17 Şubat 2014 Pazartesi

TAŞLAYARAK ÖLDÜRME



RECM
 
"Evet böyle bir ayet vardı. Eğer insanların, ‘Ömer Allah'ın Kitabı'na ilave yaptı' demelerinden korkmasaydım, ben bu ayeti Mushaf'ın haşiyesine yazardım."
 
Kuran'da olmayan, fakat dine ilave edilmeye çalışılan farzlar ve haramlar, uydurma ayet, kudsi hadis ve hadislerle bu hadislerle görüşlerini temellendiren mezhepler yoluyla dinimize girmiştir. Recm cezası da bunlardan biridir. Bu uydurmalarla, Kuran ayeti iptal edilmeye çalışılmış ve dine taşlayarak öldürme gibi ucûbe bir ilave yapılmıştır. Fakat asıl ucube olan şudur ki; sırf recmi, yani zina edeni taşlayarak öldürmeyi legal hale getirmek için, "recm ayeti"nin var olduğunu, bu ayetin keçi tarafından yenilip yok edildiğini ileri sürerek, Kuran'ın eksik olduğunu söyleyecek kadar ileri gidilmesidir.
  Buhari, Müslim, Ebu Davud, İbn Hanbel, vb. gibi bütün meşhur hadis kitapları, recm ile ilgili hadislere ve ayete ne yazık ki, yer verebilmişlerdir.
Kuran-ı Kerim'de zinanın cezası açıkça, hiçbir yanlış anlamaya sebebiyet vermeyecek şekilde belirtilmişken, Kuran'ın hükmü ile çelişen bir hüküm ortaya atmak akıl almaz bir durumdur.
 
Recm âşıkları raydan çıkınca saçmalamaya başlamışlardır. O kadar ki, maymuna bile recm cezası uygulatmada beis görmemişlerdir. Şöyle bir Buhari hadisi vardır. Amr ibn Meymûn rivayet eder: "Bir grup maymun zina yapan bir maymunu yakalamış ve taşlama cezasını uyguluyorlardı. Onları bu haklı işte desteklemek için ben de taş atarak yardım ettim" (Buharî, Menakıbu'l-Ensar, 27)
 
İnsanların recmedilmesi konusunda uydurulan ayet ve hadislerle yetinmeyenler, maymunların da zina eden bir maymunu yakalayarak taşladıklarını ve sahabelerden birisinin de maymunu recm etme olayına katılarak maymunu öldürdüğünü anlatabiliyorlar. Dolayısıyla recmin ne kadar mantıklı olduğunu, maymunların bile bunu uyguladığını, fakat bazı insanların bunu anlayamadığını anlatmak istiyorlar. Üstelik bu hadisi Buhari rivayetleri arasına alabiliyor.
 
Birçok çelişkili ve mantıksız izah, sırf recm geleneğinin yerleşmesi için uydurulmuş ve Kuran'ın açık hükmü kaldırılmaya çalışılmıştır: Rivayetlerden birine göre Hz. Ömer recm ayetinin varlığından bahsediyor, ancak Kuran'a yazılamadı deniyor. Başka bir rivayete göre ayeti keçi yiyor ve ortadan kaldırıyor. Diğer yandan maymunların recminden bahisle, sahabelerin buna katıldığından bahsediliyor. Delinin biri kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı asırlardan beri bu taşı o kuyudan çıkaramıyor. Çünkü, mezheplerin ve hadislerin dindeki otoritesini şartsız olarak kabul edenler, bilmeden bu izahları da kabul etmiş oluyorlar. Mezhep taassubu bunu gerektiriyor. Geleneksel din anlayışı bunu gerektiriyor. Ata-baba dinine mensubiyet bunu gerektiriyor. Bu kadar açıklamadan sonra gelelim recmle ilgili anlatılanlara:
 
Recm
Recm, zina etmiş bir bayan ve erkeğin taşlanarak feci bir şekilde öldürülmesidir. Recm cezasının İslâm'da yeri yoktur. Zina konusuyla ilgili ayetler recmi emretmez. Zina haramlardan bir haramdır, Kur'an haramlarla ilgili cezaları ahirete bırakmıştır. Kur'an'da ölüm cezası yoktur. "Allah kısasta hayat vardır" demek suretiyle kısas yetkisini elinde bulunduran kişiye bile affetmeyi telkin eder.
Kur'an'ın zina eden erkek ve kadınla ilgili buyruğu şöyledir: "Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz değnek(celde) vurun ve eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorsanız, onlara karşı duyduğunuz acıma, sizi Allah'ın bu yasasını uygulamaktan alıkoymasın ve inananlardan bir topluluk da onların cezalandırılmalarına şahit olsun. " (Nur 2)
 
Ayette zinanın cezası yüz celde olarak geçiyor. Arapça'da "celde" kelimesi, sadece deriyi incitecek bir değnek manasındadır. Deriye tatbik edilen sembolik vuruştur. "Celd" sözünde şuna işaret vardır ki acı, ete geçirilmemelidir." (Keşşâf) .Bu ceza için Arapça'da sopa ve değnek anlamına gelen "asa ve minsee" kelimelerinin kullanılmaması, bir grubun bu cezaya şahitlik etmesinin istenmesi; suçlunun canını acıtmaktan ziyade, toplum önünde teşhir edilerek cezalandırılmasının hedeflendiğini gösterir. Amaç suçluları, teşhir ederek bu seremoniyi seyredenlerin zinaya özenmelerini engellemektir.
Aslında bu ceza ağır bir cezadır, ölümden daha ağır bir cezadır. Öldürme bir kere olur, oysa toplumda adi bir suç işlediği için teşhir edilen kişi her gün ölür.
Ayrıca Kuran'a göre zinanın ispatı için dört şahit gerekir (Nisa 15). Aynı yatakta yakalanan insanlar bile zina suçundan yargılanamaz. Fiilen zina yaparken yakalanmaları lazımdır. Bu neredeyse imkânsız derecesinde zor bir iştir.
 
Bu uygulamanın dört amacı vardır:
a) Zina suçunu işleyen şahıslara, ızdırap vermek,
b) Onları tekrar suç işlemekten alıkoymak,
c) Toplumda kötü eğilimleri olanlar varsa, onların da aynı suçu işlemesinin önüne geçmek,
d-Cezayı açıkta uygulamanın bir diğer yararı da, cezayı uygulayanların, arzularına göre cezada eksiltme ve artırma yapmamalarıdır.(Tefhim'ul- Kur'an, Mevdudi)
 
Kimlerin recmedilmesi istenir
İslâm'ı tahrif etmek isteyenler, Kur'an'ın zina ile ilgili buyruğunu önce ikiye ayırarak işe başlamışlardır: "Evli olan kadın ve erkek zina yaparsa recmedilecek, bekâr olan kadın ve erkek zina yaparsa celde tatbik edilecektir." Ayette, Allah'ın böyle bir ayırım yapmadığı çok açıktır: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz celde vurun."
 
