17 Şubat 2014 Pazartesi

O BİR BASIN DUAYENİYDİ GÖÇTÜ GİTTİ


Zaman ne kadar da hızlı akıyor. Zaman aktıkça bu akışa paralel olarak insan da akıyor. Ancak bu akışa ayak uydurmak ve aynı hızla akmaya devam etmek mümkün olmuyor. Sene 1986 Berlin'deyim. Yabancısı olduğum bir şehir, yurt dışına ikinci çıkışım. Birinci çıkışımda Witten'deydim. İki ay kalmıştım orada.

Berlin etrafı duvarlarla çevrili bir yer. Duvarın içinde olduğunuzu Berlin'in dışına çıktığınız zaman hissediyorsunuz, gümrükten geçme zorunluluğunuz var. Çok soğuk bir ülkeydi DDR. DDR'nin o soğuk yüzünü gümrüklerde görebiliyordunuz. Gümrük memurlarının, polislerin o sizi yiyecekmiş gibi bakışları, tavırları, arabanızı didik didik etmeleri, pasaportların içine atıldığı o tenekeden borunun çıkardığı takırtılar-tukurtular can sıkıcıydı. Müzik dinleyememeniz, yanınızdaki ile konuşamamanız, sürekli kontrol sırasında polisin gözüne bakma zorunda oluşunuz sıkıntının dozunun artmasına yol açıyordu.

DDR topraklarında seyrederken, parklarda fazla duramazsınız, hızınız 100 km'yi geçmemeli, lastiğiniz patlarsa veya çok yorgun olur da biraz uyursanız DDR çıkışında çekeceğiniz var polisin elinden; " Neredeydin, niçin geç kaldın, lastik değiştirdiğine dair ispatın var mı?..."

Berlin Duvarı'nın içine girince rahatlıyordunuz. Sırtınızdan tonlarca yük kalkıveriyordu birden. Oh be hayat varmış diyordunuz. Duvar Berlin'i ikiye ayırmıştı, duvarın içine Batı Berlin deniliyordu. O zaman nüfusun 2 milyon civarında olduğu söyleniyordu, şimdi de 3,5 milyon civarında deniliyor. O 2 milyon nüfusun içinde 150 bin dolayında Türkiyeli vardı. O zamanlar Berlin'de yaşayan insanlara Berlin yardımı adı altında her ay belli bir para ödeniyordu. Bir anlamda Berlin'de yaşamak teşvik ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Berlin'de yaşamak riskliydi, böyle düşünülüyordu. Amerikalılar, İngilizler, Ruslar hâlâ Berlin'deydiler.

Türkiyeliler zaten hayatlarını riske ederek Almanya'ya geldikleri için, Berlin'e gelerek ikinci bir risk daha almışlardı. Onların gayesi bir miktar para biriktirip evlerine dönmekti. Sırf bu açıdan olsa gerek, diğer şehirlerle kıyaslandığında Türkiyeli nüfus oldukça yoğundu Berlin'de.
 
 
Konar-göçer alışkanlıklarını burada da sürdüren Türkiyeliler, İbadethanelerini de aynı mantıkla yapmışlardı. Apartman dairelerinin-bodrumlarını camiye çevirmişlerdi. Kalıcı yatırımları yoktu. Kurumları yoktu. Bir sabah erkenden toparlanıp gidebilecek şekilde yaşıyorlardı. Türkiyelilerin çoğunluğu Almanların sokaklara bıraktıkları mobilyaları kullanıyorlardı evlerinde, paralarını kuruşuna kadar biriktirmenin derdindeydiler. Ahmet Akyol isminde Karadenizli bir vatandaş krediyle ev almıştı. Ayıplamıştı insanlar Ahmet Akyol'u. Ev almak boşuna yapılan yatırımdı. Kredi almak ise dini açıdan negatif olarak değerlendiriliyordu. Ayıptı, günahtı...

Kendilerini duyarlı Müslüman olarak görenler, düğünlerini camilerde yapıyorlardı. Hoca kürsüye çıkıyor, evliliğin önemini anlatan bir konuşma yapıyor, hafızlar ilahiler okuyor ve bir dua ile düğün sona eriyordu. Sonra yemeğe geçiliyordu. Halıların üstüne yağlı kâğıt seriliyor ve bayat lahmacunlar ayran ve diğer içeceklerle birlikte ikram ediliyordu.

Caminin düğün salonu olarak kullanılması, para biriktirme amacına uygun düşüyordu. Bazı camilerin hocaları bu psikolojiyi iyi analiz etmiş olmalılar ki; salonlarda düğün yapmanın haramlığından bile bahsedebiliyorlardı.

Almanya'ya gelen Türkiyelilerin kahir ekseriyeti taşralıydı, din konusunda bildikleri, köy imamının anlattıklarından öte bir şey değildi. Berlin'de en ünlü hatipleri bile dinleme imkânına sahip olan bu insanlara, doğru bilgiyi anlatmak mümkün olmuyordu, hatta "Sen falan hocadan daha mı iyi biliyorsun?" diye dikleşenler bile oluyordu. Bu durum dini cemaatlerin işine geliyordu, hâlâ işine geliyor: Çünkü bu insanları cemaat, meşrep ve siyaset mantığıyla yönlendirmek daha kolay oluyordu, hâlâ öyle olmuyor mu?

Berlin'e geldiğim ilk günün akşamı Mevlana Camii'nin kürsüsüne çıkarıldığımda, önümdeki cemaatin neredeyse yarısı sarıklı ve şalvarlıydı. Şaşırdım kaldım. Sarığı âlimler takar, şalvarı da biraz daha tasavvufta yol almış pîrifaniler giyerdi Türkiye'de. Ne konuşacağımı şaşırdım. 30 dakikalık o süre bana o kadar uzun geldi, sanki 10 saat gibi. Aradan uzun zaman geçmedi ki, ben meseleyi anladım; bu sarıklı ve şalvarlıların "sübhaneke" de bile en az 10 yanlışı vardı. Takılan sarık ve giyilen şalvar, sevap kazanma amaçlı olarak takılıyor, giyiliyordu. O büyük hocalar bu insanlara öyle anlatmışlardı.
Aynı günlerde An der Urania'da hicret günü kutlanıyordu, benden de konuşmam rica edildi. Ben kravatımla ve biraz uzun saçımla çıkıp konuşmaya başladım. Aşağıdan sesler gelmeye başladı: "Kim çıkardı bu Atatürkçüyü buraya, indirin onu kürsüden..." Sebep, kravat takmam, sakalsız oluşum ve saçımın biraz uzun olmasıydı. O zamanlar Mevlana Camii'ne kravatlı insan giremiyordu, girerlerse camiden atılıyordu, şapkalı ve fötrlü girenlerin şapkaları, fötrleri asıldıkları yerden alınıyor, kesiliyor ve çöpe atılıyordu. Millet namaz kılarken işgüzarlar yapıyordu bunları.
 

Ben İslâmî İlimler Okulu'nun müdürlüğünü yapıyordum. Aynı zamanda da Milli Görüş Teşkilatlarının Berlin Bölgesi Teşkilatlanma Başkanlığı'nı yürütüyordum. Zaman zaman Milli Görüş Berlin Bölge Yönetim Kurulu toplantılarına katılarak Berlin'de olup bitenleri konuşuyorduk. Yine böyle bir toplantıda gazeteci Nevzat Özpelitoğlu bir teklif sundu: "Berlin'de Türkçe yayın yapan yerel televizyonlar var, biz de böyle bir televizyon açabiliriz." O günkü Bölge Başkanı Aykut Algan şiddetle karşı çıktı bu teklife ve "Televizyona karşı olan bir teşkilat nasıl olur da televizyon açar..." diye tepkisini koydu. Uzadı gitti tartışma, o toplantıda sonuç alınamadı. Ancak benim konu dikkatimi çekti. Nevzat Özpelitoğlu ilgimi görünce büyük bir heyecanla, uzun uzadıya anlattı konuyu bana ve ‘Seni o televizyonlardan birinin sahibi ile tanıştırayım.' dedi, memnuniyetle kabul ettim.

Randevu aldı ve gittik. Benim tanıştığım o kişi Mehmet Deniz Olcayto idi. DDR topraklarından duvarın içine doğru esen o soğuk havayı, o küçücük stüdyosundan yaptığı Türkçe yayınlarla ısıtıyordu.

Onunla uzun uzun sohbet ettik. Yukarıda anlatmaya çalıştığım konulardan bahsetti, yapılan bu ve benzeri yanlışların Türk toplumuna mal edildiğini ve bu durumun Alman toplumunda sıkıntılar doğurduğunu uzun uzun anlattı bana. Bir ilahiyatçı olarak bu konularda bana ve benim gibilere görev düştüğünden bahsetti. Beni tanımaya, çözmeye çalışıyordu. Hayat arkadaşı Mary de vardı yanında. O gün orada Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile de tanıştım. Sonradan öğrendiğime göre onlar da televizyonun ortaklarıymış.

İkinci kez buluştuğumuzda, üzerimize düşen görevleri konuştuk. Berlin'de, ATT televizyonunun dışında Türkçe yayın yapan iki televizyon daha vardı. TD1 ve BTT televizyonları. Onların haftalık yayın akışını da konuştuk.
Sonra ben neler yapabilirdim, Olcayto bana nasıl bir imkân tanıyabilirdi ATT televizyonunda onu konuştuk. Çok tereddütlü davranıyordu. Enver Canoğlu tereddütlerinin yersiz olduğu konusunda onu ikna etmeyi başarmış olmalı ki; üçüncü buluşmamızda bana haftada 3 dakikalık dini konuşma zamanı verdi. Diğer televizyonlarda dini konuşmalar yapılmıyordu o zaman.

ATT (Almanya Türk televizyonu) de yaptığım o 3 dakikalık konuşma Berlin'de olay oldu. Yayından sonra stüdyonun telefonları kilitlendi, halk Olcayto'ya dua ediyor ve memnuniyetlerini bildiriyordu. Sonraki yayınlarda bu 3 dakika yarım saate çıktı. Televizyon aynasından Berlin'de yaşayan insanımıza İslâm Mehmet Deniz Olcayto'nun onayıyla işte böylece anlatılmaya başlandı. ATT den dinini öğrenen binlerce insan vardı. Onların içinden bir tanesi bile ATT televizyonu sayesinde gerçek İslam'la tanıştı ve İslâm'ı yaşam biçimi olarak seçtiyse bu Deniz Olcayto için yeterli bir referanstır.

Olcayto Türkçe yayın yapan yerel bir televizyon kurarak, halkına büyük bir hizmet yapmıştır. Milli konularda oldukça duyarlıydı. Yürüyüşler düzenledi, mitingler düzenledi ve bu etkinlikleri televizyonunda yayınladı. Televizyonlarda yaptığı yorumlarla, yönettiği açık oturumlarla halkı bilgilendirdi ve onların ufkunu açtı.
Daha sonra kurulan TFD Televizyonu'nun(Almanya Türk televizyonu) kurulmasında da onun emeği inkâr edilemez.
 

BTT Televizyonunun sahibi Ata Tilmaç daha önce aramızdan ayrıldı, İlklerin altına imza atmaktan hoşlanan Olcayto bugün aramızda yok. O da bu dünyadaki ömrünü tamamladı. Zamanın akışına ayak uyduramadı. Gücü bitti, yoruldu ve pes etti. Zaman ise akmaya devam ediyor. Gazeteci arkadaşları onun cenaze namazını kıldılar ve onu ebedi istiratgâhına uğurladılar. Onlar zamanla yarışmaya devam ediyorlar, bir gün gelecek onlar da pes edeceklerdir...

Ben o büyük ustanın yaptığı işlerin hep iyi ve güzel yönlerini aldım, kendime ışık yaptım. Allah'tan O Koca Usta'ya rahmetler diliyorum.

Şimdi aramızda Atalay Özçakır var. O'nun da Berlin halkına yaptığı hizmetleri elbette yadsınamaz. İnsanlar öldükten sonra arkasından anılmamalı, dünyada kıymetleri takdir edilmeli ve onlara sahip çıkılmalıdır.

  
Rüştü Kam
 

DİN GÖREVLİSİNİN GÖREV VE SORUMLULUKLARI /SAYIN ATAŞEM/BERLİN



Rüştü Kam
Ha-ber.com   Berlin

“İnsanları doğru ve güzele, hak ve adalete yönlendiren din görevlisi, huzursuz ve mutsuz gönüller için bir umut ışığı, öksüz, yetim, kimsesiz ve haksızlığa uğramış kişiler için emin ve güvenilir bir melce ve sığınak; katı kalpli suçlular için ıslah edici bir mürebbî; kin ve nefretle dolu kalplere sevgi zerk eden bir gönül doktoru; her türlü günah kirine bulaşmış kimselere pişmanlık ve tövbe kapılarını açan bir yol gösterici; toplumun ahlâkî değerlerini koruyan ve toplumsal yozlaşma ve kötürümleşmeye karşı yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik duygularını pekiştiren hasbî bir lider ve rol modeldir.

Sosyal olgunluğa ve adanmış bir kişiliğe sahip olan din görevlisi, cemaati ile ilişkisi sırasında, yararsız söz ve davranışlarda bulunmayacak, insanlar arası fikir ve düşünce ayrılıklarını derinleştirmeyecek, dürüst, çalışkan, içi ve dışı temiz, kendine güvenen, samimi, ileri görüşlü, nazik, kolaylaştırıcı, pozitif enerji ve sevgi dolu bir güzel arkadaş ve dost olacaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Allah sizin için kolaylık diliyor, zorluk istemiyor.” (Bakara, 185) denmiş, Hz. Peygamber Efendimiz de; “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” buyurmuştur. (Buhârî, “İlim”, 11; “Edeb”, 80; “Cihad”, 164; Müslim, “Cihad”, 5; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 17)

Din görevlisi-cemaat ilişkisinin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için din görevlisinin birtakım özel nitelik ve yeteneklere, bilgi ve becerilere sahip olması gerekir. Şunu unutmayalım ki, hiçbir kurum veya eğitim sistemi, kendisini işletecek personelin nitelikleri üzerinde hizmet veremez veya hizmet üretemez. Bu itibarla nitelikli ve seviyeli bir din eğitim ve hizmeti, ancak nitelikli ve seviyeli din görevlileri tarafından verilebilir. Bugün, “Klişeleşmiş fikirlerden kurtulmanın psiko-sosyolojik şartları; kalıplaşmış fikirlerin baskısından bizi kurtarmaya muvaffak olacak vasıtalardan biri, hakikî manada gerçek din adamlarıdır. Bunlar dini, hurafelerden temizlemeyi başaracak bir formasyon alırsa, çevrelerine en büyük rehberliği yapmaya muvaffak olabilirler.” (Halis Ayhan, Eğitime Giriş ve İslâmiyetin Eğitime Getirdiği Değerler, Damla Yayınevi, İstanbul 1982, s. 59)

Buraya kadar vurguladığımız tavsiye ve değerlerden, din görevlisinde bulunmaması gereken bazı özellikler de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunlar genel olarak; cehalet, alanında yetersizlik, görevini ciddiye almamak, insanları sürekli olarak azapla veya cehennemle tehdit etmek, hoşgörüsüzlük, anlayışsızlık, kabalık, kötümserlik, ön yargılı olmak, güven telkin edememek, insanlar arası ayrım yapmak, herhangi bir siyasî veya ideolojik görüş ya da gruba aşırı bağlılık ve yalancılık gibi hallerdir.”(Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi 2008 Ekim sayısında yayınlanmıştır)

Din görevlisinin profili çizilmiş burada. “Hizmet sunacağı kitleyi tanıma ve problemleri ile ilgilenme” şeklinde  özetlemek mümkündür bu yazıyı.

7 Şubat Cuma günü Berlin Türk Şehitliği Camii’nde kıldım Cuma namazını. Çok sevdiğim bir dostumun cenaze namazında bulunmak istediğim için oradaydım. Zeki Bina’dan bahsediyorum. İki cenaze daha vardı o gün orada. Saat daha 12.00 de  tıklım tıklım dolmuştu caminin bahçesi. Hava soğuktu, +3 derece civarındaydı. Cuma namazı 12.28 de kılınması gerekirken 12.38 de 10 dakikalık gecikmeyle kılınmaya başlandı. Din görevlisi kürsüden inmek istemiyordu. Anlatılanların da cemaatin ihtiyaç duyduğu konular değildi, “kalıplaşmış konular” anlatılıyordu. Vaazdan sonra duyurular da vardı sırada. Müezzin ezanı çok güzel okudu, gerçek bir İstanbul müezzini gibi. Ancak bu ezanların zaman olarak cemaata maliyeti yaklaşık 10 dakika. İkinci ezan da aynı uzunluktaydı çünkü.

Din görevlisi hutbeyi Türkçe olarak okudu. Hemen arkasından Almancası okundu. Çok güzel bir uygulama. Aynı uygulamanın Berlin’deki diğer camilerde de olması ne kadar da güzel olur.

Din görevlisi Cuma namazının birinci raketinde Beyyine, ikinci raketinde Zilzal suresini okudu. Arada bir nağmelerini de gösterdi. Cuma namazından önce 4 rekat nafile, sonrasında ise 10 rekat zuhr-i ahir namazı kılındı. Toplam 14 rekat namaz.

Şimdi yukarıda bize profili verilen din görevlisi ile Şehitlik Camii’ndeki uygulamayı yan yana getirirsek şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz:

Bu din görevlisi hizmet verdiği cemaati tanımıyor, onların problemlerini bilmiyor, sıkıntılarıyla ilgilenmiyor. Yararsız söz ve davranışlarda bulunuyor. Huzursuz ve mutsuz gönüller için umut ışığı olmuyor. Dini, hurafelerden temizlemeyi başaramamış, böyle bir formasyona da sahip değil. Kalıplaşmış konuları anlatıyor.

Görüldüğü gibi, uygulama ile yazılanların fazla alakası yok. Olması gereken uygulamayı netleştirelim:

1-Din görevlisi, zamanında sohbeti bitirmeli ve  namaza geçilmeliydi.
2-Kapalı yerdeki aynı cemaate, iki tane uzun uzun ezan okunmamalı, birisi terkedilmeliydi.
3-Cumadan önce 4 rekat nafile namazı, sonra da 10 rekat uydurma bir namaz olan zuhri ahir namazı kılınmamalıydı, bu namazı din görevlisi hiç kılmamalıydı.
4-Beyyine ve Zilzal sureleri okunarak namazı uzatılmamalıydı.
5-İdeal bir din görevlisinin, cemaatini tanıyan, bilen ve onların dertleriyle sıkıntılarıyla ilgilenen bir din görevlisinin hurafelerden dini arındırması gerekiyordu.
6-Cemaat betonun üzerinde, +3 derece soğukta 35 dakika bekletilmemeliydi. Saniyenin bile hesap edildiği günümüzde 35 dakikanın önemini anlamayan belki sadece bizleriz.

Sayın Ataşem,
ben de biliyorum ki; sizin ve o din görevlisinin bu konuda yapabileceği fazla bir şey yok. Yanlışlık, korkaklık tamamen amirlerinizde, din âlimlerinde. Ataşeler derneklerde divan başkanlığı yapmanın dışında bu tür konulara zaman ayırır ve o konuları kendilerine dert edinirlerse, Almanya’da yaşayan Müslümanların sorunlarını ısrarla üstlerine rapor ederlerse,  insanımıza doğru hizmeti yapmış olacaklardır. Dört senelik görev süresince, beni sokmayan yılan bin yaşasın mantığıyla, sorunsuz bir görev anlayışıyla hareket edilirse, dört yıl biter, dünya hayatı da biter, ancak öbür tarafta bitmeyecek olan bir hayat vardır. Oradaki hesap çetin olacaktır. Hele Kur’an ayetlerini para karşılığı satanları, orada  çetin bir hesap bekliyor olacak.

Sayın Ataşem,
nerede olduğumuzu bilmezsek nereye gideceğimizi bilemeyiz. Bizler Berlin’de yaşıyoruz. Hristiyan bir ülkedeyiz, Müslüman nüfusun azınlık olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ehl-i Kitapla iç içeyiz. Müslümanlar 623 yılından 1961 yılına kadar, Müslümanların çoğunlukta olduğu, yöneticilerinin de Müslüman olduğu bir ülkede yaşadılar. Fetvalar bu fiili durum göz önüne alınarak verildi. Almanya’da yaşayan Müslümanlar o elbiseleri giyemiyorlar, bazen sıkıyor, bazen geniş geliyor bazen de modaya uygun düşmüyor. Almanya’da yaşayan Müslümanlara yeni elbiseler, yeni terziler gerekiyor.

Sayın Ataşem,
namaz kılmanın ve kıldırmanın ötesinde, ciddi hizmetler sizleri bekliyor. İşe, zuhr-i âhir denen uydurma namazdan başlayabilirsiniz, arkasından Cuma günü caminin içinde iki kez okunan ezanı bire düşürmek ve din görevlilerinin zamanında namaza başlamaları gibi konular gelecektir. Biz de o zaman sizin arkanızdan, Berlin’den Bilal Öztürk geçti diye gururla yazacağız.



Din Hizmetleri Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ten Müjdeli Haber: Zuhr-i Ahir Namazı Uygulamasına Son

“Zuhr-i Ahir namazı ile ilgili olarak özelllikle Şehitlik Camii eksenindeki değerlendirme-leriniz planımızda ve değerlendirilecektir. Selam ve dua ile..” (Berlin Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk)

Rüştü Kam
Ha-ber.com
Berlin 2014

“Din görevlisinin görev ve sorumlulukları “ başlıklı bir yazı yazdım ha-ber.com sitesinde 10.02.2014 tarihinde. Yazımın sonunda T.C Berlin Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk’e bir teklif yapmıştım; “Sayın Ataşem, namaz kılmanın ve kıldırmanın ötesinde, ciddi hizmetler sizleri bekliyor. İşe, zuhr-i âhir denen uydurma namazdan başlayabilirsiniz, arkasından Cuma günü caminin içinde iki kez okunan ezanı bire düşürmek ve din görevlilerinin zamanında namaza başlamalarının sağlanması gibi konular gelecektir.”  Sayın Öztürk bu yazıma iki yorum yazdı. Ben de bir yorumla cevap verdim. Bu yorumlar ve benim cevabım yazının sonuna eklenmiştir.

Daha sonra Sayın Öztürk beni telefonla aradı ve konu ile ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu konuda verilmiş fetvasının olduğunu ve bu fetvayı e-mailime göndermek istediğini söyledi ve gönderdi fetvayı aşağıda aynen istifadenize sunuyorum.

Sayın Öztürk’e nezaketinden dolayı teşekkür ediyorum. Ancak bu fetvayı Din İşleri Yüksek Kurulu 26.03.2002 tarihinde vermiş. Fetva verildikten sonra muhtemelen gereği için müftülüklere ve ataşeliklere de gönderilmiş olmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yapmış. Zuhr-i ahir namazının uydurma bir namaz olduğunu kabul etmiş ve “kılınmasına gerek olmadığına” diye karar vermiş.

Bu durumda haklı olarak şu soruyu sormamız gerekiyor. Peki Din Hizmetleri Ataşeleri ve DİTİB’in camilerinde hizmet veren hoca efendiler 12 yıldan beri bu fetvayı halktan niçin sakladılar? Bu gizlilik garip değil mi? Üstelik Avrupa ülkelerinde Müslümanların böyle bir fetvaya fevkalade ihtiyaçları olduğu halde. Yazık değil mi bu müslümanlara. Sırf bu yüzden Cuma namazı kılamayan veya kıldığı halde işine geç kalan ve şefinden azar işiten Müslümanlara yazık olmadı mı? Avrupa ülkelerine görevli olarak gönderilen din görevlileri maaşlarını aldılar, hem de çifte maaş olarak, döndüler eski görevlerine. Onların yerine yenileri gönderildi, onlar da sessiz kalmayı, sıkıntıya girmeden hizmetlerini tamamlayıp geri gitmenin hesabını yaptılar öncekiler gibi. Sonrakiler de böyle yapacaklar muhtemelen.

Bu durumda dinden olmadığı halde dine fatura edilen bu uydurmaları, bid’atları dindenmiş gibi gösteren din görevlileri için “dini para karşılığı satanlar” dediğimizde niçin kızılıyor, sitem ediliyor? Gerçekler, bir endişeden, bir korkudan dolayı gizlenir. Yoksa niçin gizlensin? Bu endişenin de çıkar endişesinden başka bir şey olduğunu düşünmek saflık olur. Hak’tan gelen gerçeği gizleyenler, Hak’tan gelmediği halde Hak’tan gelmiş gibi Hakk’a fatura edilen var. Bu durumda, din para karşılığı satılmış olmuyor mu?

Ben Berlinlilere müjdeyi veriyorum. Berlin Din Hizmetleri Ateşesi Sayın Bilal Öztürk bana söz verdi. Hem yazdığı yorumda, hem de telefonda verdi bana bu sözü. “En kısa zamanda zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığını halkımıza anlatacağız” dedi. Sayın Öztürk Berlin’de daha yenidir. Samimi bir görev adamından beklenen duruş böyle bir duruştur.  Bu konuda asıl suçlu olanlar 2002 yılından beri Berlin’de görev yapan din müşavirleri ve ataşeleridir.
Sayın Öztürk’ü aldığı bu cesurca kararından ötürü kutluyorum. Bekleyeceğiz ve hep birlikte sonucu göreceğiz.

12 SENE HALKTAN GİZLENEN ZUHR-İ AHİR NAMAZI İLE İLGİLİ KARAR

Tarih: 14/10/2002
Din İşleri Yüksek Kurulu, 26.03.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç. Dr. Şamil DAĞCI'nın başkanlığında toplandı.
Dinî Sorulara Cevap Komisyonunca "Cuma Namazı ve Zuhr-i Ahir" konusunda hazırlanan metin Kurula takdim edildi. Konu ile ilgili Kurul üyeleri görüşlerini belirttiler. Görüşmeler sonucunda;

II. ZUHR-İ AHİR (Son Öğle) NAMAZI

Son öğle namazı anlamına gelen Zuhr-i âhir namazı, bir kısım İslâm bilginleri tarafından, Cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır.

Sıhhat şartlarındaki ihtilaf sebebiyle Cuma namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle zuhr-i ahir namazının kılınmasının gerektiğini ileri sürenler olduğu gibi, buna karşı çıkanlar da olmuştur.

A. Zuhr-i Ahir Namazının Gerekliliğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının gerekliliğini ileri sürenlerin hareket noktası, bir yerleşim biriminde birden fazla camide Cuma namazının sahih olmaması ihtimalidir. Bunlara göre, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir. Cuma namazını hangisinin önce kılındığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür. Bu görüşlerini de, Cuma namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma kılındığına dayandırmaktadırlar(Şirbînî, Muğnî'l-Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû', IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212; Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75).

B. Zuhr-i Ahirin Kılınmaması Gerektiğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının kılınmasına karşı çıkanlar, şüpheyle yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, bu namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, şüpheyle ibadet makbul değildir. Bu itibarla, "belki Cuma namazı sahih olmamıştır" diye zuhr-i ahir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, Cuma namazının farz olmayıp, öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır. İbn Nüceym, Alaü'd-din Haskefî, Cemaleddin el-Kasimî, Mehmet Zihni Efendi gibi bilginler bu görüştedirler (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, II/154-155; İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtâr, I/536; Cemalettin el-Kasımî, Islahu'l-Mesâcid, s.50; Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 439-440).

Bir kısım âlimler ise, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i ahir kılmayı bidat kabul etmişlerdir (Azim Abâdî, Avnü'l-Ma'bûd, III/397,406; Reşid Rıza, Fetâvâ, I/199-200,301-305; III/941; IV/1551, 1591; VI/2521).

C. Delillerin Değerlendirilmesi
Zuhr-i ahirle ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Hz. Peygamber zamanında Cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen ayetleri Hz. Peygamber'in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde Cuma namazı kılmalarını düşünmek mümkün değildir.
Bir yerleşim biriminde bir yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle Cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halinde birden fazla yerde cumanın kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Nitekim İmam Şafiî Bağdat'a gittiğinde birden fazla yerde Cuma namazı kılındığını gördüğü halde, buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, Mecmû, IV/452; Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc, I/544).

Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide Cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde Cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.

İbadetlerde aslolan, kabul edilmesidir. Hz. Peygamber Yüce Allâh'ın, "Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim." buyurduğunu bildirmektedir (Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51). Başka bir hadislerinde de, "Ameller niyetlere göredir." buyurmuşlardır (Buharî, Bed'ü'l-vahy, 1). Bu itibarla Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir.

Diğer taraftan zuhr-i ahir namazının ihtiyat sebebiyle kılındığını ileri sürmek, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Zira ihtiyat iki delilden kuvvetli olanı tercih etmektir. Hâlbuki Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç bulunduğunda kılınabileceğini belirtmeleri de bunu göstermektedir. Kaldı ki Kur'an-ı Kerim'de, "Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar" (Bakara 2/286); "Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi." (Hac 22/78) buyrulmaktadır.
Diğer taraftan ihtiyat, bir faydaya dayalı olmalıdır. Oysa, zuhr-i ahirin kılınması gerektiğini söylemek, insanların Cuma'dan sonra kılınacak sünneti terk etmelerine sebep olmaktadır. Farzdan sonra sünnet namazdan başka bir namaz olmadığı anlatılır ve uygulama da buna göre olursa, bu sünneti yerine getirenlerin sayısı artacaktır. Asıl ihtiyat, Allâh ve Rasulü Müslümanları ne ile sorumlu kılmış ise onları yerine getirmek, buna bir şeyi ilave etmemektir.

III. SONUÇ
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında;
1. Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınabileceğine, bu sebeple zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığına,
2. Zuhr-i ahir namazını kılmak isteyenlere ise mani olunmasının uygun olmayacağına,
Karar verildi.
……………………………..
Yorumlar

-2 7 Şubat Cuma Namazı
Yazan Bilal Öztürk, 11-02-2014 18:01

SA Rüştü bey yazınızı ilgi ile okudum ilginize de teşekkür ederim. Kanaatler dinin kendisi değildir, zaten herkes kendi kanaatlerini din yerine koyduğu için kimse kimseyi beğenmiyor. Kanaatlerinizle ilgili kısma katılamayacağım. Ancak şunu bilmeniz yeter sanırım; Cuma görevi ile ilgili olarak en az 10 defa tebrik ve teşekkür aldım. Rüştü bey herkes hayata sizin gözünüzle bakmıyor, bakmak zorunda da değil. Allah'ın ayetini kim satıyorsa lütfen bildirin gereğini yapalım. Arzu ederseniz bu hususları genişce konuşuruz. SELAMLAR

-3 7 Şubat Cuma Namazı
Yazan Bilal Öztürk, 11-02-2014 17:36

SA Rüştü bey yazınızı ilgiyle okudum ilginize de teşekkür ederim. Zamanı iyi kullanma konusunda haklısınız. Ancak bilmenizi isterim ki; o görevli misafirdi, gerekli özeni gösterememiş olabilir, siz bir defa dinlemekle notunu vermişsiniz. Ataşe şu güne kadar hiç bir defa divan başkanlığı yapmamıştır. Terzilik gibi bir işi de yoktur. Elinde sihirli bir ok da yoktur. Keşke bu hususları birlikte müzakere ettikten sonra kaleme alsaydınız...
Keşke her şey yazmak ve söylemek kadar kolay olsaydı....
Son olarak ayetleri kim para ile satıyorsa bana bildirirsen gereğini yaparız.
Şüphen olmasın.. Biliyorsun, İslam öncelikle disiplin ve nezakettir....slm

Not.
Zuhr-i Ahir namazı ile ilgili olarak özelllikle Şehitlik Camii eksenindeki değerlendirmeleriniz planımızda ve değerlendirilecektir. Selam ve dua ile..

Bu iki yoruma cevaben ben de bir yorum yazdım:

“Sayın Ataşem,
Saygılarımı sunuyorum. Ben zaten sizlerin bu kronikleşmiş hastalığı tedavi edemeyeceğinizi yazımda belirttim. Benim sizden istediğim bu problemleri gerekli yerlere rapor etmenizdir. İnsanımızın sıkıntısını sizler biliyorsunuz. Almanya tecrübeniz var. Belki benim dile getirdiğim problemleri de dile getirmiş ve rapor da etmişsinizdir, ben onları bilemiyorum. 
Benim gördüğüm yanlışlığı sizlerin görmemeniz de mümkün değil. Birşeyler yanlış gidiyorsa ve bu yanlışın giderilmesi için sorumlu olanlar gözle görülür bir çabanın içinde değillerse bizlere de yazmak düşüyor. Buna da alınmamanız lazım. 
Yazımın içinde hutbe konusunda övgüler de var, ona değinmemişsiniz. 
Ben teklif ediyorum: Zuhr-i ahir ve ezan konusunda bir çalışma yapmak o kadar zor olmasa gerektir. Bu insanların içinde işe gidecek olanlar var, onlar için bir dakikanın bile önemi var. 
Cami almıyor insanları, soğukta betonun üstünde namaz kılıyorlar, bu durumda empati yapmak gerekmez mi?
Sayın Ataşem, diğer dini cemaatler bu konularda aslında daha rahat çalışma yapabilirler; ancak cemaat kaybı korkuları var. Diyanetin korkusu nedendir, niçin bu çalışmaları yapmıyor, bence terzilik görevi sizlerin görevi olmalı, kim dikecek bu insanların söküklerini? 
Ayetlerin para karşılığı satılması; hakkın, doğrunun bazı endişelerle gizlenmesidir. Ben de bu anlamda yazdım. Kim hak ve hakikatı gizliyorsa sözüm onadır. 
Benim nezaketsizliğimin yazımda bir delili yok, onu nereden çıkardınız bilmiyorum, kaldı ki sizin için övgü var yazımda. Divan başkanlığı konusunda eksik bilgim olabilir, sizden önceki ataşenin sünnetiydi divan başkanlığı, oradan yola çıkarak yazmıştım. 
Ancak birlikte kahve içmek, oturup neleri nasıl yapabiliriz, bizlerin üzerine düşen görevler nelerdir? Bunları konuşmak isterim. Hani derler ya; "ya gel, ya da gel de gelelim" diye, ben sizi davet ediyorum. Her zaman kapımız açıktır. Cuma günleri okuma günümüz var derneğimizde, gelirseniz ve sohbeti de yaparsanız, bizleri mutlu edersiniz. Allah'a emanet olunuz.”

31 Aralık 2013 Salı

ETİ HELAL KILAN NEDİR?


Rüştü Kam
Ha-ber.com  2013

Allah‘ın yarattığı ve haram kılmadığı bütün nimetler bizlere helaldir. Sözlükte mübah, caiz ve serbest olmak gibi anlamlara gelen helal kelimesi, "yapılması dinen serbest olan şeyleri" ifade eder.(İbn Manzur, Lisanu'l Arab, XI, 163-174) Bu yüzden "yenilmesi, içilmesi dinen yasaklanmayan şeylere ve dinin yapılmasını serbest bıraktığı fiillere "helal” denir. Allah'ın yarattığı nimetlerin tamamına yakını, temiz ve helaldir. Eğer haram olduğuna dair bir delil yoksa, eşyada asıl olan ibahedir. Çünkü Kuran, yeryüzünde her şeyin insanın emrine verildiğini (Bakara 29; İbrahim 32-33), helal ve mubah olmanın asıl, haramlığın ise istisna olduğunu bildirir.(Bakara 187; Al-i İmran 93; Maide 44) 
Bu durum, İslâm'da helal dairesinin hayli geniş, haram dairesinin ise oldukça dar tutulduğunu gösterir. Ahlaka uygun olmak şartıyla helal nimetlerden istenildiği kadarına sahip olunabilir. Bu nimetler, israfa gidilmedikçe ve ihtiyaç sahipleri onlardan yararlanmaya devam ettikleri sürece helal niteliğini sürdürür.

Nitekim sığır, deve, koyun, keçi gibi hayvanların etleri de, biz insanlar için helal olan nimetlerdendir. Kur'an, haram olan bir şeyi helal, helal olan birşeyi de haram kılmama konusunda bizi şiddetle uyarır:

“De ki: "Peki, Allah’ın size ihsan ettiği rızıklardan, bir kısmını helâl, bir kısmını haram yapmanıza ne dersiniz?
"De ki:"Allah mı sizin böyle yapmanıza izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?" (Yunus 59)

“Kendi dillerinizin yalan yanlış nitelendirmesiyle uydurduğunuz yalanı Allah’a mal ederek "bu helâldir, şu haramdır" demeyin. Çünkü Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar.”(Nahl 116)

“Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir ki? Şu muhakkak ki o zalimler felâh bulamayacak, muratlarına eremeyeceklerdir.” (En’am 21)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi Allah hüküm koyma, haram ve helal kılma konusunda yetkinin tamamen kendisinde olduğunu insanlara, özellikle de Müslümanlara deklare eder. Hatta Peygamber’ine bile bu konuda gözdağı verir:

“Şimdi o, (kendisine bunu emanet ettiğimiz kişi,) (kendi) sözlerinden bir kısmını Bize isnad etmeye kalkışsaydı, o'nu sağ elinden yakalardık; ve şah damarını kesiverirdik; ve hiç biriniz o'nu koruyamazdı!” (Hakka 45-47)

Helal kesim

Helal kesim konusuna bu ayetlerin ışığında yaklaşmak gerekir. Hemen şunu söyleyebilirim, helal kesim yakıştırması İslâmî değildir. Kesimin helali-haramı olmaz. Ancak, hayvan Allah’ın koyduğu kesin kural ihlal edilerek kesilirse, işte o zaman et haram olabilir. Burada bakmak lazımdır, ihlal edilen kural nedir? Besmele çekmeden kesmek mi, yoksa Allah’tan başkası adına kesim yapmak mı? Bahse konu olan mesele nedir?. Kur’an durduğu yerde helal olan bir şeyi niçin haram konumuna getirmiştir? Bu sorulara cevap arayarak konumuzu açıklayalım:  

İslamiyet'ten önce, Arapların büyük çoğunluğu puta tapardı ve her kabilenin kendine özgü putları vardı. Kâbe, Araplarca kutsal sayılırdı. Bundan dolayı Kâbe’de her kabilenin putları bulunurdu. En önemli putlârı "Hubel, Lat, Menat, Uzza"dır.

