20 Eylül 2012 Perşembe

VAK’AT-ÜL HARRA (HARRA VAKASI) VE BÜYÜK HİCAZ KATLİAMI




Rüştü Kam
07.09.2012
ha-ber.com

Nedense bu olay Müslümanlardan saklanır. Bilinçli olarak saklanır, üzerinde durulmaz, konu bile edilmez. Oysa  KERBELA katliamından daha önemlidir bu olay. Tecavüz ve yağmalamanın yanında Kabe'nin yakılıp yıkılması da vardır. Ama KERBELA bilinir, Harra bilinmez., yüzbine yakın insanı kesip sıra sıra ağaçlara asan, kadınlarına tecavüz edip köle pazarlarında satan Emevi Halifesidir bu katliamı yapan. Sırp Karadzic değil. Bu olay Srebrenitsa’da olmamıştır. Medine’de Mekke’de  olmuştur. Tecavüz eden de müslüman, tecavüz edilen de müslümandır. Srebrenitsa’ya lanet yağdıranlar ki, yağdırılmalıdır. Harra konusunda nedense sessiz kalmaktadırlar.
Günümüzün müslümanları tarihleriyle yüzleşmek zorundadır. Mütecavizlere Peygamber’in Kürsüsü’nden hâlâ Hazret diye saygı gösterenler ne yaptıklarını bilmeyen zavallılardır.  Bunlar Yezid’in torunlarıdır. Yezid’in sünnetini işlemekten şeref duyan makam ve mevki sahibi zavallılardır. Kimisinin adı hocadır, kimisinin adı şeyhtir, kimisinin adı efendidir, kimisinin adı abidir, kimisinin adı din ataşesidir... Al birini vur ötekine...

Olay şu şekilde gelişmiştir:
Aralarında, Medine eşrafından Abdullah b. Hanzala, Abdullah b. Ebu Amr ve Münzir b. Zübeyr'in de bulunduğu bir heyet, Şam'a gidip Halife Yezid ile görüşmüşler ve Halife’nin yaşantısını incelemişler ve bir rapor düzenlemişlerdir.  Heyet, Medine'ye döndükleri zaman, Yezid'in dinsizler gibi yaşadığını, yaşantısının hiç halife yaşantısıyla bağdaşmadığını, içki içtiğini, çalgı çaldırdığını, yanında şarkıcı kadınlar bulundurduğunu, köpek ve maymun beslediğini vs. söylemişler ve  kendisini halife olarak tanımadıklarını açıklamışlardır.
Bunun üzerine, Medine’liler ayaklanarak henüz çocuk denilecek yaşta bulunan Medine valisi Osman b. Muhammed b. Ebu Süfyan'ı Medine'den sürüp çıkardıkları gibi, Medine'deki Emevîleri de Mervan b. Hakem'in evinde muhasara altına almışlardır.

Emevîlerin acele olarak Halife Yezid’den imdat istemeleri üzerine Yezid, Müslim b. Ukbe’yi oniki bin kişilik bir ordu ile derhal Medine ve Mekke üzerine göndermiştir. Yağmalama ve tecavüz serbesttir.  Müslim de, verilen emri yerine getirmiş, Medine'de Kureyş'ten ve Ensardan binlerce kişiyi asıp kestikten, kadınlara kızlara tecavüz ettikten, şehri yağmaladıktan sonra Mekke üzerine yürümüştür. Ancak ömrü Mekke’ye ulaşmaya yetmemiştir. Müsellel denilen yere geldiğinde hastalanıp ölmüştür.
Ölmeden önce yerine, Husayn b. Numeyr'i bırakmıştır. O da aynen Müslüm gibi yapmış, Önce Mekke’yi kuşatmış ve mancınıklar kurdurarak Mekke'yi taşa tutmuş ve Kabe’nin duvarlarını talan etmiştir.

Kuşatma uzun sürmüş ve bu sırada yiyecek ve içecek sıkıntısı çekilmeye başlanmıştır. Bulaşıcı hastalıklar baş göstermiştir. Kuşatma altında çok zor günler geçiren Müslümanlar binek hayvanlarını, hatta hakaret amacıyla kendilerine mancınıkla atılan köpekleri bile yemek zorunda kalmışlardır.

Kuşatmanın altıncı ayında, Abdullah b. Zübeyr durumun çok kötüye gittiğini ve başka bir çıkış yolu olmadığını görmüştür. Ancak teslim olmak yerine ölümü tercih etmiştir. Şehirde yaşanan faciaya bir son vermek ve daha fazla insanın ölmesini engellemek amacıyla bir çıkış hareketi yapmış ve  vuruşarak ölmüştür. (1 Ekim 692).

Bu vahşet Yezid’in orduları tarafından gururla kutlanmış ve Abdullah b. Zübeyr'in başı kesilerek  Suriye'ye gönderilmiştir. Haram ayda, haram kılınan bir bölgede kan dökülmüştür. Allah'ın evi taşa tutulmuştur, Kabe'nin içine sığınan insanlar bile katledilmiştir. Ve böylece Ebu Süfyan’ın torunu tarafından rövanş alınmıştır...

Böylece Mekke’nin fethinin rövanşı halife torun tarafından alınmıştır...Müslümanların halifesi tarafından...Muaviye’den Hz.Muaviye diye bahsedenler. Olsa olsa bu Yezid’in torunları olurlar. Müşrikleşen müslümanlardır bunlar...

Dr. Mustafa Özkan Emevîler Döneminde İktidar-Ulemâ İlişkisi’ni konu alan bir doktora çalışması yapmış. Sonra da bu çalışmayı kitaplaştırmış. Ankara Okulu Yayınları da bu çalışmayı 2008 yılında yayımlamış.
Mustafa Özkan, Müslümanların haberdar edilmemesi için özel gayret sarfedilen Emevî dönemini tarafsız bir yaklaşımla bize aktarmış. Ben kısa pasajlarla bu kitaptan sizi haberdar etmek istedim. Okuyalım:

“İslâm tarihi, Tabakât Ensâb ve benzeri kaynaklarda âlimlerin iktidarla olan ilişkileri yerine, daha çok onların alt kimlikleri, ilimdeki kariyerleri ve takvaları üzerinde durulduğunu görüyoruz...”

“Emevî yöneticilerinin iktidarın meşruiyetini sağlamak ve gücünü  göstermek amacıyla bazen Kur’an ayetlerini yanlış yorumladıklarını ve bazı ulemânın da bu duruma karşı çıktığını tespit ettik....Zira meşruiyet problemi yaşayan iktidar, dinî bir tepki ortaya koyan ulemaya karşı bazen mevzu hadislere başvuruyordu...”

“Bazı Emevi idarecileri, politikalarını meşrulaştırmak için cebrî kader anlayışını savunmuş ve bunu yaymaya çalışmışlardır. Bu durum bazı alimlerin muhalif bir konum almalarına, farklı dînî- siyasî ekol ve mezheplerin doğmasına neden olmuştur...”

“Hz.Muhammed’in iktidarında belirleyici unsur din idi. Zira Yaratıcı, Muhammed’e kurumsal yapılanmada yönetim ilkeleri olarak, “Adalet, şûra ve işi ehline verme” prensiplerine uymasını emrediyordu...”

“Dört Halife’den Hz. Ebû Bekir halkın çoğunluğu tarafından direkt, Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir’in önerisi ve halkın ise onay ve seçimiyle, Hz. Osman halkın temsilcisi sayılan altı kişilik şûra ve halkın biatıyla, Hz. Ali ise Şam ve Osman’ın taraftarları dışında Ensar-Muhacirin ve halkın ileri gelenleri  tarafından seçildiler...”

“Emevî iktidarı iç savaş sonucu kurulmuştur. Kurucusu Muaviye bin Ebî Süfyandır... Hz. Osman’ın iki oğlu vardı. Eğer bir miras talebi sözkonusu ise bunun takibi oğullarına düşerdi, Muaviye’ye değil. Muaviye’nin buradaki amacı iktidar olmaya yönelikti...”

“Ebû Hureyre’ye atfedilen bir rivayete göre Hz. Peygamber “Halifelik Medine’de hükümdarlık ise Şam’dadır” demiştir...

“Emevîler dönemi dîni ilimlerin temellerinin atıldığı bir dönemdir. Bu belki de dönemin özelliğinden kaynaklanmaktaydı. Zira söz konusu zaman dilimi büyük alimlerin yaşadığı, İslâm’ın çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı, müslümanların değişik kültürlerle karşılaşıp bazı kelâmi problemleri yaşadıkları ve henüz tedvin edilmeyen hadislerin kaybolma endişesinin ağır bastığı kritik bir dönemdi...”

“Şam, daha önce Fenikeliler, Keldaniler, Mısırlılar, İranlılar, Yunan ve Romalılar’ın hüküm sürdükleri önemli bri kültür ve medeniyetler havzasının merkezinde bulunuyordu. Şam’ın hemen fethinden sonra Hz. Ömer. Kur’an ve dîni bilgileri öğretecek olan Muaz b. Cebel, Ubade ve Ebû Ubade ve Ebû Derda’yı Şam’lılara gönderdi. Adı geçen alimlerin çalışmalarının sonucunda Ebû İdris el-Havlânî ve Mekhûl gibi büyük âlimler yetişti ve burası zamanla önemli bir ilim merkezi haline geldi...”

“Emevî idarecilerinden bazıları çalışmanın doğal bir karşılığı olan maaşı normal vatandaş olan âlimlere bir hak olarak değil de onları susturmak ya da iktidara bağımlı hale getirmek amacıyla veriyorlardı. Nitekim Said b. El-Müseyyeb “ Ben yaptığım ticareti Mervanoğulları’na yüz suyu dökmemek için yapıyorum.” diyordu. Said b. El-Müseyyeb Hz. Peygamber’in  “İki kişiye birden biat eilmez.” dediğini için idare tarafından baskıya maruz kalıyordu...”

