28 Kasım 2015 Cumartesi

İSLÂM’IN ŞARTI BEŞ , İMANIN ŞARTI ALTIDIR DEDİLER

Allah, dinini sosyal dengelerin bozulduğu toplumlara gönderir. Sünnetullah böyledir. Fakiri çok fakir, zengini çok zengin olan toplumlardır bunlar. O toplumda adaletten söz edilmez. Adalet, güçlüler ve nüfuz sahiplerinin, çıkar çevrelerinin elindedir. Kadınlar parayla alınırlar satılırlar. Erkek egemen bir toplumdur orası.
İşte Kur’an da, böyle bir topluma vahyedilmiştir. Hz. Muhammed orada Kur’an’ı hem açıklayacak ve hem de uygulamaya koyacaktır.
İlk iş olarak halkın inancını düzeltmek ister, “Allah bir tanedir, birden fazla Allah yoktur” der. Kıyamet kopar. Birden fazla Allah’ın olması çıkar çevrelerinin gelir kaynağıdır. 13 sene, Mekke halkının inancındaki şirki temizlemek için çaba gösterir ama tam olarak başaramaz. Çareyi Mekke’yi terk etmekte bulur.
Medine’ye yerleşir. Orada kendisini sevenler vardır. Aynı ideal uğruna 10 sene de Medine‘de mücadele eder. Bu kez başarılıdır. Çünkü işin başında kendisi vardır. Yaptırım gücüne sahiptir, yönetimin başındadır. Uygulamalarıyla adaletin ibresi haklıdan tarafa döner, kadınlar toplumda saygın konuma gelirler, onlara ana denilir ve Cennet ayaklarının altına yerleştirilir. Sosyal adalet gerçekleşir, herkes ekonomiden eşit olarak payını alır.
Zaman hızla akar geçer ve O, yolun sonuna gelir. Hz. Muhammed de her ölümlü gibi, ölümü tadacaktır. Ve olması gereken olur. Hz. Muhammed emanetin birini Sahibi’ne teslim eder, birini de Müslümanlara bırakır.
O bedeniyle aramızdan ayrılır ayrılmaz, bıraktığı emanet tahrif edilmeye başlanır. İslâm’ın ve imanın şartları yeniden dizayn edilir. Çıkar çevreleri iş başındadır. Hadisler uydurularak çıkarları için zemin hazırlamaya çoktan başlanılmıştır. İşe, İslam’ın ve imanın şartlarından başlarlar. Müslümanların günlük yapmaları gerekenler 32 Farz başlığı altında maddeleştirilir. Bunları yerine getirmeye çalışan Müslüman Cennet’e girecektir. Başkaca bir iş yapmasına gerek yoktur. 32 farzla sorumluluklar yerine getirilmiştir. Kur’an’ın diğer buyrukları teferruattır.
32 sene boyunca dişe diş, göze göz yapılan bunca mücadele 32 maddeye sığdırılıvermiştir. Bu 32 maddenin içinde günlük yaşamla, adaletin ayakta tutulmasıyla, eğitimle, doğanın korunmasıyla, sosyal adaletle, güzel ahlakla, haksız kazançla, kadın haklarıyla ve benzeri buyruklarla alakalı bir madde yoktur. Dışarıdan bakıldığında dış görünüşüyle mükemmel bir Müslüman gibi görünen insanların uygulamalarının, İslâm’la uzaktan yakından alakası yoktur. Bu çok açıktır. Ucube bir Müslümanlık türemiştir.
32 Farza şöyle bir göz atalım ve İslam’la ne kadar alakalı olduğunu görelim: 32 farzın 12’si Namazda, 6’sı İmanda, 5’i İslam’da, 4’ü Abdeste, 3’ü Gusülde, 2’si Teyemmümdedir.
Mesela bizlere, İslâm’ın şartını 5, imanın şartını 6 olarak öğrettiler. Öğretmekle kalmadılar, bu şartların altını da kalın bir şekilde çizdiler. Şahadet kelimesini dil ile söyleyeceksin ve kalp ile onaylayacaksın, hemen arkasından günde 5 vakit namaz kılacaksın, sonra sene de bir ay oruç tutacaksın, zenginsen sene de 1/40 oranında zekât vereceksin ve ömründe bir kez Hacca gideceksin. İşte İslâm budur. Hepsi bu kadar. Cennetin yolu açılmıştır.
Namaz kılmak İslâm’ın ikinci şartıdır. Bu şart detaylandırılır ve çeşitlendirilir. İnsanlar namaza yönlendirilir: Farz namazlar, kuşluk namazı, evvabin namazı, beş vakit namazın önünde ve arkasında kılınması gereken nafile (sünnet) namazlar, tespih namazı, teravih ve diğer nafile namazlar… Kılınan her bir rekât namaz için şu kadar sevap vardır. Hele cemaatle kılarsanız 27 derece daha ilave sevap vardır. Hangi namazda ve hangi rekâtta, hangi sure okunacaktır, en ince detayına kadar yazılır, çizilir, anlatılır.
Kur’an farz namazın, “kötülüklerden uzaklaştırmak için kılınması gerektirdiğini” vurgulamasına rağmen, bu kadar teferruatlı kılınan namazlar maalesef Müslümanların çoğunu kötülüklerden uzaklaştıramamıştır. Namaz kılan Müslümanın haksız kazanç elde ettiği, yalan söylediği, zina yaptığı, insan öldürdüğü… Vakidir.
32 farzı ve özellikle İslâm’ın şartlarını mercek altına alırsak, İslâm’ın azgın bir topluma hayat nizamı olarak gönderilmiş olmasına anlam veremeyiz. Mesela: Şahadet kelimesi Müslümanlığı kabul etmek için bir defa söylenir ondan sonra arkada kalır, Müslüman olmak için gereken bir kabuldür. Dil ile söylediğini kalbiyle onaylayan kişi Müslüman olmuştur. Bundan sonra bir daha şahadet kelimesine ihtiyaç duyulmayacaktır. Yani şahadet kelimesi Müslüman olan o kişiye hayatı boyunca bir daha lazım olmayacaktır.
İkincisi namazdır. Müslüman olan kişinin günde 5 vakit namaz kılması gerekir. Zengin Müslüman da kılacaktır fakir Müslüman da. İlim sahibi olan Müslüman da kılacaktır, ilim sahibi olmayan Müslüman da. Namaz tek başına nihai kurtuluş için yeterlidir. Hele bu namaz bir de Arafat Tepesi’nde, Kâbe’de kılınırsa verilecek sevapların haddi hesabı yoktur.
Üçüncü şart oruç tutmaktır. Yılda bir ay tutulacaktır. Geriye kalan 11 ayda ise Müslümanın farz olan oruçla alakası olmaz. Oruç da, süresi içinde sadece cinsel ilişkiden uzak durmak, yememek ve içmemek olarak anlaşılmıştır. Derinlemesine bir oruç anlayışından bahsedilmemiştir.
Zekât zengin olan Müslümanın ibadetidir. Nisap miktarı servete sahip olan Müslüman 1/40 oranında zekât verecektir. Zekâtın tespitini her Müslüman kendisi yapacaktır. Zekât vermesi gereken Müslümanları ve ne kadar vereceklerini tespit edecek, toplayacak ve verilmesi gereken yerlere verecek bir kurum yoktur. Bu uygulama zekât ayetinin ruhuna uymamaktadır. Bu anlayıştan dolayı bugün Müslümanlar sadece fakire zekât vermektedirler. Ayette bahsedilen diğer 7 madde zekât verilmesi gerekenlerin dışında bırakılmıştır. (Tövbe 60)
Hac ibadeti de zengin ibadetidir. Hac için yol bulan Müslüman ömründe bir kez Hacc’a gidecektir. O Müslüman ömrünün sonuna kadar bu ibadetle bir daha buluşmayacaktır. Hacc’a giden o kişi geriye döndüğünde anasından doğduğu gibi günahsızdır. Bundan dolayı Müslümanlar Hacc’a Arafat Dağı’nda günahlarını bırakmak için giderler. O konuyla ilgili de bir hadis uydurulmuştur.
Bu şartların dayandırıldığı uydurma hadis şöyledir: “İslâm dini beş temel esas üzerine kurulmuştur: Kelime-i şahâdet, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak ve Hacc’a gitmek. “ (Buhârî, Îmân 1, 2; Müslim, Îmân 19-22.)
Bu hadiste de ifade edildiği gibi; İslâm’ın 5 şartını dinin temel esasları olarak ele alırsak, günlük yaşamda elimizde sadece namaz kalır. Onun dışındaki şartlar günlük yaşamda yoktur. Mesela Zekât ve Hacc zengin ibadetidir, fakirin ilgi alanına girmez. Oruç ibadeti de senede bir kez yerine getirilecektir. Oysa İslâm günlük yaşamda toplumda bozulan dengeleri yeniden kurmak için gönderilmiş bir dindir. Günde sadece 5 vakit namaz kılmakla toplumdaki bozulan dengeler düzeltilmez. Bu mümkün değildir. Tek sütun üzerinde bina yükselmez. İslâm = namazdır, olmaz. 32 farzdan diğerleri zaten ibadet değildir. İbadetin içindeki ritüellerdir.
Zamanımızda, camiler namaz kılan ama sadece namaz kılan Müslümanlarla dolup dolup taşıyor, Ama nedense, Müslümanlar hep sıkıntı içindedir. Ellerinden evleri alınanlar Müslümanlardır, yurtlarından sürülenler Müslümanlardır, ülke ülke dolaşarak vatan aramaya kalkanlar Müslümanlardır, birbirleriyle savaşanlar- birbirlerini öldürenler Müslümanlardır, aç kalanlar ve bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar Müslümanlardır, oku emrine uyarak insanlığa yön veremeyenler Müslümanlardır. Okuma özürlü olanlar da Müslümanlar. Oysa Allah, “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım” diye buyurmuştur. Buna rağmen aklını çalıştırmayanlar da Müslümanlardır.
Günümüzde Müslümanların çektikleri sıkıntılar bu yanlış İslâm anlayışından kaynaklanmaktadır. İslam bu 5 temel üzerine bina edileceğine şu temellerin üzerine bina edilseydi muhtemelen Müslümanlar bu kadar sıkıntı çekmeyeceklerdi:
1-İlim öğrenmek
2-Adaleti ayakta tutmak
3-İnfak etmek
4-İnsanlığın barış içinde yaşamaları için mücadele etmek (Cihad)
5-İnsanların ellerinden ve dillerinden başkalarının rahatsız olmayacağı güzel ahlak
İmanın 6 şartı
Allah imanın şartı 5 derken (Nisa 136) Müslümanlar 6 demişler. Çocuklarına da 6 olarak öğretmişler. “Allah’a iman, Meleklerine iman, Kitaplarına iman, Peygamberlerine iman, Ahirete iman.”
Müslümanlar bu beş şarta bir de “kader ve kaza” ya imanı eklemişler. Böylece 6 olmuş. Neden ilave etmişler derseniz cevabı şöyle olacaktır: Müslümanlar, Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezid’i suçlamışlar daha sonra. “Peygamber torununu İslam’ın halifesi nasıl öldürür” demişler. Yezid de, “onu Allah öldürdü ben değil, ben sadece vesile oldum, onun kaderinde benim elimden ölmek varmış “ diyerek Müslümanları sakinleştirmiş. Bakmış işe yarıyor, imanın şartlarına kaza ve kaderi ekleyivermiş.
O günden beri Müslümanlar imanın altıncı şartına sadık kalmışlar ve her yapılan olumsuzluğu Allah’a fatura ederek kadercilik anlayışına sığınmışlar. Üzerlerine bomba yağan Müslümanlar, toprakları ellerinden alınan, yetiştirdikleri ürünleri elinden alınan, ülkeleri işgal edilen Müslümanlar hep bu kader anlayışına sığınmışlar ‘Kaderimiz böyleymiş biz ne yapalım?’ diyerek suçu Allah’a atmışlar. Hâlâ bu anlayış devam etmektedir. Çünkü Yezid’in sünneti aynen devam etmektedir.
Görüldüğü gibi 32 farz olarak öne çıkarılan yaptırımlar. Müslümana kimlik kazandıracak yaptırımlar değildir. Abdest ve teyemmüm tek başına ibadet bile değildir. Namaz ibadetinin ön şartıdır. 32 farz Müslümanlara şuur kazandıracak yaptırımları içermez. Müslümanları takvalı kılacak yaptırımlar değildir bunlar. Müslümanları araştırmaya sevk edecek, yeryüzünde barışın sağlanmasını sağlayacak yaptırımlar değildir bunlar. Sadece namaz merkezli, günlük yaşamda olmayan bir din Allah’ın dini değildir.
Böyle bir dinin mensubu olan, dünyadan kopuk, yönü Ahirete dönük(!) sevap avcısı bir Müslümana Allah yardım etmez. Etmiyor da zaten. (Enfal 65-66)
Rüştü Kam

15 Kasım 2015 Pazar

RÂMUZ EL-EHÂDİS’İN TENKİDİ / HİKMET ZEYVELİ

DetailsVeröffentlicht am Dienstag, 20. März 2012 17:35
 
RÂMUZ’EL-EHÂDİS’İN TENKİDİ
 
Resûlullah’ın (s) sözleri veya teknik terimle hadisleri istismarın en verimli sahası olmuştur. İyi niyetli fakat idraksiz kişilerden artniyetli düzenbazlara; ihtiras sahibi tapınak bezirganlarından cahil sofulara kadar, hemen her kesimden insanın rol aldığı bu alanda ne tür ürünlerin elde edildiğini görmek isteyenler; İbn’ul-Cevzi (597),... gibi âlimlerin konuyla ilgili eserlerine başvurabilirler.
 
Bazı meseleler vardır ki, onlara dokunmak cesaret ister. hatta tabudur. Aslında, tabuların yıkılması ümmetin selameti için elzemdir. Bunun için cesur ilim adamlarına ihtiyaç vardır. İşte Hikmet Zeyveli o cesur ilim adamlarından birisidir. Bazı tarikat gruplarının başucu kitabı olan Râmuz’-el-Ehâdis’e cesurca dokunmuş. Hem de öyle dokunmuş ki, ortada ne Râmuz kalmış ne de ehâdis...Okuyalım...
Zayıf ve çelimsiz olan bâtıl; kendine destek ararken daima kutsal kavramları, yüce şahsiyetleri istismar yollarını aramıştır. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini de istismar etmeye yeltenenler çıkmıştır. Ancak Kur’ân, Allah’ın inayetiyle, o derece yaygınlaştırılmıştır ki bu sahadaki istismar teşebbüsleri çoğu zaman akîm kalmaya mahkûm olmuştur.
 
Giriş Peygamber Muhammed Mustafâ (s) adına uydurulduğu kadar hiçbir tarihî şahsiyet adına yalan uydurulmamıştır. Kur’ân’ı, İslam tarihini ve Hadis edebiyatını yan yana basiretle okuyabilenler; hemen hemen her fırka mensuplarınca Hz. Peygamber adına uydurulmuş ve yaygınlaştırılmış yüzlerce mevzû hadisi tesbit edebilirler. Biz bu sapmanın sosyo-politik sebep ve saikleri üzerinde –şimdilik– durmayacağız2. Ancak bu vakıanın; Resûlullah’ın(s)büyüklüğünün, yüceliğinin çarpık yönden bir itirafı olduğunu belirtelim. Zayıf ve çelimsiz olan bâtıl; kendine destek ararken daima kutsal kavramları, yüce şahsiyetleri istismar yollarını aramıştır. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini de istismar etmeye yeltenenler çıkmıştır. Ancak Kur’ân, Allah’ın inayetiyle, o derece yaygınlaştırılmıştır ki bu sahadaki istismar teşebbüsleri çoğu zaman akîm kalmaya mahkûm olmuştur. Gene de Kur’ân yorumu iddiasıyla bize ulaşmış bulunan birçok tefsirlerde bu istismar eğiliminin –az da olsa– izlerine rastlıyoruz. Resûlullah’ın (s) sözleri veya teknik terimle hadisleri ise istismarın en verimli sahası olmuştur. İyi niyetli fakat idraksiz kişilerden artniyetli düzenbazlara; ihtiras sahibi dünyacılardan cahil sofulara kadar, hemen her kesimden insanın rol aldığı bu alanda ne tür ürünlerin elde edildiğini görmek isteyenler; İbn’ul-Cevzi (597), İbn Qayyim el-Cevziyye (ö.691), Sâğânî (ö.650), İbn ‘Arrâq (ö.963), ‘Aliyyu’l-Qârî (ö.1014), Şevkânî (ö.1250) gibi âlimlerin konuyla ilgili eserlerine başvurabilirler3. Bu makalemizde, son yıllarda hadis kaynağı iddiasıyla yayınlanan “Râmûz’el -Ehâdis” (Hadisler Deryası) isimli kitabın –sıhhati yönünden– tahlil ve tenkidini yapmak istiyoruz. Kitabın, Lütfü Doğan ve M. Cevat Akşit tarafından neşre hazırlanan iki ciltlik metinli baskısı üzerinde duracağız4.
Yayınların Tanıtımı Bu başlık altında verilen bilgiler, anılan kitabın başına ve sonuna konan metin-dışı ek bilgilerden–bazılarının altı tarafımızdan çizilmek suretiyle– özetlenmiştir. (C.l, s.I-XXIV, s.1-2; C.2, s. 563-68): 
 
Musannıf ve Eseri Kitabın musannıfı (derleyicisi) Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî (1813-1893) hazretleridir. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul’a gönderdiği Trablus-Şam müftüsü Ahmed Ziyauddin Ervadî hazretleriyle 16 yıl ledün ilmi alışverişi yaptıktan sonra irşad vazifesi yapmış olan Gümüşhanevî hazretleri 1865-1875 yılları arasında Ramûz’el -Ehâdîs isimli kitabının tasnifini tamamlamıştır. 18 yıl yatsı abdestiyle sabah namazı kıldığı söylenen musannıfa izafe edilen ‘Önsöz’lere göre (s.XXII-XXIV ve s.1-2): Râmûz’el Ehâdîs kitabındaki hadisler; hicrî 600 senesinden evvelki büyük hadis âlimlerinin kütüphanelerdeki muteber kitaplarından, son ravînin dışındaki ravî isimleri hazfedilmek (düşürülmek) suretiyle meydana getirilmiştir.
Me’hazları tashih edildikten başka Arabistan uleması ve bazı hadis âlimleriyle müzakereler yapılmak ve mercilere inilmek suretiyle gerekli ihtimam gösterilmiştir. Dînin en büyük esaslarını ihtiva eden bu rivayetlerin hıfzının kolaylaştırılması ve faydalarının yaygınlaştırılması için hadisler alfabetik olarak tanzim edilmiş, her hadisin sonunda –sayısı bazen dokuzu bulan– kaynağı veya kaynakları verildiği gibi gerektiğinde ‘sıhhat’ı ve ‘zaaf’ı ile ilgili notlar da ilâve edilmiştir. 
 
Kitap iki kısma ayrılmıştır: 1) Resûlullah’ın (s) doğrudan sözleri: 6402 Hadis, 2) Resûlullah’ın (s) hilye ve şemâili(sahabe dilinden): 701 Hadis. Kitabın başına “Hadis Usûlü” niteliğinde Arapça sekiz sayfalık bir bölüm ilâve edilmiştir. Eserin sonuna ise, çeşitli beldelerden on âlimin kitaba ‘takriz’leri ile genel hadis usûlüne dâir Muhammed Birgivî’nin iki sayfalık bir metni konmuştur. 
 
Kitabı Okutan Hazerât ve Mütercim Gümüşhanevî Hazretlerinden sonra,Râmûz’el -Ehâdîs kitabı, sırayla aşağıdaki hâzerât tarafından–bazılarınca ‘her sene bir hatim’ hesabıyla– ders kitabı olarak okutulmuş ve şerhleri yapılmıştır: 1) Hz. Ebubekir (r) yaratılışlı, ‘ismi ile musemma’, hilm sahibi, nur yüzlü, ak sakallı, çekme burunlu, elâ gözlü Hasan Hilmi Efendi (1825-1911); 2) İlm-i zâhir ve bâtında yektâ, gür ve beyaz sakallı, celâl ve heybetli İsmail Necati Efendi (1839-1921); 3) Altı saatte hatim ile teravih kıldırdığı gibi iki rek‘atlık namazda Kur’ân’ı hatmeden, Arapça, Fars-ça, Rusça’dan başka, Orta Asya Türkleri diyalektleri uzmanı, Zubdet’ul -Buhârî mütercimi ve birçok eser sahibi Ömer Ziyâuddin Efendi (1849-1921); 4) İlm-i zâhir ve bâtında derya, mahviyet-i kâmile ve ahlâk-ı hamidesi ile mümtaz, orta boylu, nur yüzlü ve yuvarlak çehreli Mustafa Feyzi Efendi (1869-1926); 5) Zahirî ve bâtınî ilimlerde üstad, mânevî ilimlerde zamanın kutbu olduğunda ittifak edilen, 40 sene (tutulması haram günler hariç) her gün oruç tutan, uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, yumuşak ve hilim sahibi Abdullah Hasib Yardımcı Efendi (1863-1949); 6) Deha mertebesinde bir zekâya, insanın içini ve dışını okuyan bir bakışa, bir koyunu rahatlıkla yatırıp-kesip-yüzecek kuvvette pazulara sahip; 18 senelik evlilik hayatında bir gece dahi uyumayıp daima ibadetle meşgul olan; esnedikleri, uyukladıkları hiç vaki olmayan; sıkışık bir vaziyette temas edildiğinde birkaç dakikadan fazla dayanılmayan âteş gibi yanan bir vücudu olan ve: Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz; ‘Peki’ demesini öğrenmek lâzımdır; Seni Mevlâ’ndan alıkoydu ise, dünya bir çöp de olsa dünyadır; Aynayı tanı, ayna ile hemhal ol, aynalaş; Bildiğinden fedakârlık etme, dikine de gitme; ama rezalet olacak, bir derece dikil!... gibi vecizelerin sahibi “canına cömert” Abdulaziz Bekkine Efendi (1895-1952); 7) Gönülden geçen şeyler kendisine hemen malûm olan, sualleri kendisine sorulmadan cevaplandıran, gittiği yerlere bereket ve bolluk götüren, en umulmadık kıtlık- larda fevkalâde nimetlere sebep olan; bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca duran; dikkatle bakılması imkânsız, esrarengiz ve derin manâlı gözlere sahip; yumuşaklığından ötürü bazılarınca “Pamuk Baba” diye bilinen ve her şeye ‘peki’ diyen Mehmet Zahid Kotku Efendi (1897-1980).
Eserin tercümesi, yukarıda altı numarada zikredilen Abdulaziz Bekkine Efendi hazretleri tarafından 1950-51 yıllarında talebelerine takrir ettirilerek yapılmıştır. Eseri neşre hazırlayanların (Lütfü Doğan - M. Cevat Akşit) ifade ettiklerine göre; eseri hemen her sene hatmetmek üzere 30 seneye yakın bir zaman okumuş, okutmuş ve açıklamış olan Abdulaziz Bekkine hazretleri bu tercümeyi yapmakta her yönden tam selâhiyeti haizdir. Eseri neşre hazırlayanlarca da eserdeki her hadis tercümesi üzerinde büyük bir titizlikle esas metin ve şerhinden teker teker yeniden gözden geçirilmiş, ancak mütercim hazretlerinin üslûbu ve kullandığı kelimeler muhafazaya çalışılmıştır. 
 
Eserin esas metni ile Türkçesi, müdekkik okuyucuya kolaylık sağlamak amacıyla sayfa-sayfa karşılıklı olarak basılmıştır. Kitabın sonuna bir konu indeksi ile lügatçe ilâve edilmiştir. Eser 1982 yılında iki cilt halinde basılmıştır. Basım yeri belirtilmemiştir. 
 
HADİS KİTAPLARI İÇİN BİR DEĞERLENDİRME 
 
Râmûz’el Ehâdîs kitabını kaynakları yönündendeğerlendirebilme- miz için bilinen hadis kitapları konusunda, hadis otoritelerinin sağlamlıkları yönünden yapmış oldukları değerlendirme- lerden haberdar olmamız gerekir. Bu konunun sahası çok geniş olmakla beraber, biz burada hadis sahasındaki otoriteleriyle bilinen baba- oğul iki âlimin değerlendirmelerini vereceğiz. Bu iki âlim, Şah Veliyyullah Dihlevî (1114-1176) ile oğlu şah ‘Abdu’l-‘Aziz Dihlevî (1159-1239)’dir. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin Huccetu’llâhi’l-Bâliğa’ sında5 ‘Abdu’l-‘Aziz Dihlevî’ nin ise ‘Ucâle-i Nâfi‘a’sında6 hadis kitapları hakkında yapmış oldukları değerlendirmeyi –birbirlerine çok yakın olduklarından birleştirerek ve biraz özetleyerek– aşağıya veriyoruz:
Günümüze kadar ulaşan hadis kitaplarını sıhhat ve sağlamlık itibariyle dört tabakaya ayırabiliriz: 1. TABAKA: Buhârî’nin ve Müslim’in Sahih’leri ile İmam Malik’in Muvattâ’ı (3 kitap): Bu üç kitaptaki rivayetler diğer herhangi bir hadis kitabındaki rivayetlere nazaran çok daha sağlamdırlar. Buhârî ve Müslim, rivayetlerinde ‘ittisal’ şartını titizlikle aramışlardır. 2. TABAKA: Birinci tabakadaki üç kitabın seviyesine ulaşmamakla beraber derleyicileri güvenilir ve dürüst olarak bilinen ve yazıldıkları dönemde büyük kitlelerce hüsn-ü kabul gören kitaplar: Bunlar; Ebu Davud’un Sunen’i, Tirmizî’nin Câmî’i ve Nesâî’nin Mucte- bâ’sıdır. (3 kitap). Ahmet b. Hanbel’in Musned’i de bu tabakaya nisbet edilirse de onda tenkîd edilmemiş çok sayıda ‘zayıf’ hadis mevcuttur. 
 
3. TABAKA: Buhârî ve Müslim’in eserlerinden önce veya sonra ya da onlar zamanında, sıhhat şartı gözetilmeden derlenen ve şöhretleri ilk iki tabakadaki eserlerin seviyesine ulaşamayan hadis kitaplarıdır. Bu kitaplar; ‘sahih’, ‘hasen’, ‘zayıf’, ‘ma’rûf’, ‘garîb’, ‘şâzz’, ‘munker’, ‘hata’, ‘sevab’, ‘sabit’, ‘maklûb’ ... her çeşit rivayeti ihtiva ederler. Bunlar; tamamen dışlanmamakla beraber, ilim alanında önemli şöhreti olmayan, hadis otoritelerince değerli bulunup üzerinde durulmayan; lisaniyatçılarca, fakihlerce veya biyografi yazarlarınca malzeme niteliğinde görülmeyen ve taklidin yaygınlaştığı dönemlere kadar kıyıda-köşede kalmaya mahkûm olan kitaplardır. Bunlar; İbn Mâce’nin Sunen’i, Dârimî’nin ve Ebu Ya‘lâ’nin Musned’leri, ‘Abdu’r-Rezzaq ve Ebu Bekr b. Ebî Şeybe’nin Musannef’leri, ‘Abd b. Humeyd ve Tayâlisî’nin Musned’ leri, Dârequtnî’nin Sunen’i, İbn Hibbân’ın Sahih’i, Hâkim’in Mustedrek’i ile Beyhaqî,Tahavî ve Taberânî’nin kitaplarıdır. Bu musannıfların birçoğunun hedefi, sıhhat yönünden hiçbir tenkîd ve tahlile tabi tutmadan buldukları her şeyi derlemek olmuştur. 
 
4. TABAKA: İlk tabakalardaki hadisçilerce bilinmeyen veya bilinmesine rağmen–herhangi bir kusurundan dolayı– itibar edilmeyen rivayetlerden oluşan ve aradan uzun asırlar geçtikten sonra derlenmiş bulunan eserlerdir. Bu kitapların malzemesi genellikle şun- lardan oluşmaktadır: a)Muhaddislerin itibar etmedikleri genellikle mübalağacı vaizlerin, mutaassıp fırkacıların, zayıf karakterli kimselerin rivayet ettikleri sözler; b) Sahabe, tabiîn, hukemâ ve vâizlerin sözleri veya israiliyyat haberleri iken ravilerin bilerek veya bilmeyerek Hz. Peygamber’e nisbet ettikleri sözler; c)Kur’ân ve sahih hadislerden mefhûm olarak çıkarılabilecek bir hususun; hadisin inceliklerini bilmeyen sâlih kimselerce kasıtsız olarak veya bu incelikleri bilenlerce kasıtlı olarak Resûlullah’a (s) izafesiyle oluşan rivayetler; d)Farklı birçok hadisin ibarelerinin birleştirilmesiyle meydana getirilen kompleks rivayetler... Böyle rivayetlerin kaynağı olarak: İbn Hibbân ve ‘Uqaylî’nin Du‘afâ’ları, İbn ‘Adiyy’in Kâmil’i; Hakim, Ebu Nu‘aym, Deylemî, Hatîb, İbn ‘Asâkir, İbn Merdeveyh, Cevzeqânî, İbn Şâhin, Ebu’ş-Şeyh ve İbnu’n-Neccâr’ın kitapları gösterilebilir. Bu tabakadaki kitapların en iyi rivayetleri ancak ‘zayıf’ niteliğindedir. En çirkin olanları ise ‘uydurma’ ve çarpıtılmış olanlarıdır. Meşhur hadis kritikçisi İbnu’l-Cevzî’nin Mevdû‘ât (Uydurmalar) kitabının ana malzemesini, Suyûtî’nin (hadis) kitaplarının sermayesini bu kitaplar oluşturmaktadırlar. Bu dört tabakanın dışında ka-lan, fıkıhçılar, tasavvufçular ve tarihçiler... yoluyla şöhret bulmuş bir 
 
5. TABAKA’ vardır ki; imanında ciddiyetsiz, Arap diline vakıf kimselerin sağlam senetlerle Hz. Peygamber’e izafe ettikleri rivayet lerden oluşurlar. Bunlar İslâm’da büyük musibetlere sebep olmuşlardır. Ancak büyük hadis otoriteleridir ki bunların yüzündeki maskeyi yırtabilmiştir. Üçüncü tabakadaki kitaplardan, ancak rical ve hadis tekniği ilimlerinde uzman olanlar faydalanabilirler. Dördüncü tabakadaki kitaplara gelince, daha çok muteahhirîn (sonrakiler) nezdinde şöhret bulmuş eserlerdir. Sapık fırkaların birçoğu kendi mezheplerine mesned ararlarken hep bu kitaplara sarılmışlardır. 
 
