-Peygamberin, “kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere”
çıktığını ifade eden rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh,
bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı
cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’ân
İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur.-
Kalp temizliği su ile mi yapılır?
Peygamberimizin bu Miraç yolculuğu öncesinde göğsünün yarılarak,
kalbinin yıkandığı rivayetleri de bir başka problemdir. Bu hadisleri
uyduranlar kalp temizliğinin su ile yapılacağını zannedecek kadar aklı
kıt, saftirik kimselerdir. Kalp temizliği su ile mi yapılır? Ayrıca en
az on yıldan beri peygamberlik vazifesini deruhte eden Peygamberimizin
kalbinin hala pis, kirli olması düşünülebilinir mi? Kalbinin,
huyunun/ahlakının kötü olduğunu söylemek, o en masum beşere /Nebiye açık
bir iftira değil midir? Ki bu cahiller, aynı operasyonu Peygamberimizin
çocukluğunda bir kere daha yaparlar. Beş yaşında bir sabinin / masum
çocuğun kalbi nasıl kötü oluyorsa! Aslında bunlar resmen peygambere
vaftiz yapmaktadırlar. Üstelik cerrahi ağır bir operasyon geçiren
birisi, nasıl olur da böyle bir uzun miraç yolculuğuna çıkabilir? Yedi
kat semanın ötesine yolculuk yapabilir?
Peygamber’in göğsü yarılıp ve özel bir operasyondan geçirildikten sonra
kalp temizliğine sahip olduysa, onun biz ümmeti için ‘üsve-i hasene/en
güzel örnek’ olma özelliği yok demektir! Zira bizim kalbimiz yarılıp,
altın leğende getirilen zemzemle yıkanmadığına göre, biz hiçbir zaman
onun gibi temiz kalpli olamayız!
Cennet ve Cehenneme gitmiş, oraları müşahede etmiş hikâyesine gelince,
daha Cennet ve Cehennem yaratılmadı ki, oraları görmüş olsun. Onlar;
kozmik kıyametin koptuktan ve İsrafil’in sura ikinci defa üflemesinden
sonra yaratılacak.
İsra ve Miraca ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha
fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl
yapıldığına ilişkindir. Güya Peygamberimiz Miraç sonrası bu olayı
anlatınca Mekkeli müşrikler ona Beyt-i makdis /Mescid-i Aksa hakkında
sorular sormuşlar, bunun üzerine Cenab-ı Hak da mescidi peygamberin gözü
önüne getirmiş, o da mescide bakıp bakıp pencereleri, kapıları hakkında
bilgi vermiş. [Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41] Gel gör ki, Peygamberin
bakıp, bakıp söyleyeceği bir mescit henüz inşa edilmemiştir ki, baksın
da söylesin!
Acaba neden, hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli
yolculuk yapan müşriklerden hiç birisi “Orası virane bir yer, çöplük,
orada mescit yok, mescit olmayan bir yerde, hangi mescide gittin?” diye
sormayı akıl edememiştir! Eğer Peygamber Mekkelilere gecenin bir
vaktinde Kudüs’e gittim, orada Mescid-i Aksa camiinde namaz kıldım
deseydi, muhakkak Mekkeli müşrikler onun açığını yakalamak
isteyeceklerdi.
Yine; bir başka rivayette, Peygamberimiz miracı anlattığında, müşrikler
Ebubekir’e gidip, ‘Senin arkadaşın böyle, böyle şeyler söylüyor, ne
dersin? diye sormuşlar. O da, Muhammed söylüyorsa doğrudur demiş, bunun
üzerine ona “Sıddîk” lakabı verilmiştir. Bunların hepsi uydurmadır.
İbn-i İshak, İbn-i Sad, Vakıdî bunların hiç birinin senedini
göstermemişlerdir. Diğer bazı siret yazarlarının ravi olarak gösterdiği
kimseler ise yalancı ve masalcı olmakla itham edilmiş kimselerdir. Hatta
peygamber bu olayı miraç dönüşü anlattığında bazı Müslümanlar buna
inanmamışlar, güya dinden dönüp, irtidat etmişler. Bu irtidat
hikâyesinin aslı astarı yoktur. Zaten Mekke’de bir avuç Müslüman vardı
ve onlar da Peygamber etrafında sımsıkı kenetlenmişlerdi. [ Mevlana
Şiblî, Asr-ı Saadet, C.2, s.434] Bunlar uydurma miraç olayına
inanmayanlara gözdağı vermek için kurgulanmış mizansenlerdir.
