2 Nisan 2014 Çarşamba
27 Mart 2014 Perşembe
İSLÂM ÇOK EŞLİLİĞE MÜSAADE ETMEZ
İSLÂM'DA, NORMAL ŞARTLARDA ÇOK EŞLİLİK YOKTUR. ÇOK EŞLİLİK, OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA; YETİMLERİN HİMAYESİ İÇİN UYGULANAN SOSYAL BİR KAMPANYADIR.
Din adına yapılan yanlışların en önemlilerinden birisi, erkeklerin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesidir.
Allah, insan onurunun rencide edilmesini istemez. O insana yaratılmışlar içinde özel statü vermiştir. Allah kadına da erkeğe de insan der, ikisi de aynı cevherden yaratılmıştır (Nisa 1). İnsan hakları hem kadına hem de erkeğe lazımdır. İslâm erkeğe hak olarak verdiğini kadına da hak olarak vermiştir. Erkek ne kadar hür ise kadın da o kadar hürdür. Kur'an bir adım daha atarak erkeklere, kadınları koruma ve kollama görevi de vermiştir. (Nisa 34). Bu adımla, erkekleri yük altına sokmuştur. Kadın erkeğin erkek de kadının velisidir ayeti ile de iki cinsin birbirine olan eşitliğini özellikle vurgulamıştır. Bu eşitlik haklar konusundaki eşitliktir.
Tevbe Suresi'nde şöyle buyrulur: "Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir)." (Tevbe 71)
Tevbe Suresi'nin bu ayetini detaylandıran başka ayetler de vardır: "İnanan erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler ve iffetlerini korusunlar; temiz ve erdemli kalmaları bakımından en uygun davranış tarzı budur. (Ve) Şüphesiz Allah onların (iyi ya da kötü) işledikleri her şeyden haberdardır."(Nisa 29)
"İçinizden bekârları/dulları, bir de erkek hizmetçilerinizden ve kadın hizmetçilerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfundan zenginleştirir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir". (Nur 32).
"Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah kendilerine lütfuyla bu imkânı verinceye kadar iffetli davransınlar. Yasal olarak güvenceniz altında bulunan kimselerden azatlık sözleşmesi yapmak isteyen olursa, kendilerinde iyi niyet görüyorsanız bu sözleşmeyi onlar için yazın; ve Allah'ın size bahşettiği kendi zenginliğinden onlara (paylarını) verin. Ve eğer evlenerek iffetlerini korumak istiyorlarsa, sakın, dünya hayatının geçici hazları peşine düşerek, (hürriyeti sizin elinizde bulunan) onları fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, maruz kaldıkları bu zorlanmadan ötürü, Allah (onları) acıyıp esirgeyecek ve bağışlayacaktır!"(Nur 33)
"Yemin olsun ki, size, gerçeği açık seçik anlatan ayetler, sizden önce gelip geçmiş olanlardan örnekler, korunanlar için de bir öğüt indirdik."(Nisa 34)
Yukardaki ayetlerde görüldüğü gibi, iffetini koruyacak olan sadece kadınlar değildir. Erkekler de iffetlerini korumakla yükümlüdürler. Her iki taraf da temiz ve erdemli kalmaları konusunda ikaz edilmişlerdir. Erkekler kadınların, kadınlar da erkeklerin velisidirler. Bekârları, dulları evlendirme görevi de her iki tarafa verilmiştir. Kadınlar da ticaret yapar ve kazancından zekat verir erkekler de. Erkekler de seçme ve seçilme hakkına sahiptir kadınlar da. İslâm bu hakları kadına Miladi 631 yılında vermiştir. Yani, Orta Çağ'da.
İslâm çok eşliliğe müsaade etmez. Şiddetle karşı çıkar.
Kur'an kadın ve erkeğin evlendirilmesini istiyor. Özellikle sağ elin altındakilere dikkat çekerek hürriyetlerine kavuşturulması konusunda tavsiyeler yapıyor. Sağ elin altındakiler; güvence altındakiler demektir. Savaş esirleridir, kamu otoritesi tarafından bakıcı aile olarak sorumluluk yüklenen kimselerin güvencesi altındakilerdir. Yetimlerdir, toplumun koruması altında olanlardır.
Bu insanlar sorumluluk altında bulunan kimseler tarafından evlendirilecek ve hayata katılmaları sağlanacaktır. Evlilik konusundaki düzenleme özellikle bu insanlar göz önünde bulundurularak yapılmıştır.
Nisa suresinde geçen iki ayet öncelikle yetimlerin hakkını koruma amaçlı tavsiyelerde bulunur. Bunlar yasal güvence altında olan insanlardır. Sağ elin altında onlardır bunlar. Yediemin denir halk arasında bu insanlara. Kur'an'ın tabiriyle "mâ meleket eymânüküm" denir.
Ayet şöyledir: "Yetimler konusunda adaleti koruyamayacağınızdan korkarsanız, sizin için uygun olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Eğer bu durumda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, bir tek kadınla yahut yeminlerinizin/sağ ellerinizin sahip olduklarıyla yetinin. İşte bu, haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur."(Nisa 3)
Ayette denildiğine göre, öncelikle, yasal güvence altında olanlarla evlilik yapılacaktır, onlar bulundukları şartlardan kurtarılacak ve topluma entegre edilecektir. Bunlarla değil de başka kadınlarla evlenilecek olunursa o da mümkündür. O zaman onlarla, ikişer, üçer, dörder de evlenilebilir. Bu durumda eşler arasında adaletin sağlanması şartı getirilmiştir. Getirilmiştir getirilmesine de, şartı koyan, aynı zamanda bu şartın yerine getirilmesinin mümkün olamayacağını da üstüne basa basa beyan etmiştir. "Öbürünün askıda kalmaması" için bir evlilik esastır.
"Eğer bu durumda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız" şart cümlesi, bizi bir tespit yapmaya zorluyor, şöyle ki: Birden fazla eşle evlenme izne tabidir ve izni de kamu otoritesi verecektir. Çünkü, o kişinin, adaleti sağlayıp sağlayamayacağının kararını en doğru şekilde yasal kurumlar verir: O kişi, yalancı mıdır, depresyonda mıdır, psikopat mıdır, deli midir, şizofren midir, maddi durumu birden fazla hanımla evlenmeye yetecek miktarda mıdır, zalim midir, kadın taciri midir? vb.
Bu tespitler yapıldıktan sonra ortada bir zaruret de varsa evlilik ruhsatı verilir. Bu ruhsatı verecek olan kurum aynı zamanda o evliliğin takipçisi de olacaktır. Adalet sağlanamıyorsa derhal o evliliğe son verilmek üzere işlemleri başlatacak olan da aynı kurumdur.
Çünkü Yüce Yaratıcı aynı surenin 129. Ayetinde adaleti sağlamanın imkânsızlığını şu şekilde ifadeye koyuyor: "Bütün gücünüzle, tutkunluk derecesinde isteseniz de kadınlar arasında adaleti sağlamaya asla güç yetiremezsiniz. O halde tam bir eğilimle bir yana yönelip de öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın. Barışı esas alıp sakınırsanız, Allah çok affedici, çok merhametli olacaktır."
Yüce Yaratıcı adaletin sağlanamayacağını kesin ifadelerle şöyle ifadeye koyar: "Çatlarcasına, bütün gücünüzle de uğraşsanız adaleti sağlayamazsınız, öyleyse biriyle yetinin de ikincisi askıda kalmasın."
Allah'ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Allah, adaleti sağlayamazsınız diye ortaya bir irade koymuşken, Allah'ın bu kesin iradesinin üzerine söz söylemek, haddini bilmezlik olur. Yukardaki ayetler doğrultusunda gerekli olan prosedür işletilmeden, ben ikinci bir eş alıyorum demek, ben adaleti sağlayabilirim demek, Allah'a kafa tutmak olur. Allah'ı bilgisizlikle itham ekmek olur. Sen bilmiyorsun ben biliyorum demek olur.
Sonuç:
1-İçimizdeki bekârları evlendirmemiz gerekiyor. Bu buyruk mali yükümlülük getiren bir buyruktur. Evliliğe adım atan insanların yanında olunacaktır. Maddi durumları gözden geçirilecek ve gereken destek yapılacaktır. Namaz ibadeti gibi, oruç ibadeti gibi, hac ibadeti gibi bir ibadettir bu destek.
2-Öncelikle, yasal güvenceyle koruyucu ailelerin yanında ve bu görevi yapan devlet kurumlarının güvencesi altında olanlar evlendirilecektir.