RÂMÛZ’UN ‘ASLI’NIN TENKİDİ 
 
 Kaynaklar Yönünden Râmûz’el- Ehâdîs’in önsözünden kaynakların hepsinin “muteber kitaplar” olduğu iddia edilme- sine rağmen basit bir araştırma, Râmûz metninin çoğunlukla, önceki bölümde ahvali izah olunan, üçüncü, dördüncü, hatta beşinci tabakadaki kitaplardan oluştuğunu ortaya çıkarır. Önce kitabın girişinde zikredilen kaynakları sıralayalım: 1. Buhârî, 2. Müslim, 3. Ebu Davud, 4. Tirmizî, 5. Nesâî, 6. İbn Mace, 7. Ahmed, 8. ‘Abdullah b. Ahmed, 9. ‘Abdurrezzaq, 10. Tayâlisi, 11. Sa’îd b. Mansûr, 12. İbn Ebi Şeybe, 13. Ebu Ya‘lâ, 4-15. Taberânî (Kebir, Evsat), 16. Dârequtnî, 17. Ebu Nu‘aym, 18-19. Beyhaqî, 20. ‘Uqaylî, 21. İbn ‘Adiyy, 22. Hatîb, 23. İbn ‘Asâkir, 24. İbn Cerîr, 25. İbn Hibbân (Sahih), 26. Hâkim, 27. Ziyâ (Muhtâre), 28. Dârimî, 29. İbn Huzeyme, 30. Isfehânî, 31. İbn ‘Abdilber, 32. Quşeyrî, 33. Beğavî, 34. Tahâvî.
Bu kaynaklardan: 1 ve 2 nr.’dakiler: 1.Tabaka’dan; 3, 4 ve 5 nr.’dakiler: 2. Tabaka’dan; 6, 7, 8, 9, 10, 12, 13, 14, 15, 16, 18, 25, 26, 28 nr.’dakîler: 3. Tabaka’dan; 17, 20, 21, 22, 23, 24 nr.’dakiler: 4. Tabaka’dan; Ayrıca Râmûz’un ilk 100 sayfasını taradığımızda, yukarıda zikredilen kaynakların dışında altmışın üzerinde kaynak tesbit ettik. Bunlardan çokça tekrarlanan birkaçının ismini verelim: 1. Ebu’ş-Şeyh, 2. İbnu’n-Neccâr, 3. İbnu’s-Sunnî, 4. Hennâd, 5. Bâverdî, 6.Şîrâzî, 7.Râfı’î, 8.Rûyânî, 9.İbn Lâl, 10.İbn Nasr, 11.İbn Şâhin, 12. İbn Merdeveyh, 13.Ebu Nasr, 14.Nu‘aym b. Hammâd, 15. Hâris b. Ebî Usâme ... Bunlardan 1, 2, 11 ve 12 nr.’dakiler 4. Tabaka’daki kitaplardır. Geri kalanların ve buraya almadığımız 50’ye yakın kaynağın ise muhtemelen 5. Tabaka’dan kitaplar olduğu ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere, Râmûz’un kaynaklarının çoğunluğu Dihlevî’ lerin değerlendirmelerine göre 3, 4 ve 5. Tabakadan kitaplardır. Üçüncü bölümde görüldüğü üzere bu kaynaklar ‘sahih’, ‘zayıf’, ‘münker’, ‘batıl’, ‘maklûb’, ‘mevzû’, ‘mufterâ’ ... her çeşit hadisleri ihtiva etmektedirler. Musannıfın, kaynaklarının bu özelliğini belirtmesi ve okuyucuyu uyarması gerekirken, bütün rivayetlerin muteber kaynaklardan alındığını iddia etmesi seleflerinin takip ettikleri ilmî metoddan ayrıldığına en açık delildir. 
 
Tek-tek Rivayetler Yönünden Yukarıda (a) şıkkında ortaya çıkarılan genel zaafın tabiî neticesi olarak Râmûz’da–çoğunluğu hadis otoritelerince tenkid ve reddedilmiş– birçok uydurma rivayete rastlanmaktadır. Her ne kadar bazı rivayetlerden sonra kısa tenkidî notlar konulmuşsa da bunlar bü-tün zayıf ve uydurma rivayetlere nazaran çok cüz’î kalmaktadır. Hadis otoritelerince tek-tek veya genelleştirilmiş ifadelerle uydurma veya zayıf oldukları ilân edilen onlarca –hatta yüzlerce– hadis tespit etmek mümkün olmaktadır. Önce, hadis kritikçilerince ‘uydurma hadis’in özelliği olarak ka-bul edilmiş birkaç genel kaideyi hatırlatalım: 1) Akla, tecrübe ve müşahedeye; sarih ve mütevatir nakle, usûle aykırı olan bütün hadisler; 2) Gelecekteki olaylara tarihleriyle beraber işaret eden hadisler; 3) Mekke, Medine ve Beytu’l-Maqdis (Kudüs) dışındaki şehirleri öven veya yeren hadisler; 4) Sevab veya ceza hususunda çok mübalağalı hadisler; 5) Hızır ve İlyas’ın hayatta olduklarına dair hadisler; 6) Abbas oğullarının hilâfetini ihbar eden bütün hadisler; 7)Arabı, Kureyş’i ölçüsüz öven; Türkleri, Sudanlıları yeren hadisler; 8) Mehdî ile ilgili hadisler; Abdâl hadisleri; 9) Satrançla ilgili hadisler; 10) Horoz ve güvercin hadisleri (horozla ilgili bir hadis hariç)7. (Râmûz’da yukarıdaki maddelerin hepsine uygun çok sayıda hadis vardır. Alfabetik mevzu indeksine bakınız.) Bu kaideler listesi böyle uzayıp gider. Ancak bize göre, birinci sırada kayıtlı olan kaide, kendi dışında verilmiş ve verilecek bütün kaideleri kapsamaktadır. Çünkü sıralanan diğer hususlar, ya sarih nakle ya da akla aykırı görüldükleri için reddedilmişlerdir. Bir rivayetin sarih nakle aykırılığı ise ancak o sarih nakle sahip ve hâkim olmakla belirlenebilir. Yani Kur’ân’ın öğretisi ve Resûlullah’ın (s) mütevatir olan Sîret ve Sünneti ihata edilmedikçe nakil kriteri layıkıyla kullanılamaz. Bununla beraber akıl kriterini kullanmak her zaman bir zaruret olmaktadır. Şimdi bu verilenler ışığında, Râmûz’dan aşağıya alıntılayacağımız hadislere bakabiliriz. (Bunlar musannıfça hiç tenkid edilmemiş rivayetlerdir.) 208.5: “Dünya âhiret ehline haramdır; âhiret dünya ehline haramdır. Dünya ve âhiret Ehlullah’a haramdır”: Deylemî: İbn Abbas’ tan (r). Bu rivayet Kur’ân’a aykırıdır. (28:77’ye bkz). 
 
Cennet muttaqîler içindir.(13:35,5:15, 47:15). Hadis otoriteleri de buna “uydurmadır” demişlerdir. (Elbânî, nr.32). 480.3:“Kadınları yüksek yerlere oturtmayın;onlara yazıyı da öğretmeyin;dikişi ve Nûr Suresini öğretin.”Taberânî(Evsat’ta)ve Beyhaqî (Şu‘ab’da):Hz. Aişe’den (r). Bu rivayet İslâm’ın temel prensiplerine aykırı bir emri ihtiva etmektedir ve batıl sayılmıştır. (Şevkânî, s. 126-27). 27.3: “Allah bir kula şer murad ettiğinde ona, bina yapmak için kerpiç ve çamuru güzel gösterir”. Taberânî (Kebir ve Evsat’ta) ve Hatîb (Tarih’te): Câbir’den (r). (Yakın mânâda bir rivayet olan 27.4’e bakınız). 189.9: “Şerliler, hayırlılardan sonra 150 senedir; dünya ehlinin hepsine hakim olurlar: Onlar Türklerdir.” Deylemî: İbn Ömer’den (r). Mütercim tercümesine bir not koymuş:“Türklerden maksat: Çinliler ve Tatar-ı kebirdir ki sonunda dünya bunların üzerine kalacakmış.” 394.9: “Satranç oynayan mel‘ undur; seyircisi de domuz eti yiyen gibidir.” Abdân, Ebu Musa ve İbn Hazm: Habbe b. Müslim’den ‘mursel’ olarak. Hadis uydurmadır (Şevkânî, s.207; Qârî, s.358). 452.2: “Ümmetim için kazılan mezarların yarısı nazardandır.” Taberânî (Kebîr’de):Esma bt. Umeys’den (r). 102.6: “Sizden biriniz namazda iken şeytan gelir; kıçından bir kılı tutar, çeker. Bu, ona yellenmiş gibi gelir. Böyle bir durumda biriniz ses veya koku duymadıkça namazını bozmasın.” Ahmed (Musned’de) ve Ebu Ya’lâ: Sa‘îd’den (r). (l02:10’a da bkz.) 379.1: “Hiç kimse yoktur ki altın veya gümüşten birşey bıraksın da sonra (âhirette) alnından ayağına kadar enli kılıçlarla dağlanmasın.” Ebu Nu‘aym (Hilye’de): Sevbân’dan (r). 510.1: “Cennetlik bir adam 4000 bâkire, 8000 dul ve 100 hûrî ile evlendirilir”. Ebu’ş-Şeyh: İbn Ebî Evfâ’dan (r). 
 
Ucuz ‘Şehîdlik’ vâdeden rivayetler: 430.19: “Bir kimse âşık olur, iffetini koruyarak ölürse şehîttir”. Hatîb (Tarih’te): ‘Aişe’den (r). (430.12 ve 430.14’e bkz.) 450.4: “Adamın gurbette ölmesi şehadettir.” Taberânî (Kebîr’de), Râfiî: İbn ‘Abbas’dan (r) (Şevkânî, s.209’a bkz.) 411.1: “Bir kimse abdestli ya-tar ve o gece ölürse şehit olarak ölür.” İbnu’s-Sûnnî: Enes’ den (r). Bu konuda 236.14 ve 421.14 rivayetlerine bakınız.
Ucuz sevaplar vâdeden rivayetler: 65.4: “Bir kul mescidde tükürmeye davranırsa mescidin temelleri sarsılır. (...) Eğer vazgeçip (tükürüğünü) yutarsa Allah ondan 72 hastalığı giderir ve ona iki milyon hasene yazar.” Deylemî: Enes’den (r). 424.7: “Bir kimse, bir günde müslümanlardan yirmi kişiye –toptan veya perakende– selam verirse; o gün veya o gece ölürse Cennet ona vacip olur.” Taberânî (Kebîr’de): İbn Ömer’den (r). 433.10: “Bir kimse ‘Cezâhullahu Muhammeden ‘annâ mâ huve ehluhu’ derse, yetmiş kâtibi bin sabah yormuş olur (sevab yazmaktan)” Taberânî (Kebir’de), Ebu Nu‘aym (Hilye’de), Hatîb (Tarih’te) ve İbnu’n-Neccâr: ‘Aişe (r) ve İbn ‘Abbas’dan (r). 438.3: “Bir kimse her gün, yüzünden 200 âyet okursa, (...) müşrik bile olsalar Allah ana-babasının azabını hafifletir.” Deylemî: Ebu’d-Derdâ’dan (r); Zayıftır. Müşrik’in azabının hafifletilmeyeceğini Kur’ân haber veriyor. (2:162, ayrıca 2:86, 16:85). 
 
Değişik birkaç rivayet daha: 449.4: “99 kadından bir tanesi Cennette, kalanı Cehennem’dedir. (...)”Ebu’ş-Şeyh:İbn ‘Abbas’tan (r). 232.4: “Mü’minler itaatkâr ve yumuşaktırlar. Munis bir deve gibi ‘boynunu eğ’ denince boynunu eğer, bir kaya üzerinde bile olsa ‘ıh’ denilse çöker.” İbnu’l-Mubarek’ten ‘mursel’ olarak; Beyhaqî (Şu‘ab’da): ibn Ömer’den (r). 117.10: “Ümmetim hiçbir zaman dalâlette birleşmez. İhtilaf halinde kalabalık tarafı tutunuz.” ‘Abd b. Humeyd ve İbn Mâce: Enes’den (r). Kur’ân’da 6:116 ile mukayese ediniz. 213.13: “Sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir...” Deylemî: Enes’den (r). (213.12, 14, 15 ve 16 ya da bakınız). 38.6: “Bir kimse binasını 7 veya 9 zira (arşın) yüksekliğinde yaptığında, gökten bir münâdî ona seslenir: ‘Ey fasıkların en fasıkı, bununla nereye gidiyorsun?’” Ebu Nu‘aym (Hilye’de): Enes’den (r); zayıftır. Bizce ‘bâtıl’dır!.. Tesbit ettiğimiz uydurma ve bâtıllar buraya alıntılanamayacak kadar çoktur. Bazılarının numaralarını vermekle yetiniyoruz: 291.11, 442.8, 316.6, 318.8, 423.4, 95.4, 194.3, 238.15, 460.6, 439.6, 321.11-12, 516.7, 159.6, 442.4, 335.6, 22.4, 81.10, 256.8, 394.8, 489.4, 84.14, 105.17, 119.2-3, 124.4, 288.2, 438.8-9, 433.3-7-9, 434.3-6-11, 428.10, 432.6, 421.3, 427.7-8, 437.2-10-12-13, 440.10, 64.6, 494.8, 101.12, 291.13, 292.2, 426.1, 99.3, 104.3, 410.4, 436.1... 
 
