve tanınmış siması İmran'ın kızını o yetiştirecek, Allah'ın evinde onun velayet ve kefaletini üstlenme şerefi ona ait olacaktı.
Hepsi kalemlerini suya attılar. Bütün kalemler suya gömülmüş, sadece Zekeriya'nın kalemi su yüzüne çıkmıştı! Böylece Meryem'i eğitme ve yetiştirme görevi Meryem'in teyzesinin kocası olan Zekeriya'ya düşmüş oldu.
Beyt'ul Mukaddes'te, yüksekçe bir yerde Meryem'e küçük bir oda yaptılar; eğitim ve terbiyesi Zekeriya'nın uhdesine bırakılmıştı.

Meryem, Hz. Zekeriya'nın özel bakım ve nezareti altında

Meryem'in yiyecek ihtiyaçlarını karşılamakla da görevli olan Zekeriya, ne zaman Meryem'in yanına gittiyse onun önünde cennet yiyecekleri buldu; Meryem cennet yiyecekleriyle besleniyordu! Kur’an bu olayı şu şekilde ifadeye koyuyor:

"... Zekeriya ne zaman mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem, bu yiyecekler nereden geldi sana?" diye sorunca, Meryem, "Bu, Allah katındandır" dedi, "Şüphesiz Allah dilediğine rızık verendir." 7

Zekeriya, Meryem'in, Allah Tealâ'nın özel ihsan ve lütfuna mazhar olduğunu anlamıştı. Böylece Meryem, Hz. Zekeriya'nın özel bakım ve nezareti altında, mabedde yıllarca kaldı.
Artık Meryem büyümüş, uzun boyu, ahlâkî ve fiziki güzelliği itibarıyle yaşadığı devrin en güzel kızı olmuştu. Halâ mabeddeki yüksek odasında yaşıyor; ancak bütün erkekler dışarıya çıktıktan sonra aşağıya inerek yerleri süpürüyor, mabedin temizliğiyle meşgul oluyordu.
Bir gün yine küçücük odasında oturmuşken Allah'ın melekleri gelip "Ey Meryem! Allah'a gönülden itaat et!" dediler, "Secde et O'na, ve O'nun huzurunda tevazu gösterenlerle birlikte sen de tevazuda bulun!" 8
Başka bir gün yine melekler inerek "Ey Meryem" dediler, "Allah Tealâ seni Meryemoğlu İsa Mesih adlı bir bebekle müjdelemektedir. O, dünyada da ahirette de seçkin, onurlu, saygın ve Allah'a yakın kılınanlardandır."9
- Hemedan'da yaşayan Amerikalı rahip Haks, "Mukaddes Kâmus" adlı kitabının 806. sayfasında "Efendimiz İsa, belli bir hizmet ve fedakarlıkla görevlendirilmiş olduğu için "Mesih" lâkabıyla adlandırılmıştır." der-
"O, beşikte de, tıpkı büyüdüğünde olduğu gibi insanlarla konuşacaktır. Ve o, salihlerdendir, Allah'ın has kullarından biridir." 10
Meryem "Allah'ım! dedi, "Şimdiye değin beşer eli bana değmemiş olduğu halde nasıl olur da bir oğlan çocuğu doğururum ben?" Bunun üzerine melek: "Bu böyle olacak, Allah dilediğini yaratır" dedi, "Allah Tealâ bir şeyin olmasını istediği ve onu irade ettiği zaman yalnızca" ol!" der, o da hemen oluverir! 11
Ruh'ul Kudüs, yakışıklı ve çekici bir erkek kılığında ona göründü

Bu kıssanın devamı Meryem suresinde geçer. Allah Tealâ mezkur surede yaşadığı devrin en iffetli ve en temiz genç kızı olarak ün salmış bulunan çağın örnek kızı Meryem'in nasıl hamile kaldığını şöyle anlatır:
"Ey Peygamber! Meryem'i de hatırla! Hani o ailesinden uzaklaşıp, yaşadığı kentin doğu tarafından bir yere çekilmişti."
"Sonra onlara karşı- kendisini gizleyen -bir perde çekmiş ve suda yıkanmaya koyulmuştu. İşte tam bu sırada ona Ruh'ul Kudüs'ü Hz. Cebrâili - gönderdik. Ruh'ul Kudüs, yakışıklı ve çekici bir erkek kılığında ona göründü. Ansızın karşısına dikilen güzel vücutlu ve çekici erkeği gören Meryem "Allah'a sığınırım!" dedi, "O'ndan, senin kendisinden korkup çekinmeni, takva sahibi bir insan olmanı ve hakkımda kötü şeyler düşünmemeni sağlamasını dilerim!"
Allah'ın görevlendirmiş olduğu Ruh'uh Kudüs "hayır! dedi. "İnsanoğlu değilim ben" Rabbinin elçisiyim, sana O'nun tarafından tertemiz bir erkek çocuğu armağan etmek için gönderildim."
Meryem "Ben nasıl çocuk doğururum?" dedi, "Bana erkek eli değmemişken ve zinada da bulunmamışken?!"
İlâhi melek "İşte böyle" dedi, "Rabbin bu işin olmasını dilemiştir. Rabbin, bu iş benim için pek kolaydır, diyor, biz onu, insanlara gücümüzü göstermek üzere bir alâmet kılıyor ve tarafımızdan bir rahmet biliyoruz. Velhasıl, bu işin artık olup bittiğini bilmen lazım!" 12

Genç, bakire iffetli ve vâkur bir kız olan ve o sırada çıplak bir halde yıkanmakla meşgul bulunan Meryem'in karşısında Ruh'ul Kudüs'ün maddeleşerek insan kılığına bürünmesi ve onunla konuşması; çıplak olduğu bir sırada kendisinden bir adımlık mesafede güzel bir erkekle ansızın karşı karşıya kalan Meryem'in aniden sarsılarak kanama geçirir gibi olmasıyla sonuçlandı.

İşte bu olayla birlikte, bütün bilim kurallarına ve tabiat kanunlarına aykırı olmak üzere tamamen esrarengiz bir şekilde ve mutlak anlamda yalnızca Allah Tealâ'nın iradesi sonucu Meryem gebe kalmış oldu!.. Yeryüzü yaratılalıberi ilk kez gerçekleşen ve daha sonra da benzeri vuku bulmamış olan bir hadiseydi bu!..
Evet, bu apaçık bir mucizeden, Allah Tealâ'nın iradesinden başka birşey değildi. Zaten O'nun iradesi tabiat kanunlarının ötesinde, bütün bilim kurallarının üzerinde ve bizim hesaplarımızın fevkinde değil midir daima?
Böylece Meryem, Allah'ın ruhu ve O'nun iradesiyle hamile kalmış oldu ve bu hamilelik duygusu onu, gözlerden uzak bir yere çekilmeye itti. Burada doğum sancısı başlamıştı.

Çaresiz, bir hurma dalına sığındı

El değmemiş genç ve iffetli bir kızken hamile kalmıştı ve şimdi de doğurmak üzereydi! Bunu düşünmek bile zihnini alt-üst ediyor, tüylerini ürpertiyordu. Bu nedenle, dayanamayıp "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" dedi. İşte tam bu sırada kupkuru bir halde bulunan hurma ağacının altından bir ses yükseliverdi: "Ey Meryem, üzülme, hüzne kapılma! Rabbin, ayaklarının altından bir pınar akıtmakta ve bunu, sana olan lütuf ve kereminin bir belirtisi olarak göstermektedir".
"Ey Meryem! -Demin kupkuru olduğu halde şimdi ansızın yeşermiş ve meyve vermiş bulunan- hurma dalını salla, taptaze hurmalar dökülüversin sana! Sonra da o taze hurmaları ye. Gözün aydın olsun! Sen bebeğini doğurduktan sonra ve kötü yürekli yahudiler seni eleştirir ve bu çocuğu nereden getirdiğini sorarlarsa onlara "Ben Allah Tealâ için oruç adağında bulundum, bugün kimseyle konuşmayacağım" de. 13
Derken, Meryem doğum yaptı. Pek şirin ve güzel bir bebek olan minik İsa'yı tertemiz bir şekilde ve kundaklanmış olarak alıp kavmine getirdi. Bu hadisenin vuku bulduğu şehir, Filistin'de bugün Hz. İsa'nın doğum yeri olarak tanınan "Nâsıre" dir. Hz. İsa Nasıre'de dünyaya geldiği için ona "Nâsıreli İsa" derlerdi; nitekim bugün izleyicilerine "Nesârâ" ya da "Nasrânî" denilmesinin nedeni de budur.

Sen bakire bir genç kızdın, bu çocuğu nereden getirdin?!"

Yakuboğullarından, yani İsrailoğulları soyundan olan ve yahudi kavmine mensup bulunan Meryem, o hal ve vaziyette, kucağında bir bebekle kavmine gelince, ona "Ey Harun'un kızkardeşi!" dediler, "Ne baban kötü biriydi, ne de annen... Sen bakire bir genç kızdın, bu çocuğu nereden getirdin?!"
Bu sırada Meryem, gaybî bir ilhamla, eliyle çocuğuna işaret ederek bunu ondan sormalarını istedi. Bunun üzerine onlar "Kundaktaki bir bebekle nasıl konuşalım biz?!" dediler. 14

"Kundaktaki bir bebekle nasıl konuşalım biz?!"

İşte bu sırada, kundaktaki bir bebek olan İsa "Ben" dedi, "Allah'ın kuluyum!.. Semâvî kitabın -anlamı- verilmiştir bana; Rabbim peygamber kılmıştır beni!.. Nerede olursam olayım, Rabbim orasını bereketlendirmiş ve bana, hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı, zekat vermemi, anneme karşı iyi olmamı, zalim ve taşyürekli olmamamı tenbihlemiştir!.. Selam bana; doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün!.."

Allah Tealâ, Tahrim suresinin son âyetinde Hz. Meryem'in kişiliğinden şöyle sözeder:

"İmran'ın kızı Meryem, imanlı bir insan hususunda verilecek en mükemmel örnekti. Rahmi tertemizdi -ırzını korumuştu- ve biz de ona kendi ruhumuzu üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdiklerdi; şahsen, Allah Tealâ'ya gönülden bağlı olan ve O'na itaat eden kullardandı."

Prof.dr.Ali Akpınar’ın konu ile ilgili yorumu:

Kadının ezildiği, sömürü aracı olarak kullanıldığı bir topluma Yüce Allah Hz. Meryem'i anlatıyor. Hz. Meryem, kadını insan yerine koymayan, onun mabedin yanından bile geçmesine izin vermeyen Yahudi din baronlarının bu bakış açısını yıkıyor. Hem de onu mabedin içerisinde yetiştirerek. Hz. Meryem sergilediği hayatıyla, kirli toplumlarda kadın başına temiz kalmanın en güzel örnekliğini bize sunmuştur.

Kur'ân'da Hz. Meryem'in Adının Geçmesi


Kur'ân'da kadın adı olarak yalnızca Hz. Meryem'in ismi geçer, hem de otuz dört ayette. Arap kültüründe önde gelen kişiler hanımlarının ve kızlarının adlarını açıkça söylemezler ve onlardan bahsetmek söz konusu olunca 'eşimiz, ailemiz, ehlimiz' gibi kinaye lafızlarıyla onları anarlardı. Kur'ân da bu geleneğe uyarak yalnızca Hz. Meryem ismine yer vermiştir. Çünkü Meryem, sıradan bir kadın değildi. O, kadınların en seçkini, küfürden, günah ve fuhuştan uzak kalmış temiz, iffetli, Allah'ın ikramlarına daha dünyada iken nail olmuş bir örnek hanımdı.1 Onun hayatı, kadınlar başta olmak üzere tüm insanlar için sayısız örneklerle doludur. Şöyleki:

1. İsrailoğulları Hz. Meryem ve onun babasız dünyaya gelen çocuğu Hz. İsa hakkında ileri geri konuştukları için Yüce Allah onun ismini açıkça zikretmiş, hem de onların iddialarını tamamen geçersiz kılmak ve Hz. Meryem'in dedikodulardan tamamen uzak olduğunu tekidli bir biçimde anlatmak için tekrar tekrar onun ismini açıkça anmıştır.2