İslâm'ı tahrif etmek isteyen derin güçler veya paralel din ihdas etme meraklıları, bu ayırımı yaptıktan sonra, Kur'an'da recm cezasına zemin oluşturma çabası içine girmişlerdir. İlk önce recm ile ilgili ayet uydurmuşlardır: "Eş-şeyhu ve'ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe'rcumûhumâ elbettete nekâlen minallah, v'allahu azîzun hakîm.: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde Allah'tan bir cezâ olarak ikisini de recmediniz. Allah azizdir, hakîmdir." (İbn Mâce, Hudûd 9; Dârimî, Hudûd 16; Muvattâ', Hudûd 10; Ahmed bin Hanbel, V/132, 183, Buhârî, 93/21; Müslim, Hudûd 8, Hadis no: 1431; Ebû Dâvud, 41/1)
 
Sıra bu ayetin Kur'an'a yazılmasına gelmiştir. Bunun için önce Hz. Ömer'e istinad edilen bir rivayetten bahsedilir: "Evet böyle bir ayet vardı. Eğer insanların, ‘Ömer Allah'ın Kitabı'na ilave yaptı' demelerinden korkmasaydım, ben bu ayeti Mushaf'ın haşiyesine yazardım." (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37, İbni Kesir Nur suresinin 2. Ayetinin tefsiri.)
 
Hz.Ömer'e istinad edilen bu rivayet tutmaz. Çünkü, o zaman daha hafızların çoğu hayattadır. Vahiy kâtipleri hayattadır. Durum böyleyken, Hz. Ömer'in şahit bulamaması mantıksız olurdu. Öyle de oldu ve Hz. Ömer Allah'tan mı çok korkuyor yoksa insanlardan mı? sorusu akıllara geldi. Çünkü, Hz.Ömer'in, ‘İnsanların Ömer Kuran'a ilave yapıyor demelerinden korkmasaydım...' demesi, kendisinden başka hiç kimsenin o ayetten haberi yokmuş izlenimini uyandırıyordu.
Gerçekten böyle bir ayet olsaydı, Hz.Ömer o ayeti, vahiy kâtipleri ve hafızların yardımıyla, diğer sahabelerle de istişare ederek mutlaka Kur'an'a yazdırırdı. Müslümanlar böyle düşünmeye başladılar. Hz. Ömer'i sorgulamaya başladılar. "Konumu böyle bir çalışma yapmaya uygun olduğu halde, niçin yapmadı?" diye soruldu. Önemli bir soruydu bu ancak net bir cevabı yoktu.
 
Fazla vakit geçirmeden ikinci adımı attılar ve Hz. Ömer'e maledilen bu uyduruk ayeti, Hz. Ayşe'den geldiğini söyledikleri başka haberlerle desteklediler: "Andolsun ki recmetme ayeti ve yetişkin kişiyi on defa emzirme ayeti indi. Andolsun ki bu ayetler yatağımın altında bir yaprakta yazılı idi. Rasûlullah (s) vefat edip biz O'nun defni ile meşgulken kapıyı açık bırakmışız ve evde beslenen evcil bir hayvan (koyun veya keçi), girip o yaprağı yemiş." (İbn Mâce, Nikâh, 36, Hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/131, 132, 183, 6/269)
 
Bu sefer Hz. Ayşe'ye sorulmaya başlandı sorular. Bu ayetin Hz. Ayşe'nin yatağının altında ne işi vardı? Niçin vahiy kâtiplerinin bu ayetten haberleri olmadı? Hz. Ayşe bu ayeti niçin sakladı? Keçi yatağın altındaki ayete varıncaya kadar evde yiyecek başka bir şey bulamadı mı? Keçi bu ayetin yatağın altında olduğunu nereden biliyordu? Soruların arkası kesilmiyordu. Bunlar cevabı olmayan sorulardı. Başka destekler gerekiyordu recmin İslâmileşmesi için. Üçüncü adım hemen atıldı.
 
Hadisler uydurarak recm cezası desteklendi
Bu rivayetlerin Peygamberimiz'in hadisleriyle ve fiili sünnetleriyle desteklenmesi gerekiyordu. İstenilen sonucun elde edilmesi için bu şarttı. Peygamberimiz hemen devreye sokuldu. Peygamberimiz'i göz dağı vererek işe başlattılar: "İleride bazı kişiler çıkacak ve recm cezasını Kuran'da bulamıyoruz diye recmi inkar edecekler. İşte bu kişiler okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklardır." (Buhari 93/21, Müslim Hudud 8/1431, Ebu Davut 41/1)
 
Bu hadisin başka bir versiyonu da şöyledir: "Korkarım ki, bir zaman gelir de ‘Biz Allah'ın Kitabı'nda recm diye bir şey bulamuyoruz' derler de, Allah'ın indirdiği bir farzı terk etmekle saparlar. Biliniz ki recm, evli olduğu halde zinâ eden ve suçu da delil, gebelik veya itiraf ile sâbit olan kimseye uygulanması gereken bir cezâdır." (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'an 3, 4; Kitâbu'l-Mesâhif)
 
Bu uydurma hadislerle, recmin İslâm'da olmayan bir ceza uygulaması olduğu konusunda konuşmak isteyenlerin önü kapatılmak istendi. Duruşu belli olan duyarlı âlimler, recm cezasının Kur'an'da olmadığını yüksek sesle söylediler, çekinmediler kumpasçılardan.
Kumpasçılar, bu âlimleri hadis düşmanı, sünnet düşmanı olarak ilan etmeye başladılar. Çoğu âlimler ise dışlanmaktan korktukları için, sessiz kalmayı tercih ettiler.
Bu sessizlik, bu sisli hava derin güçlerin; hadis kitaplarının, fıkıh kitaplarının, tefsirlerin içine bu uydurma hadisleri rahatça yerleştirmelerine zemin hazırladı. Zamanla bu kitaplara yazılan recm ile ilgili hadisler gerçek kabul edilmeye başlandı. Hatta doğruluğu ile ilgili münakaşalar yapılır oldu, recmin gerekliliği konusunda yorumlar yazılmaya başlandı, hocalar kürsülere bile taşıdılar recm cezasını ve faydalarını. Bazı İslâm ülkelerinde uygulanma zemini bulması da, Müslümanların recmi kabullenilmesinde oldukça etkili oldu.
 
Sıra geldi recmin nasıl uygulanacağına
Uygulamanın nasıl olacağı hadislerle belirlendi. Öncelikle taşın büyüklüğü tespit edildi: "Recm nohut büyüklüğünde çakıl taşları ile olur. Kadın bir çukura gömülür, erkek ayakta taşlanır." (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı 7/97, Abdurrahman El Cezeri. Tercüme; Hasan Ege)
 
Hemen sonra recmedilecek kişilerin pozisyonları kayıt altına alınır. Recmedilen kadının mahrem yerlerinin görünmemesi gerekiyordu. Bunun için recmedilirken boynuna kadar gömülmeliydi toprağa. Böylece kadının toprağa gömülmesi makulleştiriliyordu. Erkek ayakta recmedilebilirdi. O kadın gibi değildi.
Sıra fiili uygulamaya geldi. Konu mankeni olarak Mâiz isminde bir erkek seçildi, hemen arkasından da isimsiz bir kadın recm için Peygamberimiz'e geldi(!).
 
Önce Mâiz:
Rivâyete göre, Eslem kabilesinden Mâiz isimli bir adam Allah'ın Rasûlü'ne gelir ve zina yaptığını söyler/ itiraf eder: "Yâ Rasûlallah, zinâ ettim, beni temizle!" der.
Allah'ın Elçisi yüzünü öte yana çevirir. Fakat Mâiz, yine karşısına geçip zinâ ettiğini, kendisini temizlemesini ister. Allah'ın Elçisi, tam dört kez yüzünü öte yana çevirir ve Mâiz her defasında onun karşısına geçip bu suçtan kurtarılmasını ister.
Allah'ın Elçisi bakar ki Mâiz gitmiyor, cezâlandırılmakta ısrar ediyor, bu kez: "Sen deli misin?" der.
Mâiz deli olmadığını söyleyince, Allah'ın elçisi: "Sarhoş falan mısın?" der. Sarhoş olmadığı da anlaşılınca Allah'ın Elçisi bu zâtın recmedilmesini emreder.
 
