14 Eylül 2015 Pazartesi

ARTVİN / VENİ VİDİ SCRİPSİ (VIII)

"Geldim, gördüm, yazdım" 2015

Batum dönüşü Hopa’da konakladık. Otel 5 yıldızlı değil, ama temiz. Sabah balkondan denizi seyretmek çok keyifli. Ancak dalgaların hışırtısına arabaların sesi karışınca işin keyfi kaçıyor. 1978‘de Hopa ile ilgili hatıralarım vardı, Karadeniz fıkrası bir fıkra gibi. Anlattım otobüste arkadaşlarıma:

„Turizm şirketim vardı o zaman, İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencilerini geziye götürmüştüm. Haziran ayı. Sarp Kapısı‘na kadar vardık, otobüsün önünde Yüksek İslâm Enstitüsü yazıyordu. Kahvenin önüne park ettik. Sınırda incelemelerimizi yaptıktan sonra kahvede çay içmek istedik. Kahveci bize çay vermedi, çabuk burayı terkedin“ dedi, kovdu bizi oradan. Kahvedekiler öyle bön bön bakıyorlardı. Kimse sesini çıkarmadı, bakışlarıyla söyleyeceklerini söylüyorlardı zaten. Yapacak birşey yok. Köy onların, kahve onların. Çaresiz terkettik Sarp’ı, döndük Hopa’ya. Şehrin merkezine park ettik otobüsleri. Deniz kenarına doğru ilerlemeye başladık, 5 dakika sonra bizim otobüslerin camlarını indiriverdiler. Taş yağmuru. Rahat 50 genç vardı. Kavga etmek olmaz, işi büyütmemek lazım. Bindik otobüslerimize, doğru Rize‘ye. Rize’de otobüs camı yok. İstanbul‘dan gelmesi lazım. Sipariş ettik. 2 gün bu vesileyle Rize’de kaldık.“

O zamanlar Hopa kurtarılmış bölgeydi. Dev-Genç, Dev-Sol, DHKP-C, Şeriatçılar, Ülkücüler, Maocular, Leninciler… Üniversitelerde, liselerde, hatta orta okullarda  bile bu ayrışmanın var olduğunu biliyorduk ama, halka kadar indiğini bilmiyorduk. Yıl 2015. Hopa’da solculuk hâlâ devam ediyor gibi, ancak bu sefer otobüsümüzün camı kırılmadı. Önünde Yüksek İslâm Enstitüsü yazmadığı için midir yoksa solculuk devam etse de Hopa’da kayda değer değişimler mi olmuştur onu bilemiyorum.

İsmail Yılmaz ayrıldı Hopa’da ekipten. Amcasını hastaneye kaