22 Ekim 2011 Cumartesi

ALMANYA'YA GÖÇ

MİSAFİR OLARAK DAVET EDİLDİLER, SONRA YABANCI SONRA DA GÖÇMEN OLDULAR...!

Rüştü Kam
28.08.2011

Onlar, Almanya’ya misafir işçi olarak çağrılmışlar, süre üç yılmış. O üçyıl birtürlü bitmek bilmemiş. Misafirlerden bazıları o üçyılı çoktan unutmuşlar bile. İlk zamanlar evin güzelliği, ev sahibinin misafirperverliği misafirlerin hoşuna gitmiş olacak ki, kendi evlerine dönmek istememişler. Hatta ev sahiplerinin kendilerine  misafir gibi davranmalarına çok bozuluyorlarmış.

O misafirler, evin imarı ve güzelleşmesi için, hane halkının gelirlerinin artması için o kadar gayret göstermişler ki; gençliklerini vermişler,  alın terlerini akıtmışlar, gece- gündüz, soğuk-sıcak, zor-kolay, ağır-hafif demeden, olanca  güçleriyle uğraşmışlar, yırtınmışlar, didinmişler.

Refah seviyelerinin her geçen gün yükseldiğini gören ev sahibi bu durumdan fazlasıyla memnun olduğu için geriye dönüş konusunu unutmuş gibi görünmeyi yeğlemiş, zamana bırakmış geriye dönüş konusunu.

Kendisine verilene kanaat getiren, fazla tamahkâr olmayan misafirler, zaman ilerlerdikçe çocuklarını da yanlarına almaya başlamışlar. Ev sahipleri başlangıçta bu durumdan rahatsız da olmamışlar hani.

Ancak ilk gelen misafirler zamanla yaşlanmışlar ve ev sahiplerinin ayağına dolaşmaya başlamışlar: Yerleşik halkla aynı şartlarda çalışmak istemişler, ayırımcılık yapılmamasını istemişler, sosyal haklardan eşit olarak yararlanmak istemişler, oy hakkı istemişler, çifte vatandaşlık hakkı istemişler, serbest dolaşım hakkı istemişler, çocuklarının eğitimi konusunda fırsat eşitliği istemişler.

Bu durumu hazmedemeyen ev sahibi alelacele onları, kulaklarından tutup evden atmaya çalışmış. “O kadarı da fazla demiş. Bizim verdiğimizle yetineceksiniz” demiş. “Misafir olduğunuzu unutmayın“ demiş.
Demiş demesine de, evdeki hesap çarşıya uymamış. Nankörlüğün bu kadarına tahammül edemeyen misafirler “Orada dur bakalım” demişler ev sahibine. “Önce siz bükülen belin, ağaran saçın, çürüyen ciğerin, alınan böbreğin, tekleyen kalbin hesabını verin bakalım” diyerek diklenmişler... Karşı koymalar, direnmeler başlamış.

Sen misin o direnen, karşı koyan diye efelenen ev sahipleri kuşanıvermişler  kılıçlarını. Rastgele başlamışlar sallamaya. O kelle senin bu kelle benim. Tınlamamışlar bile bunca feryat, ah-u figan karşısında. Başlamışlar misafirlerin oturdukları evleri yakmaya, camileri, mezarlıkları kundaklamaya. Belki göz dağı vermekmiş gayeleri ama, işler istedikleri gibi gitmemiş, nice masum canlar bu nefret ateşinin  içinde cayır cayır yanmış, kül olmuşlar.

Bu vahim manzara karşısında yetkili makamlar, siyasiler, kolluk kuvvetleri başlamışlar nutuklar atmaya: “Suçlular yakalanacak ve cezalarını çekecektir....” Yakalananlar olmuş olmasına da, nedense üç beş yıl sonra serbest bırakılmışlar.

Misafirler bu nutuklara rağmen  tacizden birtürlü kurtulamamışlar. Kurtulmak bir yana artarak devam etmiş şiddet, aşağılama ve taciz.  Sokakta taciz edilmişler, iş yerlerinde taciz edilmişler, okulda taciz edilmişler, alış–veriş merkezlerinde taciz edilmişler. “Ausländer raus!”

Neden sonra ev sahipleri anlamışlar ki, misafirler yılmayacaklar ve ülkelerine gitmeyecekler. Politika değiştirmişler. Onlara misafir yerine “yabancı” demeye başlamışlar. Çünkü,  onlardan vazgeçmelerinin mümkün olamayacağını da anlamışlar. İnce ayar yapmaya başlamışlar. Yabancıların vasıflı ve genç olanlarına kapıyı biraz aralamışlar. Vatandaş olmak isteyenleri teste tâbi tutarak kendilerine yakın olanları vatandaş yapmak istemişler, dışarıdan yeni yabancı istemedikleri için, aile birleşimine Almanca’yı bilme şartları getirmişler. 16 yaşına gelen çocuklar için, iki vatandaşlıktan birini seçeceksin diye, tamamen asimilasyon kokan bir uygulamayı yürürlüğe koymuşlar. Çifte vatandaşlığı yasaklamışlar. Serbest dolaşım konusundaki Avrupa Birliği kararlarını askıya almışlar. “İşte hendek işte deve ya atlarsın ya düşersin. Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı.”  demişler  Amaç  içerideki üç milyonu ehlileştirmekmiş.

Bir taraftan ehlileştirme gayretlerini sürdüren ev sahibi, öbür taraftan bazı olumsuzlukların faturasını yabancılara kesmeyi de ihmal etmemiş: Mesela, PISA araştırmalarında sınıfta kalan ev sahibi, nerede hata yaptık diyerek öz eleştiri yapacağına kesmiş yabancıların çocuklarına faturayı. Kendilerini temize çıkarmak için konuya vur abalıya politikası ile yaklaşmışlar. PISA araştırmasına göre okuyan ama okuduğunu anlamayan öğrenci sayısı % 35 miş. Felaket. Oturup düşünmek, eksiklikleri tesbit etmek ve hatalarla yüzleşmek gerekirken suçlu aramayı yeğlemişler. Bu durum ev sahibine hiç yakışmamış. Ama onlar yakıştırmışlar. Geçmişte yakıştırılanların yanında bunlar ne ki.

Yabancısın sen ve hep yabancı kalacaksın. Politika böyle olmuş: Çünkü ev sahipleri o güne kadar  yabancı milletten olan bir misafir ağırlamamışlar. Onlarla birlikte oturup kalkmamışlar. Güzel olanın kendilerine çirkin olanların başkalarına ait olduğunu öğrenmişler büyüklerinden, efendilerinden. Bu önyargıyı her fırsatta açıklama lüzumu hissetmişler. Entegrasyon adı altında asimilasyon çalışmaları yapmaktan çekinmemişler. Hatta” En iyi entegrasyon asimilasyondur” diye asimilasyonun devlet politikası olduğunu söylemekte bir beis görmemişler.