Peygamberler ölmedi mi?
Miraç hadislerinde geçen şu, her semada bir Peygamber’in ikamet etmekte
oluşunu nasıl açıklamalı? Zikri geçen peygamberler ölmediler mi? Yoksa
ölen her Peygamber semanın bir katına mı yerleşmektedir? Yani; Miraç
esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü olduğu halde, hadislerde
göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak gösterilmesi akla, bilime ve
İslam’a aykırıdır.
[Buhârî, Tevhîd, 37, Menâkıb, 42] de nakledilen hadis de, gerek metin,
gerekse anlam bakımından pek çok sakatlıklar vardır. Buhârî’nin
rivayetinde olay, Peygamber’in, henüz peygamber olmadan önce gördüğü bir
rüyadan ibarettir ve ayette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur.
(İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4-21; Hâzin: 4/135)
Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidine” maalesef pek
önem vermemişlerdir. Yani hadislerin “akla, bilime, Kuran’a, fıtrata,
mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına,” uygun olup olmadığını hiç dikkate
almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca
tek bir kişinin rivayet etmesi, onların umurunda olmamıştır. Onlar
metinden ziyade rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına
dikkat etmişlerdir. Bu yüzden hadisçiler için söylenen; “En-Nakkâl
ke’l-bakkal / Nakilciler bakkal gibidir” sözü meşhurdur. Kendilerine
geleni doğru mu yanlış mı diye bakmaksızın satmışlardır.
İbn Kesîr gibi bir zât, bu bağlamda çok tuhaf ve garip şeyler olduğunu
söyler.
Bütün rivayetlerin özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı bu rivayet
oluşturmaktadır. Olay, bir rüya biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters
düşen pek çok şeyle doludur.
[Necm /1-15] ayetlerinde Cebrail’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası,
hatta daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı,
Miraç olayı ile karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade
edilmiştir. Oysa yaklaşan Cebrail’dir. Peygamber’in Cebrail’i görmesi
olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır.
50 vakit namaz ve Hz.Musa
Namaz vakitlerinin, bir rivayette yarımşar, yarımşar, diğer rivayette
beşer beşer, başka rivayette ise onar, onar vaktinin indirildiği
söylenir. [ et-Tefsîru’l-hadîs: 3/217] Bunlar birbiriyle çelişmektedir.
Miraç hadislerinin en tuhaf yönlerinden biri de, elli vakit namazın beş
vakte indirilmesine ilişkin mizansendir. Buna göre Allah Teâlâ ilk önce
Peygamberine elli vakit namaz emretmiş, Peygamber de bu emre karşı hiç
ses çıkartmamıştır. Fakat dönüş yolunda Musa’nın uyarısı ve akıl vermesi
sonucunda aklı başına gelmiş, Allah’ın huzuruna ha bire çıkıp-inerek,
namazların vaktini şu an ki şekline, beş vakte indirebilmiştir(!)
Hz. Musa’nın ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok
olduğunu, ümmetine ağır geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş
vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık
olduğu izlenimi vermektedir. Neymiş Efendim, Allah 50 vakit namazı farz
kılmış. Musa’nın uyarısıyla Peygamber gide-gele, pazarlık yaparak güç
bela 5 vakte indirebilmiş. Musa daha da indir demiş. O da gitmiş, lakin
Allah “Tamam, yeter artık, bundan fazla indiremem demiş.” İşte böylece
günde 5 vakit namazı çok bulan beynamazlara, ‘Halinize şükredin,
sesinizi çıkartmayın, Ya Peygamberimiz yolda Musa ile karşılaşmasaydı da
50 vakit olsaydı, haliniz nice olurdu?’ denir. Çok sevap toplama
derdindeki diğer bir zümreye de ‘Beş vakit kılıyorsunuz amma 50 vakit
namaz sevabına nail oldunuz’ denir. Sanki, yapılan her bir hasenata en
az on kat sevap vereceğini Allah Kitabında vad etmemiş gibi! Hâşâ Allah o
aralar biraz meşgulmüş, 50 vakit namazı düşünmeden emredivermiş, her 25
dakikada bir namaz kılınacağını hesaplayamamış!