2. Meryem, İbranice'de 'Rabbin hizmetçisi kadın, kul' anlamında bir kelimedir. Arapça'ya Mariye olarak geçmiştir.3 Arapçada kadın özelliklerinden uzaklaşmış kadın için 4 'meryem' kelimesi kullanılır. Çünkü Hz. Meryem, Beyt-i Makdisin hizmetinde bulunmakla alışılmışın dışında erkeklerin yapageldiği bir görevi üstlenmiştir.5

3. Hz. Meryem'in adının geçtiği ayetlerin on yedisinde Meryem ismi, Îsâ b. Meryem (Meryem oğlu Îsâ) şeklinde6, dördünde Mesîh b. Meryem (Meryem oğlu Mesîh) şeklinde 7, ikisinde 'İbn Meryem' (Meryem oğlu) şeklinde 8 geçer. Kalan on bir ayette ise Hz. Meryem'den bahsedilir ve onun adı geçer. Bu ayetlerin onunda 9 sadece 'Meryem' adı geçerken, bir ayette10 de 'Meryem bint Imran' (Imran kızı Meryem) şeklinde geçmiştir.

4. Hz.Meryem'in açıkça isminin anılmasının ise pek çok hikmeti vardır. Bu hikmetleri şöyle sıralayabiliriz:
a. Her şeyden önce Hz.Meryem sıradan bir kadın değildir. O, hiçbir erkekle beraber olmadığı/ evlenmediği halde (betül) hamile kalıp çocuk doğurmuş ve Hz.İsa'ya anne olmuştur.
b. Hz.Meryem, doğar doğmaz mabedde ibadete adanmış; Allah'ın hizmetçisi anlamına gelen "Meryem" ismine uygun bir kulluk sergilemiş; bir başına, kirli bir toplumda temiz kalmasını bilmiş, iffet âbidesi bir hanım olmayı başarmış; bu özellik ve güzellikleriyle Kur'an'da anılmaya ve bir Kur'an suresine isim olmaya layık olmuştur.
c. Öte yandan, bu temiz kadına yahudi ve hıristiyanlar olmadık sözler söyleyince, onu iffetsizlikle suçlayarak yahut ona ilahlık payesi vererek haddi aşınca, Cenab-ı Hak hem onlara susturucu bir cevap vermek, hem de onu aklamak, onun temiz, iffetli bir anne/kul olduğunu açıklamak için ismini ayetlerinde anmıştır.
d. Yine Allah'ın erişilmez kudreti gereği babasız olarak Hz.Meryem'den dünyaya gelen Hz.İsa'nın, babasız ama nesebi sahih bir evlat olduğunu belgelemek için "Meryem oğlu İsa" diye takdim edilmiştir.

Şimdi de Hz. Meryem ile ilgili ayetlerden bir kaçını okuyalım:
O, daha doğmadan Allah'a adanmış bir çocuktu:
"Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti."11

Annesinin bu duasıyla Hz. Meryem, kadının mabede sokulmadığı bir dönemde Mabede/ibadete adanmış ve Allah'a kullukta, O'nun dinine hizmette kadınların da olduğunu hayatıyla ortaya koymuştu. Çocukların Allah'a adanması, anne babalar için çok önemli bir örnektir.

O ve soyu Allah'ın koruması altındaydı:

"Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.”12

Elbette Yüce Allah, kendi korumasını hak eden kullarına lutfeder ve onları her türlü tehlikeden korur. Yeter ki buna layık olunsun. Hz. Meryem, O'nun korumasına müstehak olanlardandı.

O, kabul olunmuş bir dua ve Rabbin gözetiminde yetişen bir çocuktu:

“Rabbi ona hüsnü kabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi.”13
Bu cümle, Imran’ın karısının karnında taşıdığı çocuğunu Allah uğruna hizmete adayıp Rabbine bunu kabul etmesi için yakarmasının ardından gelmekte ve Hz. Meryem’in annesinin yaptığı bu dua ve adağının Yüce Allah tarafından en güzel bir biçimde kabul edildiğini anlatmaktadır. Bir hanımın yaptığı böyle güzel bir davranışın ve güzel bir duanın, tüm insanlara bir örnek olmak üzere Kur’ân’da yer alması oldukça dikkat çekicidir.

O, melekle konuşan bir hanımdı:

"Hani melekler, 'Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (onun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et' demişlerdi."14 "Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.." diye başlayan Meryem suresi 17-21. ayetlerinde Hz. Meryem'in Vahiy meleği ile görüşüp konuştuğu anlatılır. Buradan hareketle Hz. Meryem'in peygamber olduğu söylenmiştir. Kurtubî, Onun peygamber olduğunu ve tıpkı diğer peygamberler gibi ona da Yüce Allah'ın melek vasıtasıyla vahyettiğini söyler.15 Allah'a kulluk yarışında kadın erkek tüm insanlar eşittir. Kadın da isterse bu yarışta mesafe kat edebilir ve erkekleri geçebilir. Tıpkı Hz. Meryem gibi.

O, dünya hanımlarına üstün kılınmış bir kadındı:

"Allah seni dünya kadınlarına üstün kıldı."16 Peygamberimiz de cennet hanımlarının en hayırlı dört kadınından birisi olarak Hz. Meryem'i saymıştır.17

O, dosdoğru bir hanımdı:

"Onun (İsa'nın) annesi de dosdoğru bir kadındır."18


O, Allah'ın ayetlerindendi:

"Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir ayet/mucize kıldık.."19 Yüce Allah, ondan babasız olarak Hz. İsa'yı dünyaya getirmiştir. Hz. Meryem bu yönüyle okunup ibret alınması gereken bir ayettir. Yüce Allah onu mucizevî bir şekilde rızıklandırarak 20 da seçkinlerden kılmıştır.