“Emevî iktidarının dinle olan ilişkilerinde ‘devletin dini himayesine alma felsefesi olan Bizantinizm’ anlayışının hakim olduğunu söyleyebiliriz. Zira iktidar dini tartışmalarda taraf olma çabasındaydı... Bu çerçevede başkent Şam’a kutsiyet kazandırmak istiyordu. Bundan dolayı Hz. Peygambere ait olan asa ve minberi Şam’a taşımak istiyordu...Dini tekeline alıp muhaliflerini susturmak arzusundaydı...Bu çerçevede Ebû Hanife’ye fetva verme yasağı getirebiliyordu...Dönemin halifesi Yezid b. Muaviye Hz.Hüseyin’in öldürülmesine “Allah’ın takdiri” diyebiliyordu...
Emevîler döneminde alimlerin bir kısmı kendilerine yapılan kadılık teklifini büyük bir ısrarla reddediyorlardı...Ebû Hanife sırf bu yüzden Kûfe’den Hicaz’a gitmek zorunda kalmıştı...İktidarı eleştiren âlimlerin kafası hemen alınıyordu. Hucur b. Adiyy ve birçok âlim sırf bu yüzden idam edilmişlerdir... İb. Eş’as isyanı âlimlerin isyanıdır. Âlimlerin iktidara olan isyanının sebebi iktidarın yaptığı zulümdür, adaletsizliklerdir...Said b.Cübeyr isyandan tam 10 yıl sonra yakalanmış ve  Haccac tarafından işkence ile öldürülmüştür... ”

“Ebû Hanife Zeyd b. Ali’nin isyanı için, “Bu isyan Hz. Peygamber’in yaptığı Bedir savaşı gibidir.” demiştir... Emevî iktidarı kılıçla kanla kurulan bir iktidardır...”

“Tabakat türü eserlerde dönemin tüm alimleri hakkında bilgi bulmak mümkündür. Ancak bu bilgiler dönemin alimlerinin sadece alt kimlikleriyle sınırlıdır. Âlimlerin dönemin siyasi iktidar hakkındaki  düşünce ve tavırlarını içermemektedir...İbn. Eş’as isyanına katılan ve sadece katılmakla kalmayıp taraftar toplamak için çalışan Şa’bi” Emevilerle savaşınız. Yemin ederim ki yeryüzünde adaletsizlik yapmada, haddi aşmada ve zulüm yapmada bunlar kadar aşırı gidenizi görmedim...” demiştir.

“Hz. Ali tarafından Mısır’a vali tayin edilen Nuhammed b. Ebû Bekr hicrî 38 yılında Muaviye tarafından  Mısıra gönderilen Amr b. As ordusu tarafından öldürülmüştür...Yakalandıktan sonra ölü bir eşeğin karnına sokulmuş ve  yakılarak hunharca öldürülmüştür...Hz. Aişe kardeşinin bu  ölüm  şekline çok üzülmüş ve ağıtlar yakmıştır. Bu olaydan sonra ölünceye kadar hiç kızartma et yememiştir. 

“ Muaviye döneminde, kesin çizgilerle bir Hz. Ali karşıtlığı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Hz. Ali'ye hutbede beddua edilmesi bu karşıtlığın açık bir göstergesi haline gelmiştir. Cuma hutbelerinde açıkça Hz. Ali'yi kötüleyen ifadelere yer verilmiştir. Diğer vilayetlerde olduğu gibi Medine'de Hz. Peygamber'in mescidinde de, cemaatin arasında Hz. Hasan ve Hüseyin'in de bulunmasına rağmen bu uygulama devam ettirilmiştir. Hz. Ali'ye minberden lanet okunmasına açıktan tepki gösterenler sert bir şekilde cezalandırılmışlardır...”

“Hutbelerde Hz. Ali'ye küfretme âdetine, Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz son vererek onun yerine "İnnallahe ye'mürü bi'l-adli ve'l-ihsân.." şeklinde başlayan Nahl sûresinin 90. âyetinin okunmasını sağlamıştır...”

Özet olarak sizlere sunduğum pasajları okudunuz, daha fazlasını istiyorsanız mutlaka söz konusu kitaba sahip olmalısınız.

BİRİNİN KAHRAMAN OLMASI İÇİN BİRİNİN HAİN OLMASI GEREKMİYOR




Rüştü Kam 
09.09.2012
Ha-ber.com

 Sarayın yalnız adamı


“Şahbaba, yapayalnız bir insanın öyküsüdür.
Şartların doğru karar vermesine imkan bırakmadığı, hatta olup bitenleri değerlendirmesine bile izin vermediği çaresiz bir insanın öyküsü… Huzuruna el-pençe girildiği günlerin hemen ertesinde hain ilan ediliveren sarayın yalnız adamının, Osmanoğulları'nın son hükümdarı Mehmed Vahideddin'in, torunları arasındaki ismiyle Şahbaba'nın hikayesi...

Taç sahiplerinin gerçi hemen hepsi yalnızdır ve yalnız olmayan belki tek bir hükümdar bile yoktur ama aralarında derin bir mesafe de bulunsa, içlerini dökebilecekleri tek-tük dostlara sahiptirler.
Peki, Sultan Vahideddin'in hiç dostu olmadı mı?
Cevabı hükümdarın bizzat kendi kızı veriyor; Sabiha Sultan yayınlanmamış hatıralarında "… Babam, yaradılış itibariyle çekingen, çok mütevazı, muhiti çok dar, dostu, arkadaşı yok denecek kadar az bir insandı" diyor.

Vahideddin iktidar yıllarında da yalnızdı… Bu yüzdendir ki hep tek başına kaldı ve nihayet bir zamanlar suretâ da olsa kendisinden yana görünenler tarafından bile terkedildi
O, bütün bu olup bitenlerin galiba en başından beri farkındaydı… Bu idrak ediş, sürgünde yazdıklarında apaçık görünüyor… Mektuplarında tahtından ve memleketinden olmuş bir hükümdardan ziyade küskün, yalnızlığın darbesi altında ezilmiş, dönüş ümitleri yavaş yavaş erirken vatan ve aile hasretini alaturka şarkılar besteleyerek terennüm eden, her şeyiyle kadere teslim olmuş bir insan konuşmaktadır… “

Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da


“Vahdettin dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da  öyle gömüldü.
Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Her şeyin tam yerinde olduğunu tespit ettirdi. Nuriye Hanım, oradan Kaşıkçı Elması'nı alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinindi çünkü. Kesinlikle bunlar namus u mücessem. Bu 48 kişinin cebine Vahdettin’in bizzat kendi cebinden 25.000 altın koyduğunu yazıyor. 25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı.” (Cemal Kutay)
“Mesela karısına bir merasimle takmak için bir yüzük ve gerdanlık gelmiştir, onlar da teker teker ailesin üstünden, kızının boynundan, alıp hazineye iade edilmişlerdir. Padişahın maaşı var, 23 gün çalışmış o ay, yedi gününü kısmış, öyle almış maaşı. "Çıkıyorum çünkü Türkiye'den. Hakkım yok benim bunda diyor. Özetle birinin kahraman olması için birinin hain olması gerekmiyor.” (İsmet Bozdağ )
Yalan söyleyen tarih utansın

Bu bir faryad idi. Ben feryadı duydum, peşine takıldım gittim. İstanbul’da evinde kaldım ve kendisyle röpoortaj yaptım bu feryadın sahibiyle. Değerli arkadaşım Ekrem Kızıltaş da daha sonra bu röportajları devam ettirdi ve Berlin’de yaşayan insanımızla paylaştım. TFD Televizyonu’nun Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyordum o zaman. Sene 1989. Ulusal televizyonlar daha yoktu.

Mustafa Müftüoğlu’ndan bahsediyorum. Eserlerine ad olarak seçmişti bu feryadını”Yalan söyleyen tarih utansın”. İlmi yönü fazla olmayan bu kitaplar sayesinde öğrendik biz bize öğretilen tarihin yalan olduğunu. Yakın tarihimizin yalanlardan ibaret olduğunu. Kendi geçmişine yabancı olarak yetiştirilen gençlik...Bu gençliğin kime ne faydası olacaktı. İşte olmadı. 100 sene bile dayanmadı bu yalanlar. Bu mumlar yatsıya kadar bile yanmadı...
Yıllarca uyutulmuşuz. Yalanlar düzenlenmiş ve o yalanlar bizlere gerçek tarih olarak okutulmuş. Gelin Mustafa Müftüoğlu’nun ruhuna birer Fatiha okuyalım ve ruhunu şad edelim.

Murat Bardakçı 1998’de Bandırma Vapuruyla Samsun’a çıkan 48 kader yolcularından bahsediyor. Ve bu 48 kişinin tahsildar olarak Anadolu’da görevlendirildiğini Vahdettin söylüyor işgalci İngilizler’e ve onlardan bizzat kendisi vize alıyor. Heyetin başına da bizzat Mustafa Kemal’i kendisi tayin ediyor. Bu alnı öpülesice insan, Sultanımız Vadettin’den vatan haini diye bahsediyoruz. 

Murat Bardakçı Sultan Vahideddin’in hayatı, hatıraları ve özel mektuplarını araştırmış, bulmuş buluşturmuş ve bir kitap yazmış: Şahbaba.
Bu kitabı Pan Yayıncılık yayınlamış 1998 de. Birinci baskısı Kasım 1998. Yedinci baskısı 1999. 679 sayfa. Ben 2001 yılında bu kitaba ulaşmış ve okumuşum. Kütüphanemde neler var neler yok şöyle bir göz gezdirirken dikkatime geldi. Sizlerle bazı pasajlarını paylaşmak istedim. Sultan Mehmed Vahdeddin (1861 - 1926) Okuyalım:

“...Facialara ve olaylara kalkan olamadım ise de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri
üzerime çektim.... Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.” (Sultan Mehmet Vahideddin)

“Sultan Vahideddin hakkında şimdiye kadar ciddi bir makale ve ciddibir kitap doyurucu bir yayın yapıldığını söyleyemeyiz...Necip Fazıl’ın “Vatan haini değil, büyük vatan dostu Sultan Vahidüddin” adlı kitabı çıkmasının ardından toplatıldı...Bir de Tarık Mümtaz Göztepe’nin 1978 de yayımlanan şahsi hatıraları vardır...”

“Resmi tarih her memlekette varolan birşeydir. Bazı kişiler ve gruplar yüceltilir, bazı olaylar resmi ideoloji doğrultusunda ön plana alınır...”

“Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla neticelenen böyle bir bilmezlik karşısında söylenecek bir kelime var: Ayıp, yazık ve günah!...”

“...Sultanlar ve saraylılar protokolde kendilerinden gerideki vükelâ hanımlarından her sahada, para harcamda bile ileri olmalıydılar. İsraf yarışına girildi ve maliyenin altı üstüne geldi. Masrafın, lüzumsuz harcamanın  haddi hesabı yoktu artık. Tahsisatı harcamalarına yetmeyen sultanlar bu defa borç edinmeyi adet edindiler. Sarayın biriken borçları üç senede üç milyon keseye dayandı... Sonraları devletin başına tam bir bela açacak olan ilk dış borçlanma 28 Haziran 1855 günü yapıldı. Fuad Paşa İngiltere ve Fransa’dan yüzde dört faiz ve yüzde bir amortisman la beş milyon İngiliz altını aldı. Devletin gelirleri ve bilhassa Mısır vergisiyle İzmir ve Suriye gümrük hasılatı borca garanti gösterilmişti...”

“Sultan Vahidüddin Abdulmecid’in 42 çocuğunun sonuncusuydu. Sarayın yalnız adamı işte böyle bir ortamda ve böyle bir sarayda doğdu. Bir yaşına basmadan yetim, dört yaşındayken de öksüz kaldı...24 yaşına geldiğinde 19 yaşında bir Çerkez kızıyla(Nazikeda) dünya evine girer. Sultan Vahidüddin depdebeden ve gösterişten uzak bir hayatı yaşamayı tercih etti.  Ağabeyi Abdulhamid, başını sokacak tek bir evi bile olmayan küçük kardeşine  Çengelköy’de bir köşk hediye etmiş ve ayrıca devletten cüz’i bir tahsisat ayırmıştı. Ayrıca her ay cep harçlığı da verirdi...

Çoğumuz saraylarda bolluk içinde yaşandığını, sultanlarla şehzadelerin kuş sütüyle beslendiklerini düşünürüz. Ama sarayda hâkim olan, aslında sadece darlık ve sıkıntıdır...Birkaç istisna dışında hükümdarların kendisini bile saran bir sıkıntı...”

Yalnız adam Vahdeddin, İstanbul’dan dışarıya ilk adımını 1909 da, 46 yaşındayken atar. Ağabeyi Sultan Reşad’la Bursa’ya gider.
Daha sonra, 1917 de Alman Kayzeri II.Wilhelm’in davetlisi olan Sultan Reşad’ın vekili olarak da Yaveri Mustafa Kemal’le birlikte Almanya’ya gider.

Yalnız adam 1918 de Padişah’lık teklifi alır.  İttihatçı paşalar onu tahta davet ederler. İki gün sonra cevabını verir.  Cevabı olumludur...

Seneler sonra Mekke’de yayınladığı bildirisinde o günlerden bahsederken, Yıldırım ordularının kumandanını ve Mondoros’u imzalayanları” felaketlerin müsebbibi” olmaktan, zillete kadar uzanan sözlerle itham edecektir...”

Vahdeddin, çok sonraları da Ferit Paşa’dan bahsederken “..iç meselelerde çok bilgisizdi. İngilizler’le Mustafa Kemal Paşa’nın kurnazlığının kurbanı oldu ve bizi tam bir yenilgiye götürdü. Zavallı Ferit Paşa dünyaya İngilizler’in gözlüğüyle bakıyordu. Allah onu affetsin” diye yazacaktır...”

Fetva

“...Kurtuluş Savaşı’nı ilk ataşleyen kişi Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’dir: “İşgale uğrayan memleket halkının silaha sarılması ve savaşması farz-ı ayındır! Fetva veriyorum, silah ve cephane azlığı veya yokluğu mücadeleye mani olamaz!...” diyordu cami kürsüsünden bu cesur müftü.

Denzili Müftüsü’nün bu fetvasından sonradır Bandırma Vapuru’nun demir alması limandan.  Bandırma Vapuru’yla İstanbul’dan yola çıkan 48 kader yolcusu. İngilizler’den vize alarak Samsun’a  doğru hareket etmişlerdir. Vapurda üç binek hayvanı ve bir de otomobil vardı. Gemi 279 grostonluk yolcu ve yük gemisi idi. Buhar donanımlı idi. Demir uskurlu, 48.9 metre uzunluğunda 6 metre genişliğindeydi.
Vizeyi bizzat Vahdettin kendisi almıştır. Vizede şu ibare vardı: “Müttefik Pasaport Kontrol Bürosu, İngiliz Bölümü. Samsun’a gidiş için geçerlidir. İstanbul, 16 Mayıs 1919”

Harbiye Nazırı Şakir Paşa Bu heyetin başına Mustafa Kemal’in getirilmemesi gerektiğini söylemiştir Sultan Vahdettin’e. Sebep olarak da “İyi bir askerdir ama cumhuriyetçidir” demiştir.  Vahdettin askerlerle yaptığı istişareyi Mediha Sultan’ın oğlu Sami Bey’le de yapmıştır. Ondan da Şakir Paşa’nın verdiği cevabı almıştır. “Hanedanınızı düşünün Efendim” diye de ilave etmiştir.
Vahdettin: “ Ne Hânedan’ı be, hepsi Hânendegân oldu. Madem ki en iyi askerimizdir, öyleyse onun gitmesi lazım. Cumhuriyet vesaire gibisinden şahsi fikirleriyle bu işin alakası yok...” Ve Sultan Vahdettin imzayı attı. İşte tarih o anda değişti...

...Türk milleti, Kurtuluş Savaşı'ndan muzaffer çıkmış, düşmanlar vatan topraklarından atılmıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Sultan Vahdettin sürgüne gönderiliyordu. İstimbotlar rıhtımdan peşpeşe kalktı… Açıkta demirli zırhlıya varmaları, sadece birkaç dakika sürdü… İskele indirildi ve istimbottan gemiye çıkan 60'ını geçkin gözlüklü adam güverteye ayağını attığı anda askerler selama durdu…

Güneş daha yeni doğmuştu…

Biraz sonra demir alındı… Gözlüklü adam zırhlının kıç tarafında, ayaktaydı… Şehrin sisler içinde hayale dönen siluetini seyrediyordu… Gözleri hafiften yaşarmıştı herhalde… Belki çıktığı sonrasız yolculuğun muhasebesini yapıyordu, belki 61 yıllık ömrünün… Belki de ufukta artık seraba dönen şehri bir daha görüp göremeyeceğinin elemindeydi…

Sonra bir yağmur başladı… Marmara ağlıyordu, İstanbul ağlıyordu ve güvertedeki gözlüklü adam, Abdülmecid Han oğlu Sultan Altıncı Mehmet Vahideddin de ağlıyordu… İstanbul, 1922'nin 17 Kasım Cuma sabahına gözü yaşlı girdi…
Son hükümdarın 1275 gün devam eden ve ölümüyle bile noktalanmayan dönüşsüz yolculuğu, böyle başladı…

Ankara Hükümeti'nin İstanbul'daki temsilcisi Refet Paşa'nın (Bele) bir akrabası, yıllar sonra bir dostuna "Padişah'ı gitmeye ikna edebilmek için, bizim Paşa günlerce az mı dil dökmüştü?… 'Kalırsanız kan akacak efendimiz… Hiç olmazsa birkaç aylığına gidin; payitahtınıza ortalık yatışınca yeniden avdet buyurursunuz…' diye az mı uğraşmıştı?" diyecekti…

Malta’daydı. Mustafa Kemal’in adamları bir süreliğine Malta’da kalması gerektiğini, en kısa zamanda geriye döneceğini ona söylemişlerdi. Gitmek istemeyince de gözdağı vererek İstanbul’u terk etmesini sağlamışlardı.
Sultan Mehmed Vahdeddin, Malta’dan sonra Mekke’ye gitmiş, bir süre sonra,  San Remo'ya dönmüş ve oraya yerleşmişti. 15 Mayıs 1926 günü 65 yaşında orada vefat etti. Vatan topraklarına gömülmek en büyük arzusuydu. Ancak bunun mümkün olmayacağını bildiği için en azından halkı müslüman olan bir ülkenin topraklarına gömülmek istemişti. Şam'daki Selâhaddin Eyyubi Türbesi'ni seçmişti ve bu son arzusuydu.

Cenazesi alacaklıların haciz koymaları yüzünden bir süre ortada kaldı. Ancak devrin Suriye Devlet Başkanı Ahmed Nami Bey, olayı duyunca çok üzüldü ve bütün borçlarını ödeyerek, cenazesini Suriye'ye getirtti. Ancak toprağa verilmeyi çok arzuladığı Selâhaddin Eyyubi Türbesi doluydu. Ahmed Nami Bey, Sultan Mehmed Vahdeddin'in cenazesinin Sultan Selim Camii'nin bahçesine gömülmesini sağladı.

Son sözü: “Ben O’na güvenmiştim...”

Merak edenler bundan sonrasını Murat Bardakçı’nın yazdığı Şahbaba kitabından okumalılar.   


KERBELÂ İKAZLA YETİNMEZ, KURTULUŞUN YOLUNU DA GÖSTERİR




Hz. Hüseyin Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin küçük oğlu ve Kerbela şehidi…

Rüştü Kam 16.12.2011
Ha-ber.com

KERBELÂ, Hüseyin ve yoldaşlarının katledildiği yerdir... Orada kan ve gözyaşı vardır. Oradaki çekilen susuzluk senin de ciğerlerini kavurmalıdır. Ve ondan sonra başlamalısın  âh u figan etmeye.