Ne dediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülemez!
Peygamberin Allah’ın huzurunda onunla pazarlığa girişmesi olacak şey
değildir. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapmaz.
Çömez Peygamber ve Ustası
Yine Peygamberimiz bu hadislerde acemi /çömez biri olarak tasvir
edilmiştir. Musa da ona dinin inceliklerini öğreten bir usta gibi takdim
edilmiştir. Hz. Musa, Allah’ın ve Hz. Muhammed’in düşünemediği şeyi
düşünmüş(!) Sonra neden başka bir peygamber değil de Musa? Çünkü olay
İsrailiyattır. Ve bu olayla Hz. Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve
üstün gösterilmek istenmektedir.
Sonra Musa, Allah’ın emrine karşı nasıl bu kadar cesur olabiliyor? Hem
Musa Peygamber ölmemiş miydi; nasıl olup da altıncı semada bulunup, son
Peygamber’e yol göstermektedir? Neden Musa’nın düşündüğünü -hem de kendi
ümmeti olduğu halde- Muhammed (sav) düşünememektedir?
Üstelik bu Buhari hadisine göre, henüz peygamber bile olmayan Hz.
Muhammed’e ve ümmetine namaz farz kılınmıştır. Bu olacak şey değildir.
Daha peygamberlik verilmemiş bir kimseye her hangi bir emir verilemez.
Henüz Peygamber olmayan birinin ümmetine namazın farz kılınması oldukça
tuhaftır.
Beş vakit namazın Miraç da farz kılındığı rivayeti, kanıttan yoksundur.
Eğer öyle olsaydı, bu tarih Müslümanların hayatında bir dönüm noktası
olurdu. Oysa Miracın ne zaman olduğu hususunda bile onlarca farklı
rivayet vardır. Yani daha tarihi konusunda bir ittifak yoktur. Miraç
gibi büyük bir olayın ne zaman olduğunun bilinememesi olacak şey
değildir. Neden sahabeler bu olayı hatırlamazlar? Peygamber bu olaydan
sonra bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili
vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu
sayısal olarak belirtilmemiştir. Namazın beş vakit olması hususu,
Peygamber’in fiili sünnetinden ve ümmetin icmasından çıkar.
Miraç rivayetlerinde “cennetin, cehennemin vasıfları, cennetliklerin,
cehennemliklerin nimet ve azabı; Allah’ı, melekleri ve peygamberleri
görme; göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kâlem’in, Sidret’ül-müntehâ’nın
maddî biçimlerde nitelendirilmesi” hakkında çok acayip şeyler vardır.
Buharî’de bulunmayan bu ayrıntılar, sonrakilerin uydurmalarıdır.
Bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır
Rivayetlerde geçen tüm bu ayrıntılar, inanılması gereken şeyler
değildir. Biz, Kur’ân’ın dediği biçimde Peygamber’in, Necm Suresinin
inişine kadar Cebrail’i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına ve yine;
Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar uyanık olarak
yürüdüğüne /yürütüldüğüne ve burada Allah’ın birçok ayetini gördüğüne
inanırız. Bu rü’yet/rüya, peygamberin manevî dünyasında gerçekleşmiş
olup, ona güven ve itminan vermiş harikulade bir olaydır.
Kısacası bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır. Bunları
başta Allah’tan, sonra da Peygamberlerden teberri etmek gerekir.
Allah’ı, Kur’ân’ı, İslam’ı ve Peygamberleri bu yüz kızartıcı ve akideyi
bozucu iftiralardan tenzih etmek gerekir.
İsra olayında Kudüs’te Mescid-i Aksa mevcut değilse, Mescid-i Aksa
nerededir?