O, en güzel örnekti:

"Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi."21

Öyleyse Kur'ân'ın bir suresine de isim olan Hz. Meryem'i başta kızlarımız olmak üzere çocuklarımıza ve gençlerimize tanıtalım. Bugün gençlerimizin yaşadıkları problemlerin temelinde iyi ve güzel modelleri örnek almayışları yatmaktadır. Onlar, kendilerine bile hayrı olmayan insanları, model/star olarak görüp onlara özenmeye ve onlara benzemeye çalışmaktadırlar.

İşte onlara sunacağımız en güzel örnek bir Kur'ân Kadın Kahramanı Hz. Meryem'dir. O, bir iman, iffet ve dürüstlük abidesi, O Allah'a adanmış örnek bir kul ve bir peygamber annesi olarak karşımızda durmaktadır.
...........................
Kaynaklar:

1.      1-Bakara Suresi, 47
2.      Maide Suresi, 70
3.      Al-i İmran Suresi, 45-46
4.      Al-i İmran Suresi, 33-34
5.      Âl-i İmran, 35
6.      Âl-i İmran, 36
7.      Âl-i İmran, 37
8.      Al-i İmran, 43
9.      Âl-i İmran, 45
10.  Âl-i İmran, 46
11.  Al-i İmran, 47
12.  Meryem, 16-21
13.  Meryem, 22,26
14.  Meryem, 27-29
15.  Bkz. Beyyûmî, Dirâsât, III, 280-281
16.  Zerkeşî, el-Burhân, I, 163.
17.  Kurtubî, el-Câmi',  IV, 68; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 501; III, 219-220; Fîruzabâdî, Besâir, VI, 109. Batı dillerinde Mary, Maria şeklinde kullanılmaktadır.
18.  Dilimizdeki 'erkek fatma' ifadesinin kullanılması da tıpkı bunun gibidir.
19.  İbn Âşûr, Tefsîru't-Tahrîr, I, 594.
20.  Bkz. 2 Bakara 87, 253; 3 Alu Imran 45; 4 Nisâ 157, 171; 5 Maide 46, 78, 110, 112, 114, 116; 19 Meryem 34; 33 Ahzab 7; 57 Hadid 27; 61 Saf 6, 14.
21.  Bkz. 5 Maide 17 (İki kere), 72, 75; 9 Tevbe 31;
22.  Bkz. 23 Müminûn 50; 43 Zuhruf 57.
23.  Bkz. 3 Alu Imran 36, 37, 42, 43, 44, 45; 4 Nisa 156, 171; 19 Meryem 16, 27.
24.  Bkz. 66 Tahrim 12.
25.  3 Alu Imran 35.
26.  3 Alu Imran 36.
27.  3 Alu Imran 37.
28.  3 Alu Imran 42-43.
29.  Kurtubî, Tefsîr, IV, 83-84, XI, 95.
30.  3 Alu Imran 42.
31.  "Cennet hanımlarının en hayırlısı, Meryem, Âsiye, Hadice ve Fatıma'dır."
32.  5 Maide 75.
33.  23 Müminûn 50.
34.  Bkz. 3 Alu Imran 37, İbn Kesîr, Tefsîr, I, 360.
35.  66 Tahrim 12.

Hicret ve Hicri yılbaşı



 

Rüştü Kam

2012-11-15
ha-ber.com

15 Kasım 2012 Perşembe. İslam dünyası Hicri yılbaşını kutluyor, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin 1434’üncü yılını.

Müslümanlar bugün yeni bir yıla girdi. Hicri 01 Muharrem 1434 yeni yılın birinci günü. Bu vesileyle tüm müslümanların yeni yıllarını kutluyorum ve yeni yılda hayırlı hizmetlerin altına imza atmalarını temenni ediyorum. Hicri 1434 yılının tüm insanlığa huzur, mutluluk ve bereket getirmesini diliyorum.

Bugün idrak ettiğimiz 1434’üncü Hicri yılın başlangıcı hicret esas alınarak tespit edilmiştir.  Miladi takvime göre, 622 senesinde Hz. Muhammed ve ashabı, putperestlerin onlara Mekke’de hayat hakkı tanımaması üzerine Medine’ye hicret/göç  etmişlerdir.   
İşte müslümanlar takvimlerinin başlangıcı olarak bu günü seçmişlerdir.  Hz. Ali teklif etmiş ve Hz. Ömer de kurmay heyetiyle birlikte bu günü yeni yılın başlangıcı olarak onaylamışlardır.

Hicret

Hz. Muhammed peygamberlik görevi alan son kişidir. Bütün peygamberlerin çektiği çilenin benzerini o da çekmiştir. 40 yaşına kadar kabilesinin ve Mekke şehrinin gözdesi olan O Yüce İnsan Allah’ın bir olduğunu insanlara  hatırlatma görevi alır almaz, Mekkel’iler tarafından sakıncalı insan listesine kaydedilmiştir. Başta akrabaları olmak üzere tüm Mekke halkı onun karşısına geçerek çetin bir mücadeleye giriştiler, dışladılar onu, arkadaşlarını öldürdüler, amborgo uyguladılar onlara, kendi şehirlerinde aç bırakıldılar, insanlar onlara veremli gibi davrandılar. İşkenceler dayanılmaz hale geldi ve aradan tam 13 yıl geçti. Sayıları 400’e ulaştığı bir dönemde hicret emri geldi. Mekke’den Medine’ye göç edilecekti. Buyruk böyleydi.

Peygamberimiz sevincinden göklere uçuyordu, mutluydu. Koşarak geldi can dostu Ebu Bekir’in yanına. Yol arkadaşı olarak seçti onu. Yerine vekil olarak yeğeni Hz. Ali’yi bıraktı. Abdullah b.Uraykıt -müşrikti ama işinin ehliydi ve ağzı sıkı birisiydi-  mihmandarlık yapacaktı, Abdullah b. Ebu Bekir ve Esma binti Ebu Bekir arkada kalan izleri yok edecekler ve lojistik destek sağlayacaklardı. Sevr mağarasında iki gün kalınacak ve üçüncü gün sabahtan itibaren yola revan olunacaktı.
Medine’de onları bekleyen dostları vardı, anlaşma yapmışlardı onlarla, desteklerini almışlardı onların, biatlaşmışlardı onlarla. Yabancı bir diyarda  yalnızlık çekmeyeceklerdi.
Sonra, akrabaları da vardı Medine’de o Elçi’nin. Artık görevine kaldığı yerden Medine’de devam edecekti. Dostları önceden gitmişlerdi  Medine’ye. Elçi onların güvenliğinden emin olduktan sonra, en son çıktı yola.