Onların hayallerinde, uzun boylu, sarı saçlı ve mavi gözlü aile bireyleri varmış. Bu konuda geçmişte ciddi çalışmalar yapılmış. Fiili olarak uygulama içine bile girilmiş. Ama istenilen netice alınamamış.

Yabancı işgücünün vasıflı olup olmaması başlangıçta onları hiç ilgilendirmemiş, o kadar ki; davet ettikleri işçilerin sadece % 16’sı vasıflı, diğerleri vasıfsızmış. Belli ki kendilerine köle almışlar. Komşularından sadece İrlanda bu konuda dikkatli davranmış, onların vasıflı olarak aldıkları işçi % 53, Kanada daha dikkatli davranmış, onlarda bu rakam % 58 miş.  

Bugün o yabancıların  sayısı üç milyona ulaşmış. İkinci ve özellikle de üçüncü kuşak buraları kendileri için ikinci vatan bilmişler, sahiplenmişler burayı. Bockwurst yemişler, bira içmişler, patates tüketmişler ama nafile, ne yaparsan yap senin saçın siyah sen yabancısın, bizden değilsin demişler onlara.

11 Eylül’den sonra ev sahibi- yabancı diyaloğunda hisedilir derecede soğukluklar artmış: Çünkü yabacıların çoğunluğu müslümanmış. Öyle ki 11 Eylül’ü gerçekleştiren(!) faillerden birkaçı eğitimini ev sahibinin bahçesinde almışmış. Halka öyle anlatılmış.

Ev sahibi korkmaya başlamış bu durumdan. O güne kadar yabancılardan(misafirlerinden) şiddete yönelik bir hareket görmemiş ama, yine de korkmuş, hâlâ  korkuyormuş. Yabancılar da onların korkularını yenmelerine yarayacak ciddi bir çalışma içine girmemişler. Hattâ, bazen korkularında haklı olduklarını doğrulayıcı fiiller içine girdikleri bile olmuş.

2050 yılında hane halkının nüfusu sekseniki milyondan ellidokuz milyona düşecekmiş. Bu durum da ev sahibine korku vermeye başlamış. İçinde bulunan yabancı nüfusa, korkularına rağmen biraz daha samimi davranarak, güven artırıcı önlemler alarak yaklaşsa korkmaya gerek olmadığını anlayacakmış aslında.  O bu hazinenin henüz farkına varamamış; oysa o misafirlerin çocukları, o evde doğmuş, o evde büyümüş, o evde eğitimini almış.

Zamanla yabancı kavramı da terkedilerek, göçmen ismiyle anılmaya başlanmış o misafirler.  Başlanmış başlanmasına da, bu sefer Sarrazin ve Sarrazin gibiler sahneye çıkmışlar. Misafirler inançlarından dolayı aşağılanmaya başlanmış, gittikçe  dozu artmış bu aşağılanmaların. Hatta, kitaplaşmış bile. Sarrazim’in partisi yabancı dostu olarak bilinirmiş ama, nedense Sarrazin’e göz yummuş.  

Sarrazin’in provokosyanlarından sonra: Cami yapımlarında sıkıntılar doğmuş. Minarelerin uzunluğu problem olmuş. Siyasi söylemlerin dışında güven artırıcı önlemler alınmamış.

Göçmenlerin verilmeyen hakları var. Sarrazin belki günah keçisidir. O na bu kadar da yüklenmemek gerekir. Alman devleti yabancılara nasıl bakıyor? Bir de o çerçeveden bakmak lazım: Aradan elli yıl geçmiş. Eğitimde fırsat eşitliği konusu hâlâ masaya yatırılmamış. İnandırıcı çalışmalar yeteri kadar yoğunlaşmamış. Sözlü ve  yazılı basında Alman halkı empati yapmaya davet edilmemiş, konu ile ilgili programlar hâlâ vizyona çıkmamış.

Bu durumda misafirler; isimleri yabancı da olsa göçmen de olsa, ev sahiplerine eskisi kadar güvenmiyorlarmış artık. Aradan elli yıl geçmiş, yüzleri hiç gülmemiş zavallıların. Hâl ve hatırları sorulmamış, saçları  okşanmamış. Arada bir aba altından sopa gösterilmiş.

Oysa bu misafirler/ yabancılar/ göçmenler, II.Dünya Savaşı’ndan sonra taş üstünde taş kalmayan evleri hayatlarını hiçe sayarak imar etmek için gece gündüz çalışmışlar. Ev sahiplerine hiç yük olmamışlar, önlerine ne konduysa yemişler/ almışlar, seslerini çıkarmamışlar, boyunlarını eğmişler, “Eh ne yapalım öyleyse öyledir” diye teslim olmuşlar ev sahiplerinin  adaletine (!).

2000’li yıllara gelince işler biraz değişmeye başlamış; misafirlerin/yabancıların/göçmenlerin çocukları son zamanlarda seslerini biraz yükseltmeye başlamışlar. Onların içinde siyasete atılanlar varmış. Hatta siyasi parti başkanı bile olmuşlar. Avukat, doktor, öğretmen ve iş adamı olmaya başlamışlar. Alman mentalitesini öğrenmişler.

Başlamışlar ev sahibini sorgulamaya. Sorgulayan, misafirlerin/yabancıların/göçmenlerin çocuklarıdır. Kendi yetiştirdikleri çocuklar tarafından sorgulanmaya başlanmışlar. Üçüncü kuşağı yetiştiren de ev sahibidir. Onun sorgulaması daha çetin olacağa benzemektedir. Sorgulayan mı yanlış yapmaktadır, yoksa sorgulanan mı yanlış yapmıştır? Durum ortada, yapılanlara bakılırsa,  bu yanlışlık ev sahibinin yanlışlığıdır.

Bu sorgulamalardan anlaşılıyor ki; misafirin/yabancının/göçmenin sahip olduğu değerlere saygılı olunduğu sürece problemler azalacaktır. Ancak onun değerlerine saygı gösterilmez de alay konusu yapılırsa, yok farzedilirse, okullarda anadil yasaklanırsa, mensubu olduğu dine saygı gösterilmezse, o dinin mensuplarının terörist olduğu varsayılarak hareket edilirse, “müslüman = teröristtir” gibi bir anlayışla rencide edilirse; o da birgün kendine gelecek, Türk ve Müslüman  olduğunu hatırlayıverecektir.

Bu dünya hepimize yetecek kadar büyüktür, verimlidir. Birbirimizi ötekileştirerek mutluluğa ulaşamayız, kucaklayarak ulaşırız. Bizler artık buralıyız, çocuklarımız izinlerini geçirmek için kendi ülkelerini seçmemeye başladılar.

Gelin hep beraber yaşanabilir bir Almanya’yı nasıl inşa edebiliriz, geleceğe güvenle nasıl bakabiliriz onun hesabını yapalım, küresel olan ve bize yabancı olan ne varsa hepisine karşı duralım.

O zaman göreceğiz ki o ev, misafir için de ev sahibi içinde gül bahçesine dönecektir. Dikkatli davrandığımız sürece de dikenleri hiçbir zaman elimize batmayacaktır.



Alman eğitim görevlileri, göçmen çocuklarını anlamak için empati yapmalıdır


Rüştü Kam 27.08.2011

Eğitim konusu kanayan yaramızdır. İstisnasız bütün sivil toplum örgütleri toplantılarında bir vesileyle konuyu eğitime getiriverirler. Duyarlı iki Türk bir araya gelse “Ne olacak bizim çocukların hali!” diye başlarlar eğitim konusunda sohbete. Eğitimi konuşmak kolaydır. Ancak, eğitime yatırım yapmak zordur. Fedakarlık ister,  irade ister, cesaret ister. Ciddi bir çalışma içine girmek söz konusu olunca ortalıkta kimse kalmaz. Eğitime yapılan yatırımların boşuna gideceğine inanılır. Beklemeye tahammülümüz yoktur. Hemen netice isteriz.

2011-2012 eğitim ve öğretim yılı açıldı. Hemen Neukölln’deki bazı okullardan feryatlar yükselmeye başladı.  Öğrencilerin öğretmenleri taciz ettiğinden bahsediliyor. Öyle görülüyor ki, fatura yine yabancılara kesilecek.  2011 yılı, Berlin’de  eğitim reformu için milat olacak elbette.
Eğitim  reformu hazırlanırken sivil toplum örgütlerinin görüşleri de alınsaydı, reforma katkıları mutlaka olumlu olurdu. İhmalden midir yoksa bilinçli mi yapılmıştır bilinmez.  Ama ortada bir eksikliğin olduğu muhakkak.

İş yine başa düştü demektir. Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Veliler olarak bizler neler yapabiliriz hesabımızı yapmamız gerekiyor:


1-Halkımızın  sorunlarını rahatlıkla iletebileceği  danışma merkezleri oluşturabiliriz.
-Bu merkezlerde oluşturulacak  danışma grupları, gelen sorunları gruplandırarak ilgili makamlara ulaştırır ve takibini yapar.

2-Anadil öğretim ve eğitim kursları açabiliriz.
-Bu kurslar ihtiyaca göre her ilçede açılabilir. Bu konuda o ilçelerde hizmet veren sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapılabilir.
-Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nden ve Başkonsolusluğu’ndan gerekli destek alınabilir. Öğretmen desteği, araç ve gereç desteği gibi.

3-Eğitim Senatörlüğü ve ilçe Eğitim Müdürlükleri ile işibirliği içine girilerek konu ile ilgili bilgi alışverişinde bulunulabilir.
-Problemlerimiz ve çözüm yollarını gösteren yazılı bir metin kendilerine sunulabilir. Bu konularda velileri bilgilendirici seminerler düzenlenebilir, açık oturumlar yapılabilir. Ancak, sorunların tespitinde ve çözümünde hedef kitlenin dünya görüşleri, dini hassasiyetleri, kültürleri ve içinde yaşadıkları toplumun “mahalle baskısı” gözardı edilmemelidir.

4-Partilerin eğitim sözcüleri ile ilişki kurularak bilgi alışverişinde bulunulabilir.
            -Bu konu çok önemlidir. Problemlerin çözümünün önemli  ayaklarından biridir siyaset makamı. İhmal edilmemelidir.

5-Çalışmalara önce okullardan başlanmalıdır.
-Hangi okullarda çalışma yapılacaksa belirlenmelidir.
-Yapmak istediklerimiz okul yönetimine birebir anlatılmalıdır.
-Sorunların tek taraflı çözülemeyeceği konusunda okul yönetimi ikna edilmelidir.
-Sorunlara suçluluk psikolojisi içinde yaklaşılmamalıdır. Biz Berlin’liyiz. Burada çalışıyoruz, vergimizi ödüyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Berlin’in yeniden imarında büyük katkımız var. Çocuklarımız burada doğdu, büyüdü. Saçları siyah olmasaydı onlara Alman denirdi. Bu çevrede dolaşıyorlar. Temel eğitimlerini çocuk yuvalarında aldılar. Yanlış yapıyolarsa bu yanlışlık bize ait değildir, Alman eğitim sistemine aittir.: Bundan dolayı yanlışlıklardan sorumlu tutulamayız.   

6-Okullarda veli toplantısına katılarak, taleplerimiz öğretmenlere anlatılmalı ve onların talepleri de alınmalıdır.
-Alman öğrencilere ve onların velilerine Almanya’daki yabancı gerçeğini, müslüman gerçeğini anlatacak olanlar, okul yönetimidir, öğretmenlerdir.
-Bu konularda okul yönetiminin, öğretmenlerin olumlu yönde aktif görev almaları sağlanmalıdır.
-Yabancıları ve müslümanları ötekileştirmenin, eğitimin önünde duran önemli engellerden biri olduğu gerçeği konusunda okul yönetimi ve öğretmenler uyarılmalı ve  ikna edilmelidirler.

7-Bazı okullarda öğrencilerin kökenleri, tarihi, dili, inancı ve gelenekleri konusunda  aşağılandığı duyumları alınmaktadır. Sarrazin sonrası  bu duyumlar sıklıkla alınmaya başlanmıştır.   
-Aşağılanmaya vesile olacak davranışlar konusunda veliler ve öğrenciler bilgilendirilmelidirler.
-Yetkililerle   görüşülmeli ve gerekli alt yapı çalışmaları yapılmalıdır.
-El ilanı, broşür v.s. ile hedef kitle aydınlatılmalıdır.
-Televizyon, gazete ve dergilerde, Almanya’nın geleceği için yabancılarla “birlikte yaşama kültürü”  oluşturulması konusunda, programlar yapılması teklif edilmeli ve bu tekliflerde ısrarcı olunmalıdır. 

8-Alman medyasıyla bir araya gelerek taleplerimiz Alman halkına iletilmelidir.
-Sorumlu olanlar sadece yabancılar değildir. Almanlar da sorumludur. Yabancıları hedef tahtasına koyan Alman siyasetçileri ve bürokratları da sorumludur.
-Almanların yaptıkları yanlışlıklar da medya ile paylaşılmalıdır. 
-Bu konularda açık oturumlar ve sempozyumlar düzenlenmelidir.
-Almanlar empati yapmaya davet edilmelidir.

9-Zaman zaman eğitim kampları  düzenlenerek öğrencilerin öğretmenlere, anne ve babalara karşı görevleri  anlatılmalıdır.
-Arkadaş seçimi konusunda kendilerine yardımcı olunmalıdır.
-Okuma sevgisi aşılanmalıdır.
-Kendi dillerinde ve Alman dilinde hikaye, masal ve  şiir kitapları tavsiye edilmelidir. Ayrıca okuma günleri  düzenlenmelidir. Okuma günlerine velilerin de katılmaları sağlanmalıdır.

10-Almanya içine ve Almanya dışına geziler düzenlenerek öğrenciler arasında arkadaşlıkların güçlenmesine yardımcı olunmalıdır.
-Toplu geziler çocukların üzerinde unutulması mümkün olmayan tatlı hatıralar bırakacaktır, bilgilerini ve görgülerini artıracaktır.
-Sağlam arkadaşlıkların oluşmasına vesile olacaktır.

11-Bizim insanlarımız yüzde doksan Cuma günleri camiye giderler. Dini cemaatlarla diyalog içine girilerek vaazlarda ve bilhassa hutbelerde eğitim ve öğretim konusunda veliye düşen görevler  hatırlatılmalıdır.
-Bu çalışma, devamlılığı olan bir çalışma olmalıdır. Bu çalışmanın içine dini cemaatların eğitimcilerinden ve hocalarından  da birer temsilci alınmalıdır.

12-Eğitimin önemi ve ailelerin  bu konulardaki görevleri hakkında  spot cümleler hazırlanarak  Metropol FM’ de  ve değişik yayın organlarında yayınlanması sağlanmalıdır.
-Alman eğitim sistemindeki yanlışlıklar tespit edilerek ilgililere ve yetkililere çeşitli kanallardan ulaştırılmalıdır.

13-Bütün bu çalışmalar için gerekli olan maddi destek sağlanmalıdır.
-Arkasında maddi desteği olmayan hiçbir oluşum, lazım gelen çalışmayı yapamaz.
-Yapılan çalışmalar çok cılız kalır.
-Eğitime yapılan yatırm uzun vadede geriye döner, aceleci olmamak gerekir, sabırlı olmak gerekir.

2011-2012 Eğitim ve Öğretim Yılı’nde böyle bir çalışma yapmak için ortaya irade koyalım, bu ortak irade de eğitim reformunun yapıldığı bu yılda  bizim miladımız olsun.
Hayırlı olsun.

SOMALİ NEDEN AÇ KALDI?

 Rüştü Kam  21.08 2011 

“Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım.” Geçtiğimiz haftanın konusu bu ayet çerçevesindeydi. Olumlu ve olumsuz eleştiriler aldım. Ben yazdıklarımın arkasındayım. Tekrar ediyorum Berlin’deki müslümanlar yardımlarının ve zekatlarının %25’inden fazlasını Berlin’in dışına çıkarırlarsa Allah katında mes’uldürler. Berlin’de yapılacak çok iş var. Somali’ye on sene önce de yardım ettik. Hem de Sincan’da tanklara balans ayarı yapan generalimiz Çevik Bir’i de gönderdik oraya. Sonuç ortada.
Yarın Berlin’de yaşayan bizim akıbetimiz ne olacaktır, çocuklarımızın akıbeti ne olacaktır? Kaç tane eğitim kurumumuz var Berlin’de? Kaç tane vakfımız var Berlin’de. Kaç tane yurdumuz var Berlin’de? Kaç tane üniversite öğrencisi Berlin’de yaşayan insanımızın bursuyla okuyor ve doktora yapıyor? Yetişmiş akademisyeni olmayan topluluktan ne beklenir? 

Hayatımızın sonuna kadar işçi olarak mı kalacağız? Çocuklarımıza miras olarak işçiliği mi bırakacağız? Onlar hep işçi mi kalacaklar? “İşçisin sen işçi kal...”
Vizyonumuz olmayacak mı? Saygınlığımız olmayacak mı? 50 yıl olmuşuz şuraya geleli hâlâ  çelik çomak oynuyoruz. Eğer kendi gerçeklerimizle yüzleşmezsek çok kısa zamanda değişik  felaketler bizlerin de kapısını çalacaktır. Hatta çalmaya başlamıştır bile. Görmek isteyenlerin bu felaketleri görmemesi mümkün değildir? 

Yeter artık bu fedakar insanları ajite edip durmayın! Bu sözüm çeşitli yardım kuruluşlarına ve onların taşeronlarınadır. 
Zekat insanların karınlarını doyurmak için verilmez, onların bir daha fakir kalmamaları için gerekli yatırmlar için verilir. Tevbe Suresi’nin 60.’ıncı ayetini iyi anlamak gerekir. Ben konuyu burada Sema Soyak’a bırakacağım. Somali’yi çok güzel analiz etmiş. 
Sema Soyak’ın “Somali neden aç kaldı” konulu bu yazısını önemine binaen aynen itibas ederek sizlere takdim ediyorum.

Somali’de şimdilerde insanın içini oyan bir açlık yaşanıyor. Açlara yardım seferberliği elbette insan olmanın ön şartıdır, denebilir. Ancak hiç kimse Somali’nin neden aç kaldığını, Türkiye halkının da yaşanan bu trajediden alması gereken pek çok ders olduğunu asla düşünmüyor.
Bütün dünya Somali’nin açlığa teslim olduğunu biliyor. Dünya kamuoyu bu açlığın nedenleriyle ilgili olarak ne düşündüğünü yeteri kadar bilmiyoruz ama, kendi halkımızın “Somali’nin kötü kaderinden dolayı kuraklığa uğradığını ve bu nedenle de aç kaldığını,” düşündüğünü açık seçik biliyoruz. Sorgulama mantığı gelişmemiş bütün halklar sel felâketi, deprem, kuraklık gibi doğa eliyle gelen tüm afetleri kader olarak kabul ederler.
Bu felâketlerde büyük sayılarla insan ölümleri meydana gelmeye başlayınca da korku içinde birbirlerine sarılır, birbirlerine yardım etmeye uğraşırlar. Felâketler geçer, yardım nesneleri sokaklarda kapışılır, gasp, yağma olayları yaşanır. Sonra bütün bunlar bir yenisi ortaya çıkıncaya kadar unutulurlar. Hiç kimse yaşananların nedenlerini ilgililerden ve yönetimlerden sormayı, nedenlerini tartışarak sonuçlar çıkartmayı ve yeni felâketlere karşı tedbirler alınmasını talep etmeyi asla aklına getirmez. 

OYSA DOĞAL AFETLER ASLA KADER DEĞİLDİR. DOĞAL AFETLERİN EN BÜYÜK NEDENİ, YARATACAĞI FELÂKETLERİ GÖZ ARDI EDEREK MADDİ ÇIKARLAR UĞRUNA İNSAN ELİYLE DOĞAYA HESAPSIZ MÜDAHALELERDE BULUNMAKTIR.

İnsanoğlu yaşamak için elbette doğaya müdahale edecek, ihtiyaçlarını doğayı çeşitli biçimlerde kullanarak karşılayacaktır. Ancak doğayı kullanmanın en önemli koşulu “insan çıkarlarının sürdürülebilir olmasını sağlayacak bir kullanım” biçiminin benimsenmiş olmasıdır. Bu biçimdeki kullanım “ulusal birlik şuuruna sahip” sosyo-ekonomik gelişimini sağlamış halkların özgür vatanlarına verdikleri önemle özdeştir. Sömürgeleştirilmiş, Batılı emperyalist güçler tarafından sömürülen/sömürülmeye çalışılan ülkelerde ise, önce ulusal birlik yok edilmeye çalışılır, sonra o ülkenin göz dikilen bütün doğası, doğal kaynakları acımasızca gerçekleştirilen müdahalelerle sömürülmeye başlanır. Sonra da yok edilen doğanın vereceği doğal sonuçlar ortaya dökülmeye başlar. Bu gerçeklerin ışığında Somali’de halkın neden açlıktan ölüm sürecine girdiğini irdelemeye çalışalım.
1 –Kızıldeniz’in Aden çıkışında yer alan, Afrika Boynuzu olarak adlandırılan Somali, Avrupa kıtasının sömürgeci güçlerinin “Afrika’ya yayılma yolu” olarak dikkatlerini çekince, 19. Yüzyılda İngiltere ve İtalya tarafından sömürgeleştirilmiştir. Uzun yıllar sömürge olarak yönetilen Somali, 1969 yılında SİAD BARRE’nin darbesiyle bağımsızlığına kavuşmuştur. Siad Barre, ülkede tek partili bir Cumhuriyet kurmuştur. Ülkenin tek partisi Somali Devrimci Sosyalist Partisi’dir. Barre, parti genel sekreteri ve cumhurbaşkanı olmuştur.
Dış politikada Sovyet güdümüne giren Barre yönetimi, 1977 yılındaki Somali-Etiyopya arasındaki OGADEN savaşında Sovyetler’in Etiyopya yanında yer alması nedeniyle savaş sonrası SSCB ile ilişkilerini asgari düzeye indirmiş, ABD ve Avrupa ülkelerine yaklaşmaya başlamıştır. Bu politika ve müttefik değişimi henüz bağımsızlığını pekiştirememiş ve gerçek bir ulus devlet olma sürecini tamamlamamış olan Somali’de tekrar Batı Emperyalizmin sömürgen kurgulamalarının hızlandırılmasına neden olmuş, ülkede karışıklıklar yeniden başlamıştır.

ÇÜNKÜ KIZILDENİZ’İN HİNT OKYANUSU’NA AÇILDIĞI ADEN KÖRFEZİ’NİN KAPISINDAKİ SOMALİ, AKDENİZ İLE HİNT OKYANUSU’NU BİRBİRİNE BAĞLAYAN KAPININ BEKÇİSİ KONUMUYLA BATILI SÖMÜRGECİLERİN GÖZÜNDE YENİDEN BİR SÖMÜRGE ADAYI MERTEBESİNE ULAŞTI.

1977’de İMF ile anlaşma yapan Somali’de ABD, özellikle bu tarihten itibaren Somali’nin var olan kaynaklarını kullanma ayrıcalığına sahip olmuştur. Sonuçta çeşitli emperyalist güçlerin ortak çabalarıyla kışkırtılan Somali’de iç çatışma başlamış, “Birleşik Somali Kongresi’ne bağlı güçler 1991 yılında Siad Barre yönetimine bağlı güçleri” yenerek yönetimi ele geçirmiştir. İMF Somali’yi  “başarısız devlet” ilan ederken, Barre Nijerya’ya kaçmış ve ardından Somali nüfusunu etki altında tutan kabileler tarafından iç savaş başlatılmış, ABD iç savaş müdahale etmiş ve bu süreçte Somali 7 eyalete parçalanmıştır.
Parçalanma doğal olarak ülke içindeki politik kaosu daha da artırmıştır. Bugün artık Somali’deki kabileler, sömürü düzeninin bilinçli ya da bilinçsiz parçalarını oluşturmaktadır. 12 milyon nüfusun yaklaşık üçte ikisi göçebe ve yarı göçebedir. Sömürü sonucunda üretimi giderek daralan, işsizliğe teslim olan ülke, hep işgücü göçü vermektedir. Yıllardır gazetelerde Akdeniz’de batan göçmen yüklü çürük çarık teknelerde boğulan Somali’li kaçak göçmenleri okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?
2 –Somali SSCB’ne sırt dönüp, Batı’yla yeniden ilişkilere girip, İMF ile anlaşma imzalayarak, ABD’ne kaynaklarını kullanma ayrıcalığını verdiği 1977 yılına kadar kendi kendisini besleyebilen bir Afrika ülkesiydi. Nüfusunun % 20’si tarımla uğraşmaktadır. O yıllarda da Somali’de her zaman kuraklıklar olmaktadır ama ülke halkı kurak iklimi alışkın olduğu için yağmurlu ve yağmursuz ayları kendi ölçüleri içinde plânlayarak idare etmeyi başarmış, çeşitli tahıl ürünleri, çay, kahve, kakao, fındık, büyük ölçüde muz ekimi yaparak kendi kendine yeten bir ülke konumundaydı. Çünkü Afrika’nın diğer verimli toprakları gibi Somali’nin toprakları da verimlidir.
Somali’nin beslenme ve gelir elde etmede çok önemli kaynaklarından bir diğeri de hayvancılıktır. Özellikle dünyanın en değerli koyun derisini üreten Somali, bunları dünyanın her yerine satmaktadır. Ama 1977 yılına varıldığında işler tersine döner… ABD ve Avrupa ile çok yakın ilişkiler başlatırlar. İMF ile anlaşma yaparlar. ABD’ne bütün kaynaklarını kullanma ayrıcalığı verirler. Ondan sonra da olanlar olur...
Hele 1982’de Dünya Bankası’nın dayattığı programı hayata geçirme anlaşması yapmalarıyla birlikte gelecek felâketlerin kapısı sonuna kadar açılır. Kapitalist Batı’nın tarım tekelleri Somali’ye dalarlar. Önce ürün çeşitliliğini azaltırlar. Kendi istedikleri üretim tekniklerini, kendi sattıkları tohumları Somalili çiftçilere dayatırlar. Somalili çiftçiler eskiden olduğu gibi özgürce ekip biçemez olurlar.
Tarım tekellerinin Somali’deki etkinliği giderek büyür. Tekelleşmenin sağladığı ucuz ürünleri Somali piyasalarına sürerler. Somalili çiftçiler, kaynakları kullanma ayrıcalığını ele geçiren ve piyasayı ucuz tarım ürünleriyle dolduran tarım tekelleriyle rekabet edemeyerek hızla tarım üretiminden çekilirler. İşsizlik büyümeye başlar.
1983 yılına gelindiğinde Somali’yi bir diğer felâket karşılar. “Sığır vebası” gerekçesiyle Batılılar tarafından Somali’nin canlı hayvan ihracatına ambargo konur. Böylece hayvancılık da hızla biter. Hayvancılıkla geçimini sağlayanlar da işsiz kalırlar. Kaynakları kullanma ayrıcalığına sahip Batılı tekeller ormanlara da müdahalelere başlarlar. Ormanlar tahrip edilir, kuraklığın boyutu artar.
3 – Bütün bu olanlardan sonra Somali artık dış dünyaya muhtaç hale gelmiştir. Yıllarca kaynakları sömürülen, üretim gücü elinden alınan Somali halkı işsizliğe ve fakirliğe mahkûm olmuştur. Üretimi ve ihracatı olmayan Somali’ye Batılı tekeller çok ucuza mal getirmektedirler ama bu çok ucuz malları almak için bile hiç para bulamayan işsiz Somali halkı açlığa teslim olmuştur. Açlık nedeniyle bütün dünyanın gözleri önünde ölmektedirler.
4 –Somali halkı açlıktan ölürken Batılılar ne yapıyor biliyor musunuz? Somali’de EŞŞEBAB adlı İslamcı örgütün var olduğunu öne süren başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke Somali’ye yardım göndermiyor. Düne kadar tepe tepe sömürdükleri Somali halkının açlıktan ölmesini seyrediyorlar.
Büyük olasılıkla orada iç çatışmalarda taraf olan bir İslamcı örgüt vardır. İşsiz ve aç kalmış insanların arasında büyük olasılıkla da faaliyet gösteriyordur. Çünkü her zaman işsiz ve aç insanlar kolayca kandırılabilirler.
Eğer söz konusu bir örgütse, ona imkan tanıyan ve zemin hazırlayan durup durup oralara askeri müdahalelerde bulunan ABD ve BM değil midir? Bir zamanlar Somali halkı çiftçiydi, hayvancılık yapardı. Toprakları kendi halkını doyururdu. Sonra Batılılar geldiler, tohum dediler, tarımda yeni teknikler dediler, hayvancılığınıza ambargo uyguluyoruz, dediler. Sonra Somalililer açlıktan ölmeye başladılar. O zaman da “orada İslamcı örgüt var, biz yardım etmeyiz” diyorlar. Batılıların bu vicdan yoksunu duruşlarına iyi izleyin.