Mâiz, taşlar atılmaya başlanınca dayanamayarak kaçar. Çünkü ayaktadır, çukura gömülmemiştir. Arkasından, elinde devenin çene kemiği bulunan bir adam yetişip onu vurur, sonra başkaları da yetişir ve onlar da vururlar, sonunda vahşi bir şekilde öldürülür Mâiz. Peygamber'e durum anlatılınca: "Keşke bıraksaydınız!" der ve ekler; "Bundan sonra birisini recmederseniz ve o da kaçarsa bırakın gitsin" der. (Müslim, Hudûd, bâb 5, hadis 16-22). Uygulamam aynen böyle olur.
 
Sorular 1:
1- Peygamber'e gelip suçunu itiraf eden Mâiz'e Peygamber'in, sırt çevirmesi ve aynı hareketi dört kez yapması, baktı olmayacak "Sen deli misin?" be adam demesi, sarhoş olup olmadığını anlamak için ağzını koklatması ve sonunda da onu recmedenlere "Keşke bıraksaydınız!" demesi, Peygamberimiz'in bu cezayı ağır bulduğunun ve uygulamak istemediğinin kanıtıdır.
2-Kendisi istemediği halde, Kur'an'da da böyle bir hüküm bulunmadığı halde Peygamberimiz bu insanı ne diye recmediyor?
3- Zina yalnız yapılmaz, madem zinanın cezası recmedilmektir, Peygamberimiz bu adama kiminle bu işi yaptığını niçin sormuyor? Zina yapan kadın niçin serbest kalıyor da sadece erkek recmediliyor?
 
Bu olaya benzer başka bir olay da şöyledir:
Bir kadın, Hz. Peygamber (s)'e gelip zinâ ettiğini itiraf eder, "Beni temizle!" der.
Allah'ın Elçisi ona: "Dön, tevbe ve istiğfâr et" der.
Fakat kadın dönmez, zinâdan gebe kaldığını söyler. Allah'ın Elçisi: "Öyle ise karnındaki çocuğu doğurmalısın" der.
Kadın doğumunu yaptıktan sonra çocuğu bir beze sarıp getirir. "İşte doğurdum" der ve recmedilerek günahtan temizlenmesini ister.
Fakat Allah'ın Elçisi (s): "Seni recmedip yavruyu süt annesiz bırakamayız" der.
Kadın, emzirip sütten kestiği yavrusunu, çocuğun elinde bir ekmek parçası olduğu halde getirir. "Ey Allah'ın Peygamberi, çocuğu sütten kestim, artık yemek yiyor" der ve recmedilmesini ister. Bunun üzerine Allah'ın Elçisi (s), çocuğu bir Müslümana verir. Bir çukur eştirerek kadını göğsüne kadar gömdürür ve taşlanmasını emreder.
 
Herkes taş atarken Hâlid bin Velîd'in attığı taş ile kadından sıçrayan kan, Hâlid'in yüzüne gelir. Hâlid kadına söver. Hâlid'in sövdüğünü duyan Allah'ın Elçisi: "Dur Hâlid, nefsimi elinde bulunduran Allah hakkı için bu kadın öyle bir tevbe etti ki, bunun tevbesi, Medine gibi yetmiş şehir halkına taksim edilse, hepsine yeter. Veya, -Haksız haraç alan gümrükçüler, yahut rüşvet alan çarşı memurları- dahi öyle tevbe etse bağışlanırdı" der. (Müslim, Hudûd bab 5, hadis 22-24)
 
Sorular 2
1-Erkek çukura gömülmeden recmedildiği halde, kadın göğsüne kadar çukura gömülüyor, niçin?
2-Recmedilen kaçarsa arkasından kovalanmaması tembih ediliyor. Bu durumda kaçma şansına sahip olan erkek midir, yoksa göğsüne kadar gömülen kadın mı?
3-Aynı şekilde kadına da kiminle zina yaptığı sorulmuyor ve erkek serbest kalıyor.
4-Kur'an'da 100 celde vurun hükmüne rağmen Peygamber recmediyor. Yani Allah'ın Peygamber'i Allah'ın açık hükmünü reddediyor ve recm uygulaması yapıyor. Peygamber için böyle bir uygulama mümkün müdür?
5-Halid b.Velid kadına sövüyor. Seyfullah lâkâplı Halid b. Velid yapıyor bu küfrü...Sebebi de çok manidar, taş attığı savunmasız kadından fışkıran kan...
 
Sonuç
1- Recm cezası İslâm'da yoktur. Recm Tevrat'ın bir emridir (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye,. Bab 22)
 
2- Ayrıca, İncil'de de şöyle bir olay anlatılır: "Yahudiler, İsa'ya zina ederken yakalanmış bir kadın getirmişler ve Musa peygamberin bu gibilere recm cezası verdiğini ileri sürerek buna ne diyeceğini sormuşlardır. İsa onlara, "İçinizde günahsız olan önce taş atsın" deyince başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, "Hey kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?" diye sordu. Kadın, "Hiçbiri, efendim" dedi. İsa, "Ben de seni yargılamıyorum" dedi. "Git, artık bundan sonra günah işleme!" (Yuhanna 8/3-11).
 
3- Muhammed İzzet Derveze'ye göre de Hz. Peygamber'in recmettiğine dâir hadisler, Nûr sûresi 2. ayetinin inişinden önceki duruma ait olabilir (et-Tefsîru'l-Hadîs, 10/10). Bu durumda da İslâm'la ilgisi yoktur recmin. Çünkü Arap geleneğinde kadınları recmederek öldürme yoktur.
 
4- Zina eden erkek ve zina eden kadının cezası 100 celdedir Kur'an'da. Toplumun huzurunda yapılacaktır. Peygamberimiz bu açık ayete rağmen recm cezasını uygulamış olabilir mi? Uygularsa bu uygulama Allah'a rağmen bir uygulama olmuş olmaz mı? Hakka Suresi'nde Peygamber'in Kur'an'a ilave yapamayacağından, eksiltme yapamayacağından bahsedilir. (Hakka 44, 45, 46, 47)
 
5- "Hayâsızca davranışlarda bulunan kadınlarınıza gelince, aranızdan onların işlediği suça şahit olan dört kişi çağırın... " (Nisa - 15-16-17) Bu ayete göre, zina suçu işleyenlerin mahkeme huzuruna çıkarılması için 4 şahit gerekir.
 
6- İbn. Kuteybe, Hadis Müdafaası (Te'vilu Muhteliful Hadis) isimli eserinde keçinin mübarek bir hayvan olduğundan bahseder ve haddini aşar: "Keçi mübarek bir hayvandır. Ad ve Semud kavimlerini ortadan kaldıran Allah, bir ayetini keçiye yedirerek kaldıramaz mı?" diyerek müslümanlarla adeta dalga geçmektedir. (İbn. Kuteybe, Hadis Müdafası)
 
7- "Yegâne hüküm sahibi Allah'tır." Sebe/27, Neml/6, Zümer/39, Enfal/10... "Her kim Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu ile hükmetmez ise işte onlar kâfirdirler." (Maide Suresi/44) Bunlara, recm heveslisi Müslümanlara, Kur'an'ın açık hükmünü görmezden gelen bu kumpasçı Müslümanlara; Müslüman kâfirler denir.
 
8- Uydurma ayetler ve hadislerle, Nur Suresi'nin ikinci ayeti iptal edilmeye çalışılmış ve dine taşlayarak öldürme gibi bir ilave yapılmıştır. Fakat asıl dehşetli olan şudur ki; sırf recmi, yani zina edeni taşlayarak öldürmeyi İslamileştirmek için, Kur'an'ı şaibeli hale getirmiştir bu Müslüman kâfirler.
 
Ne yazık ki yıllarca mezhepçilik övüldü durdu. Hâlâ da övülmektedir. Mezheplere karşı çıkmak sapıklık olarak gösterildi. Bu anlayış hâlâ devam etmektedir. Mezhepsiz kelimesi dilimize bir hakaret unsuru olarak girmiştir. Kuran evimizde bohçalar içinde, yüksek bir yerde asılı olarak bulunmaktadır. Kuran sadece ölülerin arkasından okunan bir Kitap haline getirilmiştir. Dirilerin hayatına yön vermesine izin verilmemiştir.
 
Buna izni vermeyen mezhepçiler; dini ancak üç-beş kişinin anlayabileceğini, bizimse, onlardan ve onların kitaplarından dini öğrenmemiz gerektiğini söylediler durdular. Allah'ın kitabından dini anlamak gibi bir cürete kalkışırsak çarpılacağımızı anlattılar. Böyle bir çabaya ne gerek vardı ki! Mezhep imamları zaten en ince noktalarına varıncaya kadar dini anlatmışlardı.
Nice mühendisler, nice profesörler bile uyutuldu bu taassup anlayışıyla. Çünkü bu anlatımda akıl yok, taklit vardı, sorgulama yasaktı. Aslolan taklit olunca profesörü de, mühendisi de, en cahili de bir oldu. Bu anlayışta akıl, ilim hiç kullanılmayacaktı! Aklı, kullanması gerekli olan mezhep imamları ve hadis imamları kullanmıştı.
 
Biz bu recm yazımızda aklı kullanmanın önemini, Kur'an'a sarılmanın önemini bir nebze de olsa anlatabildiysek, kendimizi bahtiyar hissederiz. En doğrusunu Allah bilir.
 
Son sözü yine sözün Sahibi'ne bırakalım:
Allah pisliği aklını kullanmayanlar üzerine bırakır. (Yunus 100)
An dolsun size, içinde öğüt bulunan bir Kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Enbiya 10)
"İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım!"(Araf 155)

  
Rüştü Kam
 
 

O BİR BASIN DUAYENİYDİ GÖÇTÜ GİTTİ


Zaman ne kadar da hızlı akıyor. Zaman aktıkça bu akışa paralel olarak insan da akıyor. Ancak bu akışa ayak uydurmak ve aynı hızla akmaya devam etmek mümkün olmuyor. Sene 1986 Berlin'deyim. Yabancısı olduğum bir şehir, yurt dışına ikinci çıkışım. Birinci çıkışımda Witten'deydim. İki ay kalmıştım orada.

Berlin etrafı duvarlarla çevrili bir yer. Duvarın içinde olduğunuzu Berlin'in dışına çıktığınız zaman hissediyorsunuz, gümrükten geçme zorunluluğunuz var. Çok soğuk bir ülkeydi DDR. DDR'nin o soğuk yüzünü gümrüklerde görebiliyordunuz. Gümrük memurlarının, polislerin o sizi yiyecekmiş gibi bakışları, tavırları, arabanızı didik didik etmeleri, pasaportların içine atıldığı o tenekeden borunun çıkardığı takırtılar-tukurtular can sıkıcıydı. Müzik dinleyememeniz, yanınızdaki ile konuşamamanız, sürekli kontrol sırasında polisin gözüne bakma zorunda oluşunuz sıkıntının dozunun artmasına yol açıyordu.

DDR topraklarında seyrederken, parklarda fazla duramazsınız, hızınız 100 km'yi geçmemeli, lastiğiniz patlarsa veya çok yorgun olur da biraz uyursanız DDR çıkışında çekeceğiniz var polisin elinden; " Neredeydin, niçin geç kaldın, lastik değiştirdiğine dair ispatın var mı?..."

Berlin Duvarı'nın içine girince rahatlıyordunuz. Sırtınızdan tonlarca yük kalkıveriyordu birden. Oh be hayat varmış diyordunuz. Duvar Berlin'i ikiye ayırmıştı, duvarın içine Batı Berlin deniliyordu. O zaman nüfusun 2 milyon civarında olduğu söyleniyordu, şimdi de 3,5 milyon civarında deniliyor. O 2 milyon nüfusun içinde 150 bin dolayında Türkiyeli vardı. O zamanlar Berlin'de yaşayan insanlara Berlin yardımı adı altında her ay belli bir para ödeniyordu. Bir anlamda Berlin'de yaşamak teşvik ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Berlin'de yaşamak riskliydi, böyle düşünülüyordu. Amerikalılar, İngilizler, Ruslar hâlâ Berlin'deydiler.

Türkiyeliler zaten hayatlarını riske ederek Almanya'ya geldikleri için, Berlin'e gelerek ikinci bir risk daha almışlardı. Onların gayesi bir miktar para biriktirip evlerine dönmekti. Sırf bu açıdan olsa gerek, diğer şehirlerle kıyaslandığında Türkiyeli nüfus oldukça yoğundu Berlin'de.
 
 
Konar-göçer alışkanlıklarını burada da sürdüren Türkiyeliler, İbadethanelerini de aynı mantıkla yapmışlardı. Apartman dairelerinin-bodrumlarını camiye çevirmişlerdi. Kalıcı yatırımları yoktu. Kurumları yoktu. Bir sabah erkenden toparlanıp gidebilecek şekilde yaşıyorlardı. Türkiyelilerin çoğunluğu Almanların sokaklara bıraktıkları mobilyaları kullanıyorlardı evlerinde, paralarını kuruşuna kadar biriktirmenin derdindeydiler. Ahmet Akyol isminde Karadenizli bir vatandaş krediyle ev almıştı. Ayıplamıştı insanlar Ahmet Akyol'u. Ev almak boşuna yapılan yatırımdı. Kredi almak ise dini açıdan negatif olarak değerlendiriliyordu. Ayıptı, günahtı...

Kendilerini duyarlı Müslüman olarak görenler, düğünlerini camilerde yapıyorlardı. Hoca kürsüye çıkıyor, evliliğin önemini anlatan bir konuşma yapıyor, hafızlar ilahiler okuyor ve bir dua ile düğün sona eriyordu. Sonra yemeğe geçiliyordu. Halıların üstüne yağlı kâğıt seriliyor ve bayat lahmacunlar ayran ve diğer içeceklerle birlikte ikram ediliyordu.

Caminin düğün salonu olarak kullanılması, para biriktirme amacına uygun düşüyordu. Bazı camilerin hocaları bu psikolojiyi iyi analiz etmiş olmalılar ki; salonlarda düğün yapmanın haramlığından bile bahsedebiliyorlardı.

Almanya'ya gelen Türkiyelilerin kahir ekseriyeti taşralıydı, din konusunda bildikleri, köy imamının anlattıklarından öte bir şey değildi. Berlin'de en ünlü hatipleri bile dinleme imkânına sahip olan bu insanlara, doğru bilgiyi anlatmak mümkün olmuyordu, hatta "Sen falan hocadan daha mı iyi biliyorsun?" diye dikleşenler bile oluyordu. Bu durum dini cemaatlerin işine geliyordu, hâlâ işine geliyor: Çünkü bu insanları cemaat, meşrep ve siyaset mantığıyla yönlendirmek daha kolay oluyordu, hâlâ öyle olmuyor mu?