Bu açıdan bakıldığında hicret zulümden kaçıştır. Samimi insanların birlikteliğidir. Zor durumda kalana kucak açmaktır. Aynı amaç uğrunda bir araya gelen insanların kenetlenmesidir. İyi günde ve kötü günde yardımlaşmaktır. İnancın hayata hakim kılınması için, geleceğe yatırım için yapı taşları gibi kenetlenmektir.

Hicret kavramı  “Terketmek, ayrılmak, ilgisini çekmek” anlamlarına gelir. Kişinin herhangi bir şeyden bedenen ve şuursal olarak ayrılıp uzaklaşması demektir.  Kur’an bu anlamlarda 31 yerde kullanmış bu kavramı:

 “Kur’an’ı terketmek (el-furkan/25-30)” /
“Bir kişiden veya gruptan ayrılmak (el-nisa 4/34; Meryem 19/46, El Müzelmin 73/10)
“Kötü şeyleri terketmek(el müddesir 74-5)”
“Allah uğrunda başka bir yere göç etmek, (el bakara 2/18).”

Hicret inkılaptır/Devrimdir

Ali Şeriati, “Her Hicret Bir İnkılabtır” adlı kitabında hicretin önemini şöyle anlatır: Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri islami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri islami davranış ve alışkanlıkları terketmektir. Hicret insanın en çok sevdiği, fakat Allah'ın dininin yaşanmasına engel olduğu zaman vatanın, milletin, ailenin, sosyal sınıfın, makam ve mevkinin Allah'ın dinine hizmet etmek için terk edilmesidir. Hicret bir kaçış değildir. Aksine kafirlere ve zalimlere terkedilen haklarımızı geri almak, mücadelenin şartlarını yaşanır hale getirmek için hazırlanmaktır. Yani geri dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret."

Hicret, Peygamber ve ashabı için, İslâm inkılâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicret’e kadar geçen dönem, zulüm ve işkence altında yaşanan, eşi görülmemiş bir sabır ve metanet sürecidir.

Hicret, basit bir göç hadisesi değil, müslümanları kurtarma taktiğidir ve İslâm’ı daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır.

Hicret, Cenab-ı Hakk’ın izniyle gerçekleşmiştir. Mekke’de müslümanlara yapılan zulümlerin sonunun gelmeyeceği geçen 13 sene içinde anlaşılmıştır. I.ve II. Akabe Antlaşmaları’yla/biatlarıyla Hicret’in yolu açılmıştır.

Böylece, Hicret etmekle hem Müslümanların hayatları kurtulmuş, hem de onların şahıslarında İslâm hayat bulmuştur. İslâm yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlık muhitinde yeni mü’minlerle kısa zamanda güçlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler”, onları bağrına basan Yesrib’lilere/Medine’lilere de Ensar ismi verilmiştir.

Peygamber Efendimiz Hicret’in sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere bağlı bir fazilet olarak kalmaması, daha sonraki insanların da bundan nasiplenmesi için “Hicret”i önemli bir İslâmî kavram olarak değerlendirmiştir, şöyle ki:

“Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan, onları terk eden kimsedir.” (2)
“Hicret, kötülüğü terk etmendir.” (3)
“Gerçek muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (4)
“Gerçek muhacir, Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” (5)

Bir seferinde hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmekdir.” (6)

Görüldüğü gibi Hicret mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarihi olay olarak kalmamış, bir irşad kavramı olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bir gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak aynı derecede sevap olan cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman severek koşun.” (7)

Bu sebepledir ki, Sahabiler tarih tespitinde hicret üzerinde görüşbirliği içindedirler. Müslümanlar o günden bu güne hicri yılbaşını bu eşsiz olaya dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1434 yıl geçti. Dalâletten hidâyete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâm’ın 15’inci  asrında 2 milyarın üzerinde Müslüman aynı davaya gönül vermiştir ve o günkü hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

Ancak, keyfiyet açısından bakıldığında, bugünün müslümanları, İslâm aleminin  içinde bulunduğu kaos ve keşmekeşten kurtulmak için, hicreti yeniden düşünmek zorundadırlar.

Takvim ve Müslümanlar

Hicri Takvim Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanımını esas alan bir takvim sistemidir. Hicri Takvim; Hicri Şemsi ve Hicri Kameri Takvim olmak üzere ikiye ayrılır:

Hz. Muhammed, safer ayının 27.günü Hz. Ebubekir ile birlikte Medine'ye hicret etmek üzere Mekke'den ayrılmış, 8 Rebiülevvel / 20 Eylül 622 Pazartesi günü Kuba Köyü'ne gelmiş, burada Kuba Mescidi'ni inşa etmiş ve 12 Rebiülevvel Cuma günü Medine'ye doğru hareket etmişlerdir.
1- Hz. Muhammed'in Kuba'ya geliş günü olan 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvim sistemine Hicri Şemsi Takvim denilmektedir.

2 - Hz. Ömer zamanında Hicret'in 17. yılında alınan bir kararla Hicret'in olduğu sene Hicri Takvim'in 1. yılı ve o yılın muharrem ayı da Hicri Kameri Takvim'in yılbaşısı kabul edilmek suretiyle, o yıl 1 Muharrem'in rastladığı 16 Temmuz 622 tarihi de Hicri Kameri Takvim'in başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Biz bunu Hicri Kameri Takvim değil, Hicri Takvim olarak bilmekteyiz.

Hicri Kameri Takvim'de aylar; muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülahir, cemaziyelevvel, cemaziyelahir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade ve zilhicce şeklinde sıralanırlar.