Zaman zaman, Araplar putlarını ziyaret için Kâbe'ye gelirler ve putları adına kurban keserlerdi ve bu ziyaret zamanlarında kabileler arası savaşlar, çatışmalar yapılmazdı. Bu aylara,  Haram Aylar denilirdi. Etraftaki kabilelerin içinde sadece putperestler yoktu. Mecusilik Zerdüştlük, Musevilik, Hristiyanlık gibi dinlere inananlar da vardı. Az sayıda da olsa Hz. İbrahim'in dinine inananlar " Hanif " ler de vardı.

Putperestler, Putun huzurunda yalvarırlar, yakarırlar, belâ ve musibetlerden kendilerini kurtarmalarını isterlerdi putlardan. Kâbenin etrafında tavaf ederler ve dualarının kabul olması için putlar adına kurbanlar keserlerdi.
Hatta, yiyecek ve içeceklerinden, hayvanlarından, ekinlerinden  bir miktarını da putlara ve Yüce Allah'a hak olarak verirlerdi, Kur'an–ı Kerim, bu durumu şu şekilde dile getirir:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da, kendi batıl iddialarınca: 'Şu, Allah'ın' dediler, ‘şu da (ulûhiyette ortak edindikleri) putlarımızın. 'Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar!” (En'am, 136)

Lat, Menat ve Uzza adına

Müşrikler, putları için hayvan keserken seslerini yükseltirler ve şöyle derlerdi: “Lat, Menat ve Uzza adına.”  Putların adı zikredilerek kurbaların kesilmesi o kadar önemliydi ki, putların isimleri yüksek sesle zikredilmezse, o hayvan ilahlardan başkası adına kesilmiş kabul edilir ve etini yenmezdi.

Sırf bu sebepten dolayı, eğer bir kişi herhangi bir hayvanı, müşriklerin yaptığı gibi, Allah’tan başkasına yaklaşmak gayesiyle keserse, kesen kişi müşrik ve kestiği hayvan  leş sayılır, haramdır. Kur'ân–ı Kerim'de bu durum şu şekilde dile getirirlir: "Putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri size haram kılındı."(Maide, 3)

Daha açık bir ifadeyle söylersek, hayvanların eti zaten helaldir. Bu hayvanın besmeleyle kesilmesi, haram olan eti helal duruma getirmek için değildir. Kurban edilecek olan hayvanın Allah’tan başkası adına kurban edilmemesi içindir. Buyruk şöyledir: “Her ümmet için, Allah’ın onlara rızık olarak verdiği koyun, keçi, sığır, deve cinsinden hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar diye kurban ibadeti koyduk…”(Hac 34)

Kurban bir ibadet olduğu için onu keserken Allah’ın adını anmak farzdır. Bu da kurban bayramı günlerinde olur: ”İri gövdeli hayvanları da (koyun, keçi, sığır ve develeri) sizin için Allah’a ibadetin simgelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Sıra sıra dizildikleri zaman (kurban bayramında) üzerlerine Allah’ın adını anın.”  (Hac 36)


Et nasıl haram olur

Aslında, etin nasıl helal olacağı üzerinde değil, nasıl haram olduğu üzerinde durmak gerekir. Çünkü kesilen hayvanların etlerini haram durumuna getiren fiilleri /davranışları bilir ve bu fiillerden/davranışlardan sakınırsak, haram hududlarına girmeyen et zaten helallik vasfını kaybetmeyecektir.

Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerlerinde açıkça zikredildiği gibi, Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların eti, Müslümanlar için haramdır. Ancak bu ayet-i kerimelerden hareket ederek "Sadece Allah'ın adıyla kesilen hayvanlar helaldir" diyemeyiz. Çünkü burada, ayet-i kerimelerde kesilen hayvanların helal olmasıyla ilgili fiil değil, haram olmasıyla ilgili fiil beyan edilmektedir. “Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar Müslümanlar için haramdır” ve Müslümanlar bu haramdan şiddetle sakınmalıdırlar.

Mekke döneminde nazil olan "Üzerine Allah ismi anılanlardan yiyin (En’am 118) ve "… Üzerine Allah'ın ismi anılmadığı şeyi yemeyin…” (En’am 121) mealindeki ayet-i kerimeler Müslümanların içinde bulunduğu konuma göre değerlendirilmesi gereken ayet-i kerimelerdir. Bu ayetler Mekkidir ve Mekke’deki Müslümanların söz konusu haramdan nasıl sakınabilecekleriyla ilgilidir. Mekke müşriklerin yönetimindedir. İdarede söz sahibi olanlar Mekkeli müşriklerdir. Müşrikler putları adına kurban keserler ve putlarının isimlerini yüksek sesle zikrederler, Eğer putların adı yüksek sesle zikradilmazse o kurbanın eti haramdır. Bu Mekke ve civarında böyle bilinir.

Konu ile ilgili Medine’de inen ayetler ise bir nebze ruhsatlarla yumuşatılmıştır, hatta Ehl-i Kitap kavramı İslâm literatürüne girmiş ve Ehl-i Kitap müşriklerden istisna edilmiştir. Çünkü, putlar az da olsa fonksiyonlarını yitirmiştir Medine’de.

Meseleyi örneklendirecek olursak çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede yaşayan bir Müslüman, kasaptan et alırken ve lokantada et yemeği yerken, bu etin nasıl ve ne şekilde kesildiğini araştırmakla mükellef değildir. Çünkü o ülke Müslümanların ülkesidir. Orada hayvanlar Allah’tan başkası adına kesilmez. Buradaki genel mükellefiyet devlete ait olup, devlet konuyla ilgili tebliğini ve tahkikatını Müslümanlar adına zaten yapacaktır. Bu böyle bilinir, böyle kabul edilir.

Çoğunluğu Müslüman olmayan bir ülkede yaşayan Müslümanlar ise, bulundukları toplumun genel yapısını ve konuya olan yaklaşımlarını dikkate almalıdırlar. Şayet bulundukları toplumda kesilen hayvanlar, Müslümanların yaşadığı Mekke toplumunda olduğu gibi, genel olarak hayvanları Allah'tan başkası adına kesiliyorsa, bu toplumun kasaplarındaki veya lokantalarındaki etler Müslümanlara haramdır, değilse helaldir.

Bu durumda Ehl-i Kitab’ı tanımlayarak konuyu daha da iyi anlamaya çalışmak gerekecek. Burada bakmak lazımdır, hayvan kesilirken ihlal edilen kural nedir? Söylenildiği gibi besmele çekmeden kesmek mi, yoksa Allah’tan başkası adına kesmek mi? Bu kural ibadet maksadıyla kesilen hayvanlar için midir, yoksa ticaret maksadıyla kesilen hayvanlar için de geçerli midir? Besmelenin imanî boyutu nedir? Kur’an durduk yerde helal olan bir şeyi niçin haram kılmıştır? Ehl-i Kitap’ın kestiği yenir mi, yenmez mi?

Ehl-i Kitap

"Kitap ehli, kitaplı, kitaba bağlı olanlar" demektir. Dinî bir terim olarak Ehl-i Kitap’ın mânâsı konusunda İslâm müçtehitleri farklı görüşlere sahiptirler. Hanefîlere göre, sonradan bozulmuş, değiştirilmiş bile olsa aslı itibarıyla ilâhî olan, vahye dayanan bir kitaba iman eden kimseler Ehl-i Kitap’tır. Buna göre yahûdîler ve hristiyanlar Ehl-i Kitap oldukları gibi, Hz. İbrâhîm'e, Hz. Dâvûd'a gönderilen kitaplara iman edenler de Ehl-i Kitap içinde yer almaktadırlar. Diğer müçtehitlerin çoğuna göre Ehl-i Kitap’tan maksat, yalnızca yahûdîler ile hristiyanlardır. (Fetâvâyı Hindiyye, c. I, s. 281.)

Kur'ân-ı Kerîm, nüzulü sırasında mevcut Ehl-i Kitap’ın özelliklerinden, inanç, âdet ve ibadetlerinden bahseder. Onların tevhidden saptıkları, kitaplarını değiştirdikleri, helâl-haram çizgisine riâyet etmedikleri de zikredilir Kur’an’da. O zaman Kur’an, bu vasıfta olan kimselere Ehl-i Kitap dediğine göre, aynı çizgiyi devam ettiren yahûdî ve hristiyanlara bugün de Ehl-i Kitap denir. Değişen bir şey yoktur. Yeni bir ayet de gelmemiştir ve gelmeyecektir.