3-İslâm'da tek eşlilik esastır. Çok eşlilik normal şartlarda yasaktır. Çok eşlilik ancak olağanüstü durumlarda; YETİMLERİN HİMAYESİ İÇİN UYGULANAN SOSYAL BİR KAMPANYADIR. İslâm'a göre çok eşlilik, kamusal kararla topluca uygulanır, kişisel olarak uygulanamaz! Şartların zorlaması, oluşması durumunda kamu otoritesinin tespitleri sonucunda çok eşliliğe ruhsat verilebilir. Savaş sonrası meydana gelen sıkıntılar, bulaşıcı hastalıklar da vb. bu ruhsatın verilmesine sebep olabilir.
4-Eşler arasında adaletin sağlanması şart koşulmaktadır. Ancak adaletin sağlanamayacağını Yüce Allah daha işin başında, "Çatlarcasına, bütün gücünüzle de uğraşsanız adaleti sağlayamazsınız" buyruğuyla ifadeye koymuş ve ikinci evliliğe giden yolu kapatmıştır. Ancak, diğer yasaklarda olduğu gibi burada da şartlar göz önünde bulundurularak ruhsat kapısı açık tutulmuştur. Bu ruhsatı yasal kurumlar verecektir.
5-Bu kadar açıklamadan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmam nikâhı adı altında, yaşanılan bölgedeki resmi kurumların tanımadığı uyduruk bir nikâhla evlilik yapılamaz. Bu yapılan nikâh yasaların tanımadığı bir nikâhtır, itibar edilmez, geçersizdir.
6.Sûrenin başındaki "Ey insanlar!" şeklindeki hitap sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara; yani topluma, kamuya, kamu yönetiminedir. Toplumdaki yetimlere karşı adalet sağlanamamışsa, yetimler mağdur durumda ise; toplanacaksınız ve yetimlere bakmakla mükellef olan kadınları ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlamak üzere bir kampanya düzenleyeceksiniz. Böylece yetimler, üvey çocuklarınız; yetimlere bakmakla mükellef kadınlar da eşleriniz olacak. Bu durumda, yetimler ile onlara bakmakla mükellef kadınlar akrabalarınız olacak, siz de onlara akrabalık hak ve hukukunu uygulayacaksınız.(Tebyin-ül Kur'an)
Rüştü Kam
Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
17 Mart 2014 Pazartesi
MEHMET AKİF ERSOY/ BERLİN'DE BİR MİLLİ ŞAİR
Milli
Şairimiz Mehmet Akif Ersoy Osmanlı İmparatorluğu'nun en zor
günlerinde davet üzerine Berlin'e geldi. Müslüman savaş
esirleryle konuştu. Bundan sonrasını Doç. Dr. Nazım Elmas(*)tan
okuyalım:
Mehmet
Akif Osmanlı Devleti'nin en zor dönemlerinde bir sanatçı olarak
üzerine düşen göreve yerine getirmiştir. Yurt içinde ve yurt
dışında ona ihtiyaç duyulan her yerde Mehmet Akif'i görmek
mümkündür. Yaşadığı dönemde yaptığı işler bakımından
milletin değerleriyle tam bir uyum içinde olan Akif bu özelliğini
savaş yollarında bazı hizmetlerin ifası için kullanmıştır.
Akif'in bu hizmetleri onun güvenilen bir yazar olarak İslâm
coğrafyasında tanınmasıyla alakalıdır. İkinci Meşrutiyet'ten
hemen sonra , adı önce Sırat-ı Müstakim (1) daha sonra
Sebil'ür-Reşat olan önemli gazetesi, İslâm coğrafyasında
ilgiyle ve güvenle okunan bir gazetedir...
Milli
Mücadele yıllarında Kastamonu'da yayınlanmaya başlayan, geniş
bir coğrafyada okuyucu kitlesine sahip bu gazete bir Kastamonu
gazetesi olan Açıksöz'de
şöyle tanıtılır:"Sebil'ür-Reşad cerîde-i İslâmiyesi
Kastamonu'muzun şerefine ilk nüshasını şehrimizde
neşredecektir. Bütün İslâm aleminde pek büyük bir te'sîr-i
dînîsi olan muhterem risale baş muharriri Mehmet Akif ve müdürü
Eşref Edip Beylerin şehrimizde kaldıkları müddetçe
mücahedelerini memnuniyetle haber aldık. Büyük ve her müslümanca
muhterem olan risalenin temadî-i neşrini temenni ederiz."
|
|
Akif bu
gazete vasıtasıyla İslâm ülkelerinde tanınıyor, şiirleri ve
makaleleri okunuyor, herhangi bir konuda söyleyecekleri kabul
görüyordu. Akif'in Birinci Dünya Savaşı yıllarında yurt içi
ve yurt dışında görev alması heyetlerde bulunması bu özelliği
sebebiyledir. Almanya'da da bu sebeple bulunmuş, hemen ardından
Necid çöllerine bu özelliği sebebiyle gitmiştir. Teşkilat-ı
Mahsûsa yetkilileri bu görevlere Akif kimliğinde ve kişiliğinde
birini göndermenin faydalı olacağını düşünmüştür.
Berlin
Hatıraları Safahat'ın Hatıralar bölümünün önemli bir şiiri
olarak çok okundu. Yaklaşık dört aylık Berlin günlerinin onu
nasıl etkilediği ve bu uzun şiirde Akif'in ne anlatmak istediği
dile getirildi. Mehmet Akif'in görevli ve davetli olarak katıldığı
bu seyahatte neler yaptığı nerelere gittiğine dair kısa
bilgilerden başka bir malumat bulunmuyordu. Berlin'de görevli
bulunduğum yıllarda bu hatıranın izini sürme imkanı doğdu.
Kaynaklarda yer alan Adlon Oteli'ni, Berlin yakınlarındaki
Wünsdorf'u gezip görme fırsatı doğdu. Mehmet Akif'in
Berlin'de olmasının asıl sebebi olan Wünsdorf'taki Hilal
esir Kampı'nı ve o döneme ait belgelerin yer aldığı müzeyi
gezdikten o yıllara ait fotoğrafları gördükten sonra Berlin
Hatıraları başka bir
anlam kazandı. Şiirde geçen bazı kavramlar ve sahneler bu
ziyaretlerden sonra yerine oturdu. Bu çalışma Akif'in Berlin
günlerini anlatmak ve Berlin Hatıraları'na bu bağlamda yeni bir
katkı yapmak amacıyla kaleme alındı.
Almanya'ya
Davet
Birinci
Dünya savaşı'nda Almanya ve Avusturya- Macaristan
İmparatorluğu'ndan oluşan ittifak güçleri yanında yer alan
Osmanlı Devleti, itilaf Devletleri denilen başta İngiltere,
Fransa, Rusya, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri ile savaşa
girdi. Almanların İngiliz, Fransız ve Ruslardan aldıkları
esirler arasında çok sayıda Müslüman esir bulunmaktaydı. Bu
Müslüman esirlere iyi muamele yapıldığını görmenin Osmanlı
devletini ve İslâm dünyasını memnun edeceğini düşünen
Almanlar, esirlerin durumunu yakından görüp tüm dünyaya
anlatacak bir heyetin Berlin'e gelmesini istediler.
İslâm
dünyasında etkili olan, o günlerin kamuoyunda sevilen
şahsiyetlerin tespit edilmesi işinde İstanbul'daki Alman
Konsolosunun katkısı istenir. Konsolos içinde Mehmet Akif'in de
bulunduğu isimleri belirler ve bu isimler Alman imparatoru
tarafından esir kampının durumunu incelemek üzere Almanya'ya
davet edilir. Osmanlı coğrafyasında ve İslâm dünyasında
tanınan, eserleri ve icraatları ile haklı bir itibar sahibi olan
şahıslar arasında Mehmet Akif Ersoy, Abdülaziz Çaviş,
Abdürreşit İbrahim, Şeyh Salih Et-Tunusi, Halim Sabit, Alimcan
İdris gibi önemli şahsiyetler vardır. Bu şahıslar Almanya'nın
şark siyaseti gereği Berlin'e davet edilirler. Bu kişilerden bir
kısmı Teşkilat-ı Mahsûsa tarafından görevlendirilirler. İlk
görevliler Sebil'ür-Reşad Gazetesi başmuharriri, sevilen İslâm
şairi Mehmet Akif Ersoy ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin
tanınmış şahsiyeti Şeyh Salih Et-Tunusi'dir.