Hz. Peygamber döneminde Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ
Suresinin bu ilk ayetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ nerededir? “Etrafını
(havlehû) bereketli/mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa”; ayetinde geçen “
havl” ne demektir? Sözlüklerde; bir şeyin havli, üzerine dönebilecek,
çevrilebilecek tarafıdır. [ İsfehani, Müfredat, s.320, Çıra Yay.]
Yani bir şeyin dış yüzü, dış kenarı o şeyin havlidir. “Havl” sözcüğü
Kur’ân’da on beş yerde “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında
kullanılmıştır. (Bak. Meryem/68, Mümin/7) “Havl” sözcüğü Türkçemize
“havlu /avlu” olarak da geçmiştir. Avlu; bir yapının yanı başında
duvarla çevrili yere denir.
Bu açıklamalar doğrultusunda, ayette geçen “bir kenarını mübarek
kıldığımız” ifadesinden; Mescid-i Aksa’nın, coğrafî olarak mübarek
kılınmış yerin dışında veya bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır.
Mübarek yerin neresi olduğu Kur’ân’da bildirilmiştir. “Doğrusu insanlara
(ma’bed olarak) ilk kurulan ev, Bekke’de (Mekke’de) olandır. Âlemlere
uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” [Âl-i İmrân, 3/96]
Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i
Haram; “Harem bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin
bulunduğu bu bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu
bölgenin “havl”i / kenarları tespit edilebilsin.
Belgelere göre; Mescid-i Haramdan dışarıya doğru haremin sınırları;
Medine yolu istikametine dört mil, Yemen yolu istikametine altı mil,
Taif yolu istikametine on bir mil, Irak yolu istikametine yedi mil,
Cidde yolu istikametine on mil, Ci’rane vadisi istikametine dokuz
mildir.
Bu durumda, Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin
hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik bin Mervan
tarafından bu ayetlerin inişinden en az 60-70 sene sonra Mescid-i Aksa
olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa
olması mümkün değildir.
“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi
için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze,
diğerlerinden daha uzak olması gerekir. İlk İslâm tarihçilerinden
Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbar-ül Mekke” adlı
kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i
Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır.
Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan Vakidî,
“Kitabu’l-Megazî”de şu bilgileri vermektedir: “Hz. Peygamber’in Mekke
civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son beş gününde, perşembe günü gelip
orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksa’ya
(Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i Edna (Yakın
Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır;
Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.”
Ezraki mescit listelerini “Ahbar-u Mekke”de verirken şunları söyler:
“Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş
olan Muhammed İbn Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini
söylemiş ve demiştir ki: ‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid
bana dedi ki: Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz
kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Edna (yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın
bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.”
İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında
Mescid-i Aksa denilirdi. Sahabelerin namaz kıldıkları bu mescitlerin
çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. İşte Hz.
Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km. uzaktaki bu yerde ihrama girdi.
[Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.170-1]
Vakıdî’nin Kitabu’l-Megazî’sinin en eski nüshalarında bu bilgiler yer
almasına rağmen, bu bilgiler daha sonraki istinsahlarda –tashih (!)
amacıyla- çıkarılmıştır. Aynı akıbet Ezrakî’nin “Tarih-u Mekke”sinin de
başına gelmiştir. Buna rağmen çok şükür ki, Yusuf Ağa kütüphanesindeki
ve Karaviyyûn Kütüphanesindeki H.350 yıllarında yazılmış nüshalarında bu
bilgiler mevcuttur. Anlaşılan Peygamberi Kudüs’e götürmek ve oradan da
göğe uçurmak isteyenler bu bilgileri imha etme cihetine gitmişlerdir.
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke
döneminde, yasaklı yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına,
vadilere ibadet etmeye gittikleri, orada bir müddet kaldıkları, değişik
yerlerde namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescitleri olmuştur.
Yine o tarihlerde, etrafı taş duvarla çevrili veya üstü çardak şeklinde
kapatılmış basit yapılara bile mescid denildiği anlaşılmaktadır. Hatta
bazı sahabe evlerine de mescid denildiği biliyoruz. İşte bu mescitlerden
biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında
olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bir
keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş
ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski
küçük mescitleri yenilememişlerdir.