Hz. Peygamber (s) Medîne'ye hicret ettiğinde burada yahûdîler, Yemen vb. uzak çevrede de hristiyanlar vardı. İlk İslâm devleti olan Medîne devleti anayasasında yahûdîlere değer verilmiş, onlar tebanın bir parçası olarak kabul edilmiş, devletin himayesi altına alınmış ve kendilerine adlî muhtariyet ve din hürriyeti bahşedilmiştir. Hususi hukuk ve sosyal ilişkiler sahasında da Rasûlullah'ın (s) ve ashâbının sonrası için örnek teşkil eden davranış ve tasarrufları vardır. Ehl-i Kitap ile evlenilmiş, iş ortaklığı kurulmuş, kendilerinden kredi alınmış, komşuluk haklarına riâyet edilmiştir.
Bu vesile ile Hz. Peygamber'in, Necrân hristiyanlarının şahsında bütün kitaplı gayr-i müslimlere hitaben yazdırdığı antlaşma metnini vermekte fayda görüyorum. Bu metin, gayr-i müslimlere verilen düşünce ve vicdan hürriyetinin muhteva ve sınırlarına ışık tutmaktadır:

".... Hiçbir din adamının görevi, rahibin ruhbanlığı değiştirilmeyecek, kimse seyahatten menedilmeyecek, mabetleri yıkılmayacak, binaları İslâm mescidlerine veya Müslümanların binalarına katılmayacaktır. Kim bunları yaparsa Allah'ın ahdini bozmuş, Rasûlüne (s) karşı durmuş ve Allah'ın verdiği emandan yüz çevirmiş olacaktır... Papazlardan, din adamlarından, kendilerini ibadete vermiş kişilerden, keşişlerden, tenha yerlerde ve dağ başlarında ibâdetle meşgul olanlardan cizye ve haraç (vergi) alınmayacaktır... Hristiyan dînini benimsemiş bulunan hiçbir kimse Müslüman olması için zorlanmayacaktır; '...ehl-i kitap ile ancak güzellik yoluyla mücadele edilecektir.' Onlar nerede olurlarsa olsunlar kendilerine merhamet kanatları gerilecek, kimsenin onları incitmesine izin verilmeyecektir... Bir hristiyan kadın kendi isteği ile bir Müslüman erkekle evlenirse, Müslüman koca onun hristiyanlığına râzı olacak, kendi büyüklerine uyma ve dini görevlerini yerine getirme konusundaki arzularına uyacak ve onu bunlardan men etmeyecektir.
Kim buna uymaz ve kadını dîni konusunda sıkıştırır, baskı altında tutarsa Allah'ın ahdine, Rasûlü’nün  antlaşmasına karşı çıkmış olur ve o kişi Allah nezdinde 'yalancılardan' biridir.

Eğer onlar (Hristiyanlar) kilise ve manastırlarını tamir, yahut başka bir din ve dünya işinde Müslümanların yardımına muhtaç olurlarsa, Müslümanlar onlara yardımda bulunacak ve onları borç altına sokmayacaktır, yardım, dinî bir ihtiyaçlarından dolayı onları destekleme, Allah Rasul’ünün ahdine vefa, onlara bağış ve Allah'ın bir lütfu olarak yapılacaktır..." (M. Hamidullah, el-Vesâık, s. 124-126)

Bu antlaşma Rasûlullah'ın (s) halifeleri tarafından teyid edilmiş, ancak, daha sonraları İslâm ülkesinin istiklâl ve bütünlüğünü, İslâm toplumunun izzet ve düzenini koruyacak bazı ekler getirilmiştir.(M. Hamidullah, age. s. 128, 133 vd.)

Bu antlaşmada, müşrik, dinsiz ve materyalistlere nispetle Ehl-i Kitap’a bazı ayrıcalıklar ta-nındığı görülmektedir. Bir önceki maddede verilen vesika bu ayrıcalıklara ışık tutar mahi-yettedir. Bunlara ek olarak, diğer kâfirlerin yiyecekleri Müslümanlara helâl olmadığı hâlde, Ehl-i Kitap’ın yiyecekleri -domuz, şarap gibi özellikle Müslümanlara haram kılınanlar dışında kalanlar- helâl kılınmış, Müslümanların bunlardan yiyebilecekleri bildirilmiş-tir.(Mâide 5)

İşte Ehl-i Kitap budur. Peygamber tarafından böyle taltif edilmiştir. Bu Ehl-i Kitap’ın kestiklerinden ve yediklerinden yenilebileceği Kur'an'ı Kerim'de ve Efendimiz'in sünnetinde de açıkça beyan edilmiştir.

Burada dikkate alınması gereken husus şudur, "Ehl-i Kitap’ın kestiği hayvanların etleri yenilebilir" denilirken, bu kitlenin şirkine herhangi bir katılım ve destek verilmeyecektir. Hayvan kesim işlerinde gerçekten bir şirk varsa, bu durumda da, kestikleri hayvanların etleri tabii ki haramdır, yenilmeyecektir. Fakat Allah'a ve ahirete inanan ve kendilerini semavi Kitab'a nisbet eden bu kimseler, kesim işinde Allah'a eş koşmuyorlar ve Allah'tan başkası adına kesmiyorlarsa, bu şekilde kestikleri hayvanların etleri Müslümanlara helaldir, yenilmesi konusunda tereddüde gerek yoktur. Kraldan fazla kralcı olmanın anlamı yoktur. Hiçbir Müslüman, Müslümanlık konusunda Peygamberimizi geçemeyecektir.

Sadece Ehl-i Kitap’ın değil, Müslüman kabul ettiğimiz bir kimsenin dahi, Allah'tan gayrisi adına boğazladığı hayvanın eti kesinlikle haramdır, yenilmez. Tekkelerde, türbelerde, anıtlarda ve daha birçok yerlerde bu şekilde kesilen hayvanlar, ister azılı bir kafir adına, ister salih bir mü'min adına kesilsin, o et murdardır, durum değişmez. Bu hükmün istisna yoktur. Hatta ve hatta Resulullah adına kesilen kurbanlar da, aynı şekilde haram hükmüne girer.

Elektroşok yöntemi ile kesilme

Beynine çekiçle vurulan veya Elektroşok yöntemi ile kesilen hayvanlara gelince: O hayvanlar daha canları çıkmadan kesiliyorsa helaldir, özellikle ve kasten öldükten sonra kesiliyorlarsa bu hayvanların eti de leş hükmündedir ve haramdır.(Maide 3)

Bu konuda, 28 Haziran – 3 Temmuz 1997′de Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde toplanan Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî bazı şartlar altında hayvanların bayıltılarak kesilebileceği yönünde bir karara varmıştır. Bu karara  göre, kesimden önce hayvanlara şu şartlar altında elektroşok uygulanabilir denilmiştir:
a. Elektroşok aletinin kutupları hayvanların ya şakaklarına ya da alın bölgelerine uygulan-malıdır.
b. Uygulanacak voltaj 100 – 400 volt arasında olmalıdır.
c. Elektrik akımı şiddeti koyun cinsinde 0,75 – 1 amper, sığır cinsinde ise 2 – 2,5 amper olmalıdır.
d. Elektrik akımı 3 – 7 saniye süresince verilmelidir. (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslami, Karar Ra-kam: 101 (3/D10) “Bi Şe’ni’z-Zebâih”, Mecelletu Mecmai’l-Fıkhi’l-İslami, Cidde, Yıl: 1997, Sayı: 10, C:I, s: 653-654.)

Bu kadar açıklamadan sonra, gelelim işin can alıcı noktasına. Hayvanı besmele ile kesmek farz mıdır?

Yukarıda açıkladığımız gibi, etin helal olması için hayvanın besmele ile kesilme şartı getirilmemiştir. İnsanların istifadesine sunulan her şey zaten helaldir. Bu ilahî bir kuraldır. Et de bu helallerdendir. Hayvanı besmele ile keserek eti helalleştirmeye çalışmanın mantığı yoktur. Ancak bazı şeyler Yaratıcı tarafından özellikle haram kılınmıştır. Bu konuda sıkıntı çekilmesin diye Yüce Yaratıcı yine kullarını düşünerek En’am suresinin 145’inci ve maide suresinin 3’üncü ayetlerinde haramları tekrarlamış ve bu tekrarlanan haramların dışında herhangi bir şeyin haram olarak bildirilmediğini Peygamber’ini muha-tap alarak yüksek sesle ilan etmiştir. Delilleri şu şekilde sıralamak mümkün:

Delil 1:
”De ki: Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizin, yemek isteyen kimseye haram kılındığını görmüyorum. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut pis olduğunda hiç şüphe olmayan domuz eti, veya Allah yolundan çıkarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvan olursa başka (bunlar haramdır). Fakat kim çaresiz kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabb’in gafûrdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).”

“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kurban edilenler, boğulmuş, bir yerine vu-rularak öldürülmüş, düşüp ölmüş, süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenilmiş olanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz hariç- ve dikili taşlar adına kesilen hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Bunlar fâsıklıktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’dan razı oldum. Kim, açlık dolayısıyla zorda kalırsa, günaha düşmeye meyilli olmadan (bu hayvanlardan yiyebilir.) Allah, bağışlayandır, merhametlidir.”

Açıklama 1: 
Bu ayetlerde haramlar sayılmış ve besmele çekmeden kesilen hayvanın eti yenmez diye bir hüküm konulmamıştır. Oysa, Allah’tan başkası adına kesilenlerin eti yenmez diye bir hüküm konmuştur. Yani konu itikadîdir. İnançla ilgilidir. İnançsızlığından dolayı, Allah’ı tanımamadan dolayı, sırf Allah’a muhalefet etmek için yapılan kesimdir konu. Haram olan et bu hayvanın etidir.