Birbiriyle çelişen rivayetler de az sayıda değildir. Sadece birkaçına işaret ederek bu bölümü bitiriyoruz: 30.5’de Hz. Peygamber’in yolundan ayrılan emîre mutlak itaat emredilirken 30.6’da Allah’a isyan eden emîre itaat edilmeyeceği bildirilmektedir. 326.20’de “Mehdî amcam ‘Abbas’ın soyundandır.” denirken 236. 21’de “Mehdî ‘ıtret’imden, Fatımâ soyundandır.” deniyor. 97.7, 207.8, 508.2’de Horasan’dan Deccal’ın çıkacağı bildirilirken, 298.2’de aynı yerden Mehdî’nin çıkacağı haber veriliyor. 239.13-14 hediyeleşmeyi yererken, 239.15-16 tam zıddını söylüyor. 
 
RÂMÛZ’UN ‘TERCÜMESİ’NİN TENKİDİ 
 
Tercüme edilmeyenler Bir tercüme olayında metnin aynen aktarılması, mütercim tarafından keyfî tasarruflarda bulunulmaması; atlanan, tercüme olun- mayan kısımlar varsa bunlara işaret olunması kabul edilen bir ahlâk kuralıdır. Hele tercüme konusu, bir dinin mensuplarınca en yüksek değerde görülen metinler olunca bu ahlâk kuralına riayetsizlik bir hıyanet, bir cürüm olur. Hz. Peygamber’e izafe edilen bir söz nakledilirken öncelikle kaynağının belirtilmesi, ayrıca hadis otoritelerince yapılan tenkidler varsa bunların da beraber verilmesi, –tercüme olayı dışında da– İslâmî bir ahlâk olarak bilinegelmiştir. Çünkü ancak bu ilmî yolla Hz. Peygamber adına uydurulan birçok iftiralar bertaraf edilebilir. Bir ‘zayıf’ veya ‘uydurma’ hadisin kaynağının ve hele niteliğinin belirtilmeden rivayet edilmesinin İslâm’a ve Resûlullah’ın (s) hukukuna en büyük saygısızlık addedilmesi çok makul ve çok gerekli ahlâki bir müeyyidedir. 
 
Her seviyedeki okuyucu kesimine arz edilen Râmûz tercümesinde bu ilmî ve ahlâki kurala hiç riayet edilmediği görülmektedir. Şöyle ki: 1) Hadis kaynakları tercümede gösterilmemiştir: Yukarıda sağlamlıklarını tartıştığımız kaynakların hiçbiri tercümeye alınmamıştır. Dolayısıyla, tercümeyi okuyan birisi için “sağlam kaynak”la “zayıf kaynak” diye bir ayırım yapmak imkânı yoktur. Ve hadislerin hepsini aynı nitelikte görmeye, daha doğrusu hepsini sahih saymaya mahkûmdur. Artık bir İbn Şâhin, bir Ebu’ş-Şeyh, bir Hakîm Tirmizî (bildiğimiz Câmî sahibi Tirmizî değil), bir ‘Uqaylî ile Buhârî veya Müslim’i birbirinden ayırdetmek mümkün olmayacaktır. 2) Bazı hadisler hakkındaki tenkîdî notlar tercüme edilmemiştir: Arapça metninin bütün zaaflarına rağmen gene de bazı ilmî tutumların izine rastlanabiliyor: Bazı hadislerin arkasına, bu hadisler hakkında yapılan tenkidler kısa notlar halinde ilâve edilmiştir. Bu kısa notlar: • Hadisin bazı otoritelerce uydurma sayıldığı (mevzû hadis); • Hadisin genel olarak tenkid edilmiş olduğu; • Hadisin Resûlullah’dan (s) başka birinin sözü olduğu (mevkuf hadis); • Hadisi rivayet eden sahabenin bilinmediği (mursel hadis); • Hadisin otoritelerce zayıf sayıldığı; • Hadisin ravilerinden bazıları hakkında yapılan tenkitler... ... şeklindedir. İşte metindeki bu notlar hiçbir yerde tercüme edilmemiştir. Dolayısıyla Arapça metinde mevzû (uydurma) oldukları bildirilen hadisler tercümede sahih hadîs oluvermişlerdir. Şimdi bunlara –sıra gözetmeden– bazı örnekler verelim (Gerekli tercüme düzeltmelerini yapa- rak veriyoruz): 418.9: “Bir kimsenin konuşması esnasında aksırılırsa, bu, konuşulan sözün hak olduğuna işarettir.” Taberânî (Kebir’de), Ebu Ya‘lâ, Dârequtnî (Sünen’de), Beyhaqî ve Hakîm: Ebu Hureyre’den (r); Beyhaqî: ‘Münker bir hadistir’ demiştir. Görüldüğü üzere hadis zayıf kaynaklardan (3. ve 4. Tabaka) rivayet edildiği gibi, bir kaynakta da ‘münker’ olarak nitelenmiştir. Bü-tün bunların tercümeye aktarılmaması, böylesine saçma ve batıl bir sözün Resûlullah’a (s) izafe edilmesine cür’et kazandırıcı niteliktedir. Bu batıl söz, hadis otorite- lerince gerekli şekilde tenkîd ve reddedilmiştir. (Qârî, s.426, 341; Şevkânî, s.224; Elbanî nr. 136, 137). 430.15: “Bir kimse aksırdığı veya geğirdiği zaman ‘Elhamdu lillâh ‘ala külli hâlin mine’l-hâl’ derse, en hafifi cüzzam olacak şekilde yetmiş hastalıktan korunmuş olur.” Hatîb (Tarih’de), ve İbnu’n-Neccar: Abdullah b. Amr’dan (r); İbnu’l-Cevzî ‘uydurmadır’ demiştir. Burada da metinde uydurma olduğu belirtilmiş batıl bir sözün kaynakları ve tenkidi tercümeye alınmamıştır. (Qârî, s.352-3, 496; Şevkânî s. 225; Elbânî, nr. 409). 414.3: “Kim Farsça konuşursa cinneti artar, mürüvveti (insanlığı) azalır.” Hâkim (Müstedrek’de) ve İbn ‘Adiyy (el-Kâmil’de ve tenkid ederek): Enes’den (r); İbn’ul-Cevzî bunu ‘uydurma’ saymıştır. (Allah’ın gazab ettiği zaman meleklere Farsça vahyetmekte oduğuna dair bir uydurmanın tenkidli rivayeti için 27.12 metnine bakınız). 227.7: “Kur’ân birmilyonyirmibin harftir. Kim onu Allah’tan ecrini umarak ve sabırla okursa her harfine karşılık kendine hurilerden bir zevce vardır.” Taberânî (Evsat’ta), İbn Merdeveyh ve Ebu Nasr: Ömer’den (r). Ebu Nasr: ‘Metni ve isnadı garîbdir’ demiştir. Hadiste verilen rakam mevcut Kur’ân harflerinden fazladır. Ancak bu durum birçok Kur’ân âyetinin tilâvetinin nesh edilmiş olmalarıyla izah edilebilir. Bu rivayetin saçmalığı kadar, metne ilâve edilen notun saçmalığı da meydanda. Bir maskaranın uydurması olabilecek bu rivayete göre; bir kere Kur’ân’ı hatmeden kimse için Cennette okuduğu Kur’ân harfleri sayısınca hûrî var. Ancak Kur’ân harfleri için verilen 1.020.000 rakamı, son notu koyan zatı biraz düşündürmüş. Çünkü mevcut Kur’ân harfleri sayısı bu rakamın üçte birine ulaşmıyor. Mütercimin metne koyduğu nota göre de ‘mevcut Kur’ân’lar 322.671 harf’ tutuyormuş. İki rakam arasında 697.329 gibi çok fahiş bir fark mevcut. Bu nasıl izah olunacak? Notun sahibi zat için bunun makul izahı şöyle: Fazla harflerin oluşturduğu âyetler tilâveten nesh edilmiş! Yani, elimizdeki Kur’ân’ dakinin iki katından daha fazla sayıda âyet; önce nazil olmuş, daha sonra hem Hz. Peygamber’e hem de müslümanlara unutturularak Kur’ân’dan çıkarılmıştır. Böylece bu rivayetlerin rakam fazlalığının hikmetini kavramış oluyoruz (!). 29.7: “Sizden biri (taharet için) taş kullandığında tek sayıda kullansın, Zira Allah tektir, teki sever...” Taberânî (Evsat’ta), İbn Hibbân ve Hâkim (Mustedrek’de): Ebu Hureyre’den (r). Hadis tenkid olunmuştur. Tercümede, Allah’ın birliği ile taharet taşlarının tekliği arasında ilgi kuran bu hayasız sözün tenkîd edilmiş olduğuna dair en ufak bir işaret yoktur. 291.12: “Evli adamın iki rek‘atı bekârın seksen-iki rekatından hayırlıdır.” Temmâm ve Ziyâ (Muhtâre’de): Enes’den (r). İbn Hacer ‘Bu münker bir hadistir. Ziyâ’nın onu rivayet etmesinin bir mânâsı (değeri) yoktur’ demiştir. 
 
Aslında tenkid edilmiş oldukları halde tercümede gösterilmeyen bu kabil rivayetlerin bir kısmının numaralarını veriyoruz: 8.4, 10.9, 12.2, 17.12-14, 40.15, 60.1, 69.1, 70.6, 75.12, 91.6, 101.9, 205.17, 216.15, 273.1-4, 306.6, 323.11, 335.4, 337.10, 342.12, 358.10, 369.8, 415.1, 421.5, 447.14, 474.8, 499.11, 504.4... 
 
Tercüme Hataları Birçok yerde çok garip tercüme hatalarına rastlanmaktadır. Biz yine bazı örneklerle yetineceğiz: • 16.1: “...Hicretten sonra bekâr kalmaktan sakınınız” yanlış bir tercümedir. Doğrusu: “...(Medine’ ye) hicretten sonra (tekrar) çöle dönmekten sakınınız”. Hata, metindeki “ta‘arrub” kelimesinin noktalı olarak “ta‘azzub” şeklinde okunmasından kaynaklan- mışa benziyor. • 597.8: Ravi yerindeki “Hz. Recul r.a.” çok gülünç bir tercüme. Çünkü birazcık Arapça bilen birisi ‘recul’ kelimesinin özel isim olmayıp ‘adam’ mânâsında cins isim olduğunu bilir. Hadisin ilk ravisinin ismi bilinmediği zaman ‘an reculin’ (yani “ismi tesbit edilemeyen bir adam”dan rivayet edilmiştir”) şeklinde vermek hadis rivayetinde bilinen bir gele- nektir. • 138.10: “... O beyaz bir kürk üzerine oturmuştu.” Tercüme yanlıştır. Kürk diye tercüme edilen ‘ferve’ kelimesi, burada “otsuz kıraç yer” anlamr. Nitekim metnin kenarındaki Arapça notta da kelimeye bu doğru mânâ verilmiştir. Buhârî şerhi Fethu’l-Bârî’ye de bakınız. (Hadis No: 3402). • 224.1: “Umra ve Rukba verilen kimselere caizedir”.aliyle okuyucuya hiçbir şey ifade etmez. Kitabın sonundaki ‘Lügatçe’de de bu kelimeler yok. • 353.6: “... Cebrail (a) haşyetullahtan eski bir kilim gibi titriyordu.” Tercümede “eski bir kilim gibi titremek” teşbihinde hiçbir mânâ ve güzellik yok. Zaten metinde ‘titriyordu’ diye çevrilebilecek bir kelime mevcut değil. “... eski bir çul gibi (süklüm-püklüm) idi” diye çevrilmesi mümkündür. • 455.2: “Ümmetimin helaki kitab ile süttedir. Kitab’a gelince: Kur’ân’ı okurlar; hilâf-ı hakikat te’vil ederler. Sütü ise severler, kıra çıkarlar, cemaati ve Cuma’ları terk ederler.” ‘Sütü sevmek’le kıra çıkmak, cemaati ve Cuma’ları terk etmek arasındaki ilgiyi bulmak okuyucu için bir muammayı çözmek kadar zor görünüyor. Bize göre, Hz. Peygamber’e ait olmadığına inandığımız bu ifadelerle –muhtemelen– sonraki dönemlerin bir endişesi dile getiriliyor. Şöyle ki: Süt, deveyi; deve de bedeviliği temsil eder. Şehirli (yerleşik) ise ‘hurma’ ile sembolize edilir. Tercümedeki ‘kıra çıkarlar’, metindeki ‘yebdûne’ kelimesinin yanlış karşılığıdır. Doğrusu: ‘bedevileşirler’. Resûlullah (s) adına söylenen bu sözlerle, tarihin muayyen bir döneminde, şehirlerden çöle kaçış akımı önlenmek istenmiş olmalıdır. • 484.3: “Allah ümmetimi ebeden dalâlette cem etmez. Büyük karaltıda olun ...” Tercümedeki “Büyük karaltıda olun” cümlesinin doğrusu: “Kalabalık tarafı tutun” şeklinde olmalıydı. Nitekim 117.10 rivayetinde tercüme bu şekilde doğru yapılmıştır. • 481.11:“... Muharremin Safer ayına tebdili de yoktur.” Doğrusu: “... Sarılık hastalığının sirayeti de olmaz.” Metindeki ‘safer’ kelimesi sayfa kenarındaki Arapça notta doğru izah olunmuşken mütercim bunu Safer ayı sanmış ve Kur’ân’ın 9:37 âyetiyle yasaklanmış olan ‘nesî’ uygulamasıyla karıştırmıştır. Aşağıda vereceğimiz tercüme hatalarının ise, bazı endişelerden dolayı kasıtlı tercihlerden kaynaklandığını sanıyoruz. Aksi takdirde büyük cehaletin işareti olurlardı. • 10.9: “Allah’ın Kitabını bırakmaları sebebiyle dalâlete düşerler.” Doğrusu: „Allah’ın Kitabı(nın istismarı) ile dalâlete düşerler” Arapça metindeki ‘bi-kîtabillah’ açıkça “Allah’ın Kitabı ile” demektir. • 90.8: “... O silahı cephede kullanan ...” ibaresindeki ‘cephede’ kelimesi “fî sebîlillâh”ın karşılığı olarak seçilmiş oluyor. Tercü- me güncel hale getirilmiştir. • 99.8: “... bakınca ayağının iliği görülür” tercümesinin doğrusu “bakınca bacağının iliği görülür” şeklinde olmalıydı. Doğru tercüme biraz müstehcen görülmüş olmalı. • 101.3: “... kulunun ve cariyesinin zina etmesinde Allah’tan gayretli kimse olmadı.” Doğrusu: “Erkek olsun, kadın olsun kullarının zina etmelerinde Allah’tan daha çok kıskançlık duyan kimse olamaz.” Allah’a kıskançlık izafe etmekten kaçınırken, bir zina olayında O’na –dilimizdeki manâsıyla– gayret izafe etmenin daha fahiş mânâda anlaşılacağı düşünülme- miştir. • 147.4: “...Allah buyurdu ki: ‘Ben onu ağreb’den (mü’minlerin cahillerinden) tamamlarım.’” Doğrusu: “... Allah buyurdu ki: Ben o sayıyı bedevîlerden tamamlarım.” ‘Ağreb’ diye çevrilen kelimenin aslı ‘a‘râb’dır. Uydurma olduğundan şüphe etmediğimiz hadis metnine göre; Allah Hz. Peygamber’e (s) ümmetinden dörtmilyardokuzyüzmilyon (yetmişbin kere yetmişbin) kişinin hesapsız Cennete gideceğini haber verince Hz. Peygamber (s) ümmetinin sayısının bu rakama ulaşamayacağını ileri sürüyor. Allah da –güya– yukarıdaki ifadeyle (bu rakamı, Cennete sokacağı bedevilerin sayısıyla tamamlayacağını bildirerek) konuya aydınlık getiriyor. 
 