Kerbelâ hak aramanın ve özgürlüğün destanıdır. Teslimiyetin, adanmışlığın ve sadakatin zirvesidir. Her biri ayrı bir şiar olan yetmiş iki şehidin yurdudur Kerbelâ... Aslında her yer Kerbela’dır, her gün Aşûra...
Aşka şahit isen bu şehadetin kutlu olsun. Sen aşk ile her dem diri kalanlardan olmalısın. Ve aşkın şehidi olmalısın!..

“Hz. Hasan vefat ettikten sonra vefat haberi Kûfe’ye ulaşınca taraftarları Hz. Hüseyin’e, babası ile ağabeyinin intikamını almak için,  emrini beklediklerini içeren bir mektup göndermişlerdi. Bu sıralarda, Muaviye Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye hakaret etme emrini vermişti.  Hucur b. Adiyy, bu emre karşı çıkmış ve bundan dolayı öldürülmüştü. 
Kûfe’nin ileri gelenlerinden bir kişi hem bu haberi iletmek hem de Hüseyin’i Kûfe’ye getirmek amacıyla Medine’ye gitti. Durumdan haberdar olan Muaviye Hz. Hüseyin’e bir mektup yazarak, fitne çıkarmak isteyen kimselere fırsat vermemesi konusunda tavsiyede bulundu. O da cevabî mektubunda; “Seninle savaşmak ve sana karşı çıkmak niyetinde değilim“ dedi.

Daha sonra Muaviye yerine oğlu Yezid’i halef tayin etti. Medine Valisi Mervan’dan da halktan kendi adına oğlu Yezid için biat almasını istedi. Mervan Muaviye’nin bu mektubunu Mescid-i Nebevi’de okudu. Halk Muaviye’nin bu isteğine şiddetle karşı çıktı.

Abdurrahman b. Ebu Bekir, Muaviye’nin saltanat istediğini söyleyerek bu teklife karşı çıktı. Abdullah b. Ömer Yezid’in fasıklığını, Abdullah b. Zübeyr ise Allah’a karşı gelene itaatin caiz olmadığını öne sürerek açıkca itirazda bulundular ve biata yanaşmadılar. Hz. Hüseyin de onlarla aynı fikirdeydi.

Mervan Muaviye’yi durumdan haberdar etti. Muaviye’de  bu haber üzerine zaman geçirmeden hemen Medine’ye haraket etti. Muhalefet eden kişileri çeşitli tehditlerle biata zorladı ise de başarılı olamadı. Mervan’a bazı talimatlar vererek çaresizlik içinde Medine’den ayrıldı, Şam’a döndü.

Bir süre sonra Muaviye’nin ölümü üzerine Yezid halifelik koltuğuna oturdu ve babasının yarım bıraktığı biat konusunu halletmek için kolları sıvadı. Medine Valisi Velid b. Utbe b. Sufyan’dan her ne şekilde olursa olsun Hüseyin ve diğerlerinden biat alınmasını istedi. Velid, Hüseyin ile Abdullah b. Zübeyr’i makamına çağırttı.

Fakat onlar durumu fark ettiler, Muaviye ölmüştü ve Yezid biat alıyordu. İbnu’z-Zubeyr Mekke’ye kaçtı, Hz. Hüseyin ise Velid’in çağrısına uydu ve O’nunla görüşmeye gitti. Velid biat konusunda ısrar edince, “ Benim gibi bir adam gizlice biat edemez; zaten sen de halk katında açıkca yapmadığım bir biata razı olmazsın“ diyerek ertesi gün halkın önünde biat etmek istediğini söyledi.

Eski Medine Valisi Mervan, yeni Vali  Velid’ten, Hüseyin’in biatını hemen almasını istedi ve Hüseyin biat etmezse  boynunun oracıkta  vurulmasını tavsiye etti. Ancak Velid, “ Sen benim için dinimi yıkacak bir şey tavsiye ediyorsun. Yemin ederim ki dünyanın bütün mal ve mülküne sahip olacağımı da bilsem ben Hüseyin’in başını yine de almam“ diyerek Mervan’ın tavsiyesini reddetti.

Hüseyin olup bitenleri kardeşi Muhammed’le paylaştı. Muhammed Hüseyin’e, halkın huzuruna çıkarak biat almanın yanlış olacağını söyledi. Hüseyin kardeşinin tavsiyesine uyarak ailesiyle birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı.

Hüseyin’in Yezid’e biat etmeyip Mekke’ye gittiğini haber alan Kûfeliler, Şebes b. Rib’i ve Süleyman b. Sür’ad başta olmak üzere Hüseyn’i biad için Kûfe’ye davet ettiler. Halife olarak kendisine biad edeceklerini de bir mektupla bildirdiler.
Ayrıca Ebu Abdullah el-Cedeli başkanlığında bir heyeti de Mekke’ye gönderdiler. Bunun üzerine Hüseyin, durumun yerinde incelenmesi için amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye yolladı. 5 Şevval 60 tarihinde Kûfe’ye ulaşan Müslim İbn Avsece’nin evinde,  Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı.

Yezid Müslim’in bu faaliyetini öğrenince Kûfe Valisi Numan b. Beşir el-Ensari’yi görevden alarak yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı tayin etti. Ve ondan Müslim’i şehirden çıkarmasını, çıkmadığı taktirde  öldürmesini istedi. Kinde kabilesine mensup Tav’a adlı bir kadının evinde saklanan Müslim, ihbar üzerine kıskıvrak yakalandı ve boynu hemen oracıkta vuruldu. Bu yüzden Müslim Kûfe’lilerin biatlarından döndüğünü Hz.Hüseyin’e maalesef bildiremedi.

Hz. Hüseyin yeni gelişen olaylardan haberi olmadığı için çok geçmeden ve arayı fazla açmadan Kûfe’ye hareket etmeye karar verdi. Kûfe’lilerin dönekliklerini bilen ve bu yüzden olacaklardan  korkan Abdullah b. Zübeyr Mekke’de kalması konusunda Hüseyin’i ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 

Hz. Hüseyin bütün tavsiyelere kulağını tıkayarak,  Zilhicce ayının sekizinde  Hicri 60 tarihinde ailesi ve bazı taraftarları ile birlikte Kûfe’ye hareket etti. Yolda şair Ferezdak ile karşılaştı. Ferezdak Kûfe’deki durumun iç açıcı olmadığını bir beyitle Hüseyin’e anlattı:
“ Halkın kalbi seninle kılıçları Beni Ümeyye iledir;
ilahi takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar.’’

Hz. Hüseyin, “ Doğru söyledin ey Ferezdak, Allah’ın dediği olur, Allah dilediğini yapar. Rabbimiz her gün yeni bir iş üzerinedir. Takdir hoşumuza gidecek şekilde olursa nimetlerinden dolayı Allah’a şükrederiz. O şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü çıkarsa nimeti hak ve takvası da teneşir tahtası olan kimse, elbette taşkınlık göstermez” diyerek yolculuğuna devam etti.

Sa’lebiyye denilen yere vardığında karşılaştığı bir başka yolcudan aldığı haber Hüseyin’i ürküttü: Kûfe’liler biatlarından caymışlardı ve Müslim b. Akil ile Hani b. Urve şehid edilmişti. Hüseyin bu haber üzerine irkildi, geri dönmek istedi, fakat bu defa da Müslim’in oğulları ve kardeşleri ısrarcı oldular, onlar ağabeylerinin kardeşlerinin intikamını almak itiyorlardı. Hz. Hüseyin bunları ikna etmeyi tercih edeceğine onların suyuna gitmeyi tercih etti ve yoluna devam etti: Çünkü Müslim’i o göndermişti Kûfe’ye.
Ancak arkadaşlarından isteyenlerin geriye dönebileceklerini söylemeyi de ihmal etmedi. Bu teklif bazılarını rahatlattı ve  kafileden ayrıldılar. Hüseyin Kerbela’ya ulaştığında yanında sadece 70 kişi kalmıştı.

Hür b. Yezid, Hz. Hüseyin’in Kerbela’ya ulaştığını valiye bildirdi. O da Hür’den, kafilenin sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olunmasını, susuz ve savunmasız bir yerde konaklamaya mecbur edilmesini istedi.

Vali Ziyad, Rey valiliği sözünü  verdiği Ömer b. Sa’d b. Ebu Vakkas’a da ordusuyla birlikte vakit geçirmeden Hz. Hüseyin’in üzerine yürümesini ve onu tepeleyip gelmesini emretti.

Ömer b. Sa’d önce bu işe yanaşmak istemedi. Ancak Rey valiliği de oldukça cazip bir makamdı. Tercihini yaptı ve Hüseyin’in üstüne yürüdü. Hz. Hüseyin Ömer’in gönderdiği elçiye, kendisini Kûfe’lilerin çağırdığını, ancak 18 bin kişinin biat ettikten sonra biatlarını bozduğunu, bu durumu yolda öğrendiğini, geriye dönmek istediyse de Hür b. Yezid’in kendisine engel olduğunu söyledi.

Hüseyin aynı teklifi Ömer’e de yaptı. “Sen bari müsade et ve ben dönüp gideyim“ dedi. Ömer b. Sa’d, Hz. Hüseyin ile çarpışmak istemediği için bu cevaptan memnun kaldı ve durumu Ubeydullah b. Ziyad’a bildirdi. Ubeydullah ise Yezid’e biatı önermesini ve reddi halinde kafilenin su ile irtibatının kesilmesini emretti.
Bunun üzerine Ömer, Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlar arasında bulunan Amr b. Haccac’ı su yolları- nı kesmekle görevlendirdi.