Şoklanarak kesilen hayvanların İslâmî usullere göre kesilen hayvan olduğunu Maide suresinin 3’üncü ayetinden net olarak anlıyoruz. “-ölmeden yetişip kestikleriniz hariç-“ deniyor bu ayette. Ben bizzat bu işle uğraşan meslek erbabına sordum ve onlardan şu cevabı aldım; “Şoklanan hayvanları bırakırsanız üç dakika sonra ayağa kalkarlar.” 

Yani şoklanan hayvanlar ölmüyorlar, sadece belirli bir süre bayılıyorlar. Bu durumda şoklanan hayvan leş olmaz. Haram kılınan leştir. Dolayısıyla haram değildir.

Bazı Müslümanlar, Yahudilerin kestiği İslâmî kesimdir diyorlar. Onların kesimine İslâmîdir demek yanlıştır. İslâm’ı bilmemektir. Onların kesimi Müslümanlara emsal olamaz. Yahudilik tahrif edilen bir dindir. İslâm ise en son inen dindir, “mükemmeldir” kesim konusundaki hükmü bellidir ve çok açıktır. Haramlar konusundaki hükümleri ise tartışmaya açık değildir, hüküm koyucu Allah’tır.(Nahl 116)

Delil 2:
Yine sıkıntı çekilmesin, çıkar çevreleri tarafından istismar edilmesin diye Maide suresinde bir hatırlatma daha yapılmıştır: “ Bugün size temiz ve iyi şeyler helal kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi, Hristiyan vb.nin) yiyeceği size helaldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir…” (Ma-ide 5)

Açıklama 2:
Eğer, hayvan kesilmeden önce besmele çekme şartı olsaydı, Ehl-i Kitap’ın kestiği hayvanın etinin helal olmaması gerekirdi, yenilmemesi gerekirdi. Çünkü ayette, besmele çekmeleri şartıyla diye bir açıklama konulmamıştır. Onlar da zaten hayvanı besmele çekerek kesmeyeceklerdir.

Hatta, bu ayette Ehl-i Kitap müşriklerden istisna edilmiştir. Yani Allah, Müslümanların Ehl-i Kitap’la kavgalı olmalarını istemiyor. Onlarla uzlaşma sağlanmasını istiyor. Bilhassa Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, Ehl-i Kitap’la olan münasebetlerini bu ve benzer ayetlerden istifade ederek yeniden gözden geçirmelidirler.

İslâm, kestiğinin yenilmesi konusunda Ehl-i kitap’ı yani Hristiyan ve Yahudileri müşrik ve münkirlerden ayrı tutmuştur, onları istisna etmiştir. Çünkü Ehl-i Kitap temelde vahye, peygamberliğe ve genel anlamda dinin aslına inandıkları için mü'minlere daha yakındır. "Ehl-i Kitap’ın yemeği" ifadesi, onların her türlü yemeğini kapsamına alır. Kestikleri hayvanlar da buna dahildir. Ancak leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olanlar bundan müstesnadır. Bunlar haram kılınmıştır. Diğer yandan kestikleri hayvan üzerine Mesîh, Üzeyir, haç ve benzeri, Allah'tan başkasının ismini zikretmemeleri de gereklidir. (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 45; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, cz.1, 365 vd; el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh alel-Mezâhibi'l-Erbaa, 11, 22 vd.; el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, terc. Ramazan Nazlı, İstanbul 1967, s. 64 vd.)

İbni Kesir Maide suresi 5’inci ayetin tefsirini yaparken şunları zikreder: “… Ehl-i Kitap’ın kestikleri Müslümanlara helaldir. Çünkü onlar, Allah’tan başkası adına kesmenin haram olduğunu kabul ederler. Ve kestikleri hayvanların üzerine Allah’ın adını anarlar. Her ne kadar onlar Allah’u Teâla hakkında - ki Allah’u Teâla onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir - yanlış inançlara sahip iseler de, kestikleri hayvanlar üzerine Allah’tan başkasının adını anmazlar. “ (İbni Kesir: 5.c.2135.s)

İmam Taberi hayvanı besmele ile kesme konusunda şöyle der: “Kitap ehlinin kestiğinin helal olabilmesi için Allah’ın ismini zikretmeleri şart değildir. Çünkü onlar Allah’ın ismini söyleseler bile, gerçek mâbud olan Allah’ı kastetmezler. Mesih’in babası veya Üzeyr’in babası olduğuna inandıkları Allah’ı kastederler. Gerçek mâbudun ismini kastederek söyleseler bile, ehli kitap kafirlerin besmele  çekmesi şart değildir.” (Kurtubi Ahkamu’l-Kur’an c. 6 s. 52)

Delil 3:
Besmele çekmenin zorunlu olmadığı, Peygamber uygulamasıyla da Müslümanlara fiilen açıklanmıştır. Hz. Ayşe’den gelen şöyle bir rivayet vardır: “Rasulullah’a bir grup Müslüman geldi ve dediler ki: “Yeni Müslüman olmuş bir kavim bize et getiriyor. Keserken Allah’ın ismini zikredip zikretmediklerini bilmiyoruz. Ne yapalım?”
Bunun üzerine Rasulullah, “Siz Allah’ın adını zikrederek yiyin, yeter” buyurdu. (Buhari, Ebu Da-vud, Nesei, İbni Mace, Malik)

Açıklama 3:
Şayet Allah’ın adını zikretmek farz olsaydı, kesim sırasında üzerine Allah’ın adı zikredilip zikredilmediği şüpheli olan etlerin yenmesine izin verilmez, araştırılması emredilirdi. Bu rivayetlerden de anlaşılacağı gibi kesim işleminde kasıt aranmaktadır. Allah’ı devre dışı bırakmak, inkar etmek veya şirk koşmak anlamında bir kasıttır aranan. Böyle bir kasıt yoksa o hayvanın eti helaldir. İster Müslüman kessin, isterse Ehl-i Kitap kessin. İster müşrik kessin.

Delil 4:
Benzer bir uygulama da Hayber’in fethinden sonra gerçekleşmiştir: Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istirahate çekilmişti. Savaşla Rasûl-i Ekrem'i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam b. Mişkem'in karısı Zeyneb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca, Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.

Yahudi kadını Zeynep, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve, "Ey Ebû'l-Kasım!.. Bunu sana hediye ediyorum!" diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabîler de ortaya konulan etten yemeye başladılar. Rasûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabîlere, "Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!" dedi.( İbn-i Hişam, c. 3, s. 352; Ebû Davud, Sünen, c. 4, s. 175.)

Herkes elini çekti. Sâdece Bişr b. Bera Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu. (Halebî, İn-sanû'l-Uyûn, c. 2, s. 767.)

Açıklama 4:
Eğer besmele çekilmeden kesilen hayvanın eti haram olsaydı peygamberimiz’in Hayber’li kadına “Bu et besmele çekilerek mi kesildi yoksa çekilmeden mi?” diye sorması gerekiyordu.

Delil 5:
Peygamberimiz, sadece fiili olarak değil, sözlü olarak da besmele çekilmeden kesilen hayvanın eti helaldir demiştir: “Kesim sırasında Allah’ın adını zikretse de zikretmese de Müslümanın kestiği helaldir.” (Ebu Davud, Mürsel hadis)

Açıklama 5: Hayvan keserken besmele çekmek farz olsaydı, bizzat Müslümana farz olması gerekirdi. Oysa “Müslüman besmele çekmese de kestiği yenir”, demiştir Peygamberimiz. Hanefi mezhebinin görüşü de bu yöndedir. (Prof. Dr. Seyyit kutup, Fi Zılâl-il Kur’an c.4, s. 161)

Delil 6:
Şâfiî alimlere göre, hayvan kesilirken üzerine besmele çekmek sünnettir: Çünkü, Allah âyette (En'âm, 145, Maide 3), haram kılınan şeyleri saymıştır. Ancak, kesilirken üzerine besmele çekilmeyen hayvanın eti o haramlar arasında zikredilmemiştir.
Kesilen bir hayvanın haram olması, üzerine Allah'tan başkasının adını anma yüzündendir (el-Kâsanî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 46, )

İmam Ata: “Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyenleri yemeyin! ”(En’am 121) ayetinin manası hakkında şöyle dedi, “Allah bu ayette, Kureyş’in putları için kestiği ve Mecusilerin kestikleri hayvanların etlerinden yemeyi yasaklamaktadır.” (Taberi, İbni Kesir)

Açıklama 6: Eğer Allah hayvan keserken besmeleyi farz kılsaydı. Bu kesin emir olurdu. Kesin emirler mezheplere göre değişmez. Dört hak mezhep vardır deniliyorsa ve 4 mezhepten birisi hayvan keserken besmele çekmek “sünnet” diyorsa, bu besmelenin farz olmadığının delilidir. Kaldı ki, Hanefi mezhebi de Müslümanlar için besmele çekmenin şart olmadığı görüşündedir.  .
Delil 7:
Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin. Bu, fasıklıktır. Şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar. Onlara uyarsanız, siz de müşriklerden olursunuz.(Enam 121)

Açıklama 7:
Allah bu ayette şöyle buyuruyor: Ey mü’minler! Allah’ın adı dışında, putların, nebilerin,  salih kimselerin veya başka varlıkların ismi zikredilerek kesilen hayvanlardan sakın yemeyin! Çünkü bu şekilde kesilmiş hayvanların etlerinden yemek bir fısktır. Yani Allah’ın dosdoğru yolundan, emirlerinden ayrılmak, şerre sapmaktır. Her kim, Allah’ın ismi dışında herhangi bir varlığın ismini zikrederek hayvan keser veya böyle bir kesime rıza gösterir ya da bu yolla kesilmiş hayvanın etinden yemeği kendisine helal görürse dinden çıkar, müşrik ve kâfir olur.