• 246.4 ve 296.8’de, İstanbul’un Arapçası olarak bildiğimiz ‘Kostantiniyye’ kelimesi hep ‘Roma’ olarak tercüme ve tefsir olunuyor. Halbuki 246.4 metninde sadece ‘el-medine’ kelimesi var ve Arapça ara notta bildiğimiz Medine şehri olarak izah edilmiştir. Tercümede ise ‘el-medine’, ‘Kostantiniyye’ olarak çevrilmiş; parantez- içi notta da bununla ‘Roma’nın kastedildiği ifade edilmiştir. 296.8 metninde ise ‘el-medine’, ‘Kostantiniyye’ olarak izah edilmişken tercümedeki notta gene ‘Roma’ olduğu iddia edilmiştir. (478.5’e da bkz.) Hem musannıfı, hem de mütercimi böyle birbiri ile çelişkiye düşüren ve yüzyılların İstanbul’u olan Kostantiniyye’yi Roma yapan zihniyetin temelinde yatan zaaf şöyle izah olunabilir: İstanbul’un müslümanlarca fethinden önceki bir dönemin uydurmaları olan bu ve buna benzer rivayetlere göre, Kostantiniyye (İstanbul) fethe- dildikten 6-7 sene sonra çok büyük olaylar olacak ve Deccâl çıkacaktır. Fakat İstanbul’un müslümanlarca fethinden asırlarca sonra yaşayan bir Müslüman ne yapmalı? Bu güne kadar tarifine uygun bir Deccâl çıkmadığına göre, rivayetlerin sahihliğinden şüphe edilmediğine göre ve Hz. Peygamber’e (s) de yanılma izafe edilemeyeceğine göre bu hadislere yeni bir yorum kazandırılmalıdır. İşte bu çıkmazdır ki asırların İstanbul’u olan Kostantiniyye’yi Roma yapıyor. Yâni Deccâl’ın çıkması Roma’nın Müslü- manlarca fethinden sonra olacak demektir. Ufukta henüz Roma’nın fethi ümidi belirmediğine göre “Deccâl fitnesi”nden uzak yaşadığımıza inanıp şükredebiliriz. • 334.10: “Hıfız on paya ayrıldı. Dokuzu Türke (Küffarı Çin) verildi ...” Bu tercümeyle Türklerin Çin kâfirleri olduklarını öğreniyoruz. Fakat mütercimin bu bilgisinin kaynağını –maalesef– öğrenemedik. (189.9 tercümesindeki nota da bakınız). • 440.8: “...Ben dünyanın harabisi için gönderildim. Ümranı için gönderilmedim.” Doğrusu: “Ben dünyanın tahribi için gönderildim, imarı için gönderilmedim.” Hz. Peygamber’e, dünyanın tahribi için gönderilmiş olacağı –haklı olarak– yakıştırılamadığı ve fakat hadisin uydurma olması ihtimaline de yer verilmediği için, metni muğlak bir şekilde tercüme etmek çıkar yol sanılmış olmalı. • 452.9: “Ne güzel evdir müslümanın girdiği, içinde hamam bulunan ev”. Doğrusu: “Müslümanın girdiği ne güzel evdir hamam”. Bizzat ‘hamam’ diye tercümesi gereken kelimenin “içinde hamam bulunan ev” şeklinde verilmesi, kanaatimizce, aynı kitabın 242. 12 ve 242.13 numaralı rivayetleriyle çelişkiye düşmemek endişesinden ileri gelmiştir. Çünkü orada, meselâ 242.13 de “Ne kötü evdir hamam.” ifadesi gene hadis olarak yer almaktadır. Yâni 242.12-13 de hamam yeriliyor, burada ise övülüyor. Bu çelişkiden ancak bir tercüme oyunuyla kurtulmak müm- kündü. (Hamamla ilgili hadislerin sahih olmadıkları hakkında Fîrûzâbâdî’nin Sifru’s-Sa‘âde’sinin ‘Hatime’sine bakılabilir). • 478.6: “Şeytan yollarda yürüyerek, çarşıda gezerek ve ‘falan oğlu filan Resûlullah’tan (s) bunu şöyle şöyle rivayet etti’ demeden kıyamet kopmaz.” Doğrusu: “Şeytan yollarda ve çarşılarda ulema kılığında gezerek ve ‘falan oğlu filan Resûluliah’tan (s) bunu şöyle şöyle rivayet etti’ demedikçe kıyamet kopmaz.” Şeytanın ulema kılığında gezebileceğine inanmak mütercime biraz ağır gelmiş olmalı ki “ulema kılığında” ibaresini atlayarak tercüme yapmayı tercih etmiştir. • 491.8: “Bir müslümana kendini zelil etmesi layık olmaz. Denildi ki: ‘Nefsi insanı nasıl zelil eder?’ Buyurdu ki: ‘Gücü yetmeyecek belalara kendini atar.’” Bu tercümede, “Nefsi insanı nasıl zelil eder?” cümlesi tamamen tersine çevrilmiş bir çeviridir. Doğru tercüme “İnsan nefsini nasıl zelil eder?” şeklindedir. Bu yanlış tercüme –sanki– mütercimin, bu kitabın girişinde öğrendiğimiz “Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz” kanaatıyla (s. XVII) çelişkiye düşülmemesi için tercih edilmişe benziyor. 
 
SONUÇ Buraya kadar yapmış olduğumuz tahlil ve tenkidlerle aşağıdaki neticelere ulaştığımızı sanıyoruz: a) Râmûz el-Ehâdîs’in metni; iddia edildiği gibi bütün olarak muteber hadis kitaplarından seçilmemiştir. Aksine, sahih kaynakların yanı-sıra çok sayıda zayıf ve hadis sahasında değersiz kaynaklardan derlenmiş ve fakat bu kaynaklar arasındaki büyük farklar konusunda okuyucu haberdar ve ikaz edilmemiştir. b) Kitabın tercümesi tahrifen yapılmıştır. Kaynakların ve bazı metin tenkidlerinin tercüme edilmemesiyle –sanki– hadisçilerin ıstılahında ‘tedlîs’ diye bilinen bir yanıltma taktiğine başvurulmuştur. Ayrıca birçok tercüme yetersiz ve hatalıdır. Bu haliyle kitap, hiç de –iddia edildiği gibi– senelerce işlenmiş, şerhi ve tefsiri yapılmış bir kitaba benzememektedir. Tercüme hataları konusunda verdiğimiz örnekler bu hususu kanıt- lamaya yeterli niteliktedir. c) Kitap birçok doğruları da ihtiva etmekle beraber hadis adıyla Hz. Peygamber’e yapılan iftiralarla doludur. Birçok bâtıl ve saçmalıklar Resûlullah (s) adına ifade olunmuşlardır. Kitapta, her çeşit hurafe ve safsataya mesned olabilecek rivayetleri bulmak mümkün olmaktadır. Toplumumuzda, bazı kesimlerce hurafe ve cehaletin din olarak takdim edildiği bilinen bir gerçek olmakla beraber iyi niyetli birtakım insanların da bu oyunlara kapıldıklarını gördükçe üzüntümüz artmaktadır. Bazı kesimlerinde hurafe ve cehaletin din olarak takdim edildiği toplumumuzda, gerçekleri arama yolundaki mânâ erlerine Allah’tan hidayet ve basiretler diliyoruz. * Kelime Dergisi, sayı: 2, (Temmuz, 1986), s. 32-46’de yayınlanmıştır. 1 Mevzû hadis, hadisçilerin terminolojisinde “uydurma hadis” demektir. 2 Bu Konuda hazırlanmış iki doçentlik tezi henüz basılmamıştır: a) Mehmed S. Hatiboğlu, “Hz. Peygamber’in Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar Siyasî-İçtimâi Hâdiselerle Hadis Münasebetleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi. b) Sadık Cihan, “Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Siyasî ve Sosyo-Politik Olanların Olaylarla İlgisi”, Erzurum, 1976, Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi. 3 Mevzu hadislerle ilgili, burada isimlerini verdiğimiz ve vermediğimiz hadis kritikçileri ve eserleri hakkında bkz.: M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler/Menşei ve Tanıma Yolları, D.İ.B. Yayını, Ankara 1980. 
 
Bizim atıfta bulunacağmız ‘Mevzuat’la ilgili üç kitap, kısaltılmış şekilleriyle şunlardır: Qârî: ‘Aliyyu’l-Qârî, El-Mevdûâtu’l-Kubrâ (Tahkikli) Beyrut, 1391/1971; Şevkânî: Muhammed eş-Şevkânî, El-Fevâidu’l-Mecmû‘a (Tahkikli) Kahire, 1380/1960; Elbânî: M. Nâsiruddin el-Elbânî, Silsiletu’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfa ve’1-Mevdû‘a, C.1, Beyrut, 1392. 4 Burada serdettiğimiz tenkitlerimizi daha önce, bir münasebetle, Sn. Lütfü Doğan’a şifahen ve özet olarak iletmiş idik. Sn. Lütfü Doğan, tenkitlerimize cevap vermekte sıkıntı çekmiş; “Benim, bu kitabın hazırlanmasında çorbada tuzum azdır” diyerek gerekli buluyorsak yazılı bir tenkid yapabileceğimizi ifade etmişti. 5 Huccetullahi’l-Bâliğa, Beyrut, tsz. Cz. 1, s. 132-135. 6 Tuhfetu’l-Ahvezî, El-Mubârekfûrî, Delhi, 1346 (Mukaddime, s. 61-63’de Farsça metniyle naklen). 7 Bu genel kaideler için birçok eser meyanında, Qârî. s,416-498’e bakınız.

5 Kasım 2015 Perşembe

CUMHURİYET BAYRAMININ ARDINDAN / 2015 BERLİN

Bir Cumhuriyet Bayramı’nı daha geride bıraktık. 92 yıl önce ilan edilen bir cumhuriyet var. Düşman, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan, sınırları yeniden belirlenen Türk’ün yeni vatanından kovulmuştur. Bugün düşmandan kurtuluşun değil, o ülkede ilan edilen yeni rejimin bayramı kutlanmaktadır. Cumhuriyet Bayramı. Bu rejime geçiş sadece Türkiye sınırları içinde değil, Türkiye dışındaki temsilciliklerde de kutlandı. Türkiye Cumhuriyeti Berlin Başkonsolosluğu Rotes Rathaus’da bir resepsiyon verdi. Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu. 2002 yılına kadar Cumhursuz kutlanan Cumhuriyet, Cumhur’una kavuşmuştu. Yıllar sonra nihayet Cumhur da oradaydı ve Cumhuriyetini kutluyordu. Başkonsolos Sayın Ahmet Başar Şen orada günün anlam ve mahiyeti ile ilgili bir konuşma yaptı. Türkiye’nin bugün itibariyle geldiği yerin altını çizdi. Mülteci sorununa değindi. Suriye’de devam eden savaşa vurgu yaptı… Aynen istifadenize sunuyorum:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının 92. yıldönümünü kutlamanın gururunu yaşıyoruz. En büyük bayramımızda bu coşkuyu bizimle paylaştığınız, bizimle birlikte olduğunuz için teşekkürlerimi sunuyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verdiği bağımsızlık mücadelesinin eşsiz bir zafer sonrasında ortaya koyduğu eserdir. Bugün, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarının önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz. Vatanımızın bağımsızlığı, milletimizin birlik ve bütünlüğü uğrunda canlarını feda eden aziz şehitlerimizi, istiklal ve egemenliğimiz için her şeylerini ortaya koyan kahraman gazilerimizi, Türkiye Cumhuriyeti'nin yücelmesine katkıda bulunmuş herkesi minnetle anıyoruz.

92 yıl aslında milletlerin tarihinde uzun bir süre değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin genç yaşına rağmen son derece sağlam kökler oluşturduğunu görmek bizler için büyük bir iftihar vesilesidir. Bu zaman zarfında Türkiye, siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal alanlarda çağdaş standartların yakalanmasına yönelik büyük adımlar atmış, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, uluslararası ekonomik sisteme uyum gibi birçok konuda dönüşümü başarmıştır.

Türkiye, içeride yaşadığı bu büyük değişimin yanı sıra, dış politikada da atılımlar gerçekleştirmiş, demokratik, çoğulcu ve laik siyasal sistemi, gelenekle çağdaşı bağdaştırabilen kültürel karakteri ve dinamik ekonomisiyle bölgesinde ve ötesinde güvenlik ve istikrar üreten bir aktör konumuna yükselmiştir.

Türkiye'nin bugünkü müstesna konumu, yurtiçindeki vatandaşlarımız kadar yurt dışındaki vatandaşlarımızın da on yıllar süren ortak çabasının bir sonucudur. Yarım asırdan fazla bir süredir Almanya’da çalışan, bu ülkede vergi veren, bu ülkeye yatırım yapan, kanun ve kurallara saygılı, barış ve huzur içinde yaşama arzusunu her fırsatta gösteren Almanya Türk Toplumu zaman içinde iki ülke arasındaki ilişkiler bakımından da en değerli unsur haline gelmiştir. Eğitimde fırsat eşitsizliği, ayrımcılık ve İslamofobya gibi sorunlara rağmen, genç nüfusu ve dinamik yapısıyla, Almanya Türk toplumunun kültürel kimliğini ve milli benliğini kaybetmeden, birlik ve beraberlik içinde hem Almanya’ya, hem Türkiye’ye hem de Türk-Alman dostluğuna katkılarda bulunmaya devam edeceğinden hiç şüphemiz bulunmamaktadır.

Almanya Türkleri, sağladıkları uyumla, kurdukları sivil toplum altyapısıyla ve barış içinde birlikte yaşamaya dönük hümanist anlayışlarıyla bu ülkeye son aylarda gelmekte olan mülteciler için yol gösterici, Alman makamları için ise mültecilerle ilgili çalışmalarında kolaylaştırıcı işlevler üstlenmeye başlamışlardır.

