9 Haziran 2015 Salı

AĞIR İŞ YAPAN ORUÇ TUTMASIN



Rüştü Kam
Ha-ber.com

Bundan önceki yazımda “Uzun günlerde oruç nasıl tutulmalıdır” konusunu işledim. Olumlu ve olumsuz tepkiler aldım, yorumlarıyla katkıda bulunanlar oldu. Bir daha anladım ki, konu önemlidir. Kafasını kuma gömen meslektaşlarım bu ramazanı da sessiz bir şekilde geçirme gayreti içinde olacaklardır. Ben bu hafta köşemi Prof.Dr.İlhami Güler’e*  bırakacağım. İstifade edeceğimiz bir yazı yazmış. Ben de bu yazıyı olduğu gibi sizlerle paylaşmak istedim. Okuyalım: 

Orucun farziyetini bildiren Bakara suresinin 183-187. ayetlerinde iki mazeret durumunda bulunanların oruçlarını tutmayabilecekleri, bunun yerine ya fidye verebilecekleri veya diğer günlerde tutabilecekleri ruhsatı verilir. Bunlardan birinci gurup hastalar, ikinci gurup ise yolculardır. Devamında da “Allah kolaylaştırmayı murad eder; yoksa zorlaştırmayı değil” beyanı bulunur. Bu mazeret durumlarında hastalık hâli her zaman karşılaşılabilecek bir durumdur. Ancak yolculuğun orucun tutulmaması için bir mazeret sayılması, Arabistan’ın sıcak çöl iklimi ve yolculuğun da deveyle veya yaya olarak yapılmasından dolayı bir meşakkat/zorluk doğurmasından dolayıdır.

Bugün yolculuklar genellikle klimalı araçlarla yapılmaktadır, dolayısıyla meşakkat olmaktan çıkmıştır. Hâlâ yolculuğu oruç tutmamak için bir mazeret olarak saymak, dinî hükümlerin birer hikmet, maksat, maslahat, gaye, amaç üzerine bina edildiğini değil de; manasını, maksadını, amacını bilemeyeceğimiz, Allah tarafından konulmuş mutlak, keyfî, hükümler olduğu şeklindeki dogmatik inanca dayanır. Hz. Ömer’in, dinî hükümleri birinci yaklaşımla ele aldığı; daha kendi zamanında bazı konularda Kur’an hükümlerinden farklı icraatlarda bulunduğu erbabınca bilinen bir husustur.
Ayette bahsi geçtiği şekliyle yolculuktaki “meşakkat/zorluk” gerekçesinin, günümüzde bazı yeni formlarının ortaya çıktığı ve bu durumda olan insanlar için ayette önerilen fidye/kaza çözümlerinin bu yeni durumlara da teşmil edilebileceği kanaatindeyim.

Bilindiği gibi Arabistan’da en uzun gün 12 saati geçmemektedir. Oysa ekvatorun kuzeyindeki ülkelerde gün 20 saate kadar uzanmaktadır. Musa Carullah, Uzun Günlerde Oruç adlı kitabında bu ülkelerde yaşayan Müslümanların oruçlarını Arabistan’a kıyasla ayarlayabilecekleri fikrini ileri sürmüştü. Ben de, günlerin uzun ve en sıcak olduğu yaz aylarına denk gelen Ramazanlarda, tarım, inşaat, madencilik, endüstri, fırıncılık, lokanta vb. işkollarında, güneş sıcağının altında veya ateş ısısının karşısında, beden enerjisi ile çalışmak zorunda olanların Ramazan ayı içinde oruçlarını tutmamaları, bunun yerine ayette verilen ruhsatlardan ya fidye vermeleri veya başka günlerde oruçlarını tutabilecekleri kanaatindeyim. Gerekçesine gelince, bu işlerde çalışanlar, terleme yolu ile yoğun su ve mineral kaybetmektedirler. 

Bedenden yoğun su kaybı ise vücutta kanın pıhtılaşmasına, dolaşımın yavaşlamasına sebep olduğu için, kalp krizi tehlikesi doğurduğu gibi; susuzluk, böbreklerde kalıcı hasarlara sebebiyet verebilmektedir.
Orucun her otuz yılda bir yaz aylarına denk gelmesi, bilindiği gibi Arapların kullandıkları “Kameri” takvimden kaynaklanmaktadır. Bu takvimi Arapların kendileri İslam’dan önce tercih etmişlerdir. Yoksa Kameri takvim Allahın dinî anlamda va’z ettiği bir şey değildir. Eğer Araplar “Güneş” takvimi kullanıyor olsalardı, Ramazan ayı bütün yılı dolaşmayacak, hangi mevsimde farz kılındı ise, o mevsimde kalacaktı. Nitekim kaynaklarda Hz. Muhammed’in (s.a.v) sağlığında, orucun farz kılınmasından sonraki dokuz yıl boyunca Ramazan ayının Bahar mevsimine denk geldiği bildirilmektedir. Dolayısıyla orucun sıcak mevsimlere denk gelmesi, Allah’ın insanları böyle anormal bir “meşakkat” durumu ile denediği anlamına gelmez. Çünkü ayette “Allah, kolaylaştırmayı murad eder, zorlaştırmayı değil” denmektedir.