Hicri takvimlerde de, miladi takvimlerde olduğu gibi artık yıllar mevcuttur. 30 yılda yaklaşık 11 günlük bir gerileme vardır. Bu gerilemeyi düzeltmek için 30 yıllık dönemlerin 2, 5, 7, 10, 13, 15, 18, 21, 24, 26 ve 29 yılları 355 gün, diğer yıllar ise 354 gündür.

Ay, dünya etrafında 12 defa döndüğü zaman bir kameri sene olur ve 354.367 gündür (354 gün 8 saat 48 dakika 34.68 saniyedir). Dünya, güneş etrafında 1 defa döndüğü zaman da bir miladi sene olur ve 365.2422 gündür.


Hicri yıl miladi yıldan ( 365.2422 - 354.367 =) 10.8752 gün daha kısa olduğundan aylar bazen 29. bazen de 30 gün çekmektedir.
Mustafa İslamoğlu, takvimin Müslümanların nazarındaki önemini anlatırken şunlara yer veriyor: “Takvim, insanların zamanı ölçmek için kullandıkları masum bir ölçü. Kur’an, güneş ve ayın yaratılışından bahsederken, zamanı ölçmeye yaradığını dile getirir. Ay takvimi, vahyin içine indiği toplumun uyguladığı takvim. 12 ay esasına dayanıyor. 355 güne tekabül ediyor. İslâm’ın teklif ettiği ibadetler, hep bu takvime göre eda ediliyor. Mesela Ramazan orucu, kameri takvime göre tutuluyor.
Bayramlar, kurban kesme, hac ibadeti, zekâtın yılını tespit hep bu takvimi esas alıyor. Vahyin içine giriyor. Mesela Kehf Sûresi’nde 300 üzerine 9 eklediklerini söylerken, güneş takvimini ay takvimine dönüştürmeye işaret etmektedir. Çünkü 300 yıllık güneş takvimi, ay takvimine dönüştürüldüğünde 309 yıl eder. Allah Rasûlü’nün hayatındaki olaylar, kameri takvimle kayıtlara geçmiş. Vahyin iniş zamanını tespitte kameri takvim kullanılmış. Bu takvim, Müslümanın ibadetinin ve inancının içine bir biçimde girmiş.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir.

Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr/ 10)

(1) – Bakara Suresi, 189.
(2) – Buhari, Rikak: 26.
(3) – Müsned. 4:114.
(4) – Ibni Mace, Fiten: 2.
(5) – Ebu Davud. Vitr: 12.
(6) – Müsned. 2: 160, 191.
(7) – Müslim, imaret: 85.


5 Kasım 2012 Pazartesi

ALMANYA'DA İSLAM ENSTİTÜLERİ AÇILIYOR 2012




İslâm Enstitüleri Almanya Müslümanları için önemli bir kazanımdır.

Göçün 50. yılında Almanya'da İslâm Enstitüleri açılıyor. Bu Enstitülerden mezun olan İlahiyatçılar Almanyalı Müslümanların yeni yüzlerini oluşturacaktır. Almanya'da yetişen bu ilahiyatçılar kuşkusuz Hristiyan çoğunluk içinde yaşayan Müslümanların dini ihtiyaçlarına cevap verebilecek donanıma sahip olacaklardır. En azından Almanyalı Müslümanlar böyle düşünüyorlar.
Almanyalı Müslümanların çocuklarına, İslâm dinini öğretecek din öğretmenlerine ve halkı irşat edecek imam ve hatiplere ihtiyacı var. 50 yıl sonra da olsa bu ihtiyacın karşılanması için kolların sıvanması takdir edilecek bir çalışma. Frankfurt'taki Enstitü'nün başında Ömer Özsoy gibi bir ilim adamının bulunması Almanyalı Müslümanlar için bir şanstır. 

 
Frankfurt İslam İlahiyatı Enstitü Başkanı Prof. Dr. Ömer Özsoy'la Enstitü hakkında röportaj:

Rüştü Kam: Frankfurt İslam İlahiyatı Enstitüsü ne zaman kuruldu, amacı nedir?

Özsoy: Enstitümüz 2002 yılında kuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Frankfurt Goethe Üniversitesi'nin imzaladıkları bir protokolle hayata geçirildi. Amaç Almanya'da İslam dini hakkında Müslüman uzmanlar yetiştirmektir. Bu kuruluşta Mehmet Emin Köktaş Bey'in emeği oldukça büyüktür. Kendisini minnetle anıyorum.
Enstitümüzün temel amacı, kuruluş senedinde vazedildiği üzere, hem öğretim hem de araştırma alanında, İslam'la ilgili bütün konuları geleneksel İslâmi ilimlere ve İslam'ın temel kaynaklarına dayalı olarak sistematik, tarihi ve fenomenolojik açılardan ele almaktır.
Ayrıca, İslam'ın Avrupa bağlamında fikrî ve kurumsal gelişimine ve diğer dinler ve dünya görüşleriyle diyaloğun İslami temellerine özel bir önem veriyoruz. Bu çerçevede ilgi odaklarımızdan birini de, İslami ilimler geleneğinin Avrupa'da şekillenen oryantalisttik İslam bilimi ve Hıristiyan-Yahudi teoloji gelenekleri ile bilgi alış verişi ve diyalog oluşturuyor.
Takdir edersiniz ki, diyalog düzeyli eleştiriyi de içerir. Oryantalizm pek çok büyük başarısının yanı sıra çok temel zaaflarla da maluldür ve Avrupa'da gelişecek bir İslam İlahiyatı'nın oryantalizmi görmezden gelme lüksü yoktur. Hasılı, bütün bu amaçları gerçekleştirebilmenin etme şartı, ulum-i İslamiye'yi burada yerleştirmektir. Şu anda bütün faaliyetlerimiz bu amaca matuftur.
 
Rüştü Kam: Enstitü'nün öğretim dili nedir ve kadronuz yeterli midir?