Komşumuz Suriye’de dört yıldan bu yana yaşanan insanlık dramı, komşumuz Irak’taki istikrarsızlık ve katliamlar, bizleri derinden endişelendirmektedir. Türkiye, Suriye’de yaşanan krizin başından bu yana din, mezhep ve etnik köken ayrımı yapmaksızın 2,2 milyondan fazla Suriyeli göçmeni ülkesine kabul etmiştir. Türkiye geçmişte birçok defa yaptığı gibi, kendisine muhtaç insanların önüne set çekmemiş, dikenli tel örmemiş, aksine hemen, her türlü imkânı seferber ederek, kamplar kurmuş, yemek, barınma, sağlık imkânı sağlamıştır. Birleşmiş Milletler verilerine göre en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkedir. Bugüne kadar mülteciler için 8 milyar Dolardan fazla kaynak harcayan Türkiye’nin mültecilere sağladığı imkânlar, bunları gidip yerinde gören yabancı devlet adamlarının, gazetecilerin, kanaat önderlerinin takdirlerini kazanan bir model haline gelmiştir.
Öte yandan, yıllardır kamplarda yaşayan mülteciler ülkelerine dönüşten ümitlerini kesince kendilerine yeni bir hayat aramaya başlamışlardır. Hepsinin Türkiye’de sürekli barınması ya da Türkiye’deki istihdama dahil olması mümkün olamayacağından, birçoğu müreffeh Avrupa’nın yollarına düşmüşlerdir.

Son aylarda göç dalgasından etkilenen uluslararası toplumun, Suriyeliler ve diğer sığınmacılara yönelik kapsamlı bir siyaset geliştirmeye başlaması umut vericidir. Ancak, sorunun kaynağına hala inilememiştir. Aynı durum, artık maalesef Türkiye’yi de hedef almaya başlayan, dini söylemleri teröre gerekçe göstermeye çalışan cani terör örgütü DEAŞ ile mücadele bakımından da geçerlidir. Türkiye, göç sorununun ve terör sorununun kaynağında çözülmesi gerektiğini, semptomların değil hastalığın tedavi edilmesinin gerekli olduğunu, bunun için Suriye’de en kısa sürede bir rejim değişikliğinin şart olduğunu her platformda vurgulamaktadır.
Ülkemizin bulunduğu coğrafyada yaşanan gelişmeler demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kıymetini daha iyi idrak etmemize yardımcı olmaktadır.

Bu bağlamda, Başkonsolosluğumuzun, ilgili makamlarımızın ve Berlin Büyükelçiliğimizin eşgüdümünde 15 ay içinde Cumhurbaşkanlığı Seçimleri dahil olmak üzere üç büyük seçim organizasyonunu başarıyla tamamlayarak, görev bölgemizdeki seçmenlerin demokratik tercihlerinin ülkemize aktarılmasını sağladığını gururla belirtmek isterim. Son olarak beş gün önce tamamladığımız 26. Dönem Milletvekili Genel Seçimlerinde 49.097 oy kullanılmıştır. Yurt dışı seçmenlerimizin ilgisinin giderek artması sevindirici bir gelişmedir.

Başkonsolosluğumuzdaki seçim çalışmalarımızda 18’inden 88’ine tüm insanlarımızı görmek, onların vatandaşlık haklarını, oylarını kullanırken duydukları hissiyata şahit olmak bizleri de derinden mutlu etmiştir. Bu çalışmalarda ayrıca, yüzlerce gönüllü vatandaşımız da gönül verdikleri siyasi partilere yardımcı olmak üzere seferber olmuşlar, bu sayede demokrasimize hizmet etmişlerdir.
Şunu unutmayalım ki, gün kavganın değil diyaloğun, vatana, millete hizmet yolunda rekabetin günüdür. Bir tane Türkiye’miz var, başka Türkiye yoktur!

Sözlerime son vermeden önce, hepinizin Cumhuriyet Bayramını en içten dileklerimle tebrik ediyorum ve saygılarımı sunuyorum.”

Rüştü Kam

30 Ekim 2015 Cuma

CUMHURİYET YÜRÜYÜŞÜ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 2015

Cumhur; Arapça kökenli cem-her-re kökünden türetilmiş bir kelimedir. Halk, seyirci, dinleyici, topluluk, kalabalık, çoğunluk, kitle, Âlimlerin çoğu, ekseriyeti, seçimle idare edilen devlet, kum yığını demektir.
‘Cumhurî' ise cumhura yani halka mahsus şey demektir. Ancak Arapça'da ‘cumhuriyet' şeklinde bir form olmadığından,  Cumhurî kelimesinin sonuna ‘-yet' eki getirilerek ‘cumhuriyet' terimi icad edilmiştir. 18. Yüzyılda.

Cumhuriyet, en genel manada "halkın yönetimi" olarak tarif edilebilir. Cumhuriyetlerde,  ‘cumhur'un iradesi egemen olur. Cumhur ‘çoğunluk', halk, ya da millet demek olduğundan cumhuriyet kavramının ‘halk iradesinin' tecelli ettiği demokrasi kavramıyla yakın alakası vardır. 

Çoğunluğun tecelli edebilmesi için,  % 51 kuralı esas alınmıştır.  Eşit haklara sahip vatandaşların sayısal çoğunluğunun iradesi, fiilen ‘halkın iradesi' olarak kabul edilmiştir. 
Ve Cumhuriyet, hükümet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimi haline getirilmiştir. Bu haliyle ilk olarak ABD’de 4 Temmuz 1776’da, Fransa’da ise 1789’da ilan edilmiştir. 

İslâmî literatürde bir ilim dalındaki âlimlerin çoğunluğunu ifade etmek için de kullanılır. “Cumhûrü’l-Fukahâ” (fakihlerin çoğunluğu) gibi. Cumhurun görüşüne göre… denir mesela. Çoğunluğun kabul ettiği görüş demektir.

Cumhuriyet rejimi, halkın seçtiği yöneticilerin yönetim biçimini, diğer bir anlatımla; nasıl yönetileceğine ilişkin sorunun cevabını kapsamaktadır. Bu durumda yöneticilerin, siyasi iktidarların; kendilerini seçen bireylerin ortak değerlerine, istemlerine, özelliklerine, örflerine, dini değerlerine uyma zorunlulukları vardır. Bu şekildeki yönetim anlayışı,  aynı anlam ve kapsamdaki demokrasiyi de içermektedir.

Geçen gün elime bir ilan geçti. İlanın başında “Berlin Cumhuriyet Yürüyüşü diye yazıyor ve devamında, gericiliğe ve Bölücülüğe Karşı Laiklik ve Demokrasi için buluşuyoruz!” ifadeleri yer alıyor. (25 Ekim Pazar 2015) 

Okudum ilanı. Bazı faaliyetler için bir araya geldiğimiz dernekler de var tertip heyetinde. Oturup dertleştiğimiz, birbirimize selam verdiğimiz, çay kahve ısmarladığımız arkadaşlarımız bunlar. Belki de onlar tertipledi de diğerlerini peşlerine taktılar, bilemiyorum. Biz o toplantılarda birlik olmaktan, birlikte hareket etmenin avantajlarından konuşuyorduk. Birlikte yürüyüşler yapıyorduk, heyet tarafından tespit edilmediği halde arada attıkları sloganlara bile, birliğe zarar vermesin diye ses çıkarmıyorduk. Bu ilanı okuduktan sonra, meğer onlar takiyye yapıyorlarmış diye düşünmeye başladım.  Üzüldüm, hayal kırıklığına uğradım.

Berlin’de Cumhuriyet adına bir yürüyüş yapılıyor ama içinde cumhur yok. Halksız demokrasi gibi. Anladım ki yürüyüş halka rağmen yapılıyor. “Halka rağmen halk için” yapılan bir yürüyüş bu. Berlin’deki bazı Alevi ve sol cenahtaki dernekler var  tertip heyetinin içinde. Cumhuriyeti sosyalist anlayışla uygulamak isteyen dernekler olsa gerek bunlar. Yani "Halka rağmen halk için" cumhuriyet anlayışına sahipler. Eskilere dayanan bir anlayış bu.

Ben o sevgili dostlarıma derim ki; Cumhuriyet kimsenin tekelinde değildir. Cumhuru oluşturan herkesindir Cumhuriyet. Sizler bu yürüyüş heyetine sağcıları ve mütedeyyin Müslüman kesimi davet etmemişsiniz. Biz yapıyoruz isterseniz takılın peşimize anlayışıyla hareket etmişsiniz.  Doğru değil bu yaptığınız: Çünkü, Cumhuriyet sadece size ait olan bir rejim değil. Veya Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde sadece sizler yaşamıyorsunuz. Cumhuriyetin kurulmasına sebep olan “Kurtuluş Savaşı”nı da sadece sizler yapmadınız. 

Eğer davet etseydiniz mütedeyyin Müslümanları da o heyete, o zaman o bildirinin içinde “…Ak Parti, çağdaş eğitim sistemimizi gericileştirdi”,  “Ortadoğu’da özellikle Suriye’de şeriatçı Işid gibi örgütleri açıkça destekledi” gibi  ifadeler olmayacaktı. Bu ifadeler karalama kampanyası çerçevesinde iftira olarak yazılan ve söylenen ifadelerdir. Gerçek olmayan ifadelerdir. 
Evet, Müslümanlar şeriatı savunurlar: Çünkü şeriat, İslâm dini göz önünde bulundurularak hazırlanmış kanunlardan oluşur. Burada şeriat değildir hedefe konan, gericilik değildir hedefe konan, İslâm dinidir. Satır aralarında bunu okumak mümkündür. Böyle dolambaçlı yollar tercih edileceğine, biz İslâm’a karşıyız demeniz daha dürüstçe olurdu. Takiyye yapmanın ne anlamı var ki.  
Tekrar ediyorum, tertip heyeti, sırf içlerindeki İslâm’a karşı olan kini kusmak için diğer dernekleri bu yürüyüşe davet etmemiştir. Ben böyle düşünüyorum. Benim böyle düşünmeme sebep olan  o dostlarıma da kırgınım.

Işid’e gelince; Işid’in hedefindeki düşman Müslümanlardır. Işid’in gayri Müslimleri öldürdüğüne dair bir bilgisi olan varsa, lütfen burada paylaşsın. Işid bir terör örgütüdür, hem de Müslümanları öldürmeye programlanmış bir terör örgütü. Işid’le Müslümanları yanyana getiremezsiniz. Işid üzerinden İslâm’a saldıranlar iyi niyetli değildirler. Eğer diğer dernekler ve bizler bu yürüyüşe davet edilseydik, Işid üzerinden İslâm’a saldıramayacaktınız: Çünkü, müsade edilmeyecekti.   

AK Partililer halkı ayrıştırıyor diye şikayette bulunuyorsunuz ama, sizler daha kötüsünü yapıyorsunuz; hem halkın diğer kesimlerini ayrıştıyorsunuz hem de mütedeyyin Müslümanları. Ve sizler oluyorsunuz Cumhuriyetçi, mütedeyyin Müslümanlar oluyor vatan haini. Sevgili dostlar yapmayın bunu, ayıp oluyor, yazık oluyor. Yaban ellerde birbirimizle kucaklaşmak varken bu öfke bu kin bu aymazlık niye. Kim sizin tavuğunuza kiş dedi.  Tam bir paradox içinizdesiniz. Söylediklerinizle yaptıklarınız birbiriyle örtüşmüyor. 

Sevgili dostlar, sizler Cumhuriyeti de istismar ediyorsunuz. Açıkça biz sosyalist bir yönetim istiyoruz diyemiyorsunuz, dolambaçlı yollara sapıyorsunuz. Sizleri anlamakta zorlanıyorum.  Mevlana, “ya olduğunuz gibi görünün ya da göründüğünüz gibi olun” demiş. Kanaatimce, "Halka rağmen halk için" Cumhuriyet istiyoruz demeniz daha doğru olacaktır. Geçmişte denildiği gibi. 

Bildiri aynen şöyle, okuyunuz ve haksızsam yazdıklarımda, beni ikna edin, yazdıklarımı geri alayım: 
“…Cumhuriyetimizin kuruluşunun 92. Yılına girererken; yurdumuz Türkiyeyi son 13 yıldır sorumsuzca yöneten ABD yayılmacılığın ve onun Büyük Ortadoğu Planının “ Eşbaşkanı yardımcıları” tarafından bölünme ve parçalanmayla karşı karşıya getirilmiş  bir konumda. 
13 yıllık AKP iktidarı; Laikliği tamamen ortadan kaldırdı, halkımıza baskı ve terör uyguladı, çağdaş eğitim sistemimizi gericileştirdi. Çeşitli kumpaslarla devlet kurumlarını tahrip etti. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş yolsuzlukları gerçekleştirdi, “Açılım politikası “ adı altında ülkemizi bölünmeye götürdü, terör örgütünü yasal konuma getirdi, komşu ülkelere düşmanca politikalar uyguladı, Ortadoğu’da özellikle Suriye’de şeriatçı Işid gibi örgütleri açıkça destekledi, yurt dışında yaşayan bizler AKP nin ülkemizde uyguladığı politikalarının Türkiye’mizin kaderi olmadığının bilincindeyiz.  Cumhuriyetimizin ve başta gelen değerlerinin yeminli düşmanı bu partinin Türkiyemizi getirdiği felaketten kurtarmak için Berlinli bütün yurttaşlarımıza çağrıda bulunuyoruz.” 

(Atatürkçü Düşünce Derneği Berlin Brandenburg, Almanya’daki Türk Azerbaycan Birliği, Bahadınlar Derneği, Berlin Türk Alman İşadamları Derneği, Berlin 23 Nisan Derneği, Cumhuriyet Halk Partisi Berlin Birliği, Erzincan Akdağ Derneği Öğretmenler Derneği, Sivas Derneği, Tiyatrom Kültür Merkezi, Tokat Derneği, Türkiye Gençlik Birliği, Vatan Partisi.)

