16 Mart 2015 Pazartesi

8 Mart Dünya Kadınlar Günüdür



Rüştü Kam

8 Mart, kadınlar günü olarak kutlanıyor. 8 Mart 1857 tarihini esas alırsak, yani, bugünün kutlanmasına vesile olan çoğu kadın 129 işçinin öldüğü günü. Bugünün kadınlar günü olarak kutlanması bana mantıklı gelmiyor. Ortada bir ölüm var ve biz o ölümü kutluyoruz sanki.

Böyle de olsa,  kadınların hak elde etmek için organize olmaları takdire şayandır. Gasp edilen haklarını elde etmek için programlar düzenlenmesi elbette alkışlanacak bir durumdur. Ortaçağ Avrupası’nda insan olarak bile kabul edilmeyen kadınların 21.yy.’da hak aramaya çıkmaları gurur vericidir. Kadınlar, Avrupalı erkeklere önce insan olduklarını kabul ettirmişler, arkasından da insan haklarından istifade etmenin yollarını aramaya çıkımışlar, bu onurlu brir mücadeledir.

Ancak bu onurlu mücadele hiç bir kadını ötekileştirmeden yapılmalıdır. İnancından dolayı, ırkından dolayı bulunduğu mevkiden dolayı hiçbir kadın dışlanmamalıdır. Mücadelelerinin temelini sadece insan hakları oluşturmalıdır:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk 5 maddesi, yapılacak etkinliklerin vazgeçilmezleri olmalıdır:  (10 Aralık 1948)
Madde 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.
Madde 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.
Madde 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4: Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır.
Madde 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.

Kadın hakları ile yapılan toplantıların merkezine sadece kadın hakları konulmalıdır. Sağcılık, solculuk, din ve dindarlık, partiler konulmamalı, ideolojiler konulmamalıdır. Bu toplantılarda dine, ırka ve mukaddes değerlere saldırılmamalı, inancından, başörtüsünden dolayı kimse kınanmamalıdır. Özlenen tablo böyle bir tablodur. Başı açık olan kadın hangi derecede onore ediliyorsa, başı kapalı olan kadın da aynı derecede onore edilmelidir.
”Dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ, sırf kadın oldukları için, pek çok sorunla karşı karşıya kalmaktadırlar. Tüm sorunlara rağmen, günümüzde artık ister Türkiye'de ister Almanya'da olsun, ülkemiz kadınları sosyal hayatın içinde etkin olarak yer almaya başlamıştır. Kadınlar toplumu ileri götüren sosyal dinamiğin temel kaynağıdır. Özellikle annelik rolleriyle yeni nesillere şekil vermektedirler. Bu anlamda, „bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz" sözünü çok isabetli bulmaktayım. Dolayısıyla kadına yapılan yatırım, aslında geleceğe yapılan yatırımdır.” (Gamze Karslıoğlu)

İdeolojiler ön plana çıkarılırsa, mütedeyyin insanlar her türlü olumsuzluğun merkezine konulursa onların da kendilerini savunma hakları doğar. Tarafların nefislerine yenik düştükleri durumlarda kavga kaçınılmaz olur.

Mesela; 28 Şubat öncesi ve sonrasında ikna odalarında başları zorla açılan, üniversitelerden başörtüsü yüzünden atılan kızların diyecekleri vardır. Bir denemin Türkiyesinde askerdeki çocuğunu ziyaret etmek isteyen ve bu isteği kabul edilmeyen annelerin söyleyecekleri vardır. Geçmişte, her vesileyle kamusal alan adı altında uydurulan mekânlara sokulmayan, oralarda çalışmalarına müsaade edilmeyen başörtülü kadınların söyleyecekleri vardır. Sırf başörtülü olduğu için milletvekili seçilemeyen, seçildiği halde sosyal demokrat bir başbakan tarafından meclisten kovulan kadınların da diyecekleri vardır.

Aranan hak kadın hakkı ise ve bu hak gasp edilen hak ise, kimin hakkı olursa olsun o hak, hak sahibine iade edilmelidir. Irk, din, dil ayırımı yapmadan iade edilmelidir. O zaman sahici bir hak arayışı söz konusu olur ki; bütün toplumu kapsar ve toplumun geniş yelpazesinden alkış alır. Aradığımız, özlediğimiz etkinlikler böylesi kucaklayıcı etkinliklerdir.

8 Mart kadınlar günü toplantılarına başörtülü kadınları temsilen de konuşmacılar çağrılmalıdır. Bakalım onlar hak olarak neleri isteyecek, uğradıkları haksızlıkları nasıl sıralayacaklar? İkna odalarındaki çektikleri sıkıntıları nasıl dile getirecekler?  Onlar da dinlenilmelidir, onların psikolojik durumları da  gözlemlenmelidir.

Ha-ber.com’un sayfasından aldığım bir araştırma var. Bu araştırmayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Her fırsatta, Türkiye’yi hedefe koyanların bu araştırmadan ibret alacaklarını umuyorum:

“8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde utanç verici bilanço. Avrupa çapında 28 Avrupa Birliği üyesi ülkede 42.000 kadın ile yapılmış bu araştırma. Ortaya çıkan sonuçlar korkunç düzeyde. Kadınların üçte biri 15 yaşından itibaren fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddete maruz kalmış. Almanya'da bu oran hatta % 35’e ulaşıyor: Her 5 kadından biri şiddete maruz kalmış. Her 20 kadından biri tecavüze uğramış.”(Die Agentur der Europäischen Union für Grundrechte)

Not: Türkiye AB üyesi değildir.

10 Mart 2015 Salı

ULUSLARARASI TURİZM FUARI (İTB)


 
Uluslararası Turizm Fuarı (ITB) sona erdi. Berlin’de yapılan fuarın bu sene 49’uncusu düzenlendi. 

Fuara 186 ülkeden 10 bin turizm firması katılmış.  Dünyanın dört bir yanından gelen katılımcıların tek amacı bir sonraki tatilinizde sizi ülkelerinde ağırlamak. 3 bin metrekare alan üzerinde kurulu olan Türkiye,  bu sene Türk Hava Yolları'nın yanı sıra oteller, seyahat acenteleri, iller, birlikler, dernekler ve kalkınma ajansları olarak toplam 120 turizmci ile fuara katılmış. Göğsümüz kabardı.



Türkiye’yi dünyaya tanıtmak için hükümetler tarafından yapılan teşvikler, sağlanan imkânlar gözden kaçmıyor. Türkiye dünyanın gözbebeği bir ülke. Dört iklim yaşanıyor. Güneşi bol, kumu bol, tarihi eserler açısından zengin, dini turizm açısından ilgi çekici, hem Putperestlerden, hem Hristiyanlardan hem de Müslümanlardan kalma dünyada eşi ve benzeri olmayan dini yapıların, mabetlerin, tapınakların bulunduğu, çeşitli medeniyetlerin gelip geçtiği müstesna bir ülke Türkiye.  Mutfağı da fevkalade zengin.

 

Hattuşaş’ıyla, Efes’iyle, Ani Harabeleriyle, Göbekli Tepesi’yle, Laodikyası’yla, Pamukkalalesi’yle insanlık tarihinin ilk medeniyetlerinin kurulduğu harika bir ülke. 

Ancak Türkiyeli turizmcilerin tanıtım konusunda çok eksiklikleri var. Başta özgüvenleri yok Türk tanıtımcıların. Kendi zenginliklerini tanıtmaktan çekiniyorlar, laiklik adına çekiniyorlar, çağdaşlaşmak adına çekiniyorlar. Biz Avrupalı olacağız derken kaybetmişiz bu değerleri. Biz Avrupalı olursak, biz olamayız ki. Biz, biz olmazsak Avrupalı ne yapsın bizi ve bizim ülkemizi. O zaten Avrupalı, orijinal, çakma değil.

 

Uluslararası Turizm Fuarını (ITB),  Mustafa Ekşi ile birlikte dolaştık. 5 saat kaldık içerde, ayaklarımıza sarısu indi.  Standları tektek gezdik. Gözlerimiz Giresun’un fındığını, Rize’nin çayını, Ege’nin zeytinyağını ve incirini, Manisa’nın üzümünü aradı, Ezine’nin peynirini, Malatya’nın kayısısını aradı.

 
 
Yanında lokumu ve suyu ile ikram edilen Türk kahvesi standını aradı, İnce belli bardakta ikram edilen Türk çayı standını aradı, Türk lokumunu, şekerlemelerini aradı... Ama maalesef yorgun bir vaziyette geri döndü, bulamadı aradığını. 

Denizli’nin tanıtım standına gittik, özlem gidermek de vardı amaçlarımızın arasında. Hemşehrilerimizi görecektik: Yüzümüze bile bakmaya ihtiyaç duymayan bir erkek ve dil ucuyla bize hoş geldiniz diyen bir bayan vardı stantta. Denizli hakkında bilgi almak istedik, bayan elimize bir broşür uzattı ve buradan okursunuz dedi. Yine de teşekkür etmeyi ihmal etmedik.

Çanakkale’nin seramiği, Devrek’in asası ve ortalıkta amaçsız dolaşan Karagöz ve Hacivat’ımız da olmasaydı tamamen elimiz boş olarak geriye dönecektik.



Hayıflandık. Diğer ülkelerle kıyas yapalım istedik ve stantları dolaşmaya devam ettik: Yunanistan; zeytinyağından baklavasına kadar koymuş standına.  
Macaristan; mahalli giysiler içinde bayanlar geleneksel tatlılarını taze taze pişiriyor ve satışa arzediyorlar, hemen yanında nezih bir ortamda bedava kahve ikram ediyorlar. 
İran; İranlı bayan fıstığını koymuş tezgâhına, ikram ediyor, ayrıca semaverler de kaynıyor. Norveç; ürünlerini kocaman bir ekranda tanıtıyor. 
Hollanda; tezgâhına peynirini koymuş ve başında da çok nazik bir bayan, peynir tanıtıyor.



Papazlar tezgâhları dolaşıyor ve şans diliyorlar. Fotoğraflar çektiriyorlar.
Almanlar sucuklarını tanıtıyorlar, mahalli giysileriyle bayanlar fotoğraf çektiriyorlar ziyaretçilerle. 

Biz daha bu işler nasıl olacak bilmiyoruz. Sarığıyla, cübbesiyle ortalık yerde dolaşan bir hoca nasıl karşılanır, bindallı giysileriyle standların önünde resim çektiren bir bayan olabilir mi, mevlevi bir dervişin standın önünde sema etmesi, bir alevinin semah dönmesi nasıl karşılanır? ‘Laiklik elden gider mi? Avrupalı bize ne der?’ gibi endişeler de artık Eski Türkiye’de kaldığına göre; bütün bu eksiklikler, beceriksizlikler neden kaynaklanıyor? 
Sanırım insanımızın yeni Türkiye’ye ayak uyduramayışından. Yetkililer bu sorunu çözmek için kolları sıvamalıdırlar.



İnsanımız her şeyi hükümetten beklememeli. Biraz da kendileri üretken olmalılar. Ülkemizi tanıtırken kendi değerlerimizle Avrupalının karşısına çıkmalıyız. Kum heryerde var, güneş her yerde var. Mevlana ve Hacı Bektaş veli ise sadece Türkiye de var. Kapadokya, Pamukkale, Türk kahvesi, Türk çayı… Sadece Türkiye de var…



Ayrıca insanlar geldikleri ülkelerde neler yiyecekler ve neler içecekler, nereleri gezecekler, hediye olarak neler alacaklar, nasıl eğlenecekler, tarihi eserler nasıl korunmuş ona da bakıyorlar. 

Müzik grupları ve dans grupları da ilgilendiriyor insanları. Almanların, Romanların müzik grupları da vardı fuarda. Türklerin müzik grupları neden olmasın. Sazıyla, neyiyle, kemençesiyle, uduyla, davuluyla, meyiyle ilgi odağı olamaz mı bizim müzik gruplarımız.

 

Bir ülke sadece kâğıtlarla ve birkaç güzel kızla tanıtılmıyor maalesef.

3 Mart 2015 Salı

“TÜRKLER TANRI`NIN GÖNDERDİĞİ CEZADIR”

Avrupalılar 1815 yılında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması için Viyana Kongresi’nde bir araya geldiler. Bir Avrupa ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu bu kongreye davet edilmedi. 
Papa II. Urban’ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konsili'nde yaptığı "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" çağrısı belli ki devam ediyordu.

(1483 - 1546) Martin Luther sahne aldı. Luther’e göre Türkler Katolik Kilisesi’nin yanlışlarına, yolsuzluklarına karşı “Tanrı’nın gönderdiği cezadır. Türkler, Tanrı’nın öfkeli kırbacı, yakıp yıkan şeytanın uşağıdır.
Türk’ün tanrısı olan şeytanı yenmeden Türk’ü yenmek kolay olmayacaktır. Tanrı, işlenen sayısız günah ve nankörlük nedeniyle şeytan Türkleri Almanların başına bela etmiştir.
Bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı; tersine Hristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır. Eğer Samson gibi güçlü olsaydım, çaresini bulur her gün bir Türk öldürürdüm...” (Ermeni Sorununu Anlamak/Uluç Gürkan)

En az Papa kadar Türk düşmanı olan Luther, Türkleri günahkâr Hıristiyanlara Tanrı tarafından verilmiş bir ceza olarak nitelendiriyor ve halkı kendilerini Türklerden koruması için Tanrı’ya dua etmeye çağırıyordu. Ortodoks Hristiyanların Katoliklerden ve de Protestanlardan da farkı yoktu. 

Viyana’ya kadar gelen Türklerin giderek Almanyaya yaklaşmaları, Luther’i çok etkilemiş, onun tarafından Türklere karşı okunacak “Türk duaları” ve kiliselerde verilecek “Türk vaazları” yazılmıştı: 

“Her şeye kadir Tanrı Baba. 
Biz Şeytan’a, Papa ve Türklere karşı hiç günah işlemedik. Bu nedenle onların bizi cezalandırmaları için ne hakları ne de güçleri vardır. Ama sen onları öfkenin değneği olarak bizlere karşı eğer istersen kullanabilirsin... 
Tanrı’m yardımcı ol bize sözlerinle. Papa’nın ve Türklerin cinayetini engelle. Onlar, Senin oğlun olan İsa’yı, Sen’in tahtından indirmek isterler.” 

Luther’in dualarıyla, Katolikler tarafından yazılmış dualar arasında gerçekte çok fark yoktu. İkisinin de temel niteliği Türk karşıtlığı, Türk barbarlığı ve Hıristiyanların onlardan korunması dileğini içermekteydi. 

Luther’den yaklaşık 400 sene sonra, Dr. Johanhes Lepsius (1858-1926) çıktı sahneye. Türk düşmanlığı bu sefer savaş meydanlarından, siyaset arenasına taşındı. Protestan Alman din adamı ve politikacısı olan Lepsius. Ermenilere yönelik yardım kuruluşları arasında ilk sırayı alan, “Alman Doğu Misyonu” ile “Alman Ermeni Cemiyeti”nin yöneticisidir. Protestan Lepsius ve Ortodoks Hristiyanlar aynı saftadır.

Ermeni dostu olarak tanınan Lepsius, Alman misyoneri sıfatıyla başta Ermeniler olmak üzere Doğudaki Hristiyanlara yapılan yardım çalışmalarını yürütmüştür. Johannes Lepsius adlı bu papazın, Ermeniler hakkında yazdığı kitapları ise bugün Batı kamuoyunda, sözde soykırımın ispatında vazgeçilmez öneme sahip kaynaklar arasında yer almaktadır. Lepsius’un bu kitapları, sözüm ona “masum ve savunmasız bir halkın uğradığı soykırım”a ilişkin tek bir belge içermemektedir.

Ve yıl 2015. Protestan ve Ortodoks ve de Katolik kiliseleri Martin Luther’in yolunda Türk=Müslüman düşmanlığına devam etmektedir. 

Almanya’da 95 yerde Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermenilere soykırım uygulanmıştır diye program düzenleniyor. Bu programlardan 54 tanesi Berlin’de, 15 tanesi Berlin/Charlottenburg Belediyesi tarafından organize ediliyor.  

Yaklaşık 3 milyon Türkiyelinin yaşadığı Almanya’da yapılıyor bu programlar. Berlin’de 250 bin Türkiyeli yaşıyor. Almanlar Türklerin duyarsızlığından emin olmasalar böylesine yoğun bir program düzenleyemezlerdi eminim. 

Bu programlar yapılmaya başlandı bile. Türklerden bir tepki var mı? Hayır. Kiliseler harıl harıl çalışırken, program üzerine program düzenlerken, bizim dini cemaatler ne yapıyor, başta DİTİB olmak üzere? Bir hiç. Ortak bir bildiri hazırlamışlarda demokratik haklarını kullanmak için sokağa inmişler mi? Hayır. Halkımızı aydınlatıyorlar mı, cemaatlerini, üyelerini aydınlatıyorlar mı? Hayır. Ortak bir hutbe hazırlamışlar mı? Yine hayır. 
Bu durumda Alman’a diyeceğimiz bir şey olabilir mi? Tabii ki hayır. George Bush’un başlattığı haçlı seferi bütün hızıyla devam ediyor desek yanlış olur mu? Hayır…

Örtülü Haçlı seferi bütün hızıyla devam ederken, Milletvekili Hakan Taş bile “ Türkiye soykırımı kabul etmelidir” diyerek açıkça tarafını belli etmişken, Almanya’da yaşayan 3 milyon Türkiyeli ve 4 milyon Müslüman ne yapıyor dersiniz? Ben söyleyeyim:

Her platformda birlik ve beraberlikten bahsediyorlar ama ortalıkta görünmüyorlar. Bunların kimisi sağcıdır, kimisi solcudur, kimisi Milli Görüşçüdür, kimisi Süleymancıdır, kimisi Kürt’tür, kimisi tarikatçıdır, kimisi Alevidir, kimisi Caferi’dir, kimisi Atatürkçüdür, kimisi milliyetçidir, kimisi Alperendir.   Kimisi „göbeğini kaşıyan adam“ der halkına. Kimisi “Türk Milletinin yüzde sekseni ahmaktır„ der. Kimisi de milli bir konuyu konuşmak için yapılan toplantıları fırsat bilerek, „2.000 yılından beri ülkemizde başıbozukluk“ var diye halkının demokratik tercihini küçümser ve halkına laf atar. Mevcut iktidara çamur atmak için her fırsatı değerlendirir.  

Velhasıl, kargadan başka kuş tanımazlar bizimkiler, çelik çomak oyununa devam ederler.  Eeee şimdi suçlu kimdir, kendi davasına hizmet için her yolu deneyenler mi, yoksa kendi davalarına meşrep, mezhep, parti, ırk gailesi güderek ihanet edenler mi? Varın kararı siz verin !

Bir ayet mealiyle bitirelim“ Allah’ım içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin?“(Araf 155)

Rüştü Kam

Not: Atatürkçü Düşünce Derneğini bu konudaki çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.

6 Şubat 2015 Cuma

EVLİLİK, BOŞANMA ve BEL’AMLAR (III)

BEL’AM
 Karaktersiz bir karakter

* Bel’am, Allah’ın vahyi ile tanışmış, iman etmiş ama daha sonraları şeytanın ayak oyunlarına kapılmış, dünyalık çıkarı için dinini satmış, peygamberini satmış, inananları satmış bir kimsedir. Bel’am din bezirgânıdır, din pazarlamacısıdır. Karakteri karaktersizliktir.

* Bel’am, bilgisi sayesinde tuğyan etmiş, ilmini nakite çevirme peşine düşmüş, az bir paha karşılığı dinini tahrif etmiş bir şahsiyettir.

* Bel’am, heva ve hevesinin peşinden gitmiş, nefsinin arzularını ilah edinmiş, ilmini önceleri Allah için kullanırken sistemin çarkına dâhil olduktan sonra ilmini egemen güçlerin/ zorbaların/ müstekbirlerin hizmetine sunmuş bir şahsiyettir.

* Bel’am, cahiliyye sisteminin önemli bir faktörü haline gelirken, egemen güce bağlılığını her fırsatta yineleyen, açıklayan ve sisteme karşı çıkanları dindışı ilan eden yani kraldan fazla kralcı bir şahsiyettir.

* Bel’am önceleri Allah’a kul/ köle olurken, sonraki hayatında Firavun ’un, iktidar gücünün kulu/ kölesi olmuş bir şahsiyettir.

* Bel’am, Allah’ın ayetlerini hatırlatan kimselere karşı, köpeğin uluması, ürmesi gibi uluyan, üren ve canla başla inancın hayata hâkim olmasına engel olmaya çalışan bir karakterdir.

Kur’an’da, Bel’am karakteri Araf suresinin 175’inci ve 176’ıncı ayetlerinde anlatılır.  Kur’an’ın başka ayetlerinde de din adamlarının özelliklerinden bahseden ayetler vardır. Onlar:

* Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığında satan kimselerdir.

“Yanınızdaki Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kuran’a, inanın; onu ilk inkâr edenler siz olmayın, ayetlerimi hiçbir değere karşılık değiştirmeyin ve bile bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara 41)

* Hakkı gizlerler ve Hakka batılı karıştırırlar.

“Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara 42)

* İyiliği/marufu başkalarına emrederler ama kendileri yapmazlar, sanki onlar bundan muaftırlar.
“Kitap’ı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (Bakara 44)

* Kitab’ı tahrif ederler ve çıkarlarına uygun bir şekilde yorumlarlar.

“Size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir takımı Allah’ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra, bile bile onu tahrif ediyorlardı.” (Bakara 75)

* Kendi yazdıklarını, söylediklerini Allah’a izafe etmeye çalışırlar.

“Vay, Kitab’ı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, “Bu Allah katındandır” diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!” (Bakara 79)

* Kitabın işine gelen kısımlarını kabul ederler, işlerine gelmeyenleri gizlerler.

“Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara 85)

* Onlar, Allah’ın kimi ayetlerini gizlerler, kimilerini gündeme bile getirmezler.

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu –Kitap’ta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara 159)

* Onlar, insanların mallarını yolsuzluk yaparak ellerinden alırlar, haksızlık yaparlar.

“Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin (Din adamlarının) çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.” (Tevbe 34)

* Onların bilgileri nazaridir, pratik hayatlarında bilgileri hiç işe yaramaz.

“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” (Cuma 5)

Sonuç:

Yukardaki ayetlere göre,
1-Kadın da erkek de boşanmak için mahkemeye başvurma hakkına sahiptir.
2-Kadına verilen hediyeler ve mehirler geriye alınmayacaktır. Hali vakti yerinde olanlar hediye
konusunda cömert olmalıdırlar.
3-Bekleme süresince, kadın evde kalacaktır ve geçimi kocaya aittir.
4-Hamilelik durumunda da, doğuma kadar kadın evde kalacak ve geçimi kocaya ait olacaktır.
5-Kur’an, “3 ten 9 a şart olsun seni boşadım” diyerek kadının boşanmasına müsaade etmez.
6-Kur’an’ın buyruğuna göre, mahkemede taraflardan adaletli 2 de şahitleri olacaktır.
7-Boşanan taraflar birbirleri hakkında ileri geri konuşmayacaklar, iftira atmayacaklar, haklılık yarışına girmeyeceklerdir.
8-Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, kim bu sınırları çiğnerse hesabı çetin olacaktır.

Tavsiyeler:

1-Kızlar, resmi nikâh yapılmadan önce dini nikâh/iman nikâhı yaptırılmamalıdır.
2-Hülle sahtekârlığına kanarak eş boşanmamalıdır.
3-Üçten dokuza şart olsun gibi bir sahtekârlığı esas alarak eş boşanmamalıdır.
4-Çocuklar kız/erkek sevmediği, istemediği bir kimseyle evlendirilmemelidir.
5-Evlenen çocuklarla aynı binada veya çok yakın semtte oturulmamalıdır.
6-Anne ve babalar sık sık yeni evli çocuklarını ziyaret etmemelidirler.
7-Çocuklar problemlerini kendi aralarında çözmelidirler. Anne ve babalar müdahil olmamalıdırlar
8-Kadının istediği gibi kullanma hakkına sahip olduğu mihrine erkek müdahale etmemelidir. Aralarında anlaşırlarsa o başka.
9-Damat ve gelin birbirlerine, senin annen senin baban gibi ifadeler kullanmamalıdır. Taraflar birbirlerinin anne ve babalarına, akrabalarına aynı uzaklıkta durmalıdır.
10-Eşler birbirlerinin üzerinde üstünlük kurmaya kalkmamalıdır.
11-Eşler birbirlerinin kişilik haklarına müdahale etmemelidir.
12- Ailede seven sevilir, sevilen de sever mantığı geçerli olmalıdır.

Allah Bel’amların şerrinden bizleri muhafaza buyursun.

BİTTİ

5 Şubat 2015 Perşembe

BEŞ BIÇKIN MÜCAHİT (!!!!!)*

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken 4+1 bıçkın mücahit varmış... Gurbetçiymiş bunlar...Kendi ülkelerinden çok uzaklardaki Almanya adında bir ülkeye işçi olarak gelmişler. O zamanlar Almanya'da insanların dini görevlerini yerine getirmelerine yönelik teşkilatlar kurulmuş, bu teşkilatlardan çoğu Türkiye diye bilinen bir ülkeden yönetiliyormuş. Bıçkın mücahitler de hasbelkader o teşkilatlardan birinin yöneticisi oluvermişler...Astıkları astık, kestikleri kestikmiş bu bıçkınların...Yönettikleri teşkilatta taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamışlar yönetimleri süresince...Yalan söylemek ve iftira atmak da bunların sünnetiymiş aynı zamanda...

O zamanlar Almanya'da bir de göçmen televizyonu kurulmuş. Bu televizyonu üç gurbetçi arkadaş kurmuş. Ortaklardan biri olan delikanlı anlarmış televizyon yayıncılığından. Diğer ortaklar kendi işleriyle meşgullermiş...Nasıl olduysa, bu bıçkın mücahitlerle, gurbetçi delikanlının yolları birleşivermiş birdenbire Almanya'nın büyükçe bir şehrinde...O büyük şehirin adı da Berlin'miş...Bir zamanlar Almanya'nın başşehriymiş Berlin...
Kader bu ya, televizyon aşkı o bıçkın mücahitlerle o gurbetçi delikanlıyı televizyon yayıncılığında bir araya getirmiş...Parayı veren düdüğü çalar hesabından hareketle, bıçkın kardeşler o televizyonu sahiplenivermişler...Gurbetçi delikanlı televizyonun Genel yayın yönetmenliğini yapacakmış...Öyle anlaşmışlar bıçkın kardeşlerle. Ancak bıçkın kardeşler söz verdikleri halde para desteğinde bulunmamışlar...Bulunmak bir yana televizyonda yayınlanacak reklam konusunda bile delikanlıya ayak bağı olmaya başlamışlar... "O reklamı yayınlayamazsın haramdır, bunu yayınlaman lazım, o helaldir" v.s.

Aslında haramlık ve helallik meselesi değilmiş mesele, mesele: Bıçkın mücahitlerden birisinin arkadaşı restoran sahibiymiş, aynı zamanda kasaplık da yaparmış...Helal olan onun sattığı etmiş, diğer kasapların sattığı etlerin hepsi harammıııış...

Bütün bu sıkıntıların üstesinden gelerek yayın hayatını sürdürmüş gurbetçi delikanlı...4 yıl boyunca o televizyon Berlin'de gündem belirlemiş... "Tek kişilik ordu" diye gazetelere manşet olmuş, hatta başka televizyonlara da konu bile olmuş, bu tek kişilik ordu ile yönetilen televizyon... Zamanla bıçkın mücahitler genel yayın yönetmenini ve aynı zamanda televizyonun kurucusu olan delikanlıyı çekememişleeer. ‘Bu televizyonda şarkı türkü söyleniyor ve aynı zamanda davamıza da ihanet ediyor' diye baş vezire şikayette bulunmuşlar. Bunun için taaa Köln'e kadar gitmişler.

Davamıza ihanet ediyor demeleri işin bahanesiymiş, işin aslı başkaymış: O yıllarda geldikleri ülkede ihtilal olmuş, askerler devleti elegeçirmiş. İhtilalden sonra sağcı solcuyla, solcu sağcıyla konuşmazlarmış. Ülkücülerle, şeriatçılar da birbirlerine yan yan bakarlarmış. Genç delikanlı bunları televizyonda bir araya getirmeyi başarmış, onlarla açık oturumlar bile yapıyormuş televizyonda.
Ayrıca çeşitli dini gruplara da yer vermiş televizyonda genç delikanlı. Süleymancısı da, nurcusu da, diyanetçisi de, o televizyonda yer bulmuş kendisine. Bunlar da yetmezmiş gibi Aleviler de türkü söylemeye, saz çalmaya başlamazlar mı...Bunlar cin çarpmışa dönmüşler... Toplantı üstüne toplantı yaparak, şarkı türkü çalmanın haram olduğuna dair fetva çıkarmaya çalışmışlar. Sonunda çıkarmışlar fetvayı....Bu fetvayı delikanlıya tebliğ etmişler... Tebliğ etmişler etmesine de, delikanlı kesin delil istemiş...Onlar da kesin bir delil getirememişler... Bu durumda delikanlı aynı şekilde yayın politikasına devam etmiş...Çünkü o delikanlı da aynı zamanda ilahiyatçıymış...Neyin haram neyin helal olduğunu o da bilirmiş...
İşte bıçkın mücahitler asıl bu renkliliği hazmedememişler...Dava dedikleri şey ne ise, bu yapılanlar güya onların davalarıyla örtüşmüyormuş...

Aynı zamanda bunlara dört silahşörler de derlermiş. Başka bir ifadeyle o şehirde bunlar Dalton Kardeşler diye de tanınırmış. Herşeyi çok iyi bilirlermiş haaa bu Dalton Kardeşler....Bilmedikleri hiçbirşey yokmuş onların...Siyaseti çok iyi bilirlermiiiş, dini çok iyi bilirlermiiiiş, ekonomiyi çok iyi bilirlermiiiiş, yayıncılığı çok iyi bilirlermiiiiş v.s. Bunların herbiri bulunmaz birer Bursa kumaşıymıııış...

Baş vezire, televizyonda yayınlanan hangi yayının zararlı olduğunu anlatamamışlar Kölln'de ama...Olsun...Baş vezir irade etmiş ve Adil(!) bir yargılamayla alıvermişler genç delikanlının televizyonunu elinden...Televizyonun kurucusu ve genel yayın yönetmeni olan delikanlı böylece ortalıkta kalakalmış...Paranın gözü kör olsun...İster istemez razı olmuş kaderine genç delikanlı...Binbir emekle kurduğu televizyonun elinden gittiğine mi yansın, gurbet ellerde beş parasız ve işsiz kaldığına mı yansın...Yoksa bu durumu hanımına nasıl izah edecek olduğuna mı yansın...

Olacak olan olmuş, evde ekmek beklerlermiş çocukları...Genç delikanlı çocuklarının rızkını temin etmek için Manisa'lı bir arkadaşının desteğiyle pazarcılık yapmaya başlamış, -Allah rahmet eylesin, delikanlının o arkadaşı genç yaşta Hakkın rahmetine kavuşmuş-... Olanları içine sindirememiş ama yapacak daha fazla bir şeyi de yokmuş delikanlının...Çaresiz sabretmiş bütün bu olanlara...

Televizyonun adı TFD televizyonu imiş. Almanya'daki Türk televizyonu demekmiş...Bir süre sonra da binbir emekle kurulan bu televizyon sorumsuz sorumluların, kifayetsiz muhterislerin üstün gayretleriyle maalesef kapanmış, tarih olmuş...

Bu zihniyetin sahipleri alışkınmış zaten televizyon açıp televizyon kapatmaya. Başka yerlerde kurulan televizyonları da kapatmış bunlar...Hem de Allah rızası için hizmet yapacağız diye, insanların duygularına hitap ederek, onların birer fenik birer fenik verdikleri paralarla açmışlar o televizyonları...Hisse sahipleri hesap sormaya başlayınca da" Üzgünüz biz ihanete uğradık" diyerek çok rahat bir şekilde çıkıvermişler işin içinden...

Ortalıkta dolaşan dedikodulara bakılırsa, bu Dalton kardeşler, 25 sene yönettikleri teşkilatlarını da 4 milyon Euro civarında zarara sokmuşlar...Bu zararı haber alan baş vezir ve arkadaşları hemen bunların görevine son vermiş...Son vermiş vermesine de bunların yıllarca muhasipliğini yapan, onlar gibi bıçkın bir mücahidi(!) de onların boşalttığı koltuğa oturtuvermişler...

O, +1 bıçkın mücahit de vefa borcu olarak 4 milyon Euro'nun iç edilme konusunu hukuk açısında zaman aşımına uğrayıncaya kadar tartışmamış çalışma arkadaşlarıyla, konuyu açanları da gözünün yaşına bakmadan görevden alıvermiş...Zaman aşımına uğrayınca da elindeki asayı havaya fırlatarak sevinç çığlıkları arasında kutlamışlar zaferlerini hep birlikte Dalton kardeşlerle...Baş vezir de "Aferin evlat aferin...İşte böyle olacak, gel seni alnından öpeyim bakim" demiş ve görev süresini uzatıvermiş ödül olarak +1 bıçkın mücahidin...

Bir numaralı bıçkın mücahit şeyhliğini ilan etmiş daha sonra, el veriyormuş artık müritlerine ve ekliyormuş soranlara: "Siz biliyor musunuz, ben neler biliyoruuum neler... Padişah hazretlerinin Amerika da 50 milyon, İsviçre' de 40 milyon Doları yatmaktadır haaaa. Ben 25 sene sonra oradan neden ayrıldım sanıyorsunuz? İşte bu sahtekarlıklar yüzünden ayrıldım... İsteyen herkese belgeleriyle ispat ederim bu söylediklerimi" diyerek te üstü kapalı tehdit etmeyi de ihmal etmiyormuş dinleyenlerini...

Müridler de "Vay beee, şu işe bak, görüyor musun olanları" diye dedikodu ediyorlarmış kafalarını sallaya sallaya cemaat arasında...Ondan sonra da oturup zikir (!) yapıyorlarmış topluca... Hiç birisi de "Sen 25 sene ne yaptın orada, şimdi oradan ayrılınca mı aklına geldi bütün bunları anlatmak diye soramıyormuuuuş ...Öyle saça böyle tarak..

İkincisini sürgün etmişler yaşadığı o ülkeden, söylenenlere göre, onun da bankalarda milyonları varmıııış. Oysa bu bıçkın mücahit, daha düne kadar cami kürsülerinden: "Değil faiz almak, faiz vermek, bankaların saçakları altında yağmurdan ıslanmamak için birazcık duranlar bile annesiyle Kâbe'nin önünde zina etmiş gibidirler" diye de vaazlar veriyormuş hararetli hararetli... Hitabeti de oldukça güzelmiş...Vaazlarında belden aşağıya vurmayı da ihmal etmezmiş haaa bu bıçkın mücahit...

Üçüncüsü aslında zavallı birisiymiş...O birinci Dalton'un elinde oyuncak gibiymiş...İradesini ona teslim etmiş, birinci Dalton ne derse, o, onu yaparmış...İki kelimeyi bir araya getirip de konuşamazmış ama...Ne yapacaksın, o memnunmuş çantacılık yapmaktan...Aslında rütbe olarak birinci daltonun rütbesinden üstünmüş rütbesi...Ama ehliyet olmayınca ne yapsın zavallım... Zamanla utancından namaz kılacak cami bile bulamaz olmuş...Birisi bana birşey der diye de bucak bucak kaçıyormuş insanlardan...

Dördüncü Dalton'a selam bile vermek istemiyormuş sokakta görenler. Ama o yüzsüzlük edip insanların zorla elini sıkmaya çalışıyormuş yılışık yılışık...
Dördüncü Dalton aynı zamanda duvar ustasıymış. Ancak bu ustanın bir özelliği varmış ki sormayın gitsin. Bu Dalton usta, öyle ev yapmak, otel yapmak, saray yapmak için duvar örmezmiş. Hürrem Sultanlar'ın emriyle evlerin bodrumlarının kapılarını kapatmak için duvar örermiş. Bu konunun da uzmanıymış hani. Birgün televizyonun genel yayın yönetmeni olan delikanlının oturduğu evin bodrumuna inen kapıyı da kapatıvermiş aniden bir duvarla. Hürrem Sultanlar böyle emir buyurmuşlar. Nedense, Gorbachov Doğu Bloklarından duvarı kaldırırken, dördüncü Dalton duvar yapmaya başlamış. Hem de berlin Duvarı'nın yıkıldığı şehirde yapıyormuş bodrum duvarını.

Delikanlı da almış balyozu eline biRgüzel yıkıvermiş bu duvarı. Bu işe celallenmiş Dalton kardeş, yağmış gürlemiş, "Benki dördüncü Dalton'num, bre gafil sen kim olursun da yıkarsın benim yaptırdığım duvarı"diye dellenmeye başlamış... Delikanlı muhatap bile almamış dördüncü Dalton'u...Durumu hemen başvezire bildirmiş. Başvezir olay mahalline bir heyet göndermiş. Heyet kiracıların hepsini toplanmış huzura. Hürrem Sultanlar da varmış bu toplantı da. Heyet herkesi tek tek dinledikten sonra, hep birlikte bodrum duvarını incelemeye inmişler. Delikenlı ve oturduğu evdeki bütün kiracılar bu bodruma kömürlerini koyarlarmış. Başka kömür koyacak yerleri yokmuş. Evler zaten birer buçuk odaymış. Durumu yerinde inceleyen heyet dördüncü Dalton'a emir vermiş: "Derhal bu bodrum duvarı yıkıla ve kiracıların bodrum yolu açıla." Emir uygulanmış, uygulanmış uygulanmasına da zarar ziyan hesabı delikanlının üzerine yıkılevermiş. Duvarı o yıkmış çünkü.. Heyetin verdiği böylesine adaletli (!) bir kararla bodrum duvarı olayı çözülüvermiş.

Ne kadar doğrudur ve ne kadar yanlıştır bilinmez amma. Dördüncü Dalton'un bu yıkılan duvarın altında kaldığı anlatılırmış o şehirde dilden dile, nesilden nesile. Başvezir yapılanları heyetten dinledikten sonra; hımmm demiş ve eklemiş "Buyruğumdur, bu densizin boynu tiz vurula". Ve alıvermişler kellesini geleceğin fatihi olarak o şehirde nam salmış Dalton kardeşin...