Özsoy: Öğretim dili doğal olarak Almanca; bunun yanı sıra İngilizce ders veren misafir hocalarımız da oluyor zaman zaman. İlerleyen dönemlerde Arapça, Türkçe ve Farsça dersler verilmesini de planlıyoruz. Şu anda üç profesör olarak hizmet veriyoruz. Mesela Abdullah Takım Bey Frankfurt için büyük bir kazanımdır. Zira kendisi benden farklı olarak tamamen burada yetişmiş, ama oldukça sağlam bir ulum-i islamiye eğitimi almış nadir ilim adamlarından birisidir. Üçüncü profesör arkadaşımız Mark Chalil Bodenstein da İslam Bilim tahsili görmüş, özellikle İslam din eğitimi alanında oldukça başarılı bir bilim adamıdır. Ayrıca, halen üç asistanımız, iki Arapça okutmanımız ve bir Osmanlıca okutmanımız var. Başarının temel şartı kaliteli ve yeterli bir öğretim kadrosudur. Nitekim, Diyanet'in vakfettiği kadroların yanı sıra Üniversite'nin de tahsis ettiği ilave bütçelerle her sömestre ihtiyaca göre dışarıdan öğretim görevlisi ve misafir Profesörler davet ediyoruz. Bu sömestre Hoca sayımız 20'nin özerinde mesela. Enstitümüzde doktora yapan 15 genç meslektaşımız da kısmen derslere giriyorlar. Bu yıldan itibaren devlet desteği alıyoruz. Bu bütçeyle kadromuza 2 profesör ve 10'un üzerinde araştırmacı kadrosu ilave etme imkânı bulmuş olduk. 2012'den itibaren bu planımızı hayata geçirmiş olacağız inşallah.
rustu-kam-05-11-a.jpg
 
Rüştü Kam: Öğrenci bulmakta güçlük çekiyor musunuz?

Özsoy: Sevinerek ifade etmeliyim ki, bu sömestre öğrenci sayımız büyük bir artış göstermiş ve 400'ü aşmıştır. Ayrıca, her sömestre kendi öğrencilerimizin dışında bir o kadar da, diğer branş öğrencileri derslerimizi takip ediyor. Bu sevindirici bir durum olmakla birlikte, kuşkusuz sorumluluğumuzu da artırıyor. Ben bu vesileyle, Enstitümüz 'de okumayı tercih eden öğrencilerimize ve onları teşvik eden velilere, çevrelere ve kuruluşlara da teşekkür etmek istiyorum. Bilsinler ki, biz onların kaliteli bir öğretim almaları için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.
 
Rüştü Kam: Din Bilim ile ilahiyat arasındaki temel fark nedir?

Özsoy: Din Bilim ile ilahiyat arasındaki temel fark, din bilim İslam'a dışarıdan bakarken, İlahiyat'ın içeriden bakmasıdır. Daha müşahhas ifade etmek gerekirse, din bilim Kur'an'ı Hz. Muhammed'in ürünü olarak ele alır; ama biz Müslüman İlahiyatçılar nezdinde Kur'an Allah'ın vahyidir.
Almanya üniversite camiasındaki yaygın kanaatin aksine, bize göre, Kur'an'ı vahiy olarak, Hz. Muhammed'i peygamber olarak görmek İslam'la ilgili bilimsel çalışmaya mani değildir. Böyle bir şey iddia edebilmek için İslam ilimler tarihi hakkında cahil olmak gerekir. Maalesef İslam İlahiyatı'nı bir ilim olarak görmeme yanılgısına özellikle Almanya'daki bazı Müslümanlarda da rastlıyoruz. Bu da İlahiyat eğitiminin ne kadar gerekli olduğunu teyit eden bir başka unsur.

Rüştü Kam: Müfredat programlarınızdan bahseder misiniz?

Özsoy: Derslerimizin ağırlığını yoğun bir Arapça eğitimi ve ulum-i İslamiye teşkil ediyor: Tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh, kelam, siyer, İslam tarihi, İslam felsefesi, tasavvuf ve ahlak.
Müfredatımız, Arapça'nın yanı sıra ikinci bir İslam dili olarak Osmanlıca veya Farsçayı öğrenmeyi de öngörüyor. Yan branş öngörmediğimiz için, Almanya'da görev yapacak olan müstakbel İslam İlahiyatçılarının Hıristiyan ve Yahudi teoloji gelenekleri hakkında en azından temel bilgileri edinmesini sağlamak üzere, az miktarda da olsa seçmeli dersler koyduk. Bu dersleri ilgili fakülteler veriyorlar.
Müfredatımızın bir diğer unsuru da, sosyal araştırmalar ve din pedagojisidir. Bu çerçevede öğrencilere, kendilerini müstakbel görev alanlarına hazırlamaları için camilerde, okullarda, diyalog kuruluşlarında veya dini araştırma kurumlarında staj yapma imkânı da veriliyor. Ayrıca, son sene her öğrencinin kendisi için bir ihtisas alanı seçmesine imkân verdik. Böylece mezun olan her bir öğrencimiz, tefsir-hadis, kelam-fıkıh, İslam tarih ve kültürü, İslam düşünce tarihi, dini rehberlik vb. seçimlik alanlardan birinde ihtisas yapmış olacak.
Fark etmiş olacağınız üzere, program İslam İlahiyatı'nın kendi geleneğine ve Almanya'daki Müslümanların ihtiyaçlarına uygun son derece iddialı bir program.
 
Rüştü Kam: Mezun olacak öğrenciler hangi alanlarda iş bulabileceklerdir?