SOMALİ HALKININ AÇLIKTAN ÖLÜYOR OLMASINA HÂLÂ KURAKLIKLA GELEN BİR KADER DİYEBİLİR MİSİNİZ?
-Sonra gözlerinizi dünyanın dört köşesine çevirin, olanları gözlemleyin. Fakirliğin ve açlığın kader olamayacağını, kaynakları sadece kendileri için kullanmak isteyenler eliyle yaratıldığını görün artık.
-Somali’nin başına gelenlere yardım etmeye çalışırken ABD ve AB’nin Türkiye’nin müttefiki olup olamayacağını da düşünüverin.
-Hani yıllardır “sizi AB’ne almak için tarım sektörünüzde şunu bunu yapın, tohumları çiftçiniz kendi kafasına göre kullanamaz, ithal tohum almak zorundalar, tarımda teşvikleri düşürün” vs. vs diyorlar ya..
-Hani bizim çiftçilerimiz de tarım tekelleriyle rekabet edemez hale gelip, işlerini bırakıyor, tarlalarını satar hale geldiler ya…
-Hani Somalililer gibi bizim de Güney de muz bahçelerimiz vardı, sonra muzlar pabuç kadar büyük ithal “çikita muzlara” yerini bırakırken, muz bahçelerimiz beş yıldızlı oteller haline getirildi ya…
-Hani Türkiye eskiden kendi kendini doyurabilen yedi dünya ülkesinden biriydi ama, artık ithal tarım ürünlerine muhtaç oluyor ya… Somali’ye yardıma koşarken bunları da düşünüverin lütfen…
-Yaşanan mali kriz Türkiye’ye asla teğet geçmiyor, ama tam göbekten vuruyor. İthal tarım ürünleri her gün değeri yükselen Dolarlarla, Avrolarla alınıyorsa, kredi kartlarınız bir gün bütün bunları ödeyemez bir noktaya gelecek, bunu da düşünün…
-Bir ülkenin kaynaklarına göz diktiklerinde “Müttefik” filan tanımıyor bunlar; önce sömürüyor, açlıkla gelen karmaşada askeri müdahale gerçekleştiriyor.
-Müdahale ile parçalanan topraklarda ülke içinde ya yeni işbirlikçi sömürücüler oluşuyor ya da sömürüye direnen gruplar meydana geliyor. Bunların hepsi birbirine karışıyor. Batılı kapitalizm açısından o ülkenin kaynakları sonuna kadar sömürülmüşse eğer, ilgilerini kesiyorlar ve halkların açlıktan ölmelerine aldırmıyorlar. Yardım çağrılarına karşı ise,
-Onlar İslamcı terör örgütüdürler ya da pis komünistlerdir, yardım edemeyiz, biçimindeki bahanelere sığınıyorlar…
Öyle değil mi yoksa?

HAC/KUR'AN'DAKİ HAC

HAC
Rüştü Kam 2011

Kuran'daki Haccı biz Kur’an’ın ayetlerinden anlarız.[1] Bu ayetler bize Hac hakkında gerekli bilgiyi verecektir. Kuran'ın bu ayetlerinin ışığında Haccı şöyle özetleyebiliriz:

Hac
Hac kelimesine sözlüklerde "kastedilmek" anlamı verilir. Kuransal bir terim olarak Hac, belli bir zaman diliminde belli ibadetleri de içeren Kabe'ye yapılan bir ziyarettir. Ali İmran Suresinin 97. ayetinden Haccın yapılmasının gücü yeten kullar üzerinde Allah'ın bir hakkı olduğunu öğreniyoruz. Ayetten Haccı, gücü yetenlerin yapacağı anlaşılır. Allah "gücü yetmek" deyimini açıklamamış, bu deyimin anlaşılmasını bize bırakmıştır. Mezhepler, "gücü yetmek" deyiminin anlamını kısıtlamaya çalışmışlardır. Allah'ın yapmadığı bir sınırlama kabul edilemez, gerekseydi Allah bunu yapardı. Bu deyimden esir olmamak da, maddi güç yeterliliği de, sağlıksal şartlar da anlaşılabilir. Fakat her şartta, sağlığın da, maddi gücün de hangi ölçüde "güç yetirme" kavramına dahil olup olmadığı izafi bir kavramdır. Kişiler, Allah'a karşı sorumluluklarını, Allah'ın tüm şartları ve düşünceleri bildiğini, vicdani kanaatlerden de mes’ul olduklarını göz önünde bulundurup, "güç yetirme" kavramını en iyi şekilde değerlendirecek ve kendilerinin Hacca gitmeye güçlerinin yetip yetmediğine karar vereceklerdir.
Hac, İbrahim Peygamber döneminden beri yapılan bir ibadettir.[2] Kabe'de Hz. İbrahim'in makamı ve apaçık deliller vardır. [3]