Bu bilgiler ışığında, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi
daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin
dışında, kenarında bir yerde olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak
söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki Harem’in
kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da,
rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil,
Haremin kenarındaki bu mescittir.
Bu durumda Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir
ma’bed (Beyt-i Mamur)dur. Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz
kıldığı, Ci’râne Vâdîsinde bir namazgâhtır.
Mescid-i Aksa, Ci’râne ’dedir
Eğer Mescid-i Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip
namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine
düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Mescid-i Haram’dan, Ci’râne vadisindeki
Mescid-i Aksa’ya bedenen, uyanık olarak gelmesidir. Bu yürüyüşü,
Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah, kulunu yürüttü”
şeklinde ifade edilmiş olmalıdır. “Götürme” tabiri Kur’ân’da zaman zaman
kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’ân’ın benimsediği bir
üsluptur. Nitekim, “kulunu yürüttü” ifadesi, Hz. Peygamber’in Bedir
Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır; “Nitekim hak
uğruna (savaşa gitmek için) Rabbin seni, evinden çıkardı…”[Enfâl /5]
ifadesindeki gibidir.
Peygamber oraya vardıktan sonra tıpkı [Necm /13-18] “Andolsun, onu bir
inişinde daha görmüştü; Sidretü’l-Müntehâ’da, ki onun yanında oturulacak
bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Gö’z(ü)
şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını
gördü” ayetlerinde anlatıldığı üzere Sidretu’l-Muntehâ’da “Rabbinin en
büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” ise, İsra gecesi geldiği
Ci’râne’deki bu Mescid-i Aksa’da da “O’nun bazı ayetlerini görmüştür.”
Bazıları derler ki, “Rabbinin en büyük ayetlerini veya bir kısmını
gördü” şeklindeki ifadelerden şunu çıkarırlar; Burada inzal-i ayet (ayet
indirme) yok, irâe-i ayet (ayet/mucize göstermek) vardır. Haliyle
peygamber göğe çıkmıştır, cenneti görmüştür, Beyt-i Mamur’u ziyaret
etmiştir, vs derler. Buradaki en büyük ayet; Peygamberimizin baş gözüyle
gördüğü Cebrail olması kuvvetle muhtemeldir.
İsra gecesi
“Ve İbrahim’e Böylece göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki,
yakinen bilip inananlardan olsun” [Enam/75] Ayetinde olduğu gibi
“İrâe/göstermek” fiili “mucize göstermenin dışında da” kullanılmıştır.
İsra olayı uyanıkken olmuş ve Peygamber yürümüş/yürütülmüştür. İsra
gecesinde “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… sırf insanları sınamak için
vesile yaptık”. [İsra/60] ayetinde belirtilen rüya ise; Mescid’i Aksa’da
kendisine gösterilen Allah’ın ayetlerini görmek, ru’yet etmek, o
mahiyetini bilmediğimiz bir vizyondur. Peygamberin ru’yeti, rüyası
normal bir rüya da değildir. Zaten [İsra /1] de geçen “linüriyehü” deki
“R-E-Y” fiili gözle görmek değil, Türkçedeki rey /görüş, akıl ile
görmek, anlamak, bilmektir.
Bu durumda Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Cirane vadisindeki,
Mescid-i Aksâ’ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i
Aksa’da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur. Kur’ân’ın
anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetlerde efsaneleştirilmiş, aslı
olmayan senaryolara temel yapılmıştır.
Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki
Mescid-i Aksa adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle
süslenerek abartılı anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı
olan Miraç olayı ile birleştirildi.
Miraç öyküsü, başka milletlerde de vardır.
Grek paganlarında bile insanı, yeryüzüne düşmüş biri olarak nitelerler
ve yine kişi birtakım riyazetlerle geldiği yere yükselebilir. Nuzûl ve
urûç kültürü pek çok millette vardır. Semaya yükselme tasavvuru eski
Hind ve İran dinlerinde de mevcuttur. Yine Peygamberin Kudüs yolunda
bindiği söylenen Burak ile yunan mitolojisindeki “Uçan At /Pegasus”
arasında paralellikler vardır. Yahudi geleneğinde İdris, İbrahim, Musa,
İşaya gibi peygamberlerle bazı tarihi şahsiyetlerin yeryüzünden ilahi
âlemlere çıktığına inanılır. Danyal peygamber ateşten bir binek ile
semaya çıkmıştır. Hristiyanlık teolojisine göre; İsa çarmıha gerildikten
sonra mezarından çıkıp, göğe, Baba’nın yanına yükselmiştir. Yine
Hristiyanlığın kurucusu sayılan Pavlus’un da böyle bir miracı vardır.
Zerdüşt ve agnostik unsurları birleştiren Mani’nin kurduğu Maniheizm’de,
miraç vardır. Mani ilk göksel ziyarete, daha on iki yaşındayken tanık
olmuştur.
İslam öncesi Haniflerinden Ümeyye b. Salt’ın da bir miracı vardır
Onun miracında da evin damı yarılarak melekler gelmiş, onun da kalbi
yarılıp yıkanmıştır! Bu kadar benzerlik olur! Ayrıca bizim Hallac’ın ve
Beyazıd-ı Bistamî gibi sûfîlerin de miraçları vardır. Özellikle Hz.
İsa’yı göğe çıkaran rivayetler Müslümanları komplekse sokmuş,
peygamberimizin ondan aşağı kalmasına gönülleri razı olmamıştır. İsa
göğe çıkar da bizim peygamberimiz çıkamaz mı? Velilerin miracı olur da,
Peygamberin olmaz mı?
İslam ordularının yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya
yayılan Müslümanlar buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler.
Ehl-i Kitab’la Müslümanlar arasında yapılan en büyük tartışma
peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın en
üstün peygamber olduğunu savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük
peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa Allah’a yükselmiş, Musa
ise Allah’la konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski dinlerine ait
mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup
Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Peygamberimizin tüm
peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski mitolojik
anlatıları kendi peygamberleri için uyarlayıp bunları hadis diye rivayet
etmiş olmalılardır.
“Arta Viraf Namak”
Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler. Miraç hadisesine çok
benzemektedir. Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı
Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta
Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu
Tanrı’nın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara uğrayarak sürer.
Burada Arta Viraf Tanrı ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak geri döner.
Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları dikkate
almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen
aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan
bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a karşı
Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt
dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa
öldükten sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe
yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa
gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa
etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün
olduğu ispat etmişlerdir! Özetle; Miraç; toplumsal bilincin çeşitli
kültürlerin etkisinde kalarak ürettiği bir senaryoyu andırmaktadır.
İsra ve Miraç Mucize midir?
İsra ve Miraç mucize’de olamaz. Eğer İsra ve Miraç mucize olsaydı,
müşriklerle peygamber arasında karşılıklı bir meydan okumadan sonra vuku
bulması ve bu mucizeyi herkesin görmesi gerekirdi. Oysa bu olayı
Peygamberimizden başka gören yoktur. Sadece Peygamber’in görüp,
Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? Bu nedenle
İsra ve Miraç bilinen klasik mucize tanımlarına uymaz.
Mesela İsra gecesi nazil olan, “Bizim sana mucizeler göndermemize engel
olan şey ancak, önceki (milletlerin) onları yalanlamış olmalarıdır”
[İsra, 17/59] ayetini ele alalım. Ayet apaçık, peygamberimize önceki
peygamberlere verilen hissi mucizelerin Peygamberimize verilmediğini,
hatta niçin verilmediğini de söylemektedir.
Peygamberimiz hakkında rivayet edilen Kur’ân dışındaki diğer hissi
mucizelere gelince, bunlar bize ahad tarik ile gelmiştir. Ahad
rivayetler/tek bir kimsenin naklettiği hadisler itikatta –sübutu zannî
olduğundan- hüccet olmaz. Ayrıca bu rivayetler daha çok siyer, şemail,
delail’ün-nübüvve ve hasâis’ün-nebî türünden ikinci, üçüncü derece,
sıhhati şüpheli kitaplarda yer alır. Kaldı ki bu zayıf rivayetlerin
yanında, “Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.”