İnsanlar olup bitenleri neden sonra görmüşler görmesine de ne yapsınlar...Havale etmişler Rabb'lerine onları...Eeeee etme bulma dünyası demişler bu dünyaya...Zalimin zulmü varsa mazlumun da âhı vardır...Herhalde yapılan zulümler karşılıksız kalmayacaktır, Allah hesabı çetin olandır, Allah'ın acelesi de yoktur tabii ki deyip tevekkül ediyorlarmış Rabb'lerine...
Hikaye de burada bitmiiiiiş...

Kıssadan Hisse:

Adamcağızın birisi ölmüş. Cenazeyi kaldıracaklar ama köylüler, namazını kıldıracak kimseyi bulamamışlar. Bakmışlar, hafız olan, aynı zamanda da akşamcı olan Bekri Mustafa geçiyormuş yoldan. Yakalamışlar hemen onu. Ne kadar itiraz etse de kurtulamamış ellerinden cemaatın Bekri Mustafa...
Çaresiz cenaze namazını kıldırmış... Sonra da eğilerek cenazenin kulağına birşeyler fısıldamış... Cemaat merak etmiş ve ne dediğini sormuş Bekri Mustafa'ya, o da; "O na dedim ki, şimdi aşağıya inince sana soracaklar yukarıda ne var ne yok diye, onlara de ki; Bekri Mustafa yukarıda imam oldu, onlar yukarının ne halde olduğunu anlarlar...."

 *
1. Bıçkın  Mücahid: Nail Dural
2. Bıçkın  Mücahid: Yakup Taşçı
3. Bıçkın  Mücahid: Mahmut (Mehmet) Gül
4. Bıçkın  Mücahid ve duvar ustası: Haldun (Aykut) Algan
+1 Bıçkın Mücahid: Siyami Öztürk
Başvezir      : Osman Yumakoğulları
Hürrem Sultanlar: Haldun Algan'ın hanımı, Erkan Dileğin hanımı, Ali Uzun'un hanımı, Ahmet Algan'ın hanımı.

Rüştü Kam

BOHEMYA GÜZELİ: PRAG



 
Berlin Türk Eğitim Derneği ve Berlin Veliler Topluluğu'nun birlikte düzenledikleri gezilerden beşincisi İÇİN Prag'da idik. (16.10.2010)
16 Ekim sabahı saat 02'ye beş kala yola koyulduk. Gece olması münasebetiyle gezi ile ilgili bilgilendirmeyi kısa kestik. Sabah namazını kılmak için mola verdiğimizde Prag'a 20 kilometre kalmıştı. Kahvaltıyı otelin restoranında yapabiliriz diye düşündük ama olmadı. Dolayısıyla sabah kahvaltısını tren istasyonunda yapmak zorunda kaldık. Rehberimiz geldiğinde saatin akrebi dokuzu gösterirken yelkovanı da 12.00'nin tam üstündeydi. Hava güzeldi tam bir gezi havası. Rehberimiz Azerbaycanlı bir delikanlı, Ramil Mehmetova.
Dönüşte gezinin değerlendirmesini yapan arkadaşlarımızın anlattıklarından da anladığımıza göre herkes memnun kalmış Prag gezisinden. Özellikle kadınlar bu geziden oldukça fazla keyif almışlar. Ancak memnun olmadıkları bir husus varmış kadınların, o da kocalarından alış veriş izni alamamış olmalarıymış. Kristal bir avize, tek taş bir yüzük, küpe ve kristal bir su bardağı alamamışlar Prag'dan... Velhasıl kadınlar buruk bir sevinçle dönmüşler Berlin'e. Gelecek gezimiz ya Bosna-Hersek ya da İspanya olacaktır. Umre yolculuğu da olabilir...
rustu-kam-25-10-c.jpg
 
Çek Cumhuriyeti'nin tarihçesi
Mitolojiye göre 6'ncı yüzyılda efsanevi Prenses Libuse ve Prens Premysl'inin kurduğu kabul edilen Prag, 9'uncu yüzyıldan itibaren Çeklerin başkenti olmuştur. Prag, 14'üncü yüzyılda İmparator 4.Karl'ın imar faaliyetleriyle sıradan bir şehir olmaktan çıkıp, bir metropol haline gelmiş. 17'nci yüzyıldan itibaren Avusturyalıların egemenliğine giren Prag, 1918'de kurulan Çek Cumhuriyeti'nin başkenti ilan edilmiş. 1939'da ise bombardıman tehdidi üzerine savaşmadan Almanlara teslim edilmiş. 1945'te Rus askerleri tarafından istila edilen kent, 1948'de yapılan seçimlerin ardından 40 yıl sürecek Komünist iktidarına adım atmış. 1989 yapılan "Kadife Devrimle" yeniden demokrasiye geçmiş. 
rustu-kam-25-10-d.jpg
 
Prag
Prag dünyanın en güzel şehirlerinden biri. O kadar güzel ve alımlı bir şehir ki, sanki açık hava müzesi. Sokaklar tertemiz, köpek pisliklerine rastlamıyorsunuz, gürültü kirliliği yok. Renkli Bohemya cam ve kristallerinin pırıltısı sokakları pırıl pırıl aydınlatıyor. Ancak bu kristallerin fiyatları oldukça yüksek. Bir şarap bardağı 1.790 Kron, yaklaşık 60 €.
Prag'ın sokakları tarihe tanıklık ediyor. Birinci dünya savaşında Almanlara savaşmadan şehrin anahtarı teslim edilmiş, gaye şehrin bombalanmasının istenmeyişiymiş... Tanklar 1968 işgalinde saat kulesinin yanındaki belediye binasını yıkıp geçmiş... Bugün ayakta sadece bir duvarı kalmış...
Prag, 2004'den bu yana Avrupa Birliği'nin bir üyesi olan Çek Cumhuriyeti'nin başkenti. 1.2 milyon nüfuslu bu kent oldukça fazla turisti ağırlıyor. Prag geniş bir alana yayılıyor. Metro, tramvay ve otobüslerle şehrin her köşesine kolayca ulaşabiliyorsunuz.
 
 
Saray bölgesinden Prag ve Vltava manzarası
Şehir oldukça geniş ve yüksek debili bir nehir olan Vltava nehriyle ortasından ikiye bölünüyor. Gece tekne gezintisi harika. Nehrin kenarındaki tarihi eserler öyle güzel ışıklandırılmış ki tek kelimeyle muhteşem. Teknede açık büfe usulü yemek yiyebiliyorsunuz. Ancak önceden söylemeniz gerekiyor.
rustu-kam-25-10-e.jpg
Burada bulunan tarihi yapılar içinde en çok ilgi çekeni astronomik saat kulesi. Astronomikliği saatin güneş, ay ve gezegenlerin konumlarını da gösteriyor olmasından kaynaklanıyor. Prag'ın simgesi olan bu tarihi saat kulesinde, her saat başı çanların çalmasıyla ufak çaplı bir gösteri başlıyor. Saatin sağını solunu süsleyen birkaç heykelcik, çanların çalmasıyla birlikte hareket ediyor ve aynı zamanda üst tarafta iki pencere açılıyor ve 12 havarinin heykelleri geçiş seremonisini başlatıyor. Rehberimizin anlattığına göre bu heykellerden her biri bir insanlık halini simgeliyormuş. Bana en ilginç geleni ipi çekerek çanı harekete geçiren iskelet oldu. Çünkü bu heykelin verdiği mesaj fevkalade önemliydi. Ve o iskelet yüzyıllardır her saat başı aynı canlılıkta bu mesajı vermeye devam ediyor: "Ey insanoğlu, öleceksin!..."
rustu-kam-25-10-f.jpg
 
Eski meydan
Eski Şehir meydanında başka birçok tarihi yapı var. Buradaki en etkileyici yapılardan biri Meryem Ana Kilisesi. Gotik bir film setinden çıkmışçasına bütün heybetiyle meydana karşı duran bu yapı oldukça etkileyici. Bu yapının iki kulesi var. Soldaki kule Hz. Adem'i, sağdaki kule Hz. Havvayı simgeliyormuş. Hz. Âdem hafif eğilerek Hz. Havva'ya kur yapıyormuş, soldaki kulenin eğriliği bu yüzdenmiş. Yılmaz Gün kardeşim de bu seremoniden etkilenmiş olacak ki; sevgili hanımına bu meydanda kendi deyimiyle yeniden ilanı aşk eylemiş Hz. Âdem ve Havva'nın huzurunda.