Özsoy: İslam din bilimi programımızdan mezun olanlar "din bilimci" diploması alıyorlar. Bildiğiniz gibi, Almanya'da böyle bir meslek grubu var ve hizmet alanı oldukça geniş. İslam İlahiyatı programından mezun olanlar ise "İslam İlahiyatçısı" statüsüne sahip olacaklar. Onların hizmet alanı camileri de kapsadığı için daha zengin.
Ancak, mezunlarımıza imamlık veya din dersi öğretmenliği yapma garantisi veremiyoruz, çünkü bu bizim verebileceğimiz bir karar değil. Malumunuz olduğu üzere, din dersi öğretmeni yetiştirmek Alman yasalarına göre devlet ve ilgili dini cemaatin müşterek karar verecekleri bir konu. Henüz Hessen'de bu konuda verilmiş bir karar yok. İmam ve din görevlisi yetiştirme konusu ise tamamen cemaatlerin işi. Zira imamlardan hizmet alacak olan da, onlara maaşını ödeyecek olan da cemaatler. Fakat iyi yetişmiş İlahiyatçılara ihtiyacın bu kadar büyük olduğu bir ülkede, her iki bölümün mezunlarının da iş sıkıntısı çekeceğini düşünmüyoruz. Zira hiçbir dini eğitim almadığı halde, sırf Müslüman olduğu için din dersi öğretmeni olan yüzlerce kişi var Almanya'da. Dolayısıyla bizim mezunlarımız aranan insanlar olacaktır, bundan kuşkum yok. Onlara düşen kendilerini en iyi şekilde geliştirmek. Öte yandan, birkaç yıl içinde hem öğretmen hem de din görevlisi yetiştirme yetkisi alabileceğimizi düşünüyorum. Yaklaşık bir yıldır DİTİB'le sağlam temellere oturan bir imam eğitimi modeli üzerinde görüşüyoruz ve sanırım bir o kadar daha çalışmamız lazım.
 
Rüştü Kam: Bazı üniversiteler altı aylık kurslarla imam yetiştirmek istiyorlar,...

Özsoy: İmam eğitimi o kadar kısa sürede halledilebilecek bir iş değildir. Ama garip bir şekilde bazı üniversiteler, hiç bir teolojik altyapıya sahip olmadıkları halde imam yetiştirmekten bahsediyorlar. Bizim imam yetiştirmekten anladığımız, Türkiye'den gelen imamlara entegrasyon kursu veya dil kursu vermek değil. O da faydalı tabii ki, ama onu hem Diyanet, hem buradaki belediyeler ve vakıflar yapıyor zaten. Atılan adımları ve hazırlanan programları maalesef ciddiyetten uzak ve fazlaca politik buluyorum.
Bizim anlayışımıza göre bir din görevlisinin ve özellikle bir imamın sahip olması gereken donanımı üniversite tek başına sağlayamaz. Bu nedenle din görevlisi istihdam eden kuruluşların kendi eğitim kurumlarını oluşturmaları ve üniversitelerdeki İlahiyat bölümleriyle işbirliği yapmaları gerekir.
İslam Kültür Merkezleri ve Milli Görüş'ün bu tür kurumları olduğunu ve DİTİB'in bir model üzerinde çalıştığını biliyorum. Ancak, uzun vadede sadece bu özel eğitim merkezleriyle yetinmek de doğru değil. En ideal model, imamların tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi ilmi alanlarda üniversitede, Kur'an tilaveti, ilmihal ve ibadetler gibi uygulamalı konularda ise cemaatlerin eğitim merkezlerinde yetiştirilmeleridir.
Bu noktada da Müslümanlar Koordinasyon Kurulu'na görev düşüyor. Bütün imamların aynı eğitimi almasını teminen cami kuruluşlarını müşterek kurumlar ve programlar oluşturmaya davet etmek gerekir. Biz İlahiyatçılar olarak katkıda bulunmaya hazırız. Aksi takdirde her kuruluşun kendi imamlarını kendi okullarında yetiştirmesi, izolasyona ve Müslümanlar arası gruplaşmanın derinleşmesine hizmet ediyor.
 
Rüştü Kam: Son olarak ne söylemek istersiniz?

Özsoy: İslam'ın doğup geliştiği ve tarih boyunca şekillendirdiği İslam coğrafyasının dışında yaşayan Müslümanların, hem kimliklerini kaybetmeden kendilerini geliştirmeleri, hem de diğer inanç ve kültür mensuplarıyla kendi inanç ve kültürleri hakkında konuşabilecek yeterliliğe sahip olmaları gerekiyor. Bu, her şeyden önce bağlı bulundukları inanç esaslarını ve mensubu oldukları dini geleneği sağlıklı olarak öğrenebilmelerine bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa'da, İslam'a dair sağlıklı ilmî bilgiyi üretecek uzmanları yetiştirebilecek akademik birimlerin oluşturulmasının ne kadar önemli olduğu görülür.

Öte yandan, Avrupa'nın ortasında, bir Üniversite ortamında, kendine özgü şartlar altında edinilen bu tecrübenin, yüzyıllardır Müslüman kurumlarda ve salt İslam toplumlarında yaşayan Müslümanlar için üretile gelen İlahiyat birikiminden farklı bir dile ve örgüye sahip olacağı aşikârdır.

Genelde İslam dünyasının ve özelde Türkiye'nin bu tecrübeyle yüzleşmesi, İslam dünyasının İslami ilimler birikimi için de bir zenginlik olarak görülebilir. İslam'ın hem uluslararası kabul görmüş bilimsel metot ve standartlara uygun olarak, hem de kendi zaviyesinden otantik olarak araştırılması ve aktarılması, Almanya'da uzun bir tarihi, dolayısıyla bir geleneği olmayan yeni bir tecrübedir. Bu nedenle haklı olarak kuşku ve endişelere de yol açmaktadır.
Ben bizim enstitümüzle ilgili olarak da zaman zaman dile getirilen bu tür endişeleri bu iyi niyetle açıklama eğilimindeyim ve bundan rahatsız değilim. Eleştirilerden öğreneceğimiz şeyler varsa, müteşekkir olarak istifade ederiz. İşimiz gerçekten zor ve sorumluluğumuz büyük; bizim başlangıçta yapacağımız hataların zamanla gelenek haline gelme riski var zira.

Bazı girişimlerin art niyetli olduğu aşikâr olsa bile, biz sağduyuyu elden bırakmamaya ve hoşgörülü olmaya gayret ediyoruz. Ayrıca, İslam'la ve Müslümanlarla ilgili her gelişmenin duyarlılıkla izlendiği ve titizlikle mercek altına alındığı bir ortamda, hem Müslümanlar nezdinde bir güven krizine düşmeden, hem de genel Alman kamuoyu nezdinde itibar kaybetmeden böyle bir görevin üstesinden gelmek çok kolay değil.
  
Rüştü Kam