[Buhari, Fedail’l-Kur’ân, Müslim, İman, 239] gibi, onun Kur’ân’dan başka
hiçbir mucizesinin olmadığını ifade eden sahih hadisler de vardır.
Peygamberin göğe çıkmasını, urûç etmesini, miraç mucizesi getirmesini
isteyenler Mekkeli müşriklerdir. “Senin altından bir evin olmalı ya da
gözlerimizin önünde göğe yükselmelisin, fakat göğe çıkma durumunda
(dahi) bize oradan okuyacağımız bir kitap indirmedikçe sana inanacak
değiliz”. [İsra, 17/93]
Anlaşılan, müşriklerin iman etmek için şart koştukları “Miraç
Mucizesini” hadisçiler bulup, getirmişler. Üstelik Peygamberimiz
müşriklerin mucize taleplerini sürekli geri çevirmiştir. Peygamberimizin
Kur’ân’dan başka mucizesi yoktur. Bu nedenle Peygamber’e dönük tüm
mucize hikâyeleri birer uydurmadır.
Bir insan çok küçük bir zaman diliminde Kâinatın öbür ucuna
gidip-gelebilir mi?
Hiçbir cisim ışık hızından hızlı gidemez. Işık hızına erişen bir cisim
sonsuz sıcaklığa erişir ve atom altı parçacıklarına ayrışır. Hadi
diyelim ki, Peygamber ışık hızına erişti, Kâinatın öbür ucuna gitti ve
geldi. Bu bile on milyarlarca yıl eder. Peygamber diyelim ki ışık hızını
da aştı, atomlarını dünyada bıraktı, ruhen uçtu. Bu aklen ve tıbben
imkânsız hale neden başvuruyoruz ki? Birkaç rivayeti kurtarmak için mi?
Peygamberden mucize isteyip duran, onu bu konuda sıkıştırıp duran
müşriklere mucize takdim etmek için mi? Böyle harikulade bir şey
olsaydı, Allah bunu kitabında neden sarahaten zikretmesin!
Peygamberimiz fizik kanunlarına tabi değil mi? Uhud’ta düşmanın attığı
mızrak onun yanağını yarmadı mı? Allah’ın koyduğu sünnetullah asla
değişmez. Ve bu kurallara uymak peygamberler dâhil, herkesin görevi
değil mi?
Allah ile Elçisinin, birbirine dirsek teması olacak şekilde bir araya
gelmesi apaçık tecessüme /Allah’ı cisimleştirmeye varacağından, İslâm
âlimleri, ilgili hadislerin zaptı doğru olsa bile zahirî manalarıyla
kabul edilemeyeceğini belirtirler. Zira, Allah’a mekân/ yer izafe
edilemez. Oysa Miraç da Peygamber’in yolculuk güzergâhı en sonunda bir
mekânda sonlanmaktadır. Bu olgu Kur’ân’a ters düşmektedir. Kur’ân’da
Allah insana şah damarından daha yakındır. Kâinatın öbür tarafında
ikamet eden bir Allah inancı kadar İslam’a aykırı bir inanç olamaz!
“O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” [Hadid/ 4]
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf/ 16)
“Kullarım Ben’i senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım.
[Bakara/186]
Sonra niye peygamber kâinatın öbür ucuna gidiyor ki? Allah her yerde
hazır ve nazır değil mi? Bu düşünce Allah’a mekân ve yer izafe etmek
demektir. Bu ise onu cisimleştirir. Haliyle bu İslam’a baştan sona
aykırıdır.
Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde
hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’ân
tarafından da ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir. Allah’ın
göklerde olmasının bir tür yükseklik anlamına gelmesi de o günün
kozmoloji anlayışına, Batlamyus kozmoğrafyasına uygun bir anlayıştır.
Bize İsra Mucizesi mi Lazım? Yoksa İsra gecesi verilen on iki emir mi?
Müslümanlar Peygamberlerini Burak ile Refref ile uzayda seyahat
ettirirken İsra gecesi Peygamberimize verilen 12 emirle pek alakadar
olmazlar. Hatta Müslümanların birçoğu bu 12 emirden haberi bile yoktur.