“Halka rağmen halk için” mücadele eden  sevgili dostlarım sizlere tavsiyelerde bulunmak istiyorum: 
1- Halk sizi çok iyi tanıyor; çarşaflı kadınlara niçin parti rozeti taktığınızı, bazı belediye başkanı adaylarının Sultan Ahmet Camii’nde niçin sabah namazı kıldığını,
2- Başörtülü kızları üniversitelere sokmadığınızı, ikna odalarında yapılan işkenceleri,
3- Gider ayak, yargıya atamalarda bulunan CHP’li bakanın, “kendi partililerimi değil de, MHP’ liler mi atayacaktım“ açıklamasını…,
4- Vatanın bekçileri olan göz bebeklerimizin anneleri başörtülü, babaları sakallı diye askeri mekanlara alınmadıklarını. 
5- Yazılı sınav notu 1 olduğu halde anaları, babaları Mütedeyyin Müslüman olduğu için mülakatta kaybeden kaymakam adaylarını, …

Bu millet bunları unutmamıştır. Temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önlerine koymaya devam ederseniz, İslâm düşmanlığınızı, asla unutmayacak da. Her fırsatta yaraları depreştiriyosunuz. Sanki zevk alıyorsunuz bunu yapmaktan. Belki de varlık sebebiniz budur. Sevgili dostlar; Cumhursuz Cumhuriyet olmaz. O cumhurun içinde sizler de varsınız, mütedeyyin Müslümanlar da var. Ne kendinizin ayrıştırılmasına müsade edin, ne de onları ayrıştırın.

Ak Parti gitse yerine sizlerin iradesi iktidar olsa, sizler cumhurun temsilcisi olabilecek misiniz? Çarşaflı kadınlara rozet takmakla, Sultan Ahmet Camii’nde sabah namazı kılmakla, seçim afişlerine başörtülü kadınların resimlerini basmakla cumhur olunmaz ki. Samimiyet de lazım.

Şunu açıkça ifade edebilirim, “Halka rağmen halk için” müdadele eden sizler;  Ak Parti döneminde başını açtığı için üniversiteden atılan bir kız gördünüz mü, veya Alevi olduğu için, ve de  inancından dolayı üniversiteden atılan, diploma alamayan, askeri mekanlardan kovulan analar, babalar gördünüz mü, socu olduğu için devlet dairesine alınmayan, memur yapılmayan, milletvekili yapılmayan, milletvekili seçildiği halde meclisten kovulan? Hayır görmediniz.

Bu durumda, sizler mi daha çok Cumhuriyetçisiniz, Ak Parti mi? Cumhuru temsil eden sizler mi oluyorsunuz, yoksa Ak Parti seçmenleri mi?

Cumhuriyet yürüyüşünü Vatan Partisi‘nin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yürüyüşü haline getirmeye kimsenin hakkı yoktur. Cumhuriyet “Halka rağmen halk için” diyerek takiyye yapanların değil, hepimizin rejimidir. Hepimiz Cumhuriyet çocuklarıyız. Almanya gibi bir yerde yaşıyoruz. Gurbetteyiz. Problemlerimiz var. PEGİDA var, NSU cinayetleri var, Yabancı düşmanlığı var. Böyle devasa problemlerimiz varken mütedeyyin Müslümanları hedefe koymanın anlamı nedir?

Ak Parti ile probleminiz ne ise, gidin sandığa cumhurun gözü önünde onunla hesaplaşın, ama Ak Parti üzerinden, Işid üzerinden, gericilik üzerinden, Cumhuriyet üzerinden lütfen dinime ve mukaddes değerlerime saldırmayın. 

Saygılarımla.

Rüştü Kam

25 Ekim 2015 Pazar

ERZİNCAN VE SİVAS VENİ VİDİ SCRİPSİ (XII) "Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Erzincan’dayız. 2 saat zamanımız var. Bu iki saat içinde Gülayşe Hanım teyzesiyle görüşecek ve bizler de bakırcılar çarşısından hediyeliklerimizi alacağız. Tabii ki öğle ve ikindi namazlarını da kılmamız lazım. Bakırcılar Çarşısı’nda mescit var, namazlarımızı yine cem ederek orada kıldık. Biraz soluklandık. Yemek yiyenlerimiz de oldu.
Hediyelikler, kahve takımı, duvar saati, bakır tepsi, semaver, biblo, tabak, kaşık, şekerlik, sigaralık, kupa, vazo… gibi ürünler,  daha çok süs eşyası niteliğinde…Sektör talep azalması nedeniyle önemli ölçüde işini kaybetmiş. Zarara uğramış, birçok işyeri kapanmış. Eskiden, dövme bakırcılık çok yaygınmış: Tepsiler, kazanlar, kaplar, ibrikler, leğenler yapılırmış.
Aluminyum ve plastik eşyanın yaygınlaşmasıyla dövme bakırcılık önemini yitirmiş, yerini bakır el işlemeciliğine bırakmış. Esnaf sıkıntılı, yine de Allah bereket versin diyorlar.

Erzincan hakkında bilgiyi otobüste rehberimiz Yasin’den aldık: „M.Ö. iki bin yıllarında, bu yörede, Hurrilerin ve Hititlerin yaşamıştır. Erzincan yakınlarındaki  Altıntepe'de yapılan kazılarda (1953) Urartular'a ait birçok eser çıkarılmıştır. Halife Osman zamanında(655) Habib bin Mesleme Erzincan ve yöresini Müslümanların yönetimine katmıştır.
1228′de I. Alaeddin Keykubad’la Anadolu Selçuklu Devleti hâkimiyetine giren Erzincan, Çaldıran savaşından sonra (1514), bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile beraber Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Ruslarla burada Ermenileri silahlandırarak geriye çekilmişlerdir. İlk ermeni olayları Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu Armıdan nahiyesinde meydana gelmiştir. Çete faaliyetleri şeklinde başlayan olayların failleri ve elebaşıları başlangıçta yakalanıp cezalandırılmışsa da olayların önü alınamamıştır.
Erzincanlı bir Ermeni komitacısı olan Dikran Papazyan’ın şu itirafı Ermenilerin Erzincan halkını tamamen imhaya kararlı olduklarının kanıtıdır. "Üçbeş gün kadar daha geçmiş olsa idi komitacıların almış oldukları tertibat sayesinde Erzincan’ı tamamen ateşler içinde bırakacaktık. Yakıp yıkacak bütün Müslümanları ve askerleri öldürecektik. Fakat buna vakit bulamadık.“
Erzincan katliamını hakkında, Kazım Karabekir şunları söylüyor: „Bütün kuyular şehit edilmiş insan cesetleriyle doluydu. İnsanlar evlere ve camilere toplanmış, orada hunharca yakılmışlardı…“

Sonuç olarak Erzincan veya Erzincan halkı Anadolu’nun vatanlaşması sürecinde üzerine düşen görevi fazlasıyla yapmıştır.
Erzincan deprem bölgesidir. 1939'da şiddetli depreme maruz kalmış, şehir harabeye dönmüştür. Şehirde taş taş üstünde kalmamış, onbinlerce insan hayatını kaybetmiştir. Depremden sonra bugünkü Erzincan şehri inşa edilmiştir.”

Erzincan benim askerlik yaptığım şehir. Biz Erzincan değil de “Erzindan” derdik bu şehre. Soğuğu ile meşhurdur. Askerlik yaparken hiç ısınamamıştım bu şehre(1982), yine de eski hatıralarımı canlandırayım şöyle bir şehirde tur atayım dedim ama içimden gelmedi… Bakırcılar Çarşısı’nın önünde oturarak verilen zamanın gelmesini beklemeyi yeğledim.

Zamanından önce geldiler arkadaşlar otobüsün yanına. Alışılmışın dışında bir davranış. Ayşegül Hanım teyzesiyle vedalaştı ve yola koyulduk.  Otobüste anladık ki, Erzincan arkadaşların da ilgi alanına girmemiş.

Emin kardeşimiz bizlere Erzincan Sivas arasında ziyafet çekeceğini söylemişti ama bu vaad gerçekleşmedi. Haksızlık etmeyelim Emine tekif etti. Ancak hedefimizde Sivas var. Tarihi eserlerin bolca olduğu şehir. Aynı zamanda “yiğidin harman olduğu yer.” Merak ediyoruz. Ve de acele ediyoruz, gün batmadan önce Sivas’a varmalıyız. Kaptan Sezgin Sivas türküleriyle arkadaşları Sivas moduna sokmaya çalışıyor:

Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
………..

Gök Medrese


Gök Medrese’den başladık Sivas’ı gezmeye. İnşaat halinde ama görünen kısımları göz kamaştırıyor. Restorasyonda olduğu için, içini gezemedik. Asıl adı “Sahibiye Medresesi” olan Gök Medrese Anadolu Selçukluları döneminde, 1271 yılında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılmış. Açık avlulu ve iki katlı. Giriş eyvanının sağındaki mescidin ve iki yan eyvanın firuze renkli çinileri bu medreseye Gök Medrese adını verdirecek kadar etkili olmuş. Selçuklu sanatının en seçkin en abidevi anıtlarından biri olan Gök Medrese, süsleme sanatı ile mimarinin birbiriyle bütünleştiği nadide eserlerimizden bir. Girişin sağındaki mescit bölümünün firuze renkli çinilerinin büyük bir kısmı düşmesine rağmen ihtişamını hâlâ korumakta. Taç kapı on dört sıralı mukarnasdan oluşuyormuş, petek gibi. Taç kapı süslemelrinde, Orta Asya Türklerinin geleneklerinin devamı olarak hayvan başları, hayat ağacı ve yıldız süslemelerine bolca yer verilmiş.

Eyliya Çelebi, Kızıl Medrese diye söz etmiş bu Medreseden. Ve bu eserin mislini yapmanın mümkün olamayacağını notlarına eklemiş: “Diyar-ı İslam’da emsaline rastlamadım ben bu eserin. Kapısı kale kapısı kadar sağlamdır, iki katlıdır, 80 odası vardır, talebeler kışın alt katlardaki odalarda çalışırlar yazın üst katlarda. Mescit ve kütüphaneden başka bir de fakirler için yemek pişirilen Dar’-üz-ziyafe’si (ziyafet odası/Aşevi) vardır.“

Yazılanlara göre, Gök Medrese'de bulunan figürlerle, İslam Kozmolojisi betimlenmiş: “Sekiz kollu yıldız dünyayı temsil edermiş. İçindeki yazı da Allah yolunun kulu ve dünyanın yüz akı Selçuklu Sultanı'nı temsil edermiş. Yıldızın hemen üstündeki bitkisel motif hayat ağacı ya da bir başka deyişle kozmos ağacıymış. Ağaç kollarıyla yayılan kâinatı temsil edermiş.
Ağaç dallarının en üstünde kanatlı, insan yüzlü bir varlık varmış. O da bu kâinatın koruyucusu, bekçisiymiş.

Hayat ağacının üstündeki yine sekiz kollu olan yıldız dünyadan görünmez âleme geçişi, yani bir anlamda Arş'ı temsil edermiş. Dünya'nın ve Selçuklu Sultanı'nın yıldızının bu yıldıza göre daha küçük ve soluk oluşu sultanın ve dünya ehlinin aczini belirtirmiş.

Orta Asya Türk mitolojilerinde dünya ile gök arasındaki kapı Kutup Yıldızı'ymış. Türkler müslüman olduktan sonra da bu temsili kullanmaya devam etmiş ve Kutup Yıldızı'nı Arş'a yormuşlar. Yıldızın içindeki kapı şeklindeki oyuk bu iki dünya arasında geçiş özelliğini görselleştirirmiş. Arş motifinin üstünde nazardan korunmak için yazılmış yazılar bulunurmuş. Allah bu temsili ve yaratılmış âlemi, kötü şeylerden korusun diye yazılmış. Onun da üstünde cennet, böylelikle, görünen âlemin ötesindeki ve hepsinin üstündeki mekân temsil edilmiş.”

Sivas'tan Arş'a uzanan bu Göklerin Medresesi'ni yapan ecdâdımıza Allah gani gani rahmet eylesin.

Sırlı ve mavi çini işçilikli tuğla örgülü minareler taç kapıyı daha da önemli kılmakta. Taç kapının üst iki köşesini iç içe girmiş hayvan başları doldurmakta. Koç, domuz, aslan, yılan, ejder başlarının tanındığı bu kompozisyonla burçlara işaret edilmiş. Türklerin on iki hayvanlı takvimlerinde de bu hayvanların bir kısmı mevcutmuş.

12 hayvanlı Türk takvimi:


Türklerin 12 hayvanlı takvim figürleri Gök Medrese’de yerini almış. Tabiat olaylarıyla iç içe olan atlı göçebe Türkler, zamanla hayatlarını belli bir düzene koyma ihtiyacı duymuşlar. Bu sebeple "geçmiş- şimdi - gelecek" bilgisi yoluyla, zamanı sistemli hale getirmişler. 12 hayvanlı takvim, Türklerin kullandığı en eski takvimdir. Güneş yılını esas alır. Bu takvimde  yıllar bir hayvanın adıyla anılır. Bu hayvanlar: Fare, sığır, pars, tavşan, ejder, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. Tarihte ilk kez bu takvimi Hunlar daha sonra Göktürkler, Uygurlar, İdil ve Tuna Bulgarlar’ı kullanmış. Bu takvim de miladi ve hicri takvimlerdeki gibi her yıl 12 aydan oluşur. Bazı aylar 30, bazı aylarda 31 gündür. Miladi ve hicri takvimlerdeki gibi aylar 28 veya 29 çekmezmiş.

Gök Medrese hüzünlü, boynu büküm, gözü yaşlı. Refah Partili Temel Karamollaoğlu, belediye başkanı olduğu dönemde, Vakıflar da Refah Partisi’nin elindeydi. Bunlar, Sivas’ta hangi hayırlı hizmetin altına imza atmıştır? diye sormadan geçemeyeceğim.

Mustafa ve Ayşegül Yücel de burada ayrıldılar ekipten. Bir gece de olsa anne ve babalarını görmek için Kırşehir’e gittiler. İsmail Yılmaz Hopa’da, İlhami Büyükbaş Şavşat‘ta ayrılmışlardı.

Otobür otelin olduğu yere kadar gidemiyormuş maalesef. Eşyalarla birlikte de gezimizi sürdüremeyiz.  Otele yerleşip sonra geziye çıksak zaman buna müsaade etmiyor. Çaresiz eşyalar arabada kaldı. Biz geziye devam ederken, kaptan yardımcısı otel çalışanlarından yardım alarak eşyaları otele taşımış. Teşekkür ettik. Mazlum bir delikanlı.

Rehberimizin anlattığına göre; Gök Medrese 20 yıla yakındır restore ediliyormuş. ne yazık ki ya aslına uygun olmayan çalışmalar yüzünden ya da ihaleyi alan  firmanın iflası gibi sebeplerden dolayı, restorasyon hep yarım kalmış. Bugünlerde yine restorasyona alınmış önünde ki bilgi tabelasında Şubat 2016 tarihinde bitirileceği yazıyor. İnşallah bu sefer biter.
O görkemli taç kapıyı ve minarelerini uzun uzun seyrettik. Fotoğraflar çekildik, tarihe yolculuk yaptık, hayıflandık da. Yapacak bir şey yok. Sorumsuz sorumluları göreve davet ederek vedalaştık Gök Medrese ile…

Ulu cami


Sırada Ulu Cami var. Anadolu Selçuklu Devleti sultanı II. Kılıç Arslan zamanında, Kızılarslan bin İbrahim tarafından 1196-1197 yıllarında Kul Ahi'ye yaptırılmış. Kubbe fikrinin henüz gelişmediği dönemde yapıldığı için kubbesi yok.
Anadolu'nun en eski ve en büyük camilerinden biriymiş. Minaresine 116 basamakla çıkılıyormuş. Camii’nin içi etkileyici, ahşap taşıyıcıları varmış. Sonradan bu taşıyıcılar ahşap görünümlü olmuş. Ahşap tavan 1955 yılı onarımında tamamen değiştirilerek ahşap taklidi betonarme tavan haline getirilmiş, akıntıyı önlemek amacıyla da üzeri bakır kaplı kırma çatı ile örtülmüş. Mihrap, minber ve kürsü de onarım sırasında betonarmeleştirilmiş. Avlusuna da betonarme bir ucube bina yapılmış.