|
|
Berlin
Günleri
Müslüman
ülkelerden Berlin'e davet edilen kişilerden önemli beklentiler
vardı. Almanya müttefiki olan Osmanlı Devleti üzerinden tüm
İslâm dünyasının gönlünü almayı ve o taraflarda etkin olmayı
amaçlıyordu. Sömürge durumundaki Müslümanların bulundukları
yerlerde özgürlük mücadelesine girmesi her bakımdan Almanların
işini kolaylaştıracaktı. Bu yerlerdeki isyanlar Fransızları,
İngilizleri ve Rusları yeni bir alana yönlendirecek böylece
düşmanın kuvveti bölünmüş olacaktı. Bu sebeple Müslümanların
bilinçlendirilmesini amaçlayan propaganda çalışmalarına ağırlık
verilmiş, İslâm dünyasının sevilen simaları Berlin'e davet
edilmiştir. Bu kişiler vasıtasıyla esir kampındaki Müslümanlara
hitabeler veriliyor kendi dillerinde çıkartılan gazetelerle
bilgilendiriliyorlardı. İslâm dünyasına yönelik olarak da
Berlin'de dışişleri bakanlığı bünyesinde oluşturulan Şark
İstihbarat Birimi
(Nachrichtenstelle für den Orient/NfO) ağırlık sömürge ülkeleri
olmak üzere dünya Müslümanlarını Alman-Osmanlı ittifakı
lehine kazanmayı hedefliyordu. Bu birimde Almanların İslâm
dünyasını çok iyi tanıyan şarkiyatçıları yanında İslâm
dünyasının güvenilir şahsiyetleri de yazıları ve konuşmaları
ile faaliyetlere katılıyorlardı. (2)
Alman
belgelerinde oluşturulacak şark basın grubu içinde Akif'in adı
yer almaktadır. Ancak "Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir
" diyen Akif mizacı gereği önde olmayı ünlü olmayı, isminden
söz edilmesini sevmemiştir. Berlin dönüşü arkadaşlarına
anlattıklarından hareketle Berlin'deki faaliyetleri hakkında
malumat sahibi olunmaktadır.
Berlin'de
Alman şarkiyatçılarla görüşür. Propaganda işlerini organize
eden yetkililerle tanışır. Onu asıl düşündüren Almanya'nın
hayalleri değil, o sırada tüm şiddetiyle devam eden
Çanakkale'deki muharebelerdir. Berlin hatıralarının son
kısımları Çanakkale muharebelerinin endişesi sebebiyle kaleme
alınmıştır.
Almanya'ya
Alman Dışişleri Bakanlığı temsilcisinin delaletiyle giden
Mehmet Akif ve Şeyh Salih Et-Tunusi Berlin'de meşhur Brandenburg
kapısının yanında tarihi bir otelde Almanya'nın şeref konuğu
olarak misafir edilirler. Ortam çok değişiktir ve Akif Almanya'yı
ilk defa bu kadar yakından tanımaktadır. Kaldığı otel başta
olmak üzere Berlin'in insanı hayran bırakan gelişmişliğini
şiirine yansıtır.
|
|
Mehmet
Akif'in Kaiser II. Wilhelm'in misafiri olarak kaldığı daha
sonra çok lüks diye ayrıldığı Adlon oteli
Adlon
Otelin Brandenburg kapısının üstünden çekilmiş bu günkü
hali
Akif'in
bu otelle ilgili düşünceleri hayranlık derecesinde olumludur. Bu
otelle bizdekileri karşılaştırırken Berlin'deki otelin
özelliklerine de yakalarız. Mevsimlerden kıştır. Akif, Kasım
sonlarından Mart sonlarına kadar Berlin'dedir. Her şeyde olduğu
gibi oteller de bir seviyenin işaretidir.
Meğer
oteller olurmuş saray kadar ma´mûr:
Adam
girer de yaşarmış içinde, mest-i huzûr:
Beş
altı yüz odanın her birinde pufla yatak...
Nasîb
olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta
kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda
leyle-i yeldâ, içerde nısf ı nehâr!
Hıyât-ı
nûrunu temdîd edip her âvîze,
Fezâda
nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,
Havâyı
kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık
ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül
gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk
da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır
gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız
ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne
kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma
hissi muattal bu i´tibâra göre!..
Unuttum
ismini... Bir sırnaşık böcek vardı...
Çıkar
duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince
bir koku peydâ olurdu çokça, iti...
Bilirsiniz
a canım... Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O
hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak
bucak aradım, olsa rast gelirdim ya! (3)
Wünsdorf
ziyaretler
Safahat'ın
Beşinci kitabındaki Berlin Hatıraları adlı şiirin yazılışına
ilham kaynağı olan önemli yerlerden biri de Berlin yakınlarında
bulunan Wünsdorf'taki esir kampıdır. Doğu ve batının
gelişmişlik ve kalkınma ile ilgili durumu Berlin şehri
gözlemlenerek verilmiştir. İslâm dünyasından insan manzaraları
ise esir kampı gözlemlerinden hareketle yazılmıştır. Tamamı
Müslüman ülkelerden toplanıp Rus, İngiliz ve Fransız'ların
Almanlara karşı savaşmak üzere cephenin önüne yerleştirdikleri
bu insanlar, kendilerine yapılan bir propaganda ile büyük bir
fedakarlık örneği göstererek hayatları ve özgürlükleri
pahasına savaşıyorlardı.. Cahil ve yoksul bıraktıkları bu
insanlara "Almanlar
İstanbul'u işgal etti. Halifenizi esir aldı.Biz halifenizi
kurtarmak için savaşıyoruz. Bu Savaş halifenizi kurtarma
savaşıdır" diye
kandırmışlar ölüme göndermişlerdir. Wünsdorf'taki Müslüman
esirlere, savaşın kim ile kimler arasında olduğu anlatılacak,
gerçeğin bilinmesi sağlanacaktı.. Akif bu görevle Zaman zaman
Wünsdorf'a gidiyor, orada Alman-Osmanlı ittifakının dostluk
nişanesi olarak yaptırılan camide (4) Müslüman esirlere
güvenilir bir ağızdan gerçeği anlatıyordu.
Berlin'deki
bir kahvede savaşta ölen çocuğuna ağlayan bir anneye hak
verirken Akif esir kampında gördüğü manzaranın tesirindedir.
Afrika'dan ve Asya'dan toplanan esir Müslümanlar için bakınız
ne diyor:
Hesaba
katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen
ocakları; lakin zavallı Afrika'da
Yüz
elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne
körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup
tutup getirilmiş Fransız askerine.
Siperlik
etmek için saff-ı harbin önlerine (5)
Berlin
Hatıraları'nda
cehaletin ve hürriyetsizliğin yol açtığı esaret anlatılır.
Esir kampındaki bu Müslümanlar cahil bırakılmamış olsalardı
bu kadar kolay kandırılıp cepheye sürülemezdi. Efendileri önce
bu insanların özgürlüklerini almışlar sonra cahil bırakıp
kendi emellerine uygun hale getirmişler, zamanı gelince de cephenin
önüne sürmüşlerdir. Akif Safahatta "cehalet
denilen yüz karasından"
kurtulmayı bu sebeple sık sık dile getirir.
Wünsdorf'ta
tel örgülerin arkasında hürriyete kavuşacakları günü bekleyen
Müslüman esirler
Akif
Berlin'de bulunduğu zaman içinde bu esirlerin bilgilendirilmesi
için çalıştı. Esirlerden her biri aldatılmış olmanın acısını
yaşadı. Savaşın mahiyetini öğrenenlerden oluşturulan Asya
Taburu bu sefer kendi davası adına Suriye cephesine gönderildi.
Sunulan her türlü imkâna rağmen savaş şartlarında esir
kampında hayat zordur. Birçok esir hastalıktan ölür. Kamp
yakınında bu gün hala mevcut olan mezarlığın bir kısmı
düzenlenerek ülkelerinden uzaklarda ölmek zorunda kalan bu
mazlumların hatıraları yaşatılmıştır.
Wünsdorf'taki
camiin ve kampın genel görünüşü
Berlin'e
45 km mesafedeki Wünsdorf'ta Hilal adlı esir kampında Müslüman
esirler için 1915 yılında yaptırılan ve 1926 yılında
yıktırılan Camii ve önünde Müslüman esirler
Wünsdorf'ta
Hilal adlı esir kampında Müslüman esirler için 1915
yılında
yaptırılan camiin, ziyaretçilerin yoğun isteği üzerine 2012
yılında aynı yerdeki müzede (Garnisonsmuseum) yapılan maketi.
Sömürge
yarışları sebebiyle işgaller ve insana zulüm 19. asrın en acı
olayıdır. Asya bu paylaşımda İngiliz'e ve Rus'a düşmüştür.
Orta Asya'da Ruslar, Güneyde İngilizler bir başkasının kanını
emmektedirler. Akif'in deyimiyle Bizim yaka o sıralar böylesine
hazin bir paylaşımı yaşamaktadır. Akif'i üzen her tarafta
Müslümanların ezilmesidir. Fransız eline düşmüş Afrika'lı
Müslümanlardan başka Koca Asya kıtasının güneyinden İngiliz
esaretindeki genel adıyla Hindistan Müslümanları, Orta Asya ve
kuzeyinden Rus esaretindeki Müslümanları efendisinin düşmanı
ile çarpışmak için ölüme gönderilmişlerdir. Berlin
Hatıralarında bu acı şöyle anlatılır:
Biraz
da geçmeyi ister misin bizim yakaya?