Hâlbuki hangi Yahudi veledine sorulsa Musa’ya verilen 10 emri bilir. Bu
12 emrin 11. si “Bilmediğin şeyin ardından gitme, Kesin bilgi sahibi
olmadığın şey hakkında konuşmadır”. Maalesef amaç ile araç yer
değiştirmiş, Peygamberin getirdiği evrensel prensipler göz ardı edilmiş,
bizi hiç ilgilendirmeyen, onun mucizeleri ile nefes tüketiyoruz. Ah ki,
ne ah!
Bu on iki emir [İsra/22-37] şunlardır;
1-Allah’a ortak koşmayınız, yalnızca O’na ibadet ediniz.
2-Ana-babaya iyilik ediniz.
3-Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver, herkese iyilik yap!
4-İsraf etme! Büsbütün de saçıp-savurma!(Ne cimri, ne de müsrif ol,
İkisinin arasında orta bir yol tut, iktisatlı ol)!
5-Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin, Sizin de, onların da
rızkını biz veriyoruz.
6-Zinaya yaklaşmayın! O apaçık bir hayâsızlıktır. O ne çirkin bir
yoldur.
7-Haksız yere kimseyi öldürmeyin.
8-Yetim malını -arttırmak gayesi dışında- yemek için asla yaklaşmayın.
9- Verdiğiniz sözü yerine getiriniz.
10-Ölçü ve tartıyı tam yapın.
11-Bilmediğiniz şeyin ardınca gitmeyin, Taklitçi olmayın, aklını kiraya
vermeyin!
12-Yeryüzünde mağrur ve kibirli dolaşmayın. Mütevâzi olun!
Miraç’ta Peygamberimiz Allah’ı gördü mü?
Dünyada iken hiçbir insan baş gözüyle Allah’ı göremez. Bu hususta
ihtilaf yoktur. Peygamber’in Sidretül Münteha’da Allah’ın cemalini
keyfiyetsiz, kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir şekilde gördüğü iddia
edilmektedir. Bu rivayetler külliyen yalandır. Hz. Aişe Annemiz ”Kim
Muhammed Allah’ı gördü derse yalan söylemiş olur. Ben bunu Resulullaha
sordum demiştir.”[Buhari, Tevhid, 4] Oysa mevlithanlarımız;”Aşikâre
gördü Rabbü’l-izzeti, ahirette öyle görür ümmeti” diyebilmektedirler.
Yine; Bakara son iki ayetini Peygamberin doğrudan Allah’tan aldığı
iddiası Kur’ân’a tamamıyla aykırıdır. Zira; [Şura/51] ayeti; bir beşerin
hiçbir şekilde doğrudan Allah ile konuşamayacağı konusunda oldukça
nettir;”Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından
veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur”. Bu ayet peygamberlerin
bile Allah’la yüz yüze, doğrudan konuşmasının mümkün olmadığını ilan
eder.
Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın
mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken,
hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize
mesafede sohbet ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için”
diye attıkları naralara inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle
gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey zorlamaktır.
Mirac hadislerinin İslam itikadı açısından en tehlikeli kısmı,
Peygamber’le Allah’ı buluşturması, bir beşeri, Allah’ın makamına
girdirmesi, Allah’a zaman ve mekân isnad etmesidir. Peygamberimizin
Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini kemiyetsiz, keyfiyetsiz,
hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini ileri sürenler,
Kur’ân’daki Allah tasavvurunu anlamaktan uzak, mistik hezeyanlar içinde
olan kimselerdir.
Peygamberin, “kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere”
çıktığını ifade eden rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh,
bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı
cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’ân
İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur.
Oysa Cenabı Hak, asansör gibi bir vasıta ile yanına çıkılabilecek, son
bir perdeden sonra makamına girilip bizzat, baş başa görüşülebilecek
birisi değildir. Bu, ancak paganların tanrısı olabilir ama Kur’ân’ın
Allah’ı kesinlikle olamaz. Allah’ın eşi, benzeri, dengi yoktur. Hiçbir
şey, hiç kimse O’nun misli, benzeri değildir. [Şura/ 11] O, gözleri
idrak eder ama gözler O’nu idrak edemez! [En’am/ 103]
Devam edecek