Tırdlov (Trdelnik) tatlısı
Meydanda aynı zamanda, ortaçağ pazarlarını andıran bir pazar kuruluyormuş her gün. Bu meydandan „Tırdlov tatlısı"nı yemeden ayrılmak olmazmış. Herkesin bu tatlıdan mutlaka yemesi gerekirmiş. Manası ahmak tatlısı demekmiş. İçinin boş olmasından dolayı beyinsiz anlamında bu isimle isimlendirilmiş. Kokoreç şeklinde şişe dolanmış vaziyette satılıyor. Biz yedik ama ahmaklık konusundaki farkı fark edemedik.
Peynir kızartması da Prag'ın oldukça meşhur yemeklerinden biriymiş, denemeye değermiş. Prag'a gelipte ördek ve geyik eti yemeden gitmekse hiç mi hiç olmazmış. Ama bizim bu denemeyi de yapma şansımız olmadı. Yemekler çok pahalı değil. Örneğin bir kişi karnını 15-20 Euro arası bir ücretle doyurabilir. Şehrin en turistik yerinde en orijinal şeyleri yediğiniz düşünülürse bu fiyat son derece normal bir fiyat. Para birimi olarak Kron'u kullanıyorlar. Avrupa Birliği üyesi olmalarına rağmen Euro'ya geçmemişler. Geçmeye de niyetleri yokmuş.

Prag sokakları adeta bir festival alanı gibi. Her köşe başında yeteneğini sergileyen  sanatçılara rastlamak mümkün.
Meydanda işimiz bitince Karlov köprüsüne doğru yol aldık. Bu kısa mesafede zaman tüneline giriyorsunuz adeta. Gördüğünüz o güzellikler karşısında hayranlığınızı gizleyemiyorsunuz. Kral Karlov'un dört hanımıyla birlikte dikilmiş anıtının yanından giriyorsunuz zaman tüneline. Sağlı sollu değişik heykellerin ve Vltava nehri üzerine yapılan o tarihi köprülerin ve etrafındaki o tarihi binaların güzelliği ve görkemi karşısında şoke oluyorsunuz.
Heykel deyip geçtiğime bakmayın, her bir heykelin ayrı bir hikâyesi var. İçlerinden biri biraz kötü bir imajla da olsa zindan bekçisi bir Osmanlı'yı canlandırıyor. Osmanlı'yı görmemişler ama Osmanlı korkusunu bir heykelle halklarına anlatmışlar. Ancak, zindan bekçisi olan Osmanlı'yı göbekli birisi olarak canlandırmışlar. Bira içen bir Çekli gibi düşünmüşler zindan bekçisini. Kılıç da Osmanlı kılıcına hiç benzemiyor.
Prag kalesinde St. Vitrus katedrali ihtişamıyla dikkat çekiyor, içine girdiğinizde başka bir ihtişamla karşılaşıyorsunuz. O günkü Kilisenin gücünü Katedralin içinde görebiliyorsunuz.
Bu bölgede en çok ilgi çeken yerlerden biri de Kafka'nın doğduğu ve yaşamış olduğu ev. Kafka, Çek asıllı bir Yahudi. Prag onu sahiplenmiş.
rustu-kam-25-10-b.jpg
 
Oyuncak müzesi
Kafka'nın evini hemen geçtikten sonra birkaç katlı bir binada oyuncak müzesi kurulmuş. Biz müzeleri gezemedik. Sadece dışarıdan binaları gördük. Müzelerden söz açılmışken, Prag'da oldukça fazla müze varmış. Ancak bir süre sonra bu müzelerin aslında tamamen turistik amaçlı birer derleme olduğunu fark ediyormuşsunuz. Bu yüzden rehberimiz müzelere boşuna para vermeye gerek yok dedi. Bu müzelerden bazılarının isimleri şöyle: Komünizm müzesi, ulusal müze, işkence müzesi, Yahudi müzesi, müzik aletleri müzesi v.b.
Müzelerden en önemlisi ulusal müze imiş. Rehberimizden edindiğimiz bilgiye göre bu müzeyi gezmek 1 tam günümüzü alırmış. Dışarıdan gördük ama içine giremedik. Bu müzenin önünde birkaç yüz metre uzanan geniş bir meydan var. Wenceslas meydanı. Meydan boyunca yürümek ayrı bir keyif veriyor insana.

Buranın gece âlemi de bir başka güzellik taşırmış. Murat ve arkadaşları bu âlemin güzelliğine tanık olmuşlar. Bu durum Recai'nin gözünden kaçmamış tabi. Bu caddeye Prag'ın Şanzelize'si (Champs-Élysées) diyorlar. Son model Ferrariler! Ve limuzinler! Süslüyormuş bu caddeyi geceleri. Recai biraz Murat'a takılmak istedi ve ısrarcı oldu ama Murat'ın ağzından bir şey alamadı. Nihayet Murat "Recai abi boşuna uğraşma senin söyletmek istediğini ben söylemeyeceğim" diyerek Recai'nin çekim alanından uzaklaşmasını bildi...

Saray bölgesinden dönüşte yine Karlov köprüsünü geçerek bu sefer sol tarafta kalan Yahudi Mahallesi de gezilebilecek yerler arasında.
Prag'da görülmesi gereken yerlerden biri de Narodni Caddesi. Burada sağlı sollu lüks dükkânlar görmek mümkün. İşin güzel tarafı bu dükkânlar ve caddedeki yapılar yeni yapılmış. Ancak kentin dokusuna uygun olmasına özen gösterilmiş.
Narodni caddesinin sonunda, caddenin Vltava kavuştuğu noktada etkileyici bir binanın zemin katında Cafe Slavia bulunuyormuş. Burası zamanında birçok ünlünün tercih ettiği bir mekânmış. Bu ünlülerin fotoğraflarını duvarlarda görmek mümkünmüş. Fotoğrafların içinde Nazım Hikmet'in ve Yılmaz Güney'in fotoğrafları da varmış.
Bünyamin'in anlattığına göre, bu mekân gerçekten fiyatlarıyla, tatlıları ve içecekleriyle, atmosferiyle, Vltava nehri ve Ulusal Tiyatro binası manzarasıyla mutlaka birkaç saat geçirilmesi gereken gizli bir hazineymiş...

Tabi her zaman olduğu gibi Hikmet yine burada da hanımını kaybetmiş... Bu konudan Güldane Hanım otobüste anlatıncaya kadar haberimiz yoktu.... Bilmediğimiz bir şey daha, dört odalı odada iki kişi kalmışlar... Sabahattin, Yunus ve oğlu ise bir yatakta üç kişi olarak kalmış... Bu durum herhalde müdürün gözünden kaçmış olmalı...

Ahmet Yumuşak yolda rahatsızlandı ve Prag'a varır varmaz hemen yatağa attı kendisini. Hanımına ısrar ettik "sen bari bizimle gel"diye, ama o ben beyimi bu halde bırakamam diyerek beyi ile birlikte otelde kalmayı tercih etti... Kendisini dönüşte gezinin kadını ilan ettik.
rustu-kam-25-10-a.jpg
 
Arnavut kaldırımlı sokakları üstü açık klasik arabalarla da turlamak mümkün. Fakat benim tavsiyem bu şehrin her sokağını adım adım dolaşmak.
Rehberimizin verdiği bilgiye göre; Prag'a gitmişken günübirlik gezilerle yakın yerlere gitmek de mümkünmüş. Bunlardan en bilinen ikisi Karlovy Vary ve Terezin Nazi kampıymış. Karlovy Vary, Çeklerin kur merkeziymiş. Son dönemde zengin Rusların diktikleri otellerle çirkinleşen bir bölge olmuş burası.
Terez'in Nazi kampı ise Polonya'daki Auschwitz kadar meşhur olan bir kampmış. Biz bunların hiçbirine gitme fırsatı bulamadık ne yazık ki. Bir de Prag'ın 70km doğusunda bir kasabada yer alan, tamamen insan kemikleriyle yapılmış bir kilise varmış. Burası da ilgi çeken yerlerden birisiymiş. Ancak vaktimizin kısıtlı olması nedeniyle biz buraya da gidemedik.
 
Rüştü Kam




Rüştü Kam'in ha-ber.com'da yayınlanan tüm yazıları
 


  Yorumlar (8)


 1 Aşksız Kalmayın
Yazan Yılmaz Gün, 31-10-2010 23:30
Hocam cok hos bir gezi analizi yapmissiniz, tesekkür ederim,
Allahin buyrugu üzerine, "Sizden öncekilerin yasadigi yerleri bir görün" Isareti üzerine gezmis oldugumuz Prag gercektende Mimari acidan güzel dizayn edilmis. Tarihi doku sizin de buyurdugunuz gibi cok güzel korunmus. Gezimiz arkadaslarimizin birbirlerine olan saygi ve sevgilerinin zirve yaptigi alanlar idi. Hele,Bahnhof ta acik hava Büfesi mükemmeldi. Bacilarimizin ve erkek kardeslerimizin kaynasmasi cok güzeldi. Bu sebebdendir, Sehirleri, Kasabalari,Köyleri, v.s. güzel yapan icindeki yasanmisliklardir. Anilardir, yani Ley´la dan Somut bir hatira
birakmaktir. Daha önceleri Ley´la dan somut bir hatiram yoktu. Simdi O na Dünyanin servetini degismem. Ley´la kim miş? Dostlar ile Yasanmisliklar, ve anilar....Prag da Yaratilani sevmek, Istanbul´da Yaratani sevme sirri na mazhar olmak
Hos dur...
Ask´siz kalmayin.....Hayatınızda devamlı Ask olsun......

 2 Bensiz Gezi Olurmu
Yazan Ali Aksoy, 27-10-2010 14:58
Sayin Rüstü Hocam

Siz Prag gezisini yaparken ben Türkiye'de calisiyordum.Yazinizi okuyunca sanki bende Prag sehrini gezmis gibi oldum. Ama bensiz gezi olmaz oldugunu herhalde unuttun.Beni Türkiye'den özel ucakla aldirman gerekirdi.Bunun icin bana özel bir Prag gezisi borclusun, sakin unutma

 3 adiniz cikacak Hocam.......:)
Yazan Mustafa Eksi, 27-10-2010 08:05
Sonra demedi demeyin adiniz cikacak, neyemi ?

Günümüzün evliya celebisine .

Prag gitmesekde yazilariniz insan ve sehir havadislerini bizlere bir evliya celebi havasinda ulastiriyo.

Gerci Almanlarinda Karl May i var degilmi :)

sanirim bu geziler sonunda bir kitap olarak cikacaktir.

Ümidimiz budur.

selam ve selametle

 4 Bir açık hava müzesi
Yazan Murat Yıldız, 26-10-2010 19:20
prag cok güzel bir sehir, gidip görülmesi gereken sehirlerden birisi. arkadasim ve ben otelde oda ayarlama kavagasini yasarken bizim gurub gezmis bizim haberimiz yok :-)
en cokta hocamiz gezmis!!

buradan recai abiye tskler ederim bir sorum var ona ???

üzümler kaca ayrilir ??


cevabi gezimizin kahramanindan bekliyorum :-)

 5 gerek yok artik
Yazan abdurrahman akgül, 26-10-2010 13:42
sevgili Rüstü hocam, her zaman oldugu gibni yine dersine iyi calismissin ve klabvuzun kim oldugunu hissettiemissin. Gitmis görmüs kadar olduk, artik gitmeye gerek yok. Bu geziye katilamadim ancak bosna gezisine katilmak isterim

 6 Prag Gezisi
Yazan Hikmet Yilmaz, 26-10-2010 11:00
tebrikler Rüstü bey.O ince detaylarina varana kadar titzlikle hazirlanmis,emek verilmis yaziniz icin tesekkürler.Sagolun varolun vede devamli yanimizda olun.Yazinizi okuyunca Prag gezisi tekrar gözümün önüne geldi.Herseyden evvel bu organizasyonda emegi gecen arkadaslari Recai bey e,Murat kardesimize tesekkürlerimi iletiyorum.Sagolsunlar var olsunlar.Cok emekleri gecti, sikinti cektiler. Prag a gelince:hakikaten cok güzel bir sehir.sanki canli acik hava müzesi.Sunu söylemek,teslim etmek gerek.Tarihi yapilari korumasini bilmisler.Burayi görünce bizim kendi ülkemizdeki tarihi yapilarin durumu aklima geldi.Ne yazikki insan üzülmeden edemiyor. Sizinle böyle gezilere katilmak ayri bir zevk veriyor.Oraya varmadan otobüste bizi prag hakkinda bilgilendirmeniz, ische verdiginiz ciddiyeti gösteriyor.Cok cok tesekkürler.Sonuc itibariyle sunu diyebilirim :Iyiki prag a gittim,gitmeye degdi. Saglicakla kalin,esen kalin.Saygi ve selamlar.

 7 helal sana valla..
Yazan Mustafa yücel, 26-10-2010 00:01
Iki gün boyunca ben ayakta uyumusum hocam. Gezilen mekanlari en ince detayina kadar hatirlamaniza sasirdim. Yalniz 3 kisinin bir yatakta, 2 kisininde 4 kisilik odada yatmasi Recai`nin eksi hanesine yazildi haberin olsun..

 8 ahoi, boheyma güzeli Alena anne, unutulm
Yazan Yunus Inci, 25-10-2010 21:32
Tesekkürler hocam,

topluca istirak ettigimiz Prag gezimizi, 46 kisilik ekibimizle, mükemmel bir ortamda beraberce gecirdik.
Prag'in tarihcesi ve güzellikleri gezip görülmeye deger, üstelik hemen yani basimizda.

Asil güzel olan edindigimiz dostluklar, ve iyice kaynastigimiz arkadaslarlar, ablalar, abiler.

Unutulmaz olan dostluklar, tipki ögrencilik yillarimizda can dostum Sebahattin'le geldigimiz Prag'da tanistigimiz Alene annenin dostlugu gibi ...

Hayir dua aldigimiz icinmi tesadüfmü bilinmez, 1997'in mayis ayi paskalya tatilinde, 7 üversetili arkadas, L'hota'da (Prag'a 30 km uzak, sirin bir köy) tatil evi ariyoruz bulamayinca bakkala girip soruyoruz.
Ozaman bakkalda calisan Alena anneyle tanisiyoruz, bizleri hemen arabasinin pesine takiyor ve evine götürüyor, evinin üst katinda iki oda bir mutfak, cicek gibi hazirlanmis, bize burda bir hafta 100 Marka kalabilecegizi söylüyor.
Saskinlik icinde hemen yerlesiyoruz, ve huzur icinde Alena annenin evinde keyifli bir hafta geciriyoruz, ve ...
Ogün bügündür her yil olmazsada mutlaka Alena ennenin yanina ugrariz, bizi kendi evlatlari gibi bagrina basmis, bizde onu ayni sekilde saygi ve sevgiyle dost edindik.

Gercek ve icten dostluklar, tipki Berlin Türk Eğitim Derneği ve Berlin Veliler Topluluğu'nda daki dostluklar gibi.

En icten sevgi ve saygilarimla

Yunus