Bu kadar açıklamadan sonra, Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’a sözü bırakarak yazımızı sonlandıralım. Sayın Bayındır konuya iki soru sorarak başlıyor:

Soru 1:
“Peki bazı mezhepler bu ayete dayanarak(Enam 121) “Besmelesiz kesilen hayvanın eti haramdır” hükmüne nasıl varıyorlar?
Cevap 1:
Ayetin şeklini bozarak varıyorlar. Bunu Arapça bilenler için kısaca anlatalım: Ayetin “ve innehu fıskun” bölümüne “liennehu fıskun” manası veriyorlar.  Vav harfini kaldırıp bir illet lam’ı ekliyorlar ve “çünkü o fısktır” anlamı veriyorlar. Vav harfi kaldırılınca cümle-i ibtidaiye yapılmış oluyor. Halbuki o cümle Arapçada ancak hal cümlesi olabilir. Çünkü birincisi inşa cümlesidir. İkincisi ihbar cümlesidir. Birbirleri üzerine atfedilemezler. Dolayısıyla cümle ancak hal cümlesi olur. İmam Şafi bunu esas alarak demiş ki: “Hayvanı keserken besmele çekmek farz değildir. İster unutarak ister kasten besmele çekmese o hayvanın eti yenir. Ama besmele çekmek sünnettir.”

Şimdi de Arapça bilmeyenler için anlatayım, Arapça bilmeyen kişi de meseleyi çok net bir şekilde anlayabilir. Ayeti bir kez daha okuyalım:

“Fısk olduğu kesin olduğu halde üzerine Allah’ın adının anılmadığı şeylerden yemeyin. Şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etsinler diye fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz siz de müşrik olursunuz.” (6. En’am 121)

Burada ayetin başıyla sonunu koparmamak çok önemli. Ayetin başında “fısk olarak hayvan kesmekten” bahsediyor, sonunda da şirkten bahsediyor. Demek ki bu fısk olarak kesmenin şirkle bir bağlantısı var. Şimdi aynı surenin 145. ayetine bakalım:
“De ki: Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yemesinin haram olduğu bir şey bulamıyorum. Ancak ölü hayvan (leş), akan kan, domuz eti -çünkü domuz eti pisliktir- ya da fısk olarak Allah’tan başkası adına kesilen hayvan hariçtir.”

Demek ki Allah’tan başkası adına hayvan kesmek fıskmış. Zaten bu da şirktir. Şimdi En’am Suresi 121. ayeti tekrar dikkatle okuyalım:

“Fısk olduğu kesin olduğu halde üzerine Allah’ın adının anılmadığı şeylerden yemeyin. Şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etsinler diye fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz siz de müşrik olursunuz.” (6. En’am 121)

Yani buradaki husus, besmele çekilip çekilmemekle ilgili değil, Allah’tan başkasının adının anılıp anılmamasıyla ilgilidir. Allah’tan başkası adına hayvan kesmeyi kabul edenler müşrik olur. Yani bir müşrik fısk olduğu kesin olduğu halde putuna hayvan kesecek ve sen bunu normal karşılayıp itaat edeceksin. İşte o zaman sen de müşrik olursun, Allah’ın kesin olarak yasakladığı bir şeyi hoş karşılayan, normal gören kişi müşrik olur. İşte şeytanlar, fısk olan bu işi inananlara da hoş göstersinler diye müşriklere telkinlerde bulunurlar. Zaten bu tür uygulamalar müşriklerin ibadet olarak yaptıkları uygulamalardır. Onların ibadetine iştirak inançlarına da iştiraki beraberinde getirir. Ayette anlatılan ve yasaklanan budur.

Soru 2:
Peki besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen müşrik olur mu?

Cevap 2:
Asla olmaz. Hatta zorda kalan bir kişi, ölmeyecek kadar put adına kesilen etten yese gene müşrik olmaz. Bilmeden yese gene müşrik olmaz. Ayet “fısk olduğu kesinse yemeyin” diyor. Yani Allah’tan başkası adına kesildiği kesinse yemeyin diyor. Sahabeler, Medine çevresinden gelen ve hangi amaçla kesildiği belli olmayan etler hakkında Peygamberimiz’e soru soruyorlar. Peygamberimiz de “Siz Bismillah deyin ve yiyin” buyuruyor.
           
Yani besmelesiz kesilen hayvanın eti yenmez hükmü, hiçbir bilgiye ve delile dayanmayan bir görüştür. Bu görüş sahipleri ayetler arası ilişkiyi kuramadıkları gibi ayetin kendi içindeki bütünlüğünü bile koruyamamışlar, ayeti bölmüşlerdir. Dil kurallarına aykırı anlam vermeleri de yanlışın ayrı bir boyutudur.

Fakat imam Şafii çok isabetli bir şekilde; “Bu ayetten, ‘besmele çekmeden kesilen hayvanın eti yenmez’ şeklinde bir hüküm çıkarılamaz.” demiştir. Çünkü ayette kesenle ilgili hiçbir şey yoktur.  Fakat bu doğru hükmü veren imam Şafii nedense “müşriklerin kestiği yenmez” diyebilmiştir. Tamam, müşriklerin putu adına kestikleri yenmez ama, onlar her hayvanı keserken putları adına kesmiyorlar ki? Yani müşriğin putu adına kestiği yenmez demek doğrudur, ama bunu genelleyerek “müşriklerin her kestiği yenmez” demek doğru değildir.”

Sonuç:

1-Hayvanı besmele ile kesmek farz değildir. Besmelesiz kesilen hayvanın eti helaldir. Çünkü, hayvan keserken besmele çekmek farz değil, sünnettir. Yani ister unutarak ister bilerek besmele çekmeyen kişinin kestiği hayvan yenir.

2-Hayvanı Allah’tan başkası adına kesmemek farzdır. Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın eti haramdır.(En’am 121, 145. Maide 3)

3-Ehl-i Kitap olan bir ülkede kesilen hayvanların eti helaldir. O ülkede kesilen hayvanlar Allah’tan başkası adına kesiliyorsa, böyle bir adet varsa haramdır. Allah Ehl-i Kitap’ı müşriklerden istisna etmiştir.(Maide 5) Müşriklerin normal olarak kestikleri hayvanların eti de yenir.

4-Şoklanarak kesilen hayvan İslâmi usullere göre kesilen hayvandır. İslâmî kesimde, hayvanın acı çekmeden kesilmesi esastır. Peygamberimiz hayvanlarıni acı çekmeden kesilmesini buyurur.(Hadis) Daha ölmeden, can çekişirken, kesilen hayvanın eti yenir. (Maide 3). Zaten batıda ve dünyanın her yerinde ölü hayvan etini satmak kanunlarca yasaktır. Onun için hayvanı öldürmeyecek şekilde vuruyorlar veya şoke ediyorlar sonra hemen kesiyorlar.

5-Eti yenen hayvanlar ile ilgili hükümler kesindir.(En’am 145) Ayrıca, Maide Suresi’nin 5’inci ayeti Ehl-i Kitap’ı müşriklerden istisna etmiştir. Kestikleri yenir.

6-Sultanı, hakimi, siyasi lideri, şeyhi, efendiyi, abiyi veya hacdan dönen kişiyi karşılamak için Allah’ın ismi zikredilerek kesilen hayvanın eti Şafiilere ve Hanefilere göre, haramdır.

7-Kâfir: Bir şeyin üstünü örten, gizleyen demektir. Yahudilere ve Hristiyanlara bu anlamda kâfir denir. Aynı şekilde İslâm’ın hükümlerini karartan, üzerini örten, gizleyen Müslümanlara da İslâm literatüründe kâfir denir. Bunlar Müslüman kâfirlerdir. Dikkatli olmak lazımdır.

8-Bilhassa Avrupa ülkelerinde Müslümanlara hizmet yaptıklarını söyleyen cemaatler, kendilerine yakın kasapların etlerini helal, diğer cemaatlerin etlerini haram ilan etmemelidirler. Hele hele Ehl-i Kitap’ın kestiği etleri zinhar haram etmemelidirler. Bunlar Ehl-i Kitap değildir diyerek Allah’ın “istisna” ettiği bu insanları müşrik olarak nitelemek hüküm koyuculuk olur. Yanlıştır, Allah’a rağmen hüküm koymak olur. Fevkalade tehlikeli bir yaklaşımdır.

9-Fabrikada sırayla kesilen tavuklara gelince: Onların etleri yenir. Bazıları ‘onu insan kesmiyor alet kesiyor’ diyorlar. Zaten hiçbir hayvanı insan, eliyle öldürmez, dünyada her kesilen hayvanı insan bir aletle keser. Bunun bıçak olmasıyla makine olması arasında fark yoktur. Bazıları İslâmî usul diye makinenin başına bir kişi koyup her geçen tavuk için Bismillah, bismillah dedirtiyorlar. Dakikada 1000 tavuk kesildiği için adam besmele de çekemiyor. İnsanlara bu ıstırabı çektirmenin anlamı yoktur. Sünnete uyulsun deniliyorsa, besmeleyle olsun deniliyorsa makineyi çalıştırırken “Bismillah” demek yeterlidir.

En doğrusunu Allah bilir.


Bitti