Berlin'e geldiğim ilk günün akşamı Mevlana Camii'nin kürsüsüne çıkarıldığımda, önümdeki cemaatin neredeyse yarısı sarıklı ve şalvarlıydı. Şaşırdım kaldım. Sarığı âlimler takar, şalvarı da biraz daha tasavvufta yol almış pîrifaniler giyerdi Türkiye'de. Ne konuşacağımı şaşırdım. 30 dakikalık o süre bana o kadar uzun geldi, sanki 10 saat gibi. Aradan uzun zaman geçmedi ki, ben meseleyi anladım; bu sarıklı ve şalvarlıların "sübhaneke" de bile en az 10 yanlışı vardı. Takılan sarık ve giyilen şalvar, sevap kazanma amaçlı olarak takılıyor, giyiliyordu. O büyük hocalar bu insanlara öyle anlatmışlardı.
Aynı günlerde An der Urania'da hicret günü kutlanıyordu, benden de konuşmam rica edildi. Ben kravatımla ve biraz uzun saçımla çıkıp konuşmaya başladım. Aşağıdan sesler gelmeye başladı: "Kim çıkardı bu Atatürkçüyü buraya, indirin onu kürsüden..." Sebep, kravat takmam, sakalsız oluşum ve saçımın biraz uzun olmasıydı. O zamanlar Mevlana Camii'ne kravatlı insan giremiyordu, girerlerse camiden atılıyordu, şapkalı ve fötrlü girenlerin şapkaları, fötrleri asıldıkları yerden alınıyor, kesiliyor ve çöpe atılıyordu. Millet namaz kılarken işgüzarlar yapıyordu bunları.
 

Ben İslâmî İlimler Okulu'nun müdürlüğünü yapıyordum. Aynı zamanda da Milli Görüş Teşkilatlarının Berlin Bölgesi Teşkilatlanma Başkanlığı'nı yürütüyordum. Zaman zaman Milli Görüş Berlin Bölge Yönetim Kurulu toplantılarına katılarak Berlin'de olup bitenleri konuşuyorduk. Yine böyle bir toplantıda gazeteci Nevzat Özpelitoğlu bir teklif sundu: "Berlin'de Türkçe yayın yapan yerel televizyonlar var, biz de böyle bir televizyon açabiliriz." O günkü Bölge Başkanı Aykut Algan şiddetle karşı çıktı bu teklife ve "Televizyona karşı olan bir teşkilat nasıl olur da televizyon açar..." diye tepkisini koydu. Uzadı gitti tartışma, o toplantıda sonuç alınamadı. Ancak benim konu dikkatimi çekti. Nevzat Özpelitoğlu ilgimi görünce büyük bir heyecanla, uzun uzadıya anlattı konuyu bana ve ‘Seni o televizyonlardan birinin sahibi ile tanıştırayım.' dedi, memnuniyetle kabul ettim.

Randevu aldı ve gittik. Benim tanıştığım o kişi Mehmet Deniz Olcayto idi. DDR topraklarından duvarın içine doğru esen o soğuk havayı, o küçücük stüdyosundan yaptığı Türkçe yayınlarla ısıtıyordu.

Onunla uzun uzun sohbet ettik. Yukarıda anlatmaya çalıştığım konulardan bahsetti, yapılan bu ve benzeri yanlışların Türk toplumuna mal edildiğini ve bu durumun Alman toplumunda sıkıntılar doğurduğunu uzun uzun anlattı bana. Bir ilahiyatçı olarak bu konularda bana ve benim gibilere görev düştüğünden bahsetti. Beni tanımaya, çözmeye çalışıyordu. Hayat arkadaşı Mary de vardı yanında. O gün orada Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile de tanıştım. Sonradan öğrendiğime göre onlar da televizyonun ortaklarıymış.

İkinci kez buluştuğumuzda, üzerimize düşen görevleri konuştuk. Berlin'de, ATT televizyonunun dışında Türkçe yayın yapan iki televizyon daha vardı. TD1 ve BTT televizyonları. Onların haftalık yayın akışını da konuştuk.
Sonra ben neler yapabilirdim, Olcayto bana nasıl bir imkân tanıyabilirdi ATT televizyonunda onu konuştuk. Çok tereddütlü davranıyordu. Enver Canoğlu tereddütlerinin yersiz olduğu konusunda onu ikna etmeyi başarmış olmalı ki; üçüncü buluşmamızda bana haftada 3 dakikalık dini konuşma zamanı verdi. Diğer televizyonlarda dini konuşmalar yapılmıyordu o zaman.

ATT (Almanya Türk televizyonu) de yaptığım o 3 dakikalık konuşma Berlin'de olay oldu. Yayından sonra stüdyonun telefonları kilitlendi, halk Olcayto'ya dua ediyor ve memnuniyetlerini bildiriyordu. Sonraki yayınlarda bu 3 dakika yarım saate çıktı. Televizyon aynasından Berlin'de yaşayan insanımıza İslâm Mehmet Deniz Olcayto'nun onayıyla işte böylece anlatılmaya başlandı. ATT den dinini öğrenen binlerce insan vardı. Onların içinden bir tanesi bile ATT televizyonu sayesinde gerçek İslam'la tanıştı ve İslâm'ı yaşam biçimi olarak seçtiyse bu Deniz Olcayto için yeterli bir referanstır.

Olcayto Türkçe yayın yapan yerel bir televizyon kurarak, halkına büyük bir hizmet yapmıştır. Milli konularda oldukça duyarlıydı. Yürüyüşler düzenledi, mitingler düzenledi ve bu etkinlikleri televizyonunda yayınladı. Televizyonlarda yaptığı yorumlarla, yönettiği açık oturumlarla halkı bilgilendirdi ve onların ufkunu açtı.
Daha sonra kurulan TFD Televizyonu'nun(Almanya Türk televizyonu) kurulmasında da onun emeği inkâr edilemez.
 

BTT Televizyonunun sahibi Ata Tilmaç daha önce aramızdan ayrıldı, İlklerin altına imza atmaktan hoşlanan Olcayto bugün aramızda yok. O da bu dünyadaki ömrünü tamamladı. Zamanın akışına ayak uyduramadı. Gücü bitti, yoruldu ve pes etti. Zaman ise akmaya devam ediyor. Gazeteci arkadaşları onun cenaze namazını kıldılar ve onu ebedi istiratgâhına uğurladılar. Onlar zamanla yarışmaya devam ediyorlar, bir gün gelecek onlar da pes edeceklerdir...

Ben o büyük ustanın yaptığı işlerin hep iyi ve güzel yönlerini aldım, kendime ışık yaptım. Allah'tan O Koca Usta'ya rahmetler diliyorum.

Şimdi aramızda Atalay Özçakır var. O'nun da Berlin halkına yaptığı hizmetleri elbette yadsınamaz. İnsanlar öldükten sonra arkasından anılmamalı, dünyada kıymetleri takdir edilmeli ve onlara sahip çıkılmalıdır.

  
Rüştü Kam
 

DİN GÖREVLİSİNİN GÖREV VE SORUMLULUKLARI /SAYIN ATAŞEM/BERLİN



Rüştü Kam
Ha-ber.com   Berlin

“İnsanları doğru ve güzele, hak ve adalete yönlendiren din görevlisi, huzursuz ve mutsuz gönüller için bir umut ışığı, öksüz, yetim, kimsesiz ve haksızlığa uğramış kişiler için emin ve güvenilir bir melce ve sığınak; katı kalpli suçlular için ıslah edici bir mürebbî; kin ve nefretle dolu kalplere sevgi zerk eden bir gönül doktoru; her türlü günah kirine bulaşmış kimselere pişmanlık ve tövbe kapılarını açan bir yol gösterici; toplumun ahlâkî değerlerini koruyan ve toplumsal yozlaşma ve kötürümleşmeye karşı yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik duygularını pekiştiren hasbî bir lider ve rol modeldir.

Sosyal olgunluğa ve adanmış bir kişiliğe sahip olan din görevlisi, cemaati ile ilişkisi sırasında, yararsız söz ve davranışlarda bulunmayacak, insanlar arası fikir ve düşünce ayrılıklarını derinleştirmeyecek, dürüst, çalışkan, içi ve dışı temiz, kendine güvenen, samimi, ileri görüşlü, nazik, kolaylaştırıcı, pozitif enerji ve sevgi dolu bir güzel arkadaş ve dost olacaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Allah sizin için kolaylık diliyor, zorluk istemiyor.” (Bakara, 185) denmiş, Hz. Peygamber Efendimiz de; “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” buyurmuştur. (Buhârî, “İlim”, 11; “Edeb”, 80; “Cihad”, 164; Müslim, “Cihad”, 5; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 17)

Din görevlisi-cemaat ilişkisinin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için din görevlisinin birtakım özel nitelik ve yeteneklere, bilgi ve becerilere sahip olması gerekir. Şunu unutmayalım ki, hiçbir kurum veya eğitim sistemi, kendisini işletecek personelin nitelikleri üzerinde hizmet veremez veya hizmet üretemez. Bu itibarla nitelikli ve seviyeli bir din eğitim ve hizmeti, ancak nitelikli ve seviyeli din görevlileri tarafından verilebilir. Bugün, “Klişeleşmiş fikirlerden kurtulmanın psiko-sosyolojik şartları; kalıplaşmış fikirlerin baskısından bizi kurtarmaya muvaffak olacak vasıtalardan biri, hakikî manada gerçek din adamlarıdır. Bunlar dini, hurafelerden temizlemeyi başaracak bir formasyon alırsa, çevrelerine en büyük rehberliği yapmaya muvaffak olabilirler.” (Halis Ayhan, Eğitime Giriş ve İslâmiyetin Eğitime Getirdiği Değerler, Damla Yayınevi, İstanbul 1982, s. 59)

Buraya kadar vurguladığımız tavsiye ve değerlerden, din görevlisinde bulunmaması gereken bazı özellikler de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunlar genel olarak; cehalet, alanında yetersizlik, görevini ciddiye almamak, insanları sürekli olarak azapla veya cehennemle tehdit etmek, hoşgörüsüzlük, anlayışsızlık, kabalık, kötümserlik, ön yargılı olmak, güven telkin edememek, insanlar arası ayrım yapmak, herhangi bir siyasî veya ideolojik görüş ya da gruba aşırı bağlılık ve yalancılık gibi hallerdir.”(Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi 2008 Ekim sayısında yayınlanmıştır)

Din görevlisinin profili çizilmiş burada. “Hizmet sunacağı kitleyi tanıma ve problemleri ile ilgilenme” şeklinde  özetlemek mümkündür bu yazıyı.

7 Şubat Cuma günü Berlin Türk Şehitliği Camii’nde kıldım Cuma namazını. Çok sevdiğim bir dostumun cenaze namazında bulunmak istediğim için oradaydım. Zeki Bina’dan bahsediyorum. İki cenaze daha vardı o gün orada. Saat daha 12.00 de  tıklım tıklım dolmuştu caminin bahçesi. Hava soğuktu, +3 derece civarındaydı. Cuma namazı 12.28 de kılınması gerekirken 12.38 de 10 dakikalık gecikmeyle kılınmaya başlandı. Din görevlisi kürsüden inmek istemiyordu. Anlatılanların da cemaatin ihtiyaç duyduğu konular değildi, “kalıplaşmış konular” anlatılıyordu. Vaazdan sonra duyurular da vardı sırada. Müezzin ezanı çok güzel okudu, gerçek bir İstanbul müezzini gibi. Ancak bu ezanların zaman olarak cemaata maliyeti yaklaşık 10 dakika. İkinci ezan da aynı uzunluktaydı çünkü.

Din görevlisi hutbeyi Türkçe olarak okudu. Hemen arkasından Almancası okundu. Çok güzel bir uygulama. Aynı uygulamanın Berlin’deki diğer camilerde de olması ne kadar da güzel olur.

Din görevlisi Cuma namazının birinci raketinde Beyyine, ikinci raketinde Zilzal suresini okudu. Arada bir nağmelerini de gösterdi. Cuma namazından önce 4 rekat nafile, sonrasında ise 10 rekat zuhr-i ahir namazı kılındı. Toplam 14 rekat namaz.

Şimdi yukarıda bize profili verilen din görevlisi ile Şehitlik Camii’ndeki uygulamayı yan yana getirirsek şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz:

Bu din görevlisi hizmet verdiği cemaati tanımıyor, onların problemlerini bilmiyor, sıkıntılarıyla ilgilenmiyor. Yararsız söz ve davranışlarda bulunuyor. Huzursuz ve mutsuz gönüller için umut ışığı olmuyor. Dini, hurafelerden temizlemeyi başaramamış, böyle bir formasyona da sahip değil. Kalıplaşmış konuları anlatıyor.

Görüldüğü gibi, uygulama ile yazılanların fazla alakası yok. Olması gereken uygulamayı netleştirelim:

1-Din görevlisi, zamanında sohbeti bitirmeli ve  namaza geçilmeliydi.
2-Kapalı yerdeki aynı cemaate, iki tane uzun uzun ezan okunmamalı, birisi terkedilmeliydi.
3-Cumadan önce 4 rekat nafile namazı, sonra da 10 rekat uydurma bir namaz olan zuhri ahir namazı kılınmamalıydı, bu namazı din görevlisi hiç kılmamalıydı.
4-Beyyine ve Zilzal sureleri okunarak namazı uzatılmamalıydı.
5-İdeal bir din görevlisinin, cemaatini tanıyan, bilen ve onların dertleriyle sıkıntılarıyla ilgilenen bir din görevlisinin hurafelerden dini arındırması gerekiyordu.
6-Cemaat betonun üzerinde, +3 derece soğukta 35 dakika bekletilmemeliydi. Saniyenin bile hesap edildiği günümüzde 35 dakikanın önemini anlamayan belki sadece bizleriz.

Sayın Ataşem,
ben de biliyorum ki; sizin ve o din görevlisinin bu konuda yapabileceği fazla bir şey yok. Yanlışlık, korkaklık tamamen amirlerinizde, din âlimlerinde. Ataşeler derneklerde divan başkanlığı yapmanın dışında bu tür konulara zaman ayırır ve o konuları kendilerine dert edinirlerse, Almanya’da yaşayan Müslümanların sorunlarını ısrarla üstlerine rapor ederlerse,  insanımıza doğru hizmeti yapmış olacaklardır. Dört senelik görev süresince, beni sokmayan yılan bin yaşasın mantığıyla, sorunsuz bir görev anlayışıyla hareket edilirse, dört yıl biter, dünya hayatı da biter, ancak öbür tarafta bitmeyecek olan bir hayat vardır. Oradaki hesap çetin olacaktır. Hele Kur’an ayetlerini para karşılığı satanları, orada  çetin bir hesap bekliyor olacak.