Al
işte bir günü mâtemsiz olmayan Asya!
Zamân-ı
rüşdünü andıkça ağlasın dursun,
İkiz
vesâyeti altında İngiliz´le Rus´un.
Sülük
benizli vasîler ne emdiler kanını,
Mecâli
kalmadı artık çıkardılar canını!
Zavallı
yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir
Bu,
kan tükürmeye baksın... O, muttasıl semirir!
.......
Damarlarındaki
son damlanın gelir sırası...
Ki
saklı durmayacak, ister istemez akacak
Gidip
efendisinin düşmanıyla çarpışarak.
(6)
Berlin'den
Ayrılış
Mehmet
Akif Berlin'de kaldığı günlerde, Çanakkale Savaşları bütün
dehşetiyle devam ediyordu. Savaşın durumu her an merakını
çekiyor sık sık son durumu öğrenmeye çalışıyordu.
Çanakkale'nin kaybedilmesi Osmanlı'nın bitmesi demekti. Bunu
bildiği için savaşın seyrini Berlin'deki Askeri Ataşemiz Ömer
Lütfi Bey 'e soruyor, "Çanakkale ne olacak? diyordu. Uzakta
olmasına rağmen aklı Çanakkale'deydi. Her türlü teknik
imkanla Çanakkale'ye saldıran güçler, galip gelerek hilâlin
hakimiyetine son vermişler müydi? Berlin Hatıralarında
endişesini şöyle belirtir:
Silindi
gitti Hilâl´in şu anda belki izi,
Zavallı
Marmara´nın şerha şerha bağrından!
Bir
İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan
Bizim
Çanakkale âfâk-ı târumârında,
O
dâr-ı Saltanat´ın bâb-ı şerm-sârında!
...
Uzakta
olmama rağmen civâr-ı zârından,
Civârım
inliyor âvaz-ı intizârından!
(7)
|
|
Sonuç
Tarih
yaşanmış zamanların hikâyesidir. Tarih yazmak büyük insanların
ve milletlerin işidir. Geçmişte yaşananlar gelecek için bir
rehberdir. Geçmişini bilemeyen, insanını ve insanının
hasletlerini tanımayan, geleceğe emin adımlarla gidemez. Gelecek
nesillere atalarını tanıtmak şimdikilerin görevidir. Bu görevin
yapılmaması ağaçların köklerinin kurutulması demektir. Köksüz
ağaç nedir ki? Kökü olmayan nesiller... Millet için en büyük
öksüzlük köksüzlüktür. Kendini tanımadan var olmak mümkün
değildir. Bizlere bir vatan bırakan aziz şehitlerimizin manevi
hatırasına saygı, onlara layık nesiller yetiştirmekle mümkün
olacaktır.
Milletin
değerlerini bilmeden onun adına söz söylemek zordur. Tanımadığın
bir nesneyi nasıl anlatacaksın? Milletini tanıyan değerlerini
bilen sanatçılar ve nesiller gelecek günlerin teminatıdır.
Birçok
Müslüman vatanları için şehit oldu, bir kısmı da kara
talihinin sonucu düştüğü sömürgeciler elinde memleketinden çok
uzaklarda efendilerinin aldatmasıyla sürüldükleri cephelerde
vatanlarını göremeden göçüp gittiler.
Berlin'de
tarihe yolculuk yapmak için önemli bir yer var: Wünsdorf. .Bu
yerden Çanakkale savaşlarını ve Birinci dünya Savaşı'nın
hatıralarını yâd etmek mümkün. Çanakkale Muharebeleri olurken
Berlin'de görevli olarak bulunan Mehmet Akif, buraya yaklaşık
elli kilometre uzaklıktaki Wünsdorf'ta Müslüman esirlerin
toplandığı "Hilâl"
kampında konuşmalar yapıyor, Berlin Askeri ataşesi Ömer Lütfi
Bey'den her gün Çanakkale savaşlarının son durumunu öğrenmeye
çalışıyordu. Berlin'de bulunan ecdat torunlarının bir
Çanakkale'si de Wünsdorf'tur.
Atalarımız
görevlerini yapıp gittiler. Onların fedakarlıklarını anmak,
yapılanlar ile öğünmek, yeni nesiller olarak elbette hakkımız.
Ancak bir de sorumluluğumuz var: Geçmişi hatırlayıp milli ruhu
diri tutarak bulunduğumuz yerde ve yaptığımız işte en iyi
olmaya çalışmak atalara layık olmanın gereğidir.
Bu
sebeple;
1.Yeni
nesillerin tarih bilinci kazanmaları için Mehmet Akif ve Wünsdorf
üzerinden bir çalışma yapılması gerekmektedir. Bugün dünyada
etkin olamaya çalışan devletlerin sömürgeci geçmişlerinin
bilinmesi, dünya Müslümanlarından binlerce mazlum insanın onlar
elinden çektiklerinin hatırlanması bu çalışma ile olacaktır.
2.
Osmanlı-Alman ittifakı ile başlayan Türkiye- Almanya
ilişkilerinin tarihi temellerini anarak ve yaşatarak, Almanya'daki
Türklerin ve diğer dünya Müslümanlarının bu tarihi mirastan
yararlanmaları mümkündür.
3.
Bu çalışmalarla Wünsdorf'ta vaktiyle esir Müslümanlar için
yapılan camiin o günlerin hatırası adına aynı yerde yeniden
aynı özellikte bir camiin yapılması sağlanabilir. Halen orada
yaşayan ve ibadet edecek bir yerleri olmayan Müslümanlar da bu
vesile ile bir camie kavuşurlar.
Rüştü
Kam
..........................................
*
Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
1- Din,
felsefe, edebiyat, hukuk, ilim, siyaset, içtimaiyat ve Müslümanların
ahvalinden bahseden ve haftalık yayımlanan Sebil'ür-Reşad
dergisinin ilk yedi cildi (182 sayı) Sırat-ı Müstakim adıyla
çıkmıştır. Bundan sonra derginin, Sırat-ı Müstakim olan
adı, 24 Şubat 1912'de 183. sayıdan itibaren Sebil'ür-Reşad
olarak değiştirilmiş ve başlangıçtan beri derginin sorumlu
müdürlük görevini yürüten Eşref Edib derginin sahipliğini de
üstlenmiştir. Dergi, İslam dünyası ile haberleşmeyi sağlamada
da başarılı olmuş, Mısır, Hindistan, Balkanlar, Kuzey Afrika
ve Müslüman Rusya'da çıkan yayın organlarını çok iyi takip
etmiştir. Derginin buralara ulaştığı, gelen mektuplardan
anlaşılmaktadır. Ayrıca İslam dünyasının çeşitli
bölgelerine geçici ve daimi muhabir gönderme/bulundurma derginin
başarılı olduğu yeniliklerden biridir.15."Sırat-ı Müstakim"
maddesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VIII. s.8.
2- Alman
tarihçi Gerhard Höpp. I.Dünya Savaşı'nda Almanya'daki
Müslüman esirler üzerine yazdığı kitapta Âkif'e ilişkin
olarak yalnızca"Şark İstihbarat Birimi" tarafından Müslüman
esirlere yönelik propaganda için çıkartılan farklı dillerdeki
El Cihad adlı gazetenin Türkçe redaksiyonundan sorumlu olmak üzere
Âkif'in Berlin'e geldiği bilgisine yer vermiştir. Kadir Kon,
Birinci Dünya Savasında Mehmet Akif'in Almanya Seyahati,.s.5
www.academia.edu/.../
3-
Safahat, Mehmet Akif Ersoy, Berlin Hatıraları, Akçağ yayınları
Ankara 1997 s.304 -305
4-Wünsdorf'da
Müslüman esirler için yaptırılan bu cami, , 68 m.genişliğinde
ve 12 m yüksekliğinde kırmızı beyaz renkli ahşaptan inşa
edilmiştir. 23 m yüksekliğinde bir minaresi vardır. Cami,
Berlin'de bütün ileri gelenlerin katıldığı bir törenle, 1915
de zamanın Berlin Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa tarafından
açılmıştır.
5-A.g.e.
s.311
6-
A.g.e. s.312
7-
A.g.e. s.323
15 Mart 2014 Cumartesi
8 Mart Dünya Kadınlar Günü*nün ardından
13 Mart 2014, 00:43
Rüştü KamHa-ber.com 2014 Berlin
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Berlin’de de kutlandı. 8 Mart 1857 tarihini esas alırsak, yani, bugünün kutlanmasına vesile olan çoğu kadın 129 işçinin ölümünü göz önüne alırsak bugünün kadınlar günü olarak kutlanması bana mantıklı gelmiyor. Ortada bir ölüm var ve biz o ölümü kutluyoruz sanki.
Öyle de olsa, kadınların hak elde etmek için organize olmaları takdire şayandır. Gasp edilen haklarının elde edilmesi için programlar düzenlenmesi de alkışlanacak bir durumdur. Ortaçağ Avrupası’nda insan olarak bile kabul edilmeyen kadınların 21.yy.’da hak aramaya çıkmaları gurur verici. Avrupalı erkeklere önce insan olduklarını kabul ettirmişler, arkasından insan haklarından istifade etmenin yollarını arıyorlar, ne kadar da onurlu bir mücadele.
Benim kadınlara tavsiyem bu onurlu mücadelelerini ayağa düşürmemeleri olacaktır. Bu mücadelede hiç bir kadın ötekileştirilmemelidir. İnancından dolayı, bulunduğu mevkiden dolayı hiçbir kadın ötekileştirilmemelidir. Mücadelenin temelini sadece insan hakları oluşturmalıdır: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilk 5 maddesi yapılacak butür etkinliklerin vazgeçilmezleri olmalıdır. (10 Aralık 1948)
MADDE 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.
MADDE 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.
MADDE 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
MADDE 4: Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır.
MADDE 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.
Bu durumda toplantıların merkezine kadın haklarından ziyade, sağcılık, solculuk, din ve dindarlık öğeleri konulmamalı, partiler konulmamalı, ideolojiler konulmamalı. Bu toplantılarda dine ve mukaddes değerlere saldırılmamalı, başörtüsünden dolayı kimse aşağılanmamalı. Özlenen tablo böyle bir tablodur. Başı açık olan kadın hangi derecede onore ediliyorsa, başı kapalı olan kadın da aynı derecede onore edilmelidir. Bu tabloya en uygun etkinliğin Yunus Emre Enstitüsü’nün düzenlediği etkinlik olduğu haberi geldi bana.
Berlin Büyükelçilik binasında düzenlenen gecede „Klasik Türk Müziğinde kadın Bestekârlar" konseri ve ardından „Anadolu'da Frigya Motiflerinin İzleri" konulu defile göz kamaştırmış. Verilen mesajlar da ölçülü ve kucaklayıcıymış. Büyükelçinin eşi Gamze Karslıoğlu yaptığı konuşmada önemli mesajlar vermiş:
” Dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ, sırf kadın oldukları için, pek çok sorunla karşı karşıya kalmaktadırlar. Tüm sorunlara rağmen, günümüzde artık ister Türkiye'de ister Almanya'da olsun, ülkemiz kadınları sosyal hayatın içinde etkin olarak yer almaya başlamıştır. Kadınlar toplumu ileri götüren sosyal dinamiğin temel kaynağıdır. Özellikle annelik rolleriyle yeni nesillere şekil vermektedirler. Bu anlamda, „bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz" sözünü çok isabetli bulmaktayım. Dolayısıyla kadına yapılan yatırım, aslında geleceğe yapılan yatırımdır.”
CHP Berlin Birliği’nin düzenlediği etkinlikte kadının siyasetteki yeri konuşulurken Türkiye’deki tablonun olumsuz olarak yansıtılmasını ideolojik bulduğumuzu söylemeden geçemeyeceğim.
Türkevi’nde de bir etkinlik vardı. Oradan da haberler aldım. Uzunca bir program hazırlanmış. Katılımcılar da oldukça memnunmuş: başkonsolos Ahmet Başar Şen mesajını Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlarla ilgili şu sözleriyle vermiş. “" Milletimiz güçlü bir millet olmaya azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir."
Programın sonuna doğru kürsüye çağrılan Meltem Cumbul,” Tecavüz edilen kadınların sorgulandığı bir ülkeden geliyorum.” şeklinde abuk bir cümle kurarak konuşmasına başlamış. Böyle bir günde böyle bir cümle.
Bu insanlar gurbet eldeki bizlere birlik ve beraberlik mesajları vermeli. Olumsuz birkaç örneği genelleştirerek ve abartarak takdim etmemeli. Allah aşkına kendi ülkemizi şikayet etmekten ne zaman kurtulacağız. Bu insanlara sanatçı falan denilmez, provokatör denir.
Bir şeyler yapmaya gücümüz yetiyorsa burada yapalım. Eleştirilerimizin merkezine Türkiye’yi değil Almanya’yı koyalım. Yaşadığımız ülkede hak aramak olmalı bizim görevimiz. Bizim haklarımızı verecek olan da alacak olan da koruyacak olan da Almanya’dır, Türkiye değil. Türkiye’de olup bitenlere bigâne kalınmamalı, ama, bu tarz davranışlar toplumu geren davranışlardır. Sanatçı kimliğiyle davet edilen insanların buralara gelip şov yapmalarına müsaade edilmemeli.
Bizler kendi kendimize kalırsak eğer, çok güzel şeyler yaparız. Türkiye siyaseti bizlere iyi gelmiyor. Birliğimizi ve dirliğimizi bozuyor. Gücümüzü tüketiyorlar.
İdeolojiler ön plana çıkarılırsa, mütedeyyin insanlar da her türlü olumsuzluğun merkezine konulursa onların da kendilerini savunma hakları doğar. Tarafların nefislerine yenik düştükleri durumlarda kavga kaçınılmaz olur.
Mesela; 28 Şubat öncesi ve sonrasında ikna odalarında başları zorla açılan, üniversitelerden başörtüsü yüzünden atılan kızların diyecekleri olur. Askerdeki çocuğunu ziyaret etmek isteyen ve bu isteği kabul edilmeyen annelerin söyleyecekleri olur. Her vesileyle kamusal alan adı altında uydurulan mekânlara sokulmayan, oralarda çalışmalarına müsaade edilmeyen başörtülü kadınların söyleyecekleri olur. Sırf başörtülü olduğu için milletvekili seçilemeyen, seçildiği halde sosyal demokrat bir başbakan tarafından meclisten kovulan kadınların da diyecekleri olur.
Aranan hak ise, gasp edilen hak ise aranan, kimin hakkı olursa olsun o hak, hak sahibine iade edilmelidir. Irk, din, dil ayırımı yapmadan iade edilmelidir. O zaman sahici bir hak arayışı söz konusu olur ki; bütün toplumu kapsar ve toplumun geniş yelpazesinden alkış alır. Aradığımız, özlediğimiz etkinlikler böylesi kucaklayıcı etkinliklerdir.
Ayrıca, bu toplantılara başörtülü kadınları temsilen de bir konuşmacı çağrılabilirdi. Bakalım o hak olarak ne isteyecek, uğradıkları haksızlıkları nasıl sıralayacak? İkna odalarındaki çektikleri sıkıntıları nasıl anlatacak? O da dinlenilmeliydi, psikolojik durumu gözlemlenmeliydi.
Ha-ber.com’un sayfasından aldığım bir araştırma var. Bu araştırmayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Her fırsatta, Türkiye’yi hedefe koyanların ibret alacaklarını umuyorum:
“8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde utanç verici bilanço. Die Agentur der Europäischen Union für Grundrechte'nin Avrupa çapında 28 Avrupa Birliği üyesi ülkesinde 42.000 kadın ile yaptığı araştırma anketinde ortaya çıkan sonuçlar korkunç düzeyde:
Araştırma 18 ve 74 yaşları arasındaki 42 000 kadınla yapılmış. Kadınların üçte biri 15 yaşından itibaren fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalmış. Almanya'da bu oran hatta % 35’e ulaşıyor: Her 5 kadından biri şiddete maruz kalmış. Her 20 kadından biri tecavüze uğramış.”
Not: Türkiye AB üyesi değildir.
………………………
*8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.
26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.
İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) gerçekleşti. Adı da "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak belirlendi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de anmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etti.
Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşındı. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Kadınlar Günü" kutlanmaya devam ediliyor.
7 Mart 2014 Cuma
İSL'AM'IN GELECEĞİ, GELECEĞİN İSLÂM'INA BAĞLIDIR (III) PROF.DR.HAYRİ KIRBAŞOĞLU /BERLİN 2013
"Bugün konulu tefsirlere ihtiyaç var. Kur'an neo-koloniyalizme ne diyor, kapitalizme, tü-ketim kültürüne, tüketim toplumuna, borsaya ne diyor, tahvile ne diyor, hisse senetleri-ne ne diyor, sigortacılık sektörüne nasıl bakıyor, bankacılık sektörünü nasıl görüyor, eko-nomik yapı nasıl olacak, siyasi katılım nasıl olacak, sendikacılık, işçi hakları, adil ücret, iş güvenliği, adil vergi salımı ve dağıtımı , bu ve benzeri konularda modern insana Kur'an ne diyor? Bu ve benzeri sorulara tefsirlerin cevap vermesi gerekir."
Mezhepler
Mezheplerden ziyade mezhepçilik hastalığı ve mezhep taassubu İslâm ümmetini paramparça etmiştir. Mezhep anlayışı İslâm kardeşliği anlayışının üstüne çıkmıştır. Mesela, Ehl-i Sünnet olmak ne kadar Sünnet'le ilgilidir, Ehl-i Sünnet'in kurucu öğretisinin ne kadarı Sünnet'le ilgili, ne kadar kelami ve siyasi ihtilaflarla ilgilidir?.
Muhammed İkbâl ile başlayan , "İslâm Düşüncesinin Yeniden İnşası" projesi ve anlayışı gerilemiştir. Osmanlı'nın yıkılışından sonra Müslüman entelektüeller sürekli şu soruyu sordular; "Biz niçin bu hale geldik?" Cevap; "Müslümanlar Kur'an ve Sünnet'e dayalı gerçek ve sağlıklı İslâm'a sahip çıkmamışlardır." Bu tespite herkes katılır, çünkü yanlış değildir, ancak gereken nedense yine de yapılmaz.
20.yy'da tefsirler
Kur'an tefsirleri konusunda geçmişte yapılan tefsirlerin yetersizliği masaya yatırılmış ve gereken yapılmıştır. Tefsir konusunda gösterilen bu hassasiyet, maalesef hadisler konusunda gösterilmemiştir. Mesela 20. yy'da saltanatı savunan müfessirler bulamazsınız. Son yüzyıllarda yazılan tefsirlerde Şura sistemi ön plana çıkarılmıştır. Böylelikle, insanların yönetime daha çok katılması sağlanmıştır. Bu çağdaş müfessirler bilinçli olarak çok az rivayet kullanmışlardır. Seyyit Kutup, Mevdudi, Reşit Rıza, İzzet Derveze bu müfessirlerden bazılarıdır. Bunlar Taberi gibi, İbn Kesir gibi bol rivayet malzemesi kullanmamışlardır.
Kur'an'ın nasıl anlaşılması gerektiğini yazan alimlerimiz de vardır. İsmail Raci Faruki, Fazlurrahman, Ali Şeriati burada örnek olarak verilebilir.
Bugün konulu tefsirlere ihtiyaç var. Kur'an neo-koloniyalizme ne diyor, kapitalizme, tüketim kültürüne, tüketim toplumuna, borsaya ne diyor, tahvile ne diyor, hisse senetlerine ne diyor, sigortacılık sektörüne nasıl bakıyor, bankacılık sektörünü nasıl görüyor, ekonomik yapı nasıl olacak, siyasi katılım nasıl olacak, sendikacılık, işçi hakları, adil ücret, iş güvenliği, adil vergi salımı ve dağıtımı , bu ve benzeri konularda modern insana Kur'an ne diyor? Bu ve benzeri sorulara tefsirlerin cevap vermesi gerekir. Geç de olsa müfessirler bu sorulara cevap aramak için konulu tefsirlere yöneldiler.
20.yy.'da hadis
Hadis alanında ise henüz benzer bir çalışma yoktur. Hadis rivayetleri 20. yy.'da ne anlama geliyor?, 20. yy'da hadisler bana ne veriyor?
Hadisler noktasal olarak ekonomi hakkında ne diyor?
Çağdaş anlamda bir hadis kitabı var mıdır?
Çağın sorunlarını çözmek için hadislere başvuramıyoruz. Dolayısıyla da sorulara hadis diliyle cevap veremiyoruz. Şu anda herkesin üstünde ittifak edebileceği hadis malzemesi de elimizde yok. Bu konuda bir model çalışma da henüz yok.
Kur'an konusunda yüzlerce tefsir yazan Müslümanlar, acaba hadis konusunda niçin muhafazakârlaşıyorlar?
Sonuç
1-İslâm dünyasındaki kaosun en önemli sebeplerinden biri de problemli ve uydurma hadislerdir. Hadisler Müslümanlar arasındaki kargaşayı bertaraf etmeye yetmiyor.
İlk yüzyıllarda 4 bin, 5 bin sahih hadis olduğundan bahsedilir, ama daha sonraları bazıları bu yüz binlerle ifade ederler.
2-Uydurma hadislerin birçoğunun Kütüb-i Sitte'de de yer aldığı ifade edilmektedir. Peki, bu altı kitaptaki hadislerden ne kadarı gerçekten Hz. Peygamber'e aittir, bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün değildir.
3-Uydurma hadisler konusunda yapılan çalışmalar da asla yeterli değildir. Sünni ve Şii hadis alimleriyle birlikte yaptığımız bir toplantıda Şiiler kendi Buhari'lerini - yani el-Kuleyni'nin el-Kafi adlı eserini - ayıklamaya başladıklarını söylediler ve "Ey Sünniler siz de kendi Buhari'nizdeki rivayetleri gözden geçirip ayıklamaya hazır mısınız ? Gelin bu konuyu birlikte çözelim" dediler, bizimkilerden hiç ses çıkmadı.
4-Çeşitli Y. Lisans ve lisans tezleri vesilesiyle son on beş yılda yaptığımız anketlerde vaizlerimiz ve imamlarımız % 15- 17 civarında uydurma hadis kullanıyorlar vaazlarında. Bu çok vahim bir durum demektir. Bir başka ifadeyle hocalarımız bize sahte ve hileli mal satmaktadır, çünkü bu oranlar, onların vaaz ve irşat faaliyetlerinde bizlere Peygamberimiz'in sözü diye sundukları her 6-7 hadis rivayetinden birinin çürük, asılsız ve uydurma olduğu anlamına gelmektedir.
5-Halk hadis deyince bu sözün gerçekten bire bir Hz. Peygamber sözü olduğunu anlıyor, onun bir rivayet olduğunu gözden kaçırıyor. Nitekim bir rivayeti reddettiği için hadis reddetmekle suçlanan İmam-ı Azam der ki; "Ben bir hadisi reddettiğimde, Peygamber'i değil ravi'yi reddediyorum."
6-Biz, Ömer Nasuhi Bilmen'in İslâm İlmihali'ndeki hadislerin kaynağını araştırdık, sonuçta hocamızın bunların çoğunu nereden aktardığını bulamadık.
7-Her hadis kitabında, her tefsirde şu veya bu ölçüde zayıf, çürük, problemli, asılsız veya uydurma hadis rivayetleri vardır. Bu sebeple adeta mayınlı arazide ilerler gibi rivayetlere dikkat edilmesi gerekir.
8-İlahiyat fakülteleri ve Diyanet işleri Başkanlığı üzerine düşeni yapsa kısa zamanda bu uydurma rivayetlerden kurtulmak mümkün olacaktır.
9-Son olarak tekrar İbn Teymiyye'nin şu sözünü aktaralım: " Lâ yeslemu kitâbun mine'l-ğalatı illa'l-Kur'ân -Kur'an dışında hatasız kitap yoktur-."
BİTTİ
3 Mart 2014 Pazartesi
ERBAKAN BERLİN'DE/40 YIL SONRA İŞ BURAYA GELMEMELİYDİ 2011
BİR TÜCCARIN KÂRI % 36 DAN %2,5'ĞA DÜŞMÜŞSE,
YA MALI KALİTESİZDİR, YA DA PAZARLAMACI EHİL DEĞİLDİR
"Bu yazıyı yazan yapılan iyiliğin
karşılığını Allah'ın vereceğini bilen bir kişidir. Onun anlatmak istediği, Allah'ın
değil kulun verecekleri ile ilgilidir." "Ya Muhammed sana tabi
olanlara kanadını indir" buyruğunun muhataplarının neler yapması
gerektiğinin peşindedir o. Yazıyı lütfen bu anlayış çerçevesinde okuyun.
"Bir çiçek ile bahar olmaz, ancak o
çiçek olmasa bahar başlamaz."
"Heyecanınız nerede sizin! Kime
söylüyorum ben!..."
Söze böyle başladı 14 yıl sonra Hocamız
Berlin'de. Kırk yıl önce de aynı heyecanı istiyordu muhataplarından ve istediği
heyecanı buluyor ve bir kaç çiçekle birden başlatıyordu baharı. 2010 yılında
Berlin'de mevsim bahardı, yaprak dökümü başlamıştı. Baharın yeniden gelmesi
için gerekli olan o çiçek belki hiç açmayabilir. Ortada ne bağ var ne de
bağban.
40 yıl önce 17 yaşın verdiği heyecanla, yeni
bir dünya kurulurken tarafsız kalınamayacağının şuuruyla bakıyorduk dünyadaki
gelişmelere. Büyük Doğu Nesli diyorlardı o zaman bizlere. Sakarya'nın ayağa
kalkmasını istiyorduk: Çünkü o yüzüstü çok sürünmüştü. O ayağa kalkarsa bizler
de ayağa kalkabilecektik. Salon programlarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek
"Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı" diye tanımlıyordu bu
gençliği. Üstadın aradığı genç biz olabilirdik, olmalıydık, bu inançla ve bu
azimle çalışıyorduk gece gündüz demeden sokakta, dernekte, okulda.
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı
altında sürdürüyorduk çalışmalarımızı. Her hafta seminerler veriliyordu. Milli
Türk Talebe Birliği sağduyulu gençler için hayat mektebiydi. Şiirler
ezberleniyordu, piyesler sahneleniyordu, dergiler çıkarılıyor, bildiriler
dağıtılıyordu, kahramanlık türküleri söyleniyordu orada. İçinde bulunduğumuz
ortam bu şiirlerin ve sahneye konan piyeslerin millî ve dini içerikli olmasını
icap ettiriyordu.
Mehmet Akif Ersoy dememiş miydi, "Asımın
nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu,
çiğnetmeyecek" diye. İşte biz o namusunu çiğnetmeyecek olan nesildik.
Olaylar bizleri böyle düşünmeye sevk ediyordu.
Bu güzel dönemin arkasından öyle bir dönem
geldi ki; gerçekten çok korkunçtu. Kardeş kardeşine, çocuğu babasına, karısı
kocasına düşman olmuştu. O öyle bir dönemdi ki, ortaokul öğrencileri bile
politize edilmişti.
Kavramlar havalarda uçuşuyordu. ‘Sağcılık,
Solculuk, Milliyetçilik, Şeriatçılık'. Her bir kavramın içi doldurulmuştu ağa
babaları tarafından. Gençlere sadece bu düşünceleri muhataplarına servis yapmak
kalıyordu. Herkes kendi kabulünü bir şekilde gündeme getirmeli ve grubuna yeni
sempatizanlar ve üyeler kazandırmalıydı. Okulda, sokakta, pastanede ve
derneklerde hararetli tartışmalar oluyordu. Zaman zaman bu tartışmalar yerini şiddete
bile bırakabiliyordu. Sonraki zamanlarda bu şiddet içerikli kavgalar yerini
karşılıklı olarak ölümlere bırakmaya başlamıştı.
Üyelerini 1969 yılına kadar bu kavgaların
dışında tutmasını bilen M.T.T.B. , bu tarihten sonra zorlanmaya başladı.
Sahneye yeni bir siyasi parti çıkmıştı. Heyecan isteyen gençler hemen o tarafa
kanalize oluverdi. M.T.T.B' yi tamamen içlerine çekemeyen bu siyasi parti,
gençlik teşkilatı olarak Akıncılar adıyla yeni bir kuruluşu hemen sahneye
çıkardı.
Akıncıların kurulmasıyla, yeni yeni
sloganlarla tanıştık. "Şeriat gelecek vahşet bitecek", "Ne
sağcıyız ne solcu, Müslümansız Müslüman", "İslâmî devlet kurulacak
elbet", "Şeriat İslâm'dır Anayasa Kur'andır "v.d.
Ortalık iyice toz duman olmuştu. Bir tarafta,
Lenin, Stalin, Mao sesleri yükseliyor, öbür tarafta Turancılık. Bu tarafta
şeriatçılık. Bu günün ulusalcısı Doğu Perinçek'i o günün hızlı Maocusuydu.
Derken, şeriat isteyenler, İslâmi devlet
isteyenler zaman zaman iktidara ortak oldular. Bu ortaklık zamanlarında, o
partileri iktidara taşıyan inançlı, saf, tertemiz olan o gençler hep dışarıda
kaldılar, unutuldular. 80 darbesinde o heyecanlı gençlerin çoğu içeri alındı,
işkencelere tabi tutuldu. İktidar nimetinden istifade eden ekâbir takımı
maalesef o gençlerin kapısını bile çalmadı. Hatta onlarla aynı cümlenin içinde
isimlerinin geçmesine bile tahammül edemediler.
Haliyle ekâbir takımı da bir süre içerde
kaldı. Ancak içerden çıkar çıkmaz, kaldıkları yerden başka isimler altında
tekrar siyaset sahnesinde yerlerini aldılar. Yeniden başladılar biz kardeşiz
demeye, birlik ve beraberlik nutukları tekrar atılmaya başlandı, maddi ve
manevi kalkınma, adil düzen konuları sanki hiç bir şey olmamış gibi yeniden
sahneye konuldu. Tek başına iktidara gelememenin sıkıntısından bahsedilerek,
gençler tekrar kazanılmaya çalışıldı.
28 Şubat'la son bulan hükümet keşke kurulmasaydı. Bu tarih o partiyi
iktidara taşıyan insanların hayallerinin bittiği tarihtir. Hiç bir şey
değişmemiştir. Ondan önceki iktidarlarla, o iktidarın arasında vaat edilen beklentiler
açısından hiç bir fark yoktur.
Değişen bir tek şey vardır; bu iktidardan sonra artık toplantılarda
tekbir çekilmeyecek alkış yapılacaktır. Şalvar giyenler şalvarını çıkaracak,
sakal bırakanlar sakallarını kesecek, çarşaf giyenler de çarşaflarını
çıkaracaktır.
Değişmeyen bir şey daha var o da Hocamızın söylemleri. Mübarek 1970 de ne
söylediyse 2010 da da onları söylüyordu. "Avrupalının tuvaleti
bilmediğini, yüzünü lavabonun deliğini kapatarak aynı suyla yıkadığını,
yıkanmadıklarını, Goethe'nin bile seneden seneye yıkandığını" söylüyordu
kendisini dinlemeye gelenlere, Nisan 2010 yılında Berlin'de Hocamız.
Buna mukabil Müslümanların o çağlarda, sıfırı
bulduklarını, cebir'i bulduklarını, astromide fevkalade yollar kat ettiklerini
anlatarak o günün Müslümanlarının Avrupalıdan ne kadar ilerde olduklarını 2010
yılında Avrupa'da yaşayan dinleyicilerine anlatıyordu. Hocamızın kırk yıldan
beri anlattığı bu bilgiler elbette doğruydu.
Ancak doğru olmayan bir şey var, o da
hocamızın Avrupalıları tarihe mahkûm ederken, günümüz Müslümanlarını provoke
etmesidir, bu doğru değildir. Doğrusunu isterseniz, Avrupa'da yaşayan bu
insanlara Avrupalıları hedef göstermek hocamıza hiç yakışmadı.
Sonra Avrupalılar, tarihlerinde ne varsa onu
inkâr etmiyorlar. Hatta hocamızın da söylediği gibi müzelerde geçmişlerini
teşhir etmekten çekinmiyorlar. Biz eskiden böyleymişiz diyorlar.
Peki, o sıfırı bulan, cebir'i bulan insanlar
bu gün ne durumdadır. Bu günün müslümanının hangi artı değerin altında imzası
var? Sıfır ve cebir gibi ilimleri bulan o Müslümanların varisleri neden bugünkü
teknik seviyeyi yakalayamadılar. Sıfırı Müslümanlardan alan Avrupalılar sıfır
sayesinde bugünkü teknik seviyeyi yakalarken o varisler ne ile meşgul oluyordu?
Tuvaleti Müslümanlardan alan, yıkanmayı
Müslümanlardan öğrenen Avrupalının dört odalı evlerinde bugün iki tuvalet ve
iki banyo bulunuyor. Umuma açık olan tuvaletleri bile pırıl pırıl oluyor
Avrupalının. Ama tuvaleti Avrupalılara öğreten Müslümanların camilerindeki
tuvaletlerine pislikten, kokudan girilmiyor. Umuma açık olan yerlerde ki
tuvaletleri ise hiç sormayın.
Geçmişle övünmek elbette güzeldir. Gururumuzu
kabartır. Kendimize olan güveni artırır. Ancak geçmişin güzelliği o insanların
güzelliği ile ilgilidir. Orada kalır.
Bizi ilgilendirmesi gereken bizim
güzelliğimiz olmalıdır. Dünya insanlığına mal olmuş hangi başarılı projenin
altında günümüz Müslümanlarının imzası vardır? Günümüz Müslümanlarının dünya
çapında yetiştirdiği kaç tane ilim adamı vardır?
Hangi müslümanın Müslümanlığı, bu günün
insanına örnek olarak gösterilebilir güzelliktedir. 50 seneden beri Avrupa'da
yaşayan Müslümanların yaşantısının, kendilerine örnek teşkil etmesinden dolayı
kaç tane Avrupalı, sırf bu yüzden İslâm'ı din olarak seçmiştir?