Hac bilinen aylarda yapılır
Bakara Suresinin 197. ayetinde Hacc’ın bilinen aylarda olduğu söylenir. Üstelik "aylar" şeklinde çoğul bir ifade kullanılır. Oysa günümüzde hacılar, Haccın kısa bir süreye sıkıştırılması yüzünden kalabalıktan birbirlerini ezmekte, birçok ölüm vakası meydana gelmekte ve hacılar perişan olmaktadırlar. Hz. İbrahim döneminden beri uygulanan Hacc’ın bilinen aylarda olduğu söylenir. Aynı ilkbahar denilince Mart, Nisan, Mayıs aylarının anlaşıldığı gibi, Hac aylarının da başta bu şekilde anlaşıldığını görüyoruz.
Hac aylarının bilinen aylarda olmasından kasıt, aynı zamanda bu ayların haram aylar olmasındandır. Haram aylarda savaşmak yasaktır. Bu yasak Hac görevinin yerine getirilmesine olanak sağlamaktadır. Kabe'nin etrafındaki kavimler haram aylara riayet ederek, Hac ibadetinin durmamasını, kendi çekişmelerinin kişileri Hacdan alıkoymamasını sağlamaktadırlar. Hz. İbrahim'den sonraki nesillerdeki putperestler de Kabe'nin koruyucusu olarak kendilerini görmüşler, haram ayları bozarak da olsa kısmen uymuşlardır, Hacc’ı bir ticaret kaynağı olarak değerlendirmişler ve haram aylara da ticaretlerini kurtaran bir unsur olarak riayet etmişlerdir.[4]

Haram aylardan bahseden Bakara Suresi 194. ayetten iki ayet sonra Hac’dan bahsedilmesinden, Bakara Suresi 217'de haram aylarda savaşmanın büyük suç olduğunun vurgulanmasından, Hacc’ın yapıldığı bölgedeki Mescid-i Haram'a ulaşılmasının engellenmesinden bahsedilmesinden, Maide Suresi 2'de haram ayın ve Hac ibadetindeki ihramın beraber anılmasından, yine aynı sure 97. ayette haram ayların ve Hac’da ziyaret edilen Kabe'nin beraber anılmasından, bilinen Hac aylarının haram aylar olduğu anlaşılır. Zaten bu ayların haramlığı da Hac’la ilintilidir.
Tevbe Suresi'nin 2. ve 36. ayetlerinden ise bu ayların arka arkaya gelen dört ay olduğunu anlıyoruz. Bakara Suresi 189. ayetten bu dört ayın Ay (kameri) takvimindeki "aylar" olduğunu anlarız. Yani Hac art arda gelen dört ayda yapılan bir ibadettir. Bu dört ay aynı zamanda içinde savaşılmasının haram olduğu aylardır. Bu ayların ilki "Hac Ay'ı" anlamına gelen “Zilhicce”dir.[5]

Tevbe Suresi 3. ayette haram ayların ilk günü olan, Hacc'ın da ilk gününe "Hac günü" isminin verilmesi bunu teyit etmektedir. Zilhicce ilk ay olunca Zilhicce'yi takip eden Muharrem, Safer ve Rabiul Evvel diğer hac ayları olmaktadır. Burada enteresan ek bir delile de değinmek istiyoruz. Rabiul Evvel Ay'ı iki kelimeden oluşan birleşik bir kelimedir. Rabiul kelimesi dört, Evvel kelimesi ise ilk demektir. Bu aydan sonra Rabiul Ahir Ay'ı gelmektedir ki bu ayın ismi Sonraki Dördüncü demektir. Rabiul Evvel Ay'ı haram ayların dördüncü ve sonuncu ayı olduğu için bu ismi almıştır. Ay takviminin ilk Ay'ı Muharrem olduğu için, Rebiul Ahir Ay'ı takvim sırasındaki dördüncü aydır. Bu da bu ayın isminin neden sonraki (Ahir) Dördüncü (Rabiul) olduğunu açıklar. Eğer ki Rabiül Evvel'in haram ayların dördüncü ayı olduğu anlaşılmazsa, Rabiul Ahir'in neden "sonraki" dördüncü anlamına geldiği açıklanamaz. Bu da haram ayların Zilhicce (Hac Ay'ı) ile başlayıp, dördüncü ay olan Rabiul Evvel ile bittiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Hac bu dört ayda yapılabilen bir ibadettir.
İnsanların birbirlerini ezip öldürmelerine yol açan mezheplerin insanların ölümüne yol açan Hacc’ı tek aya sıkıştırma uygulaması bırakılıp, Kuran'ın izahlarına dönülmelidir. Kuran  Tevbe Suresi 37. ayette haram aylarla oynanmasını kötü bir fiil olarak takdim etmektedir. Ama öğüt alan nerede!

İhram
Hacda kavga, kötülüğe sapma, eşler arasında cinsel ilişki yoktur.[6] Hac kişinin davranışlarına dikkat ettiği, insanlarla bir araya geldiği bir ibadettir.
Hac ibadeti sırasında kişi kendisine helal olan bazı şeyleri de haram eder. Eşlerin cinsel ilişkiye girmemesi gibi. Buna ihram denir. Hacının ihramda olması budur. İhramın sözlük manasından anlaşılan da budur. Fakat günümüzde belli bir elbiseye de ihram adı verilerek bu elbisenin giyilmesi farzlaştırılmıştır. Kuran'da sözlük anlamı dışında başka bir ihram anlaşılmamaktadır. Eğer Allah, Hac’da böyle bir elbisenin giyilmesini isteseydi, onun giyilmesi gereken bir elbise olduğunu söyleyerek, şüpheye meydan vermeden bunu açıklardı. Böyle bir izahın olmaması ve bu kelimenin sözlük manasının, Kuran'daki anlatımla tam örtüşmesi yüzünden ihramın; belli bir süre içinde, belli şeylerin yasaklanması dışında bir manası olmadığını anlarız. İhram sırasında yasak olan şeylerin biri de avdır.[7] Bu av bir tek kara avını kapsar, hacılar deniz avını yiyebilirler ve yapabilirler.
Kim ihram sırasında kara avı yasağını bilerek çiğnerse, cezası öldürdüğü hayvanın bir benzerini Kabe'ye varacak bir kurbanlık yapmasıdır. Bu benzer kurbanı adaletli iki kişi belirler. Av yasağını çiğneyen kişi bunun yerine yoksulları doyurarak veya onun dengi oruç tutarak bu yasağı çiğnemesinin kefaretini yerine getirebilir.[8]