Çevre düzenlemesi berbat, Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız bir durum bu. Eserin güzelliğine gölge düşüyorlar.

Birkaç defa yıldırım isabet etmesi nedeniyle, kıymetli süslemelerin bulunduğu minare gövdesi boydan boya yıpranmış ve zamanla eğilmiş. Rehberimizin anlattığına göre minare yıkılacakmış. Bugünün tekniği minarenin tamir edilmesine yetmiyormuş. Mimari yapısı ve eğik minaresiyle dikkati çeken Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerinden biri olarak biliniyormuş.

‘Çelik halatlarla sağlamlaştırılması neden mümkün olmasın?’ diye arkadaşlarla yorumlar yaptık. Aramızdaki mimar ve inşaat mühendisi arkadaşlar bunun mümkün olabileceğini söylediler. Pizza Kulesi’ni örnek gösterdiler. İyi de burası İtalya değil ki, Türkiye…

Sivas Ulu Camii’nin vakıfları da varmış. 1578'de tanzim edilmiş. Evkaf ve tahrir defterlerinden tespit edilmişler. Camiye altı köy, yedi mezra, dört zemin (arazi) vakfedilmiş. Caminin vakıfları bu yüzyılın başlarına kadar biliniyormuş. Ondan sonrası belli değilmiş. Neresidir, kim kullanmaktadır? cevabı alınamayacak sorular bunlar.

Ulu camiyle ilgili bir de efsane var


“Vaktiyle ulu cami, istasyon civarındaki Gazhane denilen mevkie yapılacakmış; fakat bir türlü muvaffak olamamışlar. Caminin yapılması için icabeden malzeme gündüz akşama kadar Gazhane’ye taşınırmış, sabahleyin kalktıklarında aynı malzemeleri caminin bugünkü yerinde bulurlarmış. Bu durum  40 gün boyunca böyle devam etmiş. Nihayet 41’inci gün ihtiyar bir zat çıkagelmiş. Caminin Gazhaneye değil hâlihazır yerine yapılmasını söylemiş, nasıl yapılacağını da izah etmiş. Sonra birdenbire gözden kaybolmuş. Bunun üzerine derhal o ihtiyarın söylediğini yerine getirmişler. Ve o zâtın da Hızır olduğuna kani olarak caminin ilk direğini onun görüldüğü yere dikmişler. Adına da "Hızır Direği" demişler.
Hızır direği ayrı bir hususiyet taşırmış. Herkes bunun dibinde oturmak mistermiş. Hatta daha da ileri giderek bu camiye nur yağdığını bizzat gördüklerini söyleyenler bile varmış. Bu efsaneye en çok inananlar da bayanlarmış.”

Zaman geçtikçe eski eserlerimiz yavaş yavaş hususiyetlerini kaybediyorlar. Nitekim Ulu Cami de birçok hususiyetini kaybetmiş. Çünkü eskidikçe tamir ihtiyacı, eserlerin eski varlıklarından büyük bir kısmının kaybolmasına sebep oluyor.

Madımak
Ulu Cami’den şehir meydanına doğru yaya yürüyoruz. Önce Taşhan. Sivas'ın en önemli caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi üzerinde bulunuyor. Taşhan Çarşısı 19. yüzyılda yapılmış. İki katlı, ortası açık avlulu. Kesme taşla inşa edilmiş.  İç avlusunda bir taş havuz var. Çift başlı arslanların ağzından su akıyor. Üç girişi var. Üstü kiremit örtülü. Taşhan restore edildi diyorlar ama, restore edilmiş mi, edilmemiş mi, biz  fark edemedik. Albenisi fazla yok. Her tarihi eser gibi bu eser de sevgisizlikten, bakımsızlıktan  ve yalnızlıktan muzdarip.

Yolumuza devam ediyoruz, biraz ilerde sağda belediye sokak var. Atatürk Caddesi’nden görünüyor. Madımak Oteli var orada. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında orada  yangın çıkmış ve çoğunluğu Alevi 35 kişi otelde yanarak ya da dumandan boğularak can vermişler.
Orada durduk, cadde üzerinde. Rehberimiz olayı anlatıyor. Etrafımızı birer ikişer gençler sarmaya başladı. Gittikçe de fazlalaşıyorlar. Biraz sonra, içlerinden birisi burada toplantı ve bilgilendirme yapamayacağımızı söyledi ve ekledi; “biraz sonra burada olay çıkarsa sorumluları siz olursunuz.”
Ben, “Sen hangi taraftansın kardeş, neden sıkıntılısın. Biz 3 bin km. den geldik buraya, olayın gerçekleştiği yerdeyiz, ne olup bittiğini anlamak istiyoruz” dedim. Hangi taraftan olduğum belli olmuyor mu ? dedi ve oradan ayrıldı. Daha fazla konuyla ilgili konuşmaya cesaret edemedik ve biz de söylene söylene ayrıldık oradan. Otelin önüne kadar gidip fotoğraf çektirmek istiyorduk ama, cesaretimiz kırıldı bir kere.

Olayın üzerinden 17 sene geçmiş, sıcaklığı hâlâ devam ediyor. Dün olmuş gibi. Her an ufak bir kıvılcım yeniden yangının alevlenmesine sebep olabilir. Sivas’ı ziyarete gelmiş insanların orayı tanıma ve olayı yerinde algılama hakları vardır. Hatta orada, o mekanda  gelenlere olayla ilgili bilgilendirme yapılmalıdır. Bilgilendirilmeli demek doğrudur elbet, ancak kim yapacak bu bilgilendirmeyi sorusuna gelince, işte sıkıntı burada başlıyor galiba.
Hangi konuda olursa olsun, tarafsız olmayı birtürlü beceremiyoruz. Şeffaf olamıyoruz. Mutlaka bir taraf haklı öbür taraf haksız oluyor.

Yukarıya doğru yürüyoruz, şehir meydanındayız. Karşıda Sivas Kongresi’nin yapıldığı kongre binası var. Ancak geç kaldığımız için oraya giremiyoruz.

Şifaiye Medresesi(Tıp Fakültesi)


Merdivenlerden inerek, Şifaiye Medresesi’ne gidiyoruz. Şifaiye Medresesi de Selçuklu Parkı içerisinde, 1217 yılında Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus tarafından yaptırılmış. Anadolu Selçuklu tıp sitelerinin ve hastanelerinin en eski ve en büyük olanlarındanmış. 1220 yılında vefat eden I. İzzeddin Keykavus’un vasiyeti üzerine çok sevdiği Sivas’taki Şifaiye Medresesi’nin güney eyvanındaki türbede ailesiyle birlikte yatmaktaymış.

Büruciye Medresesi (Teknik Üniversite)


Yine çok uzağa gitmeden, bu sefer Buruciye Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Buruciye Medresesi veya diğer adıyla Hacı Mes'ud Medresesi, Anadolu Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında dönemin ileri gelenlerinden Hibetullah Burucerdi oğlu Muzaffer tarafından 1271 yılında yaptırılmış. Taç kapıdaki taş işçiliği ile girişin solunda yer alan türbe çinileri göz kamaştırıcı. Dört eyvanlı ve ortası açık avlulu güzel bir Selçuklu medresesi.
Doğu-batı tarafı birer sıra revakla kuşatılmış. Yapıda; kesme taş, moloz taş, devşirme, tuğla ve çini olmak üzere beş tür malzeme kullanılmış. Kesme taş kuzey cephede ve avluda kaplama malzemesi olarak kullanılmış. İlmiye çalışmaları için medrese olarak yaptırılmış ve devrin pozitif ilimlerinin(Fizik, matematik, Kimya, Astronomi) okutulduğu bina olarak uzun yıllar kullanılmış.

Revakların arkasında medrese odaları, ana eyvanın yanlarında da iki kubbeli oda var. O zamanlar biri  kütüphane olarak kullanılmış. Bu medresenin odalarında/hücrelerinde şu anda farklı farklı dükkânlar yer alıyor. Ortası da kafe olarak hizmet veriyor. Ki, biz de orada papatya çaylarımızı içtik.

Oranın sorumlusuyla görüştük. Bu tarihi binaların neden bakımsız olduğunu sorduk. İçerde bulunan tahta rafların tarihi binaya yakışmadığını dile getirdik. Hatta duvardaki “Cocacola” reklamının böyle bir yapıda bulunmasından duyduğumuz rahatsızlığı anlattık, rahatsızlığımızı açıkça dile getirdik. Bütçe yetersizliğinden v.s. dem vurdu yetkili.

Biraz önceki Madımak Oteli’nin önündeki karşılaştığımız olayı anlattık. Etrafına bakındı, gözlerini dışarıya çevirdi, bizleri gözleriyle tekrar kontrol etti, korkuyor gibi, birşeyler söyleyecek ama, korkusundan söyleyemiyor gibi, telaşlandı. Biz de üzerine fazla gitmedik ve ayrıldık Büruciye Medresesi’nden. Sorumsuz sorumlu diye bu anlayıştaki kişilere deniyor galiba.

Otele doğru döndürdük yönümüzü. Sivas, gezimizin son durağı. Akşam veda programımız var otelde. Sofra çok güzel donatılmış. Sivas’ın meşhur köftesi de yerini almış sofrada. Yemekten sonra kısa bir konuşma yaparak emeği geçenlere teşekkür ettim. Ve hizmeti geçenlere küçük de olsa hediyeler verdim. Gezi boyunca arkadaşlarımızın hizmetini yürüten; Recai Şentürk ve Hüseyin Bozkurt’a, geziyi ölümsüzleştiren fotoğrafçılarımız; Gülseren Şentürk, Sebahattin Bozkurt, Mustafa Yücel ve Yunus İnci’ye, ve de 10 gün boyunca kaşlarını bile çatmadan, burun kıvırmadan canını kendilerine emanet ettiğimiz tur yetkililerine; başta Emin Oruç, Kaptan Sezgin ve  bu gezide bizleri bilgilendiren, yöreleri ve tarihi eserleri tanıtan, Yasin kardeşimize ve de belki en zor işleri yapan görünmez kahraman kaptan yardımcısı ….teşekkür ettim.
Gezi grubu adına sevgi Bozdağ bir konuşma yaptı. Türk Eğitim Derneğine teşekkür etti. Memnuniyetini dile getirdi. Ayrılık zor bir şey, gözlerimiz doldu. Daha sonra birbirimize sarıldık.
Sonra serbest zaman verildi. Sivas’ı dolaşmaya çıktık. Herkes kendi yolunu kendi çizdi. Birkaç arkadaş, bizler de arşınladık Sivas sokaklarını. Saat 12’ ye gelmişti ki, yolumuz Taşhan’a düştü. Berber kapatmak için toparlanıyormuş. Bizleri kırmadı ve böylece Saçlarımızı da “hatıra” olarak Sivas’ta bıraktık. Hoşcakal Sivas.

Sivas’la ilgili kısa bilgiler
Sivas



İç Anadolu'nun en eski ve önemli kentlerinden biri. Şehir nüfusu 350 bin civarında. Sahip olduğu değerleri ile önemli bir coğrafi konuma sahip.
Kazı ve araştırmalarda ele geçen buluntular, yörede ilk yerleşimin Neolitik Çağ'a, M.Ö 8000 e kadar uzandığını göstermekteymiş.
Selçuklular döneminde Sivas yeniden gelişmiş. Kentteki anıtların en önemlileri 13. yüzyılın ikinci yarısında İlhanlılar döneminde yapılmış.
Sivas'ın Milli Mücadele'nin kazanılmasında önemli bir yeri de var. Mustafa Kemal’in 'Cumhuriyetin temellerini burada attık' dediği Sivas'ta 4 Eylül 1919'da, Sivas Kongresi toplanmış ve önemli kararlar alınmış. “Hiçbir ülkenin manda ve himayesinin kabul olunmayacağının ve milletin istikbâlinin yine milletin azim ve kararıyla kurtulacağının” kararları alınmış bu kongrede.

Kangal
Dünyaca ünlü kangal köpeği, Sivas'ın Kangal ilçesinde yetiştirilmekte. Evliya Çelebi, Seyahatnâme'sinde kangaldan bahseder. Bu köpeklerin “aslan kadar güçlü” ve cüsseli olduğunu yazar.

İklim
Sivas, sert bir karasal iklim yapısına sahip. Kışları soğuk ve sert geçermiş, kış aylarında bol kar yağışı görülür ve ortalama 4-5 ay kar altında kalırmış. Yazları sıcak ve kurak.

Ekonomi
Cumhuriyet tarihinin de ilk vagon ve lokomotif fabrikası Sivas’ta kurulmuş. İl ekonomisinde tarım ve sanayi sektörü ilk sırada yer alırmış. Bu sektörleri ticaret ulaştırma ve haberleşme sektörleri takip edermiş. Özellikle demir ve demirciliğe dayalı sanayi lokomotif sektör olarak ön plana çıkmış.
Sivas öncelikle bir tarım şehriymiş. Tarım üretiminde buğday, arpa, çavdar, patates ve şekerpancarı bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlermiş. Ekonamide, küçükbaş ve  büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı önemli bir paya sahipmiş.
Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilirmiş.

Folklör
Sivas yüz ölçümü olarak Türkiye’nin en büyük üç ilinden biri olması sebebiyle kültürü çok farklı. Bölge halk oyunları, Karadeniz ilçelerinde Horon, İç Anadolu ilçelerinde bozkır halayları ve Sivas gaydaları ile yer yer Kafkasya halk dansları, Divriği ve Gürün de ise tipik Doğu Halayları yer alır mış.
Karadeniz ilçelerinde kemençe ve tulum üstadları, İç Anadolu ve Doğu Anadolu ilçelerinde saz ve Aşık geleneği ve üstatları yetişirmiş. Aşık Veysel’in aşık geleneğinde ayrı bir yeri varmış. Yazımı büyük usta Aşık Vesel’in bir deyişiyle sonlandırmak istiyorum:

Kara Toprak
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
……………
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır

Bitti

Rüştü Kam