Ömer b. Sa’d sonraları da birkaç defa Hüseyin ile gizlice görüştü. Hüseyin’in geriye dönme isteğini ve bu konudaki samimiyetini tekrar tekrar Ubeydullah b. Ziyad’a bildirdi. Ubeydullah sonunda yumuşadı ve  teklifi uygun gördü. Ancak Sıffin’de Hz. Ali’nin safında çarpışanlardan Şemir b. Zülcevşen ona; “önemli bir fırsatı kaçırıyorsun, Fırat nehri ile irtibatı kesilmiş ümitsizlik içindeki Hüseyin’i elinden kaçırırsan sonra pişman olursun.” dedi ve ne pahasına lursa olsun Hüseyin’in mutlaka öldürülmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Ve sonuda vali Ziyad’ı ikna etti.

Bunun üzerine Ubeydullah, Şemir b. Zülcevşen ile, Ömer b. Sa’d’a bir mektup göndererek Hüseyin’in doğrudan kendisine teslim olmasını sağlamasını, bunu başaramazsa onunla savaşmasını, aksi takdirde kumandayı Şemir’e bırakmasını emretti. Şemir karargaha 9 Muharrem Perşembe günü ulaştı.

Ömer b. Sa’d kazanacağı dünyalığı elden kaçırmamak için bu görevi Şemir b. Zülcevşen’e devretmedi ve verilen emri yerine getirmeye karar verdi.

Ertesi gün Hz. Hüseyin gerekli savaş hazırlıklarını yaptıktan sonra atına bindi ve elinde bir Mushaf olduğu halde Ömer’in ordusuna yaklaştı. Kendisinin buraya geliş amacını anlattı ve olanlar karşısında hayal kırıklığına uğradığını bu yüzden geriye dönmek isteğini söyledi. Hüseyin bu konuşmasında anne babasının ve amcalarının İslam’a hizmetlerini de dile getirdi.
Rasul-i Ekrem’in kendisi hakkındaki övgü dolu ifadelerinden söz etti. Kanının akıtılmasının büyük vebal olacağını  hatırlattı Yezid’in askerlerine.
Hz. Hüseyin’in bu duygu dolu konuşması üzerine Ziyad’ın komutanlardan Hür b. Yezid yaptıklarına pişman olarak onun safına geçti.


Bu durumu gören Sad, Hüseyin’in konuşmasını sürdürmesi halinde ordusunun dağılacağından endişe ederek hemen hücum emrini verdi. Savaş başlamıştı ve savaş birbirine denk olmayan bu kuvvetler arasında tam bir dram şeklinde devam ediyordu.  Hz. Hüseyin’in taraftarları havada savrulan okların ve mızrakların altında kısa sürede şehid edildiler.

Sıcak ve susuzluktan bitkin hale düşen bu az sayıdaki insana, Şemr b. Zülcevşen’in emriyle her taraftan hücum emri verildi.

Sinan b. Enes en-Nehai, bitkin haldeki Hz. Hüseyin’i hedefine aldı. O’nu önce yaraladı ve sonra yere düşürdü, sonra da atından inerek saçlarını ve daha sonra canice, acımasızca başını kesiverdi.
Başı kesilen Peygamber torunu Hüseyin’di. Baş kesen de o peygambere ümmet olduğunu söyleyen müslüman kimliğine bürünmüş bir cani idi, sahtekar idi. Biraz önce Hüseyin’in arkasında namaz kılan bir cani, sahtekar...

Bu arada Hz. Hüseyin’in hasta yatağındaki oğlu Ali Zeynel Abidin de öldürülmek istendi.  Ancak Ömer b. Sa’d buna engel oldu.

Şehitlerin cesetleri ertesi gün Beni Esed mensuplarının ikamet ettiği Gadiriye köylülerince toprağa verildi. Yezid’in orduları cesetleri çiğneyerek  geçip gittiler.

Hz. Hüseyin’in kesik başı ve esirler Şam’a gönderildi. Yezid bu olup bitenler karşısında üzülmüş gibi görünerek, Hüseyin’i öldürtmesi sebebiyle Ubeydullah b. Ziyad’a lanet etti(!)...”

Daha Fazlasını okumak istiyorsanız Ahmet Turgut’un kaleminden AŞKIN ŞEHİDİ romanını okumalısınız. 464 sayfa. Paradoks Yayınlarından. Ahmet Tugut’un bu romanı Hz.Hüseyin’in son 99 gününü konu ediniyor.

31 Ağustos 2012 Cuma

HAFIZANIZA SAHİP ÇIKIN, YOKSA KAYBOLURSUNUZ!


Milletler sahip oldukları değerleriyle ayakta dururlar. Değerlerini unutanlar veya değerleri unutturulanlar, kendilerine yabancı olarak yetişirler. Dil, din, örf adet, tarih, edebiyat bir milletin olmazsa olmazlarıdır. Dilini kaybeden sırasıyla dinini, örf ve adetini, edebiyatını ve tarihini kaybeder.

Özellikle Türkiye'nin dışında yaşayan Türkiyelileri çok büyük tehlikeler beklemektedir. Kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşlarının tensilcileri, Türkiye'yi temsil eden kurumlar, anneler ve babalar yaklaşan bu tehlikelere karşı duyarlı olmakla mükelleftirler.

 
Sahip oldukları değerleri küçümseyenler, onun yerine başka milletlerin değerlerini sahiplenenler, ergeç tarihin tozlu sahifelerinde yerlerini alacaklardır. Atalarımız yanlış yaptıysa bile onlar bizim atalarımızın yanlışıdır. Bıraktıkları miraslar da bizimdir. Varsa yapılan yanlışlar yüzleşmek gerekir. Yapılan hatalardan ders almak gerekir. Yüzleşilemeyen hatalardan ders alınamaz. İnkar etmekle tarih yok olmaz, ata yok olmaz, geçmiş yok olmaz.

Osmanlı'yı beğenmeyenler, onların bıraktığı kültür mirasını inkar edenler, Osmanlı'yı küçümseyenler, sırf bu yüzden koca imparatorluğu işbirlikçileriyle birlikte yıkanlar, işbirlikçilerinin geçmişine şöyle bir göz atsalar, onların gerçek yüzlerini görecekler ve onlardan hemen yüz çevireceklerdir. 5 milyon kilometrekare vatan toprağını paramparça edenlerle, 780 bin kilometrekare vatan toprağını paramparça etmek isteyenlerin aynı insanlar olduklarını göreceklerdir.
Hain değillerse, satılmış değillerse, kendi milletinin değerlerine düşman değillerse gerçek yüzleriyle göreceklerdir onları ve yüz çevireceklerdir onlardan.

"Tarih tekerrürden ibaret derler. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?" (Mehmet Akif Ersoy)

Prof. Dr. Mehmet Çelik almış kalemi eline ve bizim için yazmış tarihte olup bitenleri. Kitabının adı Tarihin Hafızası. Hafızalarını tazelemek isteyenler mutlaka bu kitabı okumalılar ve okutmalılar. Kitap 296 sayfa. I. Baskısı 2011 tarihinde yapılmış. Kitap BSR yayın Grubu tarafından piyasaya sürülmüş. Ben bu kitaptan bazı pasajları sizin istifadenize sunuyorum:

Okuyalım bakalım o seviyelerine ulaşmaya çalıştığımız dostlarımız bizim için neler düşünmüşler, neler yapmışlar. Biz onları darıltmayalım gücendirmeyelim diye onlar için neler düşünmüşüz neler yapmışız ve şu anda karlı olan kim? Onlar mıdır yoksa bizler miyiz?:

''İki bin yıllık tarihi süreçte dökülen kana ve göz yaşına baktığımızda, Çinlilerin, Hintlilerin, Farslıların, Arapların, Türklerin, Afrikalıların kaale alınacak bir etkilerinin olmadığını görüyoruz. Bu milletlerin iki bin yıllık süreçte akmasına neden oldukları kan II. Dünya Savaşı'nda akıtılan kanın yüzde birine bile ulaşmamaktadır...''

''Roma öncesi Avrupa tam bir vahşet dönemi yaşamıştır. O dönem hiçbir ahlâki kuralın işlemediği karanlık bir dönemdir. Tek geçerli ilke güçtür...''

''Şu yakınımızdaki Kapadokya'nın yeraltı şehirleri dile gelse de, vahşi Batı'nın burada döktüğü kanı haykırsa, insanlığın kanı donar...''

''Batı 325 yılında Kilise'yi kurumsal olarak bünyesine kattı ve kısa bir süre sonra, Kilise haç taşıyarak bu işi daha kutsal gayeler uğruna icra etmeye başladı. Arenaların yerini Engizisyon mahkemeleri, gladyatörlerin rollerinin masum insanlar üstlenmeye başladı. Papalar krallardan daha fazla kana susamışlardı...''

''Osmanlı böylesine bir anlayışla hakimiyet kurmaya çalışan eski dünyada batının bu vahşetine son vermişti...''

''Yıl 1988. Yer, Brüksel. Nato Genel Sekreteri John Galvin, soğuk savaşın bitmek üzere olduğunu anlattıktan sonra, yeni düşmanı belirler. ...evet, Soğuk Savaş'tan galip çıktık. 70 senelik yanılgıdan sonra 1300 senedir asıl sorun teşkil eden hususa gelelim: Bu İslâm ile olan mücadelemizdir...''

''12 Eylül cuntasınn lideri Evren, ifade etmişti: ''Türkiye'de laikliğin ölçüsü rakı ve leblebidir...''

''Seferberlik Tetkik Kurulu 1952 yılında NATO tarafından, komünizm tehdidine karşı kurulmuş. 1965 yılında ismi Özel Harp Dairesi olarak değiştirilmiş. Ancak bu kurumdan Türk hükümetlerinin haberi yok. Bu kurumu CIA ve NATO finanse etmiş. 1974‘te ABD parayı kesince o günkü hükümetin ancak haberi oluyor bu kurumdan. Hükümet Başkanı Ecevit duydukları karşısında donup kalıyor. 1990 dan sonra bu tür yapılanmalar lağvedildi, ancak Türkiye hariç...''