Sayın Ataşem,
nerede olduğumuzu bilmezsek nereye gideceğimizi bilemeyiz. Bizler Berlin’de yaşıyoruz. Hristiyan bir ülkedeyiz, Müslüman nüfusun azınlık olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ehl-i Kitapla iç içeyiz. Müslümanlar 623 yılından 1961 yılına kadar, Müslümanların çoğunlukta olduğu, yöneticilerinin de Müslüman olduğu bir ülkede yaşadılar. Fetvalar bu fiili durum göz önüne alınarak verildi. Almanya’da yaşayan Müslümanlar o elbiseleri giyemiyorlar, bazen sıkıyor, bazen geniş geliyor bazen de modaya uygun düşmüyor. Almanya’da yaşayan Müslümanlara yeni elbiseler, yeni terziler gerekiyor.

Sayın Ataşem,
namaz kılmanın ve kıldırmanın ötesinde, ciddi hizmetler sizleri bekliyor. İşe, zuhr-i âhir denen uydurma namazdan başlayabilirsiniz, arkasından Cuma günü caminin içinde iki kez okunan ezanı bire düşürmek ve din görevlilerinin zamanında namaza başlamaları gibi konular gelecektir. Biz de o zaman sizin arkanızdan, Berlin’den Bilal Öztürk geçti diye gururla yazacağız.



Din Hizmetleri Ataşesi Sayın Bilal Öztürk’ten Müjdeli Haber: Zuhr-i Ahir Namazı Uygulamasına Son

“Zuhr-i Ahir namazı ile ilgili olarak özelllikle Şehitlik Camii eksenindeki değerlendirme-leriniz planımızda ve değerlendirilecektir. Selam ve dua ile..” (Berlin Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk)

Rüştü Kam
Ha-ber.com
Berlin 2014

“Din görevlisinin görev ve sorumlulukları “ başlıklı bir yazı yazdım ha-ber.com sitesinde 10.02.2014 tarihinde. Yazımın sonunda T.C Berlin Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ataşesi Bilal Öztürk’e bir teklif yapmıştım; “Sayın Ataşem, namaz kılmanın ve kıldırmanın ötesinde, ciddi hizmetler sizleri bekliyor. İşe, zuhr-i âhir denen uydurma namazdan başlayabilirsiniz, arkasından Cuma günü caminin içinde iki kez okunan ezanı bire düşürmek ve din görevlilerinin zamanında namaza başlamalarının sağlanması gibi konular gelecektir.”  Sayın Öztürk bu yazıma iki yorum yazdı. Ben de bir yorumla cevap verdim. Bu yorumlar ve benim cevabım yazının sonuna eklenmiştir.

Daha sonra Sayın Öztürk beni telefonla aradı ve konu ile ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu konuda verilmiş fetvasının olduğunu ve bu fetvayı e-mailime göndermek istediğini söyledi ve gönderdi fetvayı aşağıda aynen istifadenize sunuyorum.

Sayın Öztürk’e nezaketinden dolayı teşekkür ediyorum. Ancak bu fetvayı Din İşleri Yüksek Kurulu 26.03.2002 tarihinde vermiş. Fetva verildikten sonra muhtemelen gereği için müftülüklere ve ataşeliklere de gönderilmiş olmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yapmış. Zuhr-i ahir namazının uydurma bir namaz olduğunu kabul etmiş ve “kılınmasına gerek olmadığına” diye karar vermiş.

Bu durumda haklı olarak şu soruyu sormamız gerekiyor. Peki Din Hizmetleri Ataşeleri ve DİTİB’in camilerinde hizmet veren hoca efendiler 12 yıldan beri bu fetvayı halktan niçin sakladılar? Bu gizlilik garip değil mi? Üstelik Avrupa ülkelerinde Müslümanların böyle bir fetvaya fevkalade ihtiyaçları olduğu halde. Yazık değil mi bu müslümanlara. Sırf bu yüzden Cuma namazı kılamayan veya kıldığı halde işine geç kalan ve şefinden azar işiten Müslümanlara yazık olmadı mı? Avrupa ülkelerine görevli olarak gönderilen din görevlileri maaşlarını aldılar, hem de çifte maaş olarak, döndüler eski görevlerine. Onların yerine yenileri gönderildi, onlar da sessiz kalmayı, sıkıntıya girmeden hizmetlerini tamamlayıp geri gitmenin hesabını yaptılar öncekiler gibi. Sonrakiler de böyle yapacaklar muhtemelen.

Bu durumda dinden olmadığı halde dine fatura edilen bu uydurmaları, bid’atları dindenmiş gibi gösteren din görevlileri için “dini para karşılığı satanlar” dediğimizde niçin kızılıyor, sitem ediliyor? Gerçekler, bir endişeden, bir korkudan dolayı gizlenir. Yoksa niçin gizlensin? Bu endişenin de çıkar endişesinden başka bir şey olduğunu düşünmek saflık olur. Hak’tan gelen gerçeği gizleyenler, Hak’tan gelmediği halde Hak’tan gelmiş gibi Hakk’a fatura edilen var. Bu durumda, din para karşılığı satılmış olmuyor mu?

Ben Berlinlilere müjdeyi veriyorum. Berlin Din Hizmetleri Ateşesi Sayın Bilal Öztürk bana söz verdi. Hem yazdığı yorumda, hem de telefonda verdi bana bu sözü. “En kısa zamanda zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığını halkımıza anlatacağız” dedi. Sayın Öztürk Berlin’de daha yenidir. Samimi bir görev adamından beklenen duruş böyle bir duruştur.  Bu konuda asıl suçlu olanlar 2002 yılından beri Berlin’de görev yapan din müşavirleri ve ataşeleridir.
Sayın Öztürk’ü aldığı bu cesurca kararından ötürü kutluyorum. Bekleyeceğiz ve hep birlikte sonucu göreceğiz.

12 SENE HALKTAN GİZLENEN ZUHR-İ AHİR NAMAZI İLE İLGİLİ KARAR

Tarih: 14/10/2002
Din İşleri Yüksek Kurulu, 26.03.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç. Dr. Şamil DAĞCI'nın başkanlığında toplandı.
Dinî Sorulara Cevap Komisyonunca "Cuma Namazı ve Zuhr-i Ahir" konusunda hazırlanan metin Kurula takdim edildi. Konu ile ilgili Kurul üyeleri görüşlerini belirttiler. Görüşmeler sonucunda;

II. ZUHR-İ AHİR (Son Öğle) NAMAZI

Son öğle namazı anlamına gelen Zuhr-i âhir namazı, bir kısım İslâm bilginleri tarafından, Cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır.

Sıhhat şartlarındaki ihtilaf sebebiyle Cuma namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle zuhr-i ahir namazının kılınmasının gerektiğini ileri sürenler olduğu gibi, buna karşı çıkanlar da olmuştur.

A. Zuhr-i Ahir Namazının Gerekliliğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının gerekliliğini ileri sürenlerin hareket noktası, bir yerleşim biriminde birden fazla camide Cuma namazının sahih olmaması ihtimalidir. Bunlara göre, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir. Cuma namazını hangisinin önce kılındığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür. Bu görüşlerini de, Cuma namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma kılındığına dayandırmaktadırlar(Şirbînî, Muğnî'l-Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû', IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212; Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75).