Umre
Umre, ziyaret etmek demektir. Hacc’ın belli dönemde yapılmasına karşılık, umre her zaman yapılabilen bir ziyarettir. Hac da, umre de Allah için tamamlanmalıdır.[9] Yani siyasi propagandalar, menfaatler, köşe dönmeler, halkı kandırmalar değil, Allah'ın rızası Hacc’ın da, umrenin de şartı olmalıdır. Bu ibadetleri yapmaları engellenenler kurban keser veya kestirirler. Kurban yerine varıncaya kadar başlar traş edilmez. Hasta ya da başından rahatsız olan oruç tutarak, sadaka vererek ya da kurban keserek fidye yoluna gider. Güvene kavuştuğunda Hacca kadar umre yapmak isteyen kolayına gelen bir kurbanı keser veya kestirir. Bunu bulamayan ise üçü Hac’da, yedisi döndüğünde olmak üzere on gün oruç tutar. Bu ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Tüm bunlar Bakara Suresi 196. ayette geçer.

Kurban
Kurbanların üzerine Allah'ın adı anılır ve bunlardan yoksullara verilir ve yenir.[10] Hac ibadeti yapılırken kirlerden arınılmalı, adaklar yerine getirilmelidir.[11] Kirleri arındırmak genel bir ifade olduğundan birçok insanın buluşma yeri olan Hac’da, her türlü hijyen kuralına dikkat etmek iyi olur. Mescid-i Haram'a saçların kısaltılmış, ya da traş edilmiş olarak girilmesinden bahseden Fetih Suresi 27. ayet de bu çerçevede değerlendirilebilir. Kabe'nin tavafı (çevresinde yürünmesi) böylece temiz bir şekilde yerine getirilecektir.[12] Kabe'nin temiz tutulması, böylece Hac ibadetinin yapıldığı yerin de temiz olması iyi olur. [13]

Hatırlama
Arafat'tan ayrılıp topluca inilince Meşar-i Haram'da Allah'ı hatırlamak (zikir) lazımdır. Bu hatırlama Allah'ın bize öğrettiği şekilde olmalıdır.[14] Allah'ı nasıl hatırlayacağımızı (zikredeceğimizi), Allah bize Kuran'da öğrettiğine göre, bu hatırlama faaliyeti de Kuran'a uygun olacaktır.
Sonra insanların topluca akın ettiği yerden akın edilip Allah'tan bağışlanma dilenmelidir.[15]
Gerekli ibadetler bitince Allah'ı kuvvetli bir biçimde hatırlamak (zikretmek) gerekir.[16]
Sayılı günlerde Allah hatırlanır. İsteyen iki gün içinde işini bitirir, isteyen daha geniş bir zamana işini yayar. [17]

Safa ile Merve
Bakara Suresi 158. ayette Safa ile Merve'yi ziyaret etmenin bir sakıncası olmadığı söylenir. Oysa Kuran'ın bu beyanına karşın bu iki tepenin arasında koşmanın farz olduğu mezhepçi uydurmacılar tarafından uydurulmuştur. Yaşlı, sağlıksız birçok kişi farz olmayan bu zorlukla karşı karşıya getirilmiş, daha sonra bunların para karşılığı arabalar ve sedyelerle taşınması şeklinde yeni bir para kapısıyla birilerinin cebi doldurulmuştur. Bu uydurmanın cep doldurma hedefi için yapıldığı kanaatindeyiz. Bu ziyaret mecburi olmayan bir ziyarettir. Fakat ayetin ifadesiyle bir sakıncası da yoktur.

Şeytan Taşlama
Şeytan taşlama diye bir faaliyetin Hac’la hiç bir ilgisi yoktur. Kişilerin birbirini en çok ezdiği ve ölümlerin en çok olduğu yer, Hac ibadetine sokuşturulan bu uydurmanın yapılmaya çalışıldığı yerdir. Bu saçma uydurmanın atılması, Hacc’ın dört aya yayılması ve Safa ile Merve arasında koşturmanın farz olmadığının gösterilmesiyle, yani Hac ibadetinin de Kuran'daki aslına döndürülmesiyle, Hac insanları öldüren, perişan eden bir ibadet olmaktan çıkacaktır.

Hacer-ül Esved
Hacer’ül- Esved denilen taşın etrafında yapılan gariplikler ve bir taşı selamlamak için insanların birbirlerini ezmesi de Kuran'da yoktur. Kadının tek başına Hacca gidemeyeceği de, kadının her türlü seyahat haklarını kısıtlayan, dine fatura edilmeye çalışılan, ama dinde yeri olmayan bir yalandır.

Güzel koku sürünmek
Hacda güzel koku sürülemeyeceği, dikişli elbise giyilmeyeceği de Kuran'da yer almayan ifadelerdir. Hac’dan gelen veya başka bir yerden gelen zemzem suyu, koku, takke, seccadenin özel sevaplar getireceği, kutsallığı şeklindeki izahlar da hep uydurmadır.
Temel prensibimiz olan Kuran'ın izahlarını baş üstüne koymak, geri kalan izahları çöpe atmak, Kuran'a göre, yani dine göre Hacc’ın anlaşılmasını sağlayacaktır.
Allah Hacc’ınızı kabul etsin.


[1]  2 Bakara Suresi 158, 189, 196, 198,199, 200, 203; 3 Ali İmran Suresi 97; 5 Maide Suresi 1,2, 95, 96, 97; 9 Tevbe Suresi 3; 22 Hac Suresi 25, 26, 27, 28, 29
[2] 22Hac Suresi 26,27
[3] 3 Ali İmran Suresi 97
[4] 8 Enfal Suresi 34, 35'ten ortak koşanların kendilerini Kabe'nin varisi olarak görmelerini anlayabiliriz.
[5] Hac bu ayla başladığı için Haccın ilk ayının ismi Arapça'da Hac Ay'ı manasına gelen Zilhicce'dir.
[6] 2 Bakara Suresi 197
[7] 5 Maide Suresi 95
[8] 5 Maide Suresi 95
[9] 2 Bakara Suresi 196
[10] 22Hac Suresi 28
[11] 22Hac Suresi 29
[12] 22 Hac Suresi 29
[13] 22Hac Suresi 26
[14] 2 Bakara Suresi 198
[15] 2 Bakara Suresi 199
[16] 2Bakara Suresi 200
[17] 2 Bakara Suresi 203