''I.Dünya Savaşı öncesinde 5 milyon kilometrekare toprak üzerinde kurulan bir devletimiz vardı, Cumhuriyet'le birlikte 780 bin kilometrekareye düştük. 5 milyon civarında şehit verdik. Sadece Çanakkale'de 250 binin üzerinde şehidimiz vardır...''

''I.Dünya Savaşı'nın asıl sebebi İmparatorluk topraklarındaki petroldür. Sanayi Devrimi'ni tamamlayan Avrupa hammadde ve enerji sıkıntısı çekiyordu. Aradıkları enerji de Osmanlı topraklarındaydı. 1815'de Viyana'da Avrupa'nın devleri biraraya geldiler ve Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi aralarında paylaşmak istediler, çıkar çatışması yüzünden aralarında anlaşamadılar...''

''İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önlerine geldiklerinde, İngiltere Parlamentosu'nda kürsüye çıkan Lloyd George, bu gerçeği artık saklama ihtiyacı duymuyurdu: ''Yarın müttefik dostumuz Fransızlarla Dolmabaçe Sarayı'nda zaferimizi kutlayacağız. Ancak işimiz Osmanlı Devleti'nin tasfiyesiyle bitmeyecek esas işimiz ondan sonra...''

''Biz Çanakkale'de üç nesil birden kaybettik; dede, baba, torun. 253.000 şehit verdik Çanakkale'de. Ama esas kaybettiğimiz şey hafızamızdı. Evet en önemli kaybımız kaybettirilen hafızamızdı...''

''90 senedir Ege Bölgesi'nin şehir ve kazalarında kurtuluş şenlikleri düzenliyerek, bu aziz milletin nesillerine aşağılık duygusu aşıladılar. Sanki bu milletin tarihinde kutlancak zaferleri yokmuş gibi davrandık. Tarihimizi 1920'lerden başlattık...''

''Çanakkale ile ilgili en gerçekçi değerlendirmeyi müttefik donanmaları başkomutanı Amiral Hamilton yapmıştır. ''Türk Milleti'nin aydınlarını ve okumuş kesimlerini yok ettik. Gençliğini ve geleceğini elinden aldık...''

''Yemen'de, Galiçya'da ne işimiz vardı diyenlere sormak lazım: İtalyanların Eritre'de ne işleri vardı? Fransızların Cibuti'de ne işleri vardı? İngilizlerin Aden'de ne işleri vardı? Portekizlerin...''

''Çanakkale Savaşı başlayınca, Çanakkale'ye koştuk ve Yemen'i hafızalarımızdan sildik. Ve bir daha geriye dönüp bakmadık. Yemenliler askerlerimizi İngilizlere teslim etmediler, onları evlerine alıp bağırlarına bastılar. Onlar Yemen çöllerinde ölümü beklerken, Cumhuriyet nesilleri de onların üzerini kalın bir perdeyle örtmeyi tercih etti. Ne tahliyeleri için bir teşebbüste bulunuldu, ne de onlar adına orada bir şehitlik yapıldı, ne haklarında bir roman yazıldı, ne de aziz hatıralarına karşı tarihe bir not düşüldü. Bu devlet Avrupâî bir nesil yetiştirmek için Avrupa'dan getirttiği bale hocalarına ödediği bir yıllık parayla bu insanları Yemen'den tahliye ettirebilirdi...''

''Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını bakın nesi var
Bir çift potin ile bir de fesi var!...

Ano Yemen'dir, gülü çimendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?''
....

''Ergenekon Tanzimat'tan beri vardır. Şimdi devlet bağırsaklarını temizliyor. Bu çark yeri geldi Sünninin sırtını sıvazladı, Aleviyi ezdi. Alevinin sırtını sıvazladı Sünniyi ezdi. Laikin sırtını sıvazladı, dindarı ezdi. Dindarın sırtını sıvazladı, gayr-ı müslimi ezdi. Sağcının sırtını sıvazladı solcuyu ezdi.
Yıllardır misyonerlik operasyonarında, gayr-i müslim operasyonlarında, Ermeni meselesinde bu derin yapının, dindarları nasıl gaza getirdiklerini, ancak üniversite kapılarında başörtülü kızları nasıl ağlattıklarını hala görmedilerse ben ne diyeyim...''

''Seyit Rıza'nın gece yarısı idam sehpasında boynuna ilmik geçirilirken yürek parçalayan ''Biz evlad-ı Resul'üz. Kıymayın bize!...'' sözleri hâlâ tüm Elazığlıların kulaklarında çınlamaktadır...''

''Dersim'li Aleviler hangi şehirlere sürüldülerse, orada kurdukları mahallelere Fevzi Çakmak adını verdiler. Kimse merak etmedi, Dersim Alevileri bu namazlı niyazlı Nakşi'yi neden bu kadar seviyorlar diye...''

''Bir çift sözüm de Dersim'li dostlara: Celladına aşık olan darbı meselini bilirsiniz. Tunceli'nin merkezindeki ana caddeye İsmet İnönü adını vermişsiniz. Onu görünce, ''Yandaki caddenin ismi de Sabiha Gökçen'dir'' dedim kendi kendime! Ama yanılmışım beni yanılttınız!... Yaptığınız işi tamamlayın. İsmet İnönü Caddesi'nin yanına, Sabiha Gökçen caddesi ismi yakışır! Seyyid Rıza'nın heykelinin gözyaşlarını umursamayıp hemen işe başlayın! CHP aşkı bunu gerektirir!...''

28 Ocak 1973 te Mıgırdıç Yanıkyan'nın kurşunlarıyla Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir Kaliforniya'da şehit edildi. Yanıkyan, ''bu cinayeti 1,5 milyon Ermeni'nin intikamını almak için işledim'' dedi. Bu haber üzerine Türkiye şoka girdi. Çünkü Cumhuriyet'in hafızasında böyle bir olay yer almıyordu. O güne kadar bu konuda akademik bir çalışma yapılmamıştı. Nihayet 24 saat sonra beklenen açıklama geldi:

''...Mıgırdıç Yanıkyan'ın da söylediği gibi şayet bu olaylar olmuşsa; 1914-1915 yılında olmuştur. Yani Osmanlı Devleti döneminde. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1923'te kurulmuş yeni bir devlettir. Olayların bizimle ilgisi yoktur...''

''Şimdi buyurun buradan yakın!...
Türkiye Ermeni meselesini işte o gün bu açıklamayla kaybetti. Türkiye kolay yolu seçti. Hafızasını inkar etti, tarihini reddetti. 60 yıldır küfrettiği, inkar ettiği Osmanlı'nın sırtına bir günah daha yükleyerek, işin içinden sıyrılacağını zannetti. Üçbin yıllık devlet tecrübesine ve tarih felsefesine sahip bir milletin yöneticileri referans olarak bir katilin söylediklerine sığınıyorlar. Ağlar mısınız güler misiniz?''

''Osmanlı'yı yıkanlar, sadece bir büyük Türk devletini yıkmadılar; insanlığın ümidini de yok ettiler!...Artık güçlünün medeniyet anlayışında fazilet yok, artık merkezde insan yok...sömürü var, kan var, gözyaşı var!... Bu koca depremden, üzerimizden geçen bu koca silindirden ders almadık, alamadık!...Batı hâlâ aynı yöntemlerle içimizi oymaya devam ediyor. İçimizdeki değirmenler hâlâ aynı hızla çalışıyorlar...''

''Ergenekon bittiği gün Türkiye'nin tüm sıkıntıları biteceği gibi, PKK meselesi de bitecektir!...''

''Osmanlı Devleti, Sanayi Devrimi'ni algılayamadığı için dağıldı gitti. Türkiye Cumhuriyeti de bilim çağını algılayanadığı için, dilim söylemeye varmıyor ...''

''Kumaşı bizden olmayanlar, dedelerinin ve ninelerinin dindarlıklarıyla övünürler. Ezan sesi duyduklarında cereyana kapılmış gibi kendilerini kaybederler, başörtülü bir bayan gördüğünde al görmüş İspanyol boğası yanında kuzuya dönerler. İşret yerleri ve batakhaneler camiden ve Kur'an kursundan daha sevimlidir onların nezdinde. Bunlara karşı söylemleri de hazırdır:

Laiklik, rejim, Cumhuriyet, Atatürk ilkeleri ve daha niceleri... Aslında ne laiktir, ne demokrat, ne cumhuriyetçidir, ne de Atatürkçüdür!... Tek gerçek Allah'la problemli bir ruh yapısına sahip olduğudur...''

Eğer daha fazlasını okumak istiyorsanız. Prof. Dr. Mehmet Çelik'in ''Tarihin Hafızası'' kitabına müracaat etmelisiniz.
  
Rüştü Kam
 


 




27 Ağustos 2012 Pazartesi

TEVHİD YOLUNA BAŞ KOYANI EBU CEHİLLER RAHAT BIRAKMAZ


   

Sevgili okuyucularım. Bir masal yazdım siteye geçen hafta. Site sahibi Sevgili Sefa Bey kardeşimin bana söylediğine göre bu masal 20.08.2012 saat 08.57' de siteye konulmuş ve 23.08.2012 saat 20.56 itibariyle 701 kez tıklanmış.

Ayrıca yazıya yorum da yazıldı. Yayınlanan yorumların sayısı 16. Birkaç yorumun dışında yorumlar içerik olarak çok kötü. Dini cemaatleri biraz tanıyanlar bu yorumların organize edilerek yazdırıldığını hemen anlar. Bunlar bizim Müslüman kimlikli kardeşlerimizdir. Sağ olsunlar beni unutmamışlar. Siz kıymetli okuyucularımıza yansıyan yorumlardan daha fazlasını Sefa Bey kardeşim bana e-mail aracılığıyla ulaştırdı. Ve dedi ki "Hocam bu e-mailleri yayımlamak benim edep anlayışıma uymuyor, ancak haberinin olması için sana gönderiyorum."