Hocamızın cemaatinde parmakla
gösterilebilecek kaç tane örnek Müslüman vardır: İnsani davranışlarda örnek,
ticaret ahlakında örnek, aile yapısında örnek, konuşmasında örnek,
paylaşımcılıkta örnek, ilimde örnek, güzel sanatlarda örnek, insan haklarına
saygılı olmakta örnek, kaç tane Müslüman vardır o cemaatte?
Liderler ve toplum mühendisleri, öncelikle
kendi mensuplarının arasında adaleti sağlamalıdır. Kendi içlerinde ki
eksiklikleri gidermelidir. Söylemleri İslâm'ın güzelliğine yakışır güzellikte
olmalıdır.
"Gidin Firavuna anlatın, ama en güzel
şekilde anlatın" ilahi buyruğuyla paralellik arz etmelidir.
"Onların putlarına küfretmeyin ki, sizin
İlahınıza küfretmesinler" uyarısına ters düşmemelidir.
"Bir topluluğa olan kininiz sizi
adaletten ayırmasın" anlayışına uygun olmalıdır.
"Birbirinizin ayıplarını
araştırmayın" , "Birbirinizi kötü lakaplarla da çağırmayın"
uyarısına muhalif olmamalıdır. Yoksa inandırıcılığınız kaybolur.
Bir tüccarın kârı yüzde otuz altıdan yüzde
iki buçuğa düşmüşse, ya malı kötüdür, ya da malını pazarlayamıyordur. Kaliteli
mal her zaman alıcı bulur ve o mal her zaman aranan maldır ve piyasası da
vardır.
Geriye dönüp baktığım zaman yaşananlar filim
şeridi gibi geçiriyor gözümün önünden. Tekrar yaşıyorum o günleri. Geride kalan
kocaman kırk yıl.
Bu süre içinde; Büyük Doğu Nesli kaybolmuş.
Sakarya yüz üstü bırakılmış. Asımın nesli tırpanlanmış, paramparça olmuş. Lime
lime doğramışlar onun idealini siyaset tacirleri. Şimdi Asım, bu kırk yılın
hesabını kimden soracak...
Rüştü Kam
Yorumlar (6)
|
|
1 Bu yazı ya kitap yazılır
Yazan Bahattin Omurcan, 16-02-2011 20:59 Sayın: Rüştü Hocam Bu yazıya ciltler dolusu kıtap bile yazılır, Çok haklı gerekcelerle kırk yılı yorumlamış ve yanlış olanlarıda hatırlatarak bizlere bu emeği harcadığınızdan dolayı sizlere teşekkürler borçluyuz şahsım adına diyorum. Biz halk ve fertler olarak işaret ettiğiniz Siyaset tacirlerine dikkat etmediğimiz müddetce Asımlar olarak kimseden hesap sormak biraz zor olacak kanısındayım. Sürcü lisanım olduysa aff..ola.. Saygılarımla Bahattin Omurcan |
2 Cesur olmak lazım
Yazan Rüştü Kam, 06-05-2010 09:33 Sayın hasen, inandığınız davayı isminizi gizleyerek savunamazsınız. İsmini gizleyen insanlar davalarını savunmakta takiye yapanlardır. Takiyeciler tehlikeli insanlardır. Ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Allah onların şerrinden muhafaza eylesin... Şeffaf olmayı deneyin, şeffaflıktan zarar gelmez. |
3 ahde vefa
Yazan hasen, 05-05-2010 14:16 muhterem hocamizla uzun zamandan sonra Berlin'de tekrar bir araya gelmek ve onu 40 sene önceki heyacanla dinlemek gercekten büyük bir olaydi. Avrupa'da yasamakta olan müslümanlar acisindan önemli sosyal,kültürel ve dini faaliyetlerin temelinde Milli Görüs oldugu gibi, dünya müslümanlarinin esas teskil eden konularinda da yine Milli Görüs receteleri vardir. Buna örnek D8'ler dünya projisi gösterilebilir. Nasil Istanbul'u 1453'de fetheden, Ayasofyayi camii olarak müslümanlarin ibdatine actiktan sonra; burasi ilelebet camii kalacaktir ve muhtemelen kapatanlar ve de tekrar camii olarak acmayanlarin omuzlarina bir vebal yüklemisse, ayni sekilde Milli Görüs Lideri Muhterem Erbakan Hocamizin'da yillardan beri bu davayi bizlere her seferinde anlattigi gibi kendi ömrünü de dur durak bilmeden ve bin bir türlü engellemere ragmen mücadele ederek gecirmis ve halen de mücadelesine bir Eyup El-Ensari misali devam etmektedir. Yillardir bizler bu dava icin üzerimize düsen görevleri yerine getirip getirmeme noktasinda samimi bir sekilde muhasebemimiz yapmamiz gerekmez mi? Elbette bizler bunu yapmaliyiz ve ondan sonra baskalari hakkinda daha adilane degerlendirme yapabiliriz. Selam ve dua ile ... |
4 müslümanlarda güven bunaliminin 40.yili
Yazan Mustafa Eksi, 01-05-2010 04:03 Gercekleri bilen kisiler o gercekleri ve tecrubeleri gelecege aktarmasi kadar dogal bisey olamaz. Tabiki bazi gercekler bir kisim icin agir gelebilir fakat zaman icinde edilenen tecrubelerden yararlanmak sanirim herkesin hakki. 40 yil süre icinde Almanyada ve sehirlerinde yasananlar müslümanlar acisindan hangi noktaya gelmistir bunuda sorgulamak gerek . Muhasebeyi yaparken tecrubelerden yararlanmak ve gelecekte ayni hatalari yapmamak sarttir. 40 yildir yapilan hatalar bircok müslümani kendi insanina güvenmez hatta din kardesinin sözune itimat etmez hale getirmistir.Verilen sözler yerine getirilmemis insanlarimizin hem manen hem madden zararlara ugratilmistir bunun örneklerini gördük ve yasadik. Lakin müslümanlar yani bizler ayni yerden ari sokma vakasini yasayan nadir milletlerdeniz. Dilegim yasanan negativ olaylarin tarihten yazili basindan faydalanarak böylece üst üste ayni yerden ari sokma vakasini yasamamaktir. yapilan kritiklerden sonra muhasebe yapmak gelecege daha güvenle bakmak hayatin her alaninda isimizi kolaylastircaktir. önumuzdeki 40 yilda bu is daha farkli noktalara guzel noktalara tasinilmali. |
5 Bişrev
Yazan yunus KAM, 30-04-2010 12:24 Yazınzı okuma fırsatım ilk defa oldu.Önemli bir yazı benim anlamadıgım su madem biz sorunlarımızı biliyoruz ve kağıda kaleme dmküyoruzda neden bir türlü işleve sokamıyoruz. Bu neye benziyor biliyor musunuz Zenginin parası züğürtün çenesini yorarmış aynen bu.Yani işlevsellik yok ya da birileri tarafından englleniyor.Bir Dip not gecmek isityorum ..Benim yasım gereği cekilen çileleri ve yaşanan olumsuklukları yaşamadım ihtilaller sokağa cıkma yasakları vs.. sizin gibi elit zatlardan ve internetten en önemlisi babamın bana sempoze ettiği bilgilerden biliyorum iyi varsınız ki artık bizde bişeyler aktaracağımız bilgilerimiz var yazılarınızı bundan böyle takip edeceğim saygılar |
6 Kirk yil sonra is buraya gelmemeliydi
Yazan HikmetYilmaz, 28-04-2010 23:01 Selam Rüstü bey, yaptiginiz kirk yilin analizini okurken beni o yillara götürdünüz,üzerime sanki hüzünlü bulutlar cöktü.O kardes kavgalarini istemeyerek de olsa hatirladim,üzüldüm o genc yasta hayatlarini kaybedenlere.Allah bir daha böyle günler yasatmasin.Amin.Tespitlerinize aynen katiliyorum.Müslümanlarin gecmisleriyle övünmekten baska bir seyleri yok,cok yazik .Bu kirk yildaki siyasi hareketin de Müslümanlara ne getirdigi acik ve secik.sizin de belirttiginiz gibi sadece yüzde 2,5.Dogru tespitinize üzülerek katiliyorum. Sadece bu da degil.Günümüz Müslümanlarinda o eski samimi duygular,ihlas da yok.ve heyecanlarinida yitirmisler. Bunlarin sorumlulari ne yazikki hesap vermekten uzak,sanki hicbirsey olmamis gibi davraniyorlar ,cok yazik.Neyse lafi fazla uzatmayayim,Kirk yilin özetini cok güzel yorumlamissiniz.Tespitleriniz aci ama cok yerinde,dogru.Nedense hesap vermesi gerekenlerde kendilerini sorumlu görmüyor.Insanimizin duyarli olmasi vede hesap sormasi gerek.Yaptiginiz bu calisma icin cok tesekkür ediyorum,sagolun varolun. |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)