B. Zuhr-i Ahirin Kılınmaması Gerektiğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının kılınmasına karşı çıkanlar, şüpheyle yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, bu namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, şüpheyle ibadet makbul değildir. Bu itibarla, "belki Cuma namazı sahih olmamıştır" diye zuhr-i ahir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, Cuma namazının farz olmayıp, öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır. İbn Nüceym, Alaü'd-din Haskefî, Cemaleddin el-Kasimî, Mehmet Zihni Efendi gibi bilginler bu görüştedirler (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, II/154-155; İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtâr, I/536; Cemalettin el-Kasımî, Islahu'l-Mesâcid, s.50; Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 439-440).

Bir kısım âlimler ise, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i ahir kılmayı bidat kabul etmişlerdir (Azim Abâdî, Avnü'l-Ma'bûd, III/397,406; Reşid Rıza, Fetâvâ, I/199-200,301-305; III/941; IV/1551, 1591; VI/2521).

C. Delillerin Değerlendirilmesi
Zuhr-i ahirle ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Hz. Peygamber zamanında Cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen ayetleri Hz. Peygamber'in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde Cuma namazı kılmalarını düşünmek mümkün değildir.
Bir yerleşim biriminde bir yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle Cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halinde birden fazla yerde cumanın kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Nitekim İmam Şafiî Bağdat'a gittiğinde birden fazla yerde Cuma namazı kılındığını gördüğü halde, buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, Mecmû, IV/452; Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc, I/544).

Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide Cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde Cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.

İbadetlerde aslolan, kabul edilmesidir. Hz. Peygamber Yüce Allâh'ın, "Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim." buyurduğunu bildirmektedir (Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51). Başka bir hadislerinde de, "Ameller niyetlere göredir." buyurmuşlardır (Buharî, Bed'ü'l-vahy, 1). Bu itibarla Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir.

Diğer taraftan zuhr-i ahir namazının ihtiyat sebebiyle kılındığını ileri sürmek, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Zira ihtiyat iki delilden kuvvetli olanı tercih etmektir. Hâlbuki Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç bulunduğunda kılınabileceğini belirtmeleri de bunu göstermektedir. Kaldı ki Kur'an-ı Kerim'de, "Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar" (Bakara 2/286); "Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi." (Hac 22/78) buyrulmaktadır.
Diğer taraftan ihtiyat, bir faydaya dayalı olmalıdır. Oysa, zuhr-i ahirin kılınması gerektiğini söylemek, insanların Cuma'dan sonra kılınacak sünneti terk etmelerine sebep olmaktadır. Farzdan sonra sünnet namazdan başka bir namaz olmadığı anlatılır ve uygulama da buna göre olursa, bu sünneti yerine getirenlerin sayısı artacaktır. Asıl ihtiyat, Allâh ve Rasulü Müslümanları ne ile sorumlu kılmış ise onları yerine getirmek, buna bir şeyi ilave etmemektir.

III. SONUÇ
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında;
1. Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınabileceğine, bu sebeple zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığına,
2. Zuhr-i ahir namazını kılmak isteyenlere ise mani olunmasının uygun olmayacağına,
Karar verildi.
……………………………..
Yorumlar

-2 7 Şubat Cuma Namazı
Yazan Bilal Öztürk, 11-02-2014 18:01

SA Rüştü bey yazınızı ilgi ile okudum ilginize de teşekkür ederim. Kanaatler dinin kendisi değildir, zaten herkes kendi kanaatlerini din yerine koyduğu için kimse kimseyi beğenmiyor. Kanaatlerinizle ilgili kısma katılamayacağım. Ancak şunu bilmeniz yeter sanırım; Cuma görevi ile ilgili olarak en az 10 defa tebrik ve teşekkür aldım. Rüştü bey herkes hayata sizin gözünüzle bakmıyor, bakmak zorunda da değil. Allah'ın ayetini kim satıyorsa lütfen bildirin gereğini yapalım. Arzu ederseniz bu hususları genişce konuşuruz. SELAMLAR

-3 7 Şubat Cuma Namazı
Yazan Bilal Öztürk, 11-02-2014 17:36

SA Rüştü bey yazınızı ilgiyle okudum ilginize de teşekkür ederim. Zamanı iyi kullanma konusunda haklısınız. Ancak bilmenizi isterim ki; o görevli misafirdi, gerekli özeni gösterememiş olabilir, siz bir defa dinlemekle notunu vermişsiniz. Ataşe şu güne kadar hiç bir defa divan başkanlığı yapmamıştır. Terzilik gibi bir işi de yoktur. Elinde sihirli bir ok da yoktur. Keşke bu hususları birlikte müzakere ettikten sonra kaleme alsaydınız...
Keşke her şey yazmak ve söylemek kadar kolay olsaydı....
Son olarak ayetleri kim para ile satıyorsa bana bildirirsen gereğini yaparız.
Şüphen olmasın.. Biliyorsun, İslam öncelikle disiplin ve nezakettir....slm

Not.
Zuhr-i Ahir namazı ile ilgili olarak özelllikle Şehitlik Camii eksenindeki değerlendirmeleriniz planımızda ve değerlendirilecektir. Selam ve dua ile..

Bu iki yoruma cevaben ben de bir yorum yazdım:

“Sayın Ataşem,
Saygılarımı sunuyorum. Ben zaten sizlerin bu kronikleşmiş hastalığı tedavi edemeyeceğinizi yazımda belirttim. Benim sizden istediğim bu problemleri gerekli yerlere rapor etmenizdir. İnsanımızın sıkıntısını sizler biliyorsunuz. Almanya tecrübeniz var. Belki benim dile getirdiğim problemleri de dile getirmiş ve rapor da etmişsinizdir, ben onları bilemiyorum. 
Benim gördüğüm yanlışlığı sizlerin görmemeniz de mümkün değil. Birşeyler yanlış gidiyorsa ve bu yanlışın giderilmesi için sorumlu olanlar gözle görülür bir çabanın içinde değillerse bizlere de yazmak düşüyor. Buna da alınmamanız lazım. 
Yazımın içinde hutbe konusunda övgüler de var, ona değinmemişsiniz. 
Ben teklif ediyorum: Zuhr-i ahir ve ezan konusunda bir çalışma yapmak o kadar zor olmasa gerektir. Bu insanların içinde işe gidecek olanlar var, onlar için bir dakikanın bile önemi var. 
Cami almıyor insanları, soğukta betonun üstünde namaz kılıyorlar, bu durumda empati yapmak gerekmez mi?
Sayın Ataşem, diğer dini cemaatler bu konularda aslında daha rahat çalışma yapabilirler; ancak cemaat kaybı korkuları var. Diyanetin korkusu nedendir, niçin bu çalışmaları yapmıyor, bence terzilik görevi sizlerin görevi olmalı, kim dikecek bu insanların söküklerini? 
Ayetlerin para karşılığı satılması; hakkın, doğrunun bazı endişelerle gizlenmesidir. Ben de bu anlamda yazdım. Kim hak ve hakikatı gizliyorsa sözüm onadır. 
Benim nezaketsizliğimin yazımda bir delili yok, onu nereden çıkardınız bilmiyorum, kaldı ki sizin için övgü var yazımda. Divan başkanlığı konusunda eksik bilgim olabilir, sizden önceki ataşenin sünnetiydi divan başkanlığı, oradan yola çıkarak yazmıştım. 
Ancak birlikte kahve içmek, oturup neleri nasıl yapabiliriz, bizlerin üzerine düşen görevler nelerdir? Bunları konuşmak isterim. Hani derler ya; "ya gel, ya da gel de gelelim" diye, ben sizi davet ediyorum. Her zaman kapımız açıktır. Cuma günleri okuma günümüz var derneğimizde, gelirseniz ve sohbeti de yaparsanız, bizleri mutlu edersiniz. Allah'a emanet olunuz.”