Okudum o e-Mailleri, hem sevindim hem de üzüldüm. Sevindim, günahlarımı paylaşanlar çıktığı için, üzüldüm, bu insanlar hâlâ bıraktığımız yerde otlamaya devam ediyorlar. Bir adım yol kat etmedikleri gibi çok geriye gitmişler.
Hayıflandım ve Allah'a düa ettim. "Allah'ım sana ne kadar şükretsem azdır, yol bu yoldur, bu yol elçilerin yoludur. Sen beni ve arkadaşlarımı bu yolda daim eyle. Müşrikleşenlerin tasallutlarından beni ve arkadaşlarımı uzak tut. Selam olsun tevhid yolunun haysiyetli yolcularına.
Allah'ım şirk bataklığında debelenen o zavallı insanlara basiret ve hidayet nasip eyle. Allah'ım onlar bilmiyorlar, eğer bilselerdi ayrılırlar mıydı tevhid yolundan."

***
Ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed gençliğinde el üstünde tutulan bir insandı. Mekkeliler onu çok severlerdi. Bundan dolayı da O'na Muhammed'ül Emin dediler. Güvenilir insan demektir. Elinden ve dilinden kimsenin rahatsız olmadığı ve olmayacağı insan demektir.
Gençliğinde haksızlığa uğrayanların başvuruda bulunabilecekleri bir dernek kurulmuştu Mekke'de, o genç adam hemen o derneğin içinde yer aldı. Mazlumların yanında olmak onun için vazgeçilemez bir görevdi.
40 yaşına geldiğinde, vahiy almaya başlamış ve peygamberler listesinin son halkasına adını yazdırmıştı. Peygamberlerin sonuncusu olarak da dünyaya ilan edilmişti Sevgilisi tarafından.

Görevi, dünyaya Allah'ın bir olduğunu ilan etmekti. O da onu yaptı. "Allah birdir" dedi, "Putlara tapmayınız onların size faydası yoktur" dedi.

Mekke halkı da biliyormuş aslında putların insana fayda vermediğini, ancak o putlar sayesinde Mekke'nin ekonomisi güçleniyormuş. Dolayısıyla çıkarları Allah'ın bir olduğunu kabul etmeye mani oluyormuş. Dini, ticari emellerine alet ederek para kazanmak kolaylarına geliyormuş, fazla emek sarf etmeden duygulara hitap ederek, mistik bir hava içine insanları kanalize etmek ve onların ceplerindeki paraları almak hem çok kolay hem de çok kazançlı bir yol imiş.

Allah'ın varlığını kabul ettiği halde, bazı şeyleri vesile kılarak Allah'a ulaşmaya çalışanlara müşrik denirmiş. Vahyin Sahibi müşrikleri hiç sevmezmiş, bu konuda asla taviz vermezmiş. Müşriğin cezası kâfirin cezasından daha şiddetliymiş.

***
Mekke müşrikleri zaman zaman toplanıp durum değerlendirmesi yaparlarmış. "Ne yapacağız
bu Muhammed'i, davasından vazgeçmiyor. Ne kadar da eziyet etsek, ambargonun her türlüsünü de uygulasak, etrafındakileri taciz de etsek, öldürsek de vazgeçmiyor Allah birdir demekten" derler ve Muhammed'in sesini kesmenin başka türlü planlarını yapmaya çalışırlarmış.

Mekke'nin en güzel kızıyla evlendirelim seni demişler, Mekke yönetiminin başına geç demişler, kralımız ol demişler, mal, mülk, servet verelim demişler. Ama o, bunlara itibar etmemiş. "Allah birdir" demeye devam etmiş. Yollarına dikenler serpmişler, üzerine hayvan pisliği atmışlar, tuzaklar kurmuşlar, kendi akrabaları dahil olmak üzere herkes sırtını dönmüş O'na. O yine "Allah birdir, gerisi lafı güzaftır" diyerek davetine devam etmiş.

Taif'te akrabaları varmış. Bir gün oraya gitmiş. Allah'ın bir olduğunu söyleyecekmiş onlara, nede olsa akrabalarıymış Taif'liler. Gitmiş gitmesine de, gidip gideceğine pişman olmuş. Ama yine görev görevdir demiş ve teslim olmuş görevi veren Makama. Çünkü, onlar da Mekke halkı gibi aşağılamışlar onu. Akraba falan dememişler. Şu kadar uzun yoldan gelmiş, misafirlik hatırı vardır, hürmeten de olsa sesimizi çıkarmayalım falan dememişler. "Eğer anlattıkların doğru olsaydı, kabul edilebilir olsaydı Mekkeliler kabul ederdi seni" demişler. Hatta O'nu çocuklara taşlatmışlar.

Kan revan içinde dönmüş Taif'ten Mekke'ye. Dönmüş dönmesine de, bu sefer de Mekke'ye girememiş. Kime söylediyse, ne kadar dil döktüyse, yalvardıysa, "Etmeyin, yapmayın, kıymayın bana, ben sizin o güvenilir lakabıyla çağırdığınız Muhammd'im" dediyse de boşuna. Kimse O'na yardımcı olmamış. Kalakalmış Mekke'nin dışında o sıcakta, ekmek yok, aş yok, içecek su yok. Nereye gidecek, kime sığınacak. Bir türlü çıkış yolu bulamıyormuş.

Çöküvermiş yere o kavurucu sıcağın altında. Almış başını avuçlarının içine, için için ağlamaya başlamış. Bir taraftan da Sahibine dua ediyormuş: "Allah'ım halimi görüyorsun, bana yardım et. Bu insanlara da hidayet nasip eyle."
Neden sonra, yetişmiş Sahibi imdadına, hem de müşrik Mutim b. Adiyy'nin eliyle yetişmiş. Delikanlı, yiğit bir müşrikmiş Mutim. Korkarlarmış Mekkeliler ondan. Kalabalık bir ailesi varmış. Haksızlık gördü mü bir yerde hemen çıkarmış ortaya ve haksızlığa mani olurmuş.
Muhammed'i öyle yapayalnız, garip, hüzünlü bir vaziyette görünce dayamamış ve atılmış ortaya; " Eeee bu kadarı da fazla" , "Ben Muhammed'in hamisiyim, kim O'nun Mekke'ye girmesine mani olmaya kalkarsa karşısında beni bulur" demiş ve girivermiş koluna Elçi'nin, başlamış O'nunla birlikte yürümeye Mekke sokaklarında. Kimse gıkını çıkaramamış. Böylelikle kavuşmuş tekrar vatanına Elçi. Bütün bu olup bitenlere rağmen vazgeçmemiş davasından. "Allah birdir."

***
Mekke'liler O'na "Bu kadar insan hata yapıyor da sadece Sen mi hata yapmıyorsun? Biz atalarımızdan dedelerimizden böyle gördük, böyle bildik. Gel vazgeç bu inadından" diye yüklenirlermiş. Ama O vazgeçmezmiş davasından "Allah birdir."

Bakmışlar olmuyor, bu sefer para musluklarının kesilebileceği öngörüsüyle işkencenin dozunu artırmaya başlamışlar. İşkence altında tam 13 yıl geçmiş aradan. Dile kolay işkenceyle dolu, eziyetle dolu, iftira ile dolu, aşağılanma ile dolu, saygısızlıkla dolu, zulümle dolu tam 13 yıl. Elçi'yi, bu süre içinde sadece 400 kişi kabullenmiş. 13 senede 400 kişi. Vahye muhatap olan seçilmiş bir peygamber ve Tevhid'e gönül veren sadece 400 Müslüman.

***
Vahiy aldıktan sonra 40 yıl Allah'ın birliğine çağıran ve sadece bir kişi tarafından kabul gören peygamberler de var. Allah bir dediği için, Allah'tan başkasına ibadet edilemeyeceğini söylediği için, faizin her türlüsünü yasakladığı için, "Zenginin malında fakirlerin de hakkı vardır." dediği için, "Mal- mülk, servet zenginlerin elinde dolaşan bir meta olmasın." dediği için, ihtiyaçtan fazla olan malın ihtiyaç sahiplerine dağıtılması gerektiğini söylediği için, yetimin kimsesizin hakkının gözetilmesi gerektiğini söylediği için öldürülen, çarmıha gerilmek istenen, ağaç kovuğuna sokulup testereyle biçilen elçiler de var.

***
Eğer siz vahiy alan elçilerin yolunda yürüyorsanız, onların bıraktığı Emanet'e bir şey ilave etmiyor veya O'ndan bir şey eksiltmiyorsanız, müşrikleşen Müslümanlar mutlaka sizden de rahatsız olacaklardır. İnsanların adının Müslüman olması kimseyi kandırmamalıdır. Müşrik olabilmenin ilk şartı, Allah'ı kabul etmektir. Bu kabulden sonra Tevhid'e karşı olan tavrıdır o kişinin Müslüman veya müşrik olarak adlandırılmasına sebep.

Sevgide ölçüyü kaçıran herkes imanını sorgulamak zorundadır. Mala olan düşkünlük, servete olan düşkünlük, din istirmarı, Allah ile aldatmak, makam ve mevki için, para için her türlü herzeyi yemek, Allah'a ulaşmak için araya aracılar koymak, gruplara ayrılarak değişik isimlerle kendilerini adlandırmak, fırka-i naciye zırvasıyla kendilerinin kurtuluşunu, diğerlerinin sapıklığını ilan etmek MÜŞRİKLEŞME alametidir.

Kur'an son kitaptır, onun yolundan ayrılmayın, onu okuyun ama anlamak için okuyun, hayatınıza geçirmek için okuyun, Kur'an başucu kitabınız olsun diyenlere sataşmak MÜŞRİKLEŞME alametidir.

Mali ibadetler konusunda Müslümanları duyarlı olmaya çağıran, yol kesicilere prim verilmemesi gerektiğini söyleyen, birlik ve beraberliğin Kur'an'ın ipine sımsıkı sarılmaktan geçtiğini anlatan, Tevhid'i esas alan, Tevhid'i zedeleyici unsurlardan uzak durulması gerektiğini her fırsatta tekrarlayan insanlara dil uzatmak MÜŞRİKLEŞME alametidir.