Böyle bir ruhsatı klimalı serin odalarında oturan din bürokratlarının (Diyanet işleri bürokrat-memurlarının) ve ilahiyatçıların vermesi kolay değildir. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi, damdan düşenin hâlini ancak damdan düşen anlar. İkincisi de, teologlar, insanların mağduriyet durumlarını düşünmekten ziyade Tanrı’nın gözüne girmeye çalışırlar. Buna örnek olarak ulemanın, kasten oruç bozan birisi için ceza olarak 61 günlük “kefaret orucu” icat etmelerini verebiliriz. Kur’an’da böyle bir ceza hükmü olmadığı halde, bir hadisi gerekçe göstererek, Hanefiler ve Malikiler Ramazanda kasten yiyip içen ve cinsi münasebette bulunanın; Şafiler ve Hanbeliler ise sadece cinsi münasebette bulunanın, 61 gün kefaret orucu tutmasına hükmetmişlerdir.

Namaz ibadetini kasten bozan kişinin, sadece o namazı iade etmesi gerekirken, orucu bozanın 61 kez onu yenilemesi, mantıken yanlıştır. Ayrıca, âlimlerin bu konuda delil olarak aldıkları hadiseyi anlatan iki rivayet vardır, 61 gün hükmünü verenler Ebu Hureyre’nin rivayetini esas almışlardır. Oysa Ebu Davud’un Sünen’inde (Savm, 37) olay failin kendi ağzından rivayet edilmektedir. Orada şahıs, Ramazan ayı boyunca karısı ile cinsel ilişkiye girmeyeceğine dair “Zıhar Yemini” ettiğinden, ancak bu yemini bozarak “gece vakti” ilişkiye girdiğinden bahsetmektedir. Hz. Peygamber de ona, Mücadele sûresine konu olduğu şekliyle, “Zıhar Yemini” kefaretinin alternatif üç cezasını (köle azat etmek, iki ay oruç tutmak ve 60 fakiri doyurmak) önermiş; adam, bunların hiçbirine gücünün yetmeyeceğini söyleyince, gidip kendi evinden getirdiği hurmaları yemesi için ona vermiştir.

Hz. Muhammed’in yaklaşımı ile, âlimlerimizin yaklaşımı arasındaki farkı bundan daha iyi anlatan bir örnek yoktur herhâlde...

*Prof. Dr. İlhami Güler
1959 yılında Tortum’da dünyaya geldi. 1980-1985 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans öğrenimini tamamladı. 1987 yılında AÜ İlahiyat Fakültesi’nde Kelam Ana Bilim Dalı araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1991 yılında “Kur’an’a Göre Allah ve Ahiret İnancının Ahlakla İlişkisi” konulu teziyle doktor oldu. İslamiyat Dergisi, Doğu Konferansı, Doğudan Dergisi uzun süreli emek verdiği oluşumlar arasındadır. 2010’da kurulan Halkın Sesi Partisi kurucu üyelerinden biri oldu. Halen AÜ İlahiyat Fakültesi’nde profesör olarak görev yapmakta olan İlhami Güler, evli ve iki çocuk babasıdır. Kitapları: Politik Teoloji Yazıları, Sabit Din Dinamik Şeriat, Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu, Konularına Göre Kur’an: Sistematik Kur’an Fihristi (Ömer Özsoy ile beraber), İtikattan İmana, İman Ahlak İlişkisi, Direniş Teolojisi, İlhamiyat: Dini - Teolojik Aforizmalar

26 Mayıs 2015 Salı

ORUÇ



Rüştü Kam
Ha-ber.com

Ramazan ayı yaklaşıyor. Esnaf, dernekler, dini kuruluşlar imsakiye dağıtmaya başlayacaklardır. İmsakiyeler bu sene de birbirini tutmayacaktır. Her cemaat farklılığını ortaya koyacak ve kendi imsakiyesinde belirtilen zamanların doğru zamanlar olduğunu hararetle savunacaktır. Müslümanlar da tabiatıyla bu tartışmanın dışında kalmayacaktır. İftar sofralarında dünya Müslümanlarının durumları değil de; kimin imsakiyesinin doğru olduğu tartışılacaktır. Sinekli seccade…

Ben bu yazımda Almanya’da oruç tutacak olan Müslümanların elinden tutmaya çalışacağım. Oruç tutmak için kimsenin rapor almaması gerektiğinin altını çizeceğim. Oruç tutmak için rapor almanın kul hakkı olduğuna vurgu yapacağım. İbadetlerin sağlıklı olmasının, bireylerin kendilerini ikna etmeleriyle doğru orantılı olacağını yazacağım. Oruç ayı gelmeden önce Müslümanlara ulaşmaya çalışmamın sebebi budur. Yazdıklarımı sakin bir şekilde düşünenler olacaktır. Onları selamlıyorum. Bana kızanlar da olacaktır. Geçtiğimiz senelerde olduğu gibi beni itham edenler de. Ben onları da selamlıyorum.

UZUN GÜNLERDE ORUÇ

Allah her şeyi bir ölçü dâhilinde yaratmıştır. "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer suresi, 49) Allah kurduğu bu düzenin bozulmasını istemiyor. Bunun için yaratıklarının içinden insanoğluna farklı bir statü veriyor. Bunlar akıllıdırlar, zekidirler. Yetkileri ve sorumlulukları vardır.

Yaratıcı insanoğluna yol haritası da vermiştir (Kur’an). Kendisiyle devamlı irtibat halinde olsun ki, ölçü bozulmasın istemektedir.  Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle insan istenilen irtibatı kuracaktır. Bu ibadetler eğitim amaçlıdır. Ancak bu ibadetleri yaptı diye Müslüman Cennet’e konulmaz. Müslümanı bildik ibadetler değil, dünyanın imarı ve insanlığın barışı için yaptıkları Cennet’e taşıyacaktır. 
Bu ibadetlerin genel çerçevesi yol haritasında çizilmiştir. Ancak, yol haritasını iyi anlayabilmek için haritanın çizildiği bölge; bölge insanının kültürü, anlayışı, yaşam şartları, coğrafi konumları, yaşam standartları iyice analiz edilmelidir, anlaşılmalıdır.

Müslüman birey, bu çerçeve içinde kalarak kendi hareket kabiliyetlerini geliştirebilir. Herkes gücü nispetinde görevlerini yerine getirecektir, kimseye gücünün üstünde yük yüklenmeyecektir ve bireyler kendileriyle ilgili kararları kendileri verecektir. Çerçeve budur. "Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. " (Bakara Sûresi 286)

Oruç görevi, eğitim amaçlı ibadetlerden biridir. Nasıl icra edileceği ile ilgili çerçeve bilgiler yol haritasında mevcuttur: Hitap bölge insanınadır, bölge insanının anlayabileceği şekilde kolay bir hitaptır. Oruç ibadetinin zamanı ve süresi çerçevede açıklanmıştır, bu süre içinde nelerin yapılamayacağı da açıklanmıştır.

Oruç ibadetinin ifadeye konulduğu bölgede (Hicaz) yaşayan insanlar yol haritasında çizildiği gibi oruçlarını tutacaklardır. Çizgiler oldukça belirgindir: Evin dışındaki varlıklar çıplak gözle birbirlerinden seçilinceye kadar yenilecek ve içilecek, cinsel ilişkiye girilebilecek (sahur), varlıkların seçilmesinin zorlaşmaya başlandığı zaman gelince de yeme içme ve cinsel ilişki yasağı kalkacaktır (iftar).

Hicaz bölgesinin dışında kalan insanlar, bilhassa gece ve gündüzü eşit olmayan bölge insanları kendi konumlarını kendileri belirleyeceklerdir. Bu çalışmaya içtihad denir: Çünkü yol haritası ellerindedir. Nereye gidileceği bellidir. Hicaz bölgesini esas alarak kendileriyle ilgili kararları verebilecek bilgileri ve donanımları fıtratlarında mevcuttur onların.

UZUN GÜNLERDE ORUÇ NASIL TUTULUR

Kur’an’ın indiği yerde gece ile gündüz arasındaki fark oldukça azdır. Kur’an o bölgede inmiş ve o bölge insanına hitap etmiştir. O insanların zaman birimi güneş ve aydır. Kur’an bu yüzden o insanlara güneşin batışı ve doğuşunu ve ayın konumunu esas alarak günlük ibadetlerin zamanını açıklamıştır.
Eski ilmihal kitaplarında zaman tespiti için güneş tepedeyken, ağaçların gölgesi iki misliyken gibi ibareler kullanılırdı.
Yani Kur’an orucun başlangıç ve sonlandırma zamanının tespiti için güneşin doğuşunu ve batışını esas almıştır ki, yöre insanları anlayabilsinler. Güneşin doğmadığı, geç battığı veya hiç batmadığı yerlerle ilgili Allah detay vermemiştir. Allah oraları unutmuştur diyemeyiz. Allah o insanlara zulmetmek için detay vermemiştir de diyemeyiz. Allah zulmetmekten beridir. Allah, o bölge insanlarının hür iradeleriyle karar vermelerini (içtihad) uygun görmüştür diyebiliriz: Çünkü, Allah insan sağlığına zararlı olan bir ibadeti farz kılmaz. Böyle yapması zulüm olur. Allah kullarının üzerine gücü yetmeyeceği bir yükü de yüklemez. Çerçeve bellidir.
Akıl bu çerçevenin içinde kalarak o bölge insanının ihtiyacı olan çözümü üretecektir (içtihad). Akıl böyle zamanlarda gereklidir. “Aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım.” (Yunus 100)

Almanya Müslümanları ne yapacaklardır

Almanya'nın coğrafi şartları ve iş durumunu göz önünde bulundurarak Müslüman bireyler oruç ibadetlerininim zamanını ve süresini kendileri tespit edebilirler.
Bu konuda,  Musa Carullah Bigiyev, Süleyman Ateş, Mehmet Said Hatipoğlu,  Abdulaziz Bayındır, Muhammed Hamidullah gibi İslâm âlimleri görüş belirtmişlerdir: “Gece ile gündüz arasındaki farkın fazla olduğu bölgelerde “takdir yöntemi” ile oruç tutulabilir demişlerdir.
Müslümanların takdir ederek oruç tutacakları bölgelerden biri de Almanya‘dır. Almanya‘da bu sene oruç zamanı yaklaşık 19 saat olacaktır. Sağlık açısından, bu zaman çok uzundur.  Oruç ibadetinin farz kılınma sebeplerinden biri de insan sağlığını düzene koymaktır, bozmak değildir. Oruç tutsun diye, Müslümanlar telafisi mümkün olmayan hastalıklara maruz bırakılmamalıdır. Böyle yapılırsa, çerçevenin dışına çıkılmış olunur.

Takdir konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvası şöyledir:

“Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde "takdir yöntemi" ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dini’nin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de, ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.“ (Tarih: 10-11/06/2009 Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı.)

Kur’an Mekke’de inmeye başlamış ve Medine’de tamamlanmıştır. Arapların anlayacağı dille inmiştir. Oruç Medine’de farz kılınmıştır ve Medine’nin coğrafi şartları ibadet zamanlarında esas alınmıştır.
Dünyanın diğer bölgelerinde aynı coğrafi şartlar geçerli değildir. Altı ay gece altı ay gündüz olan yerler var. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar var. Onlar “Takdir” ederek oruçlarını tutabilirler,  namazlarını kılabilirler. Güneş batmıyor diye 20 saat oruca mahkum edilemeyecekleri gibi, vakit girmiyor diye namazı terk etmeleri de istenemez. Takdir ederek ibadet zamanlarını belirleyebilirler. Takdir edecekleri zaman biriminin Medine’nin zaman birimi olması daha uygundur.

Oruca başlama zamanı:

Orucu farz kılan Allah, oruca ne zaman başlanması ve ne zaman sonlandırılması gerektiğini de açıklamıştır. Bu bilgiler de yol haritasında mevcuttur. Kur'an'ın buyruğu açıktır: ''Fecir vakti sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.'' (5)
Ayetten anlaşılacağı üzere, güneşin doğmasına yakın zamana kadar yiyip içilebilir, 30 dakika, 45 dakika önce gibi. Bu uygulama ayetin ruhuna uygundur. Bu konuda Peygamberimiz’in uygulaması da var. Hz. Ömer, Huzeyfe, İb. Abbas, Talk İb. Ali, Ata İb. Ebî Rabah, Ameş, Ali İb. Ebû Talip gibi sahâbelerden gelen rivayetler şöyledir:

Huzeyfe şöyle der:
''Sabah oluncaya kadar Rasûlullah ile beraber yiyip içtik ki, güneş henüz doğmamıştı.'' (4)  Bu hadise göre, oruca başlama vakti, sabahleyin yolların dağların, tepelerin belli olacağı zamandır. Yani çıplak gözle eşyaların birbirinden seçildiği zamandır.

Zirr b. Hubeyş’ten:
"Sahur yemeğini yiyip mescide gittim. Giderken, Huzeyfe'nin evine uğradım. Bir deve sağmamı emretti, sağdım. Sütü pişirmemi emretti, pişirdim, sonra; "iç" dedi. Ben oruç. tutmak istiyorum" dedim. "Ben de istiyorum." dedi. Yedik, içtik sonra mescide geldik, hemen namaza başlanıldı.”

Zir b. Hubeyş devam ediyor anlatmaya:“Huzeyfe’ye bu durumu sordum. O da bana "Rasûlullah bana böyle yaptı" veya "ben Rasûlullah'la böyle yaptım" dedi. "Sabahtan sonra mı?" dedim. "Evet, sabahtan sonra, ancak güneş doğmamıştı" dedi. (Ateş c.1. s.312- 315)

Ebû Davud'un hadîsi de bu görüşün delilleri arasındadır:
"Biriniz su ve yemek kabı elinde iken ezanı işitirse ihtiyacı kadar yiyip içsin" (Musned: II-423- Ebu Davud c. 2, s.258, h. 2350)

İbnü'l-Münzîr'in rivayetine göre;
Hz. Ali sabah namazını kıldıktan sonra; "Şu an beyaz ipliğin siyah iplikten ayrıldığı andır" demiştir.( Ateş . c.1s. 312- 315)

İçtihad yapmak farzdır

Oruç ibadetinin zamanının tespiti ve süresi ile ilgili çalışmalar yapılmasını Kur’an teşvik etmiştir. Gece ile gündüzün eşit olmadığı yerlerde Müslümanlar  şartları göz önüne alarak ve çerçeve içinde kalarak içtihadlar yapma serbestisine sahiptir:

“Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan O’dur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67)

“Görmediler mi; dinlensinler diye geceyi yarattık. Gündüzü de aydınlatıcı yaptık. İnanan bir toplum için bunda göstergeler vardır.” (Neml 27/86)

Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan Allah’tır. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Allah insanlara gerçekten çok ikram eder ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61)

Gece, dinlenme; gündüz ise çalışıp kazanma zamanıdır. İlgili âyetlerden biri şöyledir: Dinlenesiniz diye geceyi sizin için yaratan odur. Gündüzü de aydınlatıcı yapmıştır. Dinleyen bir toplum için bunda âyetler vardır. (Yunus 10/67)

Gündüz, yaşama zamanıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gündüzü yaşama zamanı yaptık.” (Nebe’ 78/11)

Güneşe ve duhâsına, onu takip ettiğinde aya, güneşin duhâsını gösterdiğinde gündüze, güneşin duhâsını örttüğünde geceye, (yemin olsun) (Şems 91/1-4)

Ayetlerden anlaşıldığına göre. Gece istirahat zamanı, gündüz çalışmam zamanıdır. Gece ile gündüz arasındaki fazlalıktan dolayı iş zamanı ile ibadet zamanını, istirahat zamanını saatle tespit etmek gerekiyor.

Prof.Dr.Abdulaziz Bayındır bu ayetleri şu şekilde açıklamıştır

„Duhâ ile ışık arasındaki temel fark ısıdır. Bu sebeple gece ile gündüz arasında ısı farkı olur. Beyaz gecelerde gökyüzünde dolaşan güneş ışık verir ama ısısı gündüz gibi hissedilmez. Aydınlatan şeyin güneş değil de gündüzün kendisi olması, güneşi gündüzün göstergesi olmaktan çıkarır ve güneşsiz gündüzlerin olabileceğini gösterir. Nitekim Arapçada gündüze nehar denir ve aydınlığın yayıldığı vakit, diye tanımlanır.  İnsanların yaşadığı en kuzey yer olan Tromso’da güneşin doğmadığı günlerde, güneşten gelen ışınlarla çevre aydınlanmakta ve gündüz oluşmaktadır. Güneşin hiç batmadığı Haziran ayında Tromso’da gündüz kısa kollu gömlekle dolaşırken gece, pantolonun altına içlik, kalın çorap, yün kazak, ceket, kaban ve başlık giyilir.

Ekvatorda güneş ışınları, dünyanın eksenine sürekli 90 derecelik bir açıyla geldiği için o bölgede gece ile gündüz hemen hemen eşit olur. Yazın gece ile gündüz kutup noktalarında da eşittir. Buralarda aydınlığın sürekli olması ve gecenin göstergesinin kaldırılmış bulunması sebebiyle gece ile gündüzden birini diğerinden uzun saymanın delili olmaz. Bu eşitlik, güneşin batmadığı salât dönencesi boyunca devam eder. Diğer enlemlerde güneş ışınlarının geliş açısı gece ve gündüzün uzunluklarını değiştirir. Kışın salât dönencesinden sonra günün uzunluğu, ışığın o bölgeye gelişine bağlı olarak değişir.“( www.suleymaniyevakfi.org)
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, “Norveç’te yaptığı tespit ve gözlemlerle, insanların burada 13 saatten fazla oruç tutamayacaklarını tespit ettiklerini söylüyor.

Molla Hüsrev’in de fetvası böyledir: Gündüzleri 24 saatten daha uzun yerlerde, mesela altı ay gündüz olan yerlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan, vakitleri normal teşekkül eden, yani gündüzleri 24 saatten az olan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyularak oruç tutulur. (Dürer*)

Prof.Dr. Mehmet Said Hatipoğlu, bu konuda şöyle der: “Bu gibi bölgelerde Mekke’nin ve Medine’nin zaman ölçüleri esas alınarak, ibadet zamanları belirlenmelidir.” Prof.Dr.Hayri Kırbaşoğlu da bu tespite katılır.**

Sonuç

Bu açıklamalardan sonra biz de deriz ki, Almanya’da oruç; Mekke ve Medine’deki (Hicaz) oruca başlama ve orucu açma zamanları esas alınarak tutulmalıdır.
Almanya gece ve gündüzün 12 saat olmadığı ülkelerdendir. Gündüzü 20 saate kadar uzanır. Yukarıda yapılan açıklamaları göz önüne alırsak, Almanya’da sahur ve iftar zamanı güneşin doğuşu ve batışıyla değil, saatle tespit edilmelidir. 13 saat uygun olan süredir. Bu tespit hem Bayındır ve hem de Hatipoğlu ve Kırbaşoğlu’nun görüşlerine uygundur. Dürer sahibi Molla Hüsrev de aynı kanaattedir.
20 saate yaklaşan bir süre oruçlu olmak, oruç ibadetinin ruhuna uygun değildir. Oruç ibadetinin süresi 20 saat olduğu zaman, oruç faydalı değil, zararlı olmaya başlar. Günde en az iki litre su alması gereken vücut 20 saat susuz kalırsa sağlık sorunları başlayabilir. Bu durum beyin kanamalarına, kalp krizlerine sebep olabilir.

Dini cemaatlerimiz, Ramazan ayında toplayacakları zekât ve fitre konusunda harcadıkları mesai kadar, veya o çalışmaların yarısı kadar üyelerinin ibadetleriyle ilgili kolaylıklar üzerinde de mesai harcasalar, hem cemaatin sıkıntısını giderecekler, hem de istedikleri meblağı yine de toplamış olacaklardır.

“Allah, her kimi doğru yola erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm’a açar…” (Enam;125)
…………………………………………………………
(1) Bakara suresi 3
(2) Bakara suresi / 184-185
(3) Bakara suresi / 187
(4) Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul,1988.1. cilt 312- 315.
(5) Bakara 187
* Dürer, Molla Hüsrev’in eseridir. Hanefi Fıkhına göre yazılmıştır. 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmet Molla Hüsrev için ‘Zamanımızın Ebu Hanife'sidir.’ diyerek sevgisini belirtmiştir. Eserinin tam adı: Dürerü’l-Hukkâm Fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, Musannıfı : Muhammed Bin Ferâmûz.
**Daha geniş bilgi için, Uzun günlerde oruç; Musa Carullah Bigiyev, İz Yayıncılık, İst.2009).



20 Mayıs 2015 Çarşamba

SAMSUN VE GİRESUN 2015

VENİ VİDİ SCRİPSİ (V)
"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Amasya’dan hüzünlü ayrıldık. Kemal Bey bizleri oldukça duygulandırdı.  Otobüste bir müddet sessizlik oldu. Rehber Yasin’in sesinden Samsun’un Kavak ilçesine geldiğimizi işittik. Etrafımıza bakmamız isteniyordu. Yolun sağında ve solunda restoranlar var. Levhalarında menemen veya melemen yazıyor. Meğer Kavak menemeni ile meşhurmuş. Biz tadına bakamadık. Ancak bazı dükkânların levhasında melemen bazılarının levhasında menemen yazması dikkatimizi çekti. Turizm Bakanlığı’nın sorumluları ve Türk Dil Kurumu’nun yetkilileri buralardan mutlaka geçmiştir bu karmaşaya son verebilirler. 

Samsun’dayız. Bandırma Vapuru’nun bulunduğu sahilde. Çiçekler açmış, rengârenk. Ancak bu güzelliği bastıran bir koku yayılıyor ortalığa, dayanmak mümkün değil. Burnumuzun direğini sızlatıyor. Oradan çabucak uzaklaştık. Attık kendimizi Bandırma Vapuru’nun olduğu mekâna. Bandırma Vapuru Mustafa Kemal’in arkadaşlarıyla birlikte Samsun’a geldiği vapur.

 

Bandırma Vapuru’nun, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli yeri vardır. Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Genel Müfettişi vazifesiyle ve maiyeti ile birlikte İstanbul'dan Samsun'a Bandırma Vapuru ile gitmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin buyruğuyla Osmanlı Ordusu'nun dağıtılması sürecini denetleme ve asayiş için görevlendirilmişti.
Vapur, 22 subay, 25 asker ve 8 yönetim personeliyle beraber 16 Mayıs 1919 tarihinde öğle üzeri Kaptan İsmail Hakkı (Durusu) idaresinde İstanbul'dan Samsun'a doğru yola çıktı.  19 Mayıs'ta Samsun'a vardı.
1925 yılında gemi İlhami Söke isimli şahsa satılmıştır ve aynı şahıs tarafından Haliç'te hurda olarak sökülmüştür.

Rehberimiz Yasin’in anlattığına göre, bu vapur o vapur değilmiş. İsveçlilere sonradan yaptırılmış. 2001 yılında inşası tamamlanan vapur 18 Mayıs 2003 tarihinde müze olarak hizmete açılmış. Atatürk'ün Samsun'a çıktığı Bandırma Vapurunun boyu 48 metre baca yüksekliği 6 metreymiş. Bu vapurun boyu 68.59 metre, baca yüksekliğinin ise 8.40 metreymiş. Üstelik bu gemi günün tekniğiyle yapılmış. Malzemeler günümüz teknolojisinin malzemeleri. Tabiatıyla sırıtıyor. 

Atatürk heykelinin bulunduğu parktayız. Samsun il merkezinde, Hükümet Konağı yanındaki şehir parkı içerisindeki Atatürk Anıtı, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününü simgeleyen anıt, Samsun Belediyesi tarafından 1931 yılında Avusturyalı Heykeltıraş H.Krippel’e yaptırılmış ve 19 Ocak 1932’de törenle açılmış. Tunçtan yapılmış olan heykelin yüksekliği 4,75 metre, taş blok kaidenin yüksekliği 4,10 metre, tüm anıtın yüksekliği ise 8,85 metredir. ...



Bizim için Karadeniz'de Samsun'un ehemmiyeti Akdeniz'deki İzmir'in değeri derecesindedir denebilir. İstiklâl tarihi Samsun'da başladı, İzmir'de tamam oldu. Türk inkılâbının güneşi olan o altın baş Samsun’da Türkeli'ne ve İzmir'de de cihana doğdu. Samsun ‘da çekilen kılıç kınına İzmir'de girmiştir...

Osmanlı’dan sonra T.C. devleti devletinde demek ki güzel sanatlar ihmal edilmiş diye düşündük. Hemen arkada Atatürk müzesi var. Temsili resimler var o müzede. 

Atatürk Müzesi

Samsun Eski Fuar alanı içinde 19 Mayıs Galerisi olarak inşa edilmiş bulunan Atatürk Müzesi, 1 Temmuz 1968'de ziyarete açılmış. Tamamen taş ve renkli mermerlerle inşa edilen müze binası anıtsal ve etkili bir görünüme sahip. Ön cephesindeki basamaklar ve bir friz halinde Kurtuluş Savaşı'nı temsil eden kabartmalar binaya hareket kazandırmakta. Müzede Atatürk'e ait 114 eser teşhir edilmekte. 
Müze içerisi Atatürk'ün çalışma odası, yatak odası ve toplantı salonları, derlenebilen eşyasıyla döşenmiş. Müzenin, Kongre Salonu adı verilen büyük salonunda Bandırma Vapuru'nun bir maketi, Atatürk'le ilgili fotoğraflar ve belgeler yer alıyor. Müzede yer alan diğer önemli millî eserler arasında Onuncu Yıl Nutku'nun aslı, Nutuk'un Osmanlıca aslının örneği ve ilk ziyaretinde Atatürk'ün yanında bulundurduğu gezi çantası yer almaktadır.
Biraz sonra da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı yerdeki temsili mumyaların bulunduğu sahile gittik. Açık havada duran bu mumyalar gibi dünyada başka mumya yokmuş. Başka bir teknik kullanılmış burada. Yasin öyle anlattı.

 

Ve Samsun’dan ayrıldık. Doğru Terme. Terme’de Berlin Türkiyem restoranın sahibi Halil Kaya’nın bir arkadaşının pide salonu var. Halil Berlin’den bizlere pide ikramında bulundu. Teşekkürler Halil’im. Pidenin hamuru çıtır çıtır olmasına rağmen, üzerindeki malzemeler yumuşak kalabilmiş. Ustalık gerektiriyor herhalde. Gerçekten de lezzetliydi. Aynı pideyi Halil’in restoranında da yemek isteriz. Pide yemek için her zaman Terme’ye gidecek değiliz ya.

Samsun 

Samsun M.Ö.750-760 yılları arasında İyon şehir devletlerinden Miletoslular (Millet) tarafından Amisos adı ile kurulmuş bir yerleşim merkezi. Daha sonra Pers, Makedonya, Pontus, Roma, Bizans, Danişment, Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyetinde kalmış.

Karadeniz Bölgesi’nde yer alan Samsun, doğal tarihi ve kültürel zenginlikleri, deniz, kara, hava, demiryolu ulaşım olanakları ile bölgenin turizm potansiyeli en yüksek kentlerinden biri. Anadolu'nun savunulmasını planlamak amacı ile Padişah Vahdettin’in 19 Mayıs, 1919'da Mustafa Kemal’i kurmay heyetiyle birlikte deniz yoluyla Samsun’a göndermesiyle Samsun, Türk İstiklal Savaşı'nın başladığı yer olma özelliğini hâlâ koruyor. 

Mustafa Kemal anıtı, müzesi ve çıkarma yaptığı sahil bir kenara bırakılırsa tarihi doku açısından Samsun’da fazla bir şey yok. Amazonların tarihi canlandırılıyormuş diye söyledi rehberimiz. “Amazonların Pontus bölgesinde yaşadıkları söylenir, bölge günümüzde Türkiye sınırları içinde Karadeniz kıyısındadır. Burada kraliçeleri Hippolyta önderliğinde bağımsız bir krallık kurarlar. Amazonların birçok kenti kurdukları iddia edilir, bunlar arasında Ephesus, Sinope, Paphos ve Smyrna sayılabilir.”
Rehber Yasin Samsun’u bize tanıtmak için o kadar hevesli değildi. Bizde, bizden bir an evvel kurtulmak istiyor gibi bir izlenim bıraktı. Belki de evine gitmek istiyordu. Çünkü Samsun’da oturuyormuş. 

Akşamı Fatsa’da geçirdik. Fatsa’ya yaklaşırken aklıma 12 Eylül Darbesi’nden önce Demirel’in Fatsa hakkında söyledikleri geldi:“ Bırakın siz İstanbul’u İzmir’i Ankara’yı yollar yürümekle aşınmaz; siz yüzünüzü Fatsa’ya Ünye’ye çevirin.“ 

O zamanlar Fatsa ve Ünye solcuların kalesiydi. Kurtarılmış bölge. Bir süre Fatsa'da kalan Mahir Çayan ve arkadaşları infazları engellemek için eylem olanakları araştırırlar. 26 Mart 1972'de Ünye'de NATO'ya ait radar istasyonunda çalışan iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırır ve karşılığında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın serbest bırakılmasını isterler. 28 Mart'ta rehinelerle birlikte Niksar'ın Kızıldere köyü muhtarının evinde kalmakta olan arkadaşlarının yanına giderler. 30 Mart günü muhtarın evinde askerler tarafından ablukaya alınırlar. Askerlerin megafonla yaptığı teslim olun çağrılarına devrimci sloganlarla karşılık verilir. 
Evi sarmış olan askerler ile silahlı çatışmaya girilir. Çatışma sonunda Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz öldürülür. Evde bulunan Ertuğrul Kürkçü samanlıkta saklanarak nasılsa sağ kalır ve yakalanır. O Ertuğrul Kürkçü bugün HDP milletvekilidir. 

O günleri bizzat yaşamış biri olan beni bu hatırladıklarım rahatsız etti. Yaşı büyütülerek idam edilenler dâhil olmak üzere 517 fidan bir hiç uğruna yok edildi. Kenan Evren’in şu talihsiz sözü kulağımda yeniden çınladı.:
 
„Asmayalım da besleyelim mi? Bitaraf olduğumuzu göstermek için . Sağ-sol demesinler diye bir sağdan bir soldan, bir sağdan bir soldan astık.”

İnsanlığımdan utandım, içim burkuldu. Allah o günleri bir daha bu millete yaşatmasın… 

Sabah yola revan olduk. Ordu’dayız. Teleferik hava yağmurlu olduğu için kapalı. Otobüsle çıktık Boztepe’ye. Muhteşem bir manzara. Ordu ayaklarınızın altında. Türk kahvesi içtik, fotoğraflar çekildik. Öz çekim yapanlar çoğunluktaydı. Nutella’ya inat Türk Fındığına destek vermek için bol bol fındık ve fındık ürünleri alışverişi yaptık. 

Sonra ver elini Giresun. Yol güzergâhı büyüleyici; yeşil ile deniz iç içe. 1978’de üniversite öğrencisiyken Sarp’a kadar seyahat etmiştim. O günkü yollarla bugünkü yollar gayrı kabil-i kıyas: Bölünmüş yollar, modern tüneller, trafik işaretleri, yol güvenliği için alınan tedbirler… Velhasıl şoförümüz gözü kapalı sürüyor otobüsü deseydim abartılı olurdu.

 

Giresun’un en yüksek tepesindeyiz. Şehir ayaklarımızın altında. Deniz ile kara şeridi kol kola girmiş ne güzel de horon tepiyorlar öyle. Sarmaş dolaş, kıvrıla kıvrıla.  Bu horon Trabzon’a, Rize ye oradan da Artvin’e kadar dalga dalga devam eden bir oyun. Karadeniz’i anlatıyor. 

Topal Osman tepede medfun. Biz Atatürk’ün Anıtkabir’inde yaptığımız gibi, ona da bir Fatiha okuduk, İsmail bir de dua etti Topal Osman’a, o yağmurun altında ellerini havaya kaldırarak. . 
Bu arada yükseklik korkusu olan Gül Ayşe hanım bizi oldukça korkuttu. Hüngür hüngür ağlamaya başlayınca bir şey olduğunu sandık.  Elimiz ayağımıza dolaştı. Konuşamıyor, anlatamıyor durmadan ağlıyor. Meğer Gülayşe Hanım’ın yükseklik korkusu varmış. Öğrenince rahatladık. Yanlarında korkuluk olmayan yerlerde yüreğini korku salarmış. Hanımlar koluna girdiler ve aşağıya kadar eşlik ettiler. Yağmur şarıl şarıl, bardaktan boşanırcasına, herkes sırılsıklam. 

Topal Osman kimdir?

Topal Osman, Kuvay-ı Milliye ruhuna sahip yağız bir Karadeniz delikanlısıdır. 1883 senesinde Giresun’un Hacı Hüseyin Mahallesinde doğmuş. Babası Hacı Mehmet Efendi Giresun vilâyetinin tanınmış kişilerinden biri. Oğluna 3.Halife’nin ismi olan; Osman, ismini koymuş.
Topal Osman delikanlılık yaşlarında Balkan Harbi’ne katılmış. Çorlu’da sağ bacağına bir şarapnel isabet etmiş. Tedavi edilmesine rağmen bacağı eski haline döndürülememiş. Bundan sonra Topal Osman mahlasıyla anılmaya başlanmış. 

Mustafa Kemal, Havza’ya geldiğinde Topal Osman’la görüşür ve tekrar Giresun Vilayet Reisliğine getirir. Topal Osman Mustafa Kemal’in sağ kolu olmuştur. Ekibiyle birlikte Mustafa Kemal in muhafızlığını yapmaya başlar. 

Birinci Meclis 

Kurtuluş Savaşı bitmiş, devlet yeniden dizayn edilmeye başlanmıştır. Meclis’te, Mustafa Kemal’in çıkaracağı yasalarla ilgili muhalif sesler yükselmeye başlar. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey de muhaliflerdendir, gazetecidir. Olup bitenleri gazetesinde yazmaktadır.  Ali Şükrü Bey’in, muhaliflere gözdağı vermek için ortadan kaldırılması gerekir. Bu görev Topal Osman’a verilmiştir. Ali Şükrü Bey boğularak feci bir şekilde öldürülür. 

Bir çobanın ihbarı üzerine; Ali Şükrü Beyin cesedi bulunur. Ceset parça parça edilmiştir. Ve çift iple boğulmuştur. Sol eli kırılmış, dili dışarı fırlamıştır. Sol avucunda sandalyenin hasırları kalmıştır. Sol kulağının yanında bir de bıçak yarası vardır. Cesedin bulunduğu yer Topal Osman’ın kaldığı yere beş yüz metre uzaktadır.

 

Sıra Ali Şükrü Bey’i öldüren Topal Osman’a gelmiştir. Yakalanırsa ve konuşursa ortalık karışabilir. Gece alınan tedbirle M. Kemal Paşa ile eşi Latife Hanım, kimse duymadan Çankaya Köşkü’nden istasyondaki binaya aktarılır. 
Hemen sonra güvenlik kuvvetleri harekete geçer.  Topal Osman’ın evi kuşatılır ve teslim olması istenir. Kapıdakiler Askeri Güçlerdir. Topal Osman teslim olmaz. Teslim ol çağrısına, ‘Mustafa Kemal Paşa nerede? ben onunla görüşmek istiyorum.’ diye cevap verir. (1 Nisan’ı 2 Nisan’a bağlayan gece)
Sorusuna cevap alamaz. Çatışma başlar. Ve Topal Osman’ın arkadaşlarından birçoğu oracıkta öldürülür. Topal Osman çatışmadan sağ yakalanmasına rağmen, nedense başı kesilerek oracıkta infaz edilir.

Meclise,  “Şükrü Bey’in katili kimse meclis kapısının önünde cesedi sallandırılacak!” diye bir yasa teklifi verilir. Yasa Meclis’te kabul edilir. 5 Nisan günü Topal Osman mezarından çıkartılarak, ayağından sallandırılmış bir şekilde Meclis’in kapısının önüne asılır. 6 Nisan günü tekrar gömülür.

Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar Mustafa Kemal’e bağlı kalan ve adamlarına, Çankaya’da ve köşkle şehir arasındaki yolda nöbet bekleten Topal Osman, nizamlı ordunun kıta kumandanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından Çankaya sırtlarında başı kesilerek öldürülmüştür.



(Daha fazla bilgi için bakınız; Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul 1965, sayfa 106. / Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 2001, cild 2, sayfa 10. / Milliyet Gazetesi, 16 Kasım 1968, sayfa 5./ Mahir İz, Yılların İzi, İrfan Yayınları, İstanbul 1975, sayfa 93. / Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım (Paris 1929), Altındağ Yayınları, İstanbul 1967, cild 3, sayfa 1172 – 1175./ Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1980, sayfa 237.)

Ne gariptir ki, Milli Mücadele’ye büyük katkılarda bulunmuş insanlar bir bahaneyle, birer birer ortadan kaldırılmıştır…

Biz Giresun’dan sıkıldık. Topal Osman gibi başımıza bir bela gelmeden Giresun’dan çıkmak istedik. Giresun fındıklarının daha lezzetli olduğunu söyledi arkadaşlarımızdan bazıları ama biz şehri terk etmeye karar verdik… Ve Trabzon’dayız.



Devam edecek

Rüştü Kam