Ben Müslümanım diyen herkes bu çerçevede şapkasını önüne koymalı ve imanını sorgulamalıdır. Ben şirkin neresindeyim, ben de müşriklik alameti var mı acaba? diye.

Esas olan tevhid inancıdır. Tevhide giden yolun mihmandarı Kur'an'dır. Kur'an'ı bize ulaştıran ve O'nu hayat kitabı olarak takdim eden, vahiy almadan önce Muhammed-ül Emin olduğu için saygı gören, vahiy aldıktan sonra hain ilan edilen, nebilerin ve elçilerin sonuncusu Hz. Muhammed'dir.

***
Allah'ım tevhid yolunun yolcularına yardım et. Dalalette olanlara, sapıklıkta olanlara, şirk bataklığına saplanarak müşrikleşen Müslüman kimlikli insanlara hidayet nasip eyle, tut onların elinden, kucakla onları, onlar bilmiyorlar, bilselerdi tevhidi zedeleyecek ameller içinde olmazlardı. Onlardan olmasa bile belki onların nesillerinden tevhidi yüceltecek, erler, yiğitler çıkacaktır, lütfen onlara acı ve merhamet et. Onları adaletinle değil merhametinle yarlığa. Amin...
  
Rüştü Kam

ELVEDA EY RAMAZAN

14 Ağustos 2012 Salı, 09:59 · tarihinde Rüştü Kam tarafından eklendi


Ramazan geldi ve işte gidiyor
Kan ve gözyaşı Ramazan'da bile hız kesmedi
Ramazan geldi ve işte gidiyor. Kan, gözyaşı, acı ve ıstırap dolu bir Ramazan ayı geçirdik. Suriye'de kan vardı hâlâ var, kardeşkanı dökülüyor orada. Dünya seyrediyor, Müslüman ülkeler de seyrediyor. Haram aylarda savaşmak yasaklanmıştır Kur'an'da. Buna rağmen seyrediyor İslâm ülkeleri.
Myanmar'da Müslümanlar Budistler tarafından yakıldılar, acımasızca katledildiler, çoluk çocuk. Çocuk kadın ihtiyar ayırımı yapılmadan katledildiler. Türkiye hariç diğer İslam ülkeleri yine sessiz kaldı. Dünya sesiz kaldı. Birleşmiş Milletler denilen kurum sessiz kaldı. Akan Müslüman kanı olunca hassasiyet gerekmezdi; Müslüman kanının ne önemi vardı ki...

Biz Avrupalı Müslümanlar da böyle bir ortamda tuttuk oruçlarımızı. Cami kürsülerinden bu mezalimle ilgili hassasiyet duyuruları yapıldı. Müslümanlar duyarlı olmaya davet edildi. Protesto duaları yapıldı, amin sesleri arşıâlâya yükseldi. Yapılacak fazla da bir şey yoktu

 Müslümanlar için, "Kötülük ya el ile değiştirilecekti ki; bu görev devletlere ve devletlerin oluşturdukları Birleşmiş Milletler gibi, NATO gibi kurumlara düşer. Ya dil ile değiştirilecekti ki; bu görev ilim adamlarına ve onların oluşturdukları Diyanet İşler Başkanlığı gibi, üniversiteler gibi kurumlara düşer. Ya da kalp ile yapılan buğuz ile değiştirilecekti ki; bu görev de bütün Müslümanlara düşer."

 Buğuz göreviyle görevlendirilen Müslümanlar hakkıyla buğuz yapabildilerse, şuurlu bir şekilde bütün samimiyetleriyle isyan çığlığı atabildilerse ne mutlu onlara.
 
Oruç tutanlara selam olsun
Bu ayda oruç tutanlar kazandı bir kayıpları yok. Camiler yine şenlendi. Dualar yapıldı, hatimler okundu, salavatler, tekbirler getirildi. Teravih namazları kılındı. Zekâtlar sadakalar verildi. Fakirler sevindirildi. İftar yemeklerinde Müslümanlar kaynaştı, kucaklaşıldı, hal hatır soruldu.
Dünya Müslümanlarının içinde bulunduğu durumlar Ramazan vesilesiyle yeniden gündeme geldi, din görevlileri hutbelerden cemaatlarını uyarmaya çalıştılar, zalimlere karşı duyarlı olunması gerektiğini her vesileyle hatırlattılar, kalbi duygularla zalimler lanetlendi.

 Camilerde iftar yemekleri verildi. Sivil toplum kuruluşları, yabancı devletlerin büyükelçileri, bazı Alman kuruluşları ve partileri de iftar yemeği verdiler. Cıvıl cıvıldı Ramazan geceleri. Berlin'de verilen bu iftar yemeklerinde, oruç tutan da vardı tutmayan da, Alevi'si de vardı Sünni'si de, Hristiyan'ı da. Hoşgörü hakimdi her zeminde. Herkes kalp kırmamak için özel gayret sarf ediyordu. Özlediğimiz hoşgörü ortamına doğru yavaş adımlarla da olsa gidiliyordu.


Büyükelçi'den ikinci iftar
T.C. Berlin Büyükelçiliği de iftar yemeği verdi. Hem de iki kez. Birinci yemekte Berlin'de yaşayan Türkiyelilerin kanaat önderleri, işadamları, konsolosluk ve elçilik çalışanları residansın bahçesinde kurulan çadırın altında bir araya geldiler. İkinci yemekte ise Almanya genelinden misafirler vardı çadırın altında: Türk kökenli Eyalet milletvekilleri, Federal Milletvekilleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, Müslüman ve Hristiyan din adamları ve basın mensupları.


İkinci iftarda masalar numaralanmamış, isimlendirilmişti. Değişik çiçeklerin isimleri masalara ad olmuştu. Karanfil, Papatya, Mimoza, Gül, Kardelen vb. çiçekler. Büyükelçi konuşmasına konukları çiçeklere benzeterek başladı. "Sizler her biriniz birer çiçeksiniz."
Konuşmasında hoşgörü mesajları veren Büyükelçi, "Biz kimseyi ötekileştirmiyoruz herkesi kucaklıyoruz ve herkese aynı mesafede duruyoruz" dedi.
 
Duygu yüklü bir konuşma yapan Karslıoğlu da mustaripti Suriye'de olup bitenlerden, Myanmar'da olup bitenlerden, dünyada olup biten bu kanlı vahşetlerden. "Oralarda bu mübarek Ramazan ayında akan kanlar içimizi acıtıyor."
 
Birinci iftarda yemekten sonra sadece çay ikramı yapılmıştı. İkinci İftarda Türk geleneğinde önemli bir yeri olan sâki, sırtına yüklendiği güğümden içecek ikram ediyordu misafirlere. Kütahya Porselen damgalı fincanlardan Türk Kahvesi de ikram edildi. Yanında lokum yoktu ama olsun. Mesaj verilmişti, yerine ulaşmıştı: "Biz geleneklerimizle yaşarız, nerede olursak olalım farklılıklarımızla yaşadığımız ülkelere zenginlik katarız." Geleneklerimiz canlandırılıyordu, yaşatılıyordu ne güzel.
 
Kültür Elçileri
Benzer mesajları, Berlin'de hizmet veren Türk restoranları da verebilir aslında. Onlar da bir anlamda Türkiye'nin kültür elçileri değil midir? Restoranların iç ve dış dekorlarında Osmanlı kültüründen, Türk kültüründen motifler olmalıdır. Amaç sadece para kazanmak olmamalıdır.
Müşterilere yemekten sonra filtre kahve yerine Türk kahvesi ikram etmek, Seylon çayı yerine Rize çayı ikram etmek o kadar zor olmasa gerektir. Bu konularda maliyet hesabı yapılmamalıdır. Tabiatıyla ikramdır, parasız olması gerekir.
Hat sanatından, Ebru sanatından, Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden örneklerle dizayn edilmelidir restoranlar.
 
Uzakdoğu ve Asya restoranlarına girdiğinizde hayıflanıyorsunuz ister istemez. Sanki Hindistan'da, Pakistan'da, Çin'de ve Japonya'daymışsınız gibi hissediyorsunuz kendinizi. Sonra soruyorsunuz," Bizim insanımız neden böyle bir duyarlılık içinde değildir?" diye. Geçmişimizden mi utanıyoruz dersiniz? Oysa utanılacak bir geçmişimiz de yok bizim. Şerefli örneklerle dolu bir geçmişimiz var. Bin senelik Türk tarihinde yüz kızartıcı bir sahnemiz hiç olmadı. İngiltere, Fransa, Portekiz ve İspanya gibi, gittiğimiz ülkelerdeki insanların ne dinlerine ne dillerine dokunduk biz. Böyle bir densizlik yapsaydık bugün üç kıtada Türkçe konuşuluyor olurdu. Lütfen içiniz rahat olsun.
 
Bayramda yakınlarımızı aramayı unutmayalım
Bayramda sevinçlerimizi paylaşalım. Küçükleri sevindirelim. Büyüklerimizi ziyaret edelim. Ellerinden öpelim. Akrabalarımıza telefonlarla ulaşmaya çalışalım. En yakınlarımızı mutlaka ziyaret edelim, imkân bulamıyorsak, telefonla ulaşalım ve gönüllerini alalım.
 
Ramazan'da, hoşgörü kanatlarımızın altına aldığımız insanları Ramazan'dan sonra da unutmayalım. Ramazan'da edindiğimiz güzel hasletlerimizi Ramazan'dan sonra da devam ettirelim. Böylece oruç bizi eğitmiş olsun, dönüştürmüş olsun.
 
Şimdiden bayramınız mübarek olsun. Yüce Mevla'mız bizlere sağlık ve afiyet içinde nice bayramlar nasip eylesin. Amin.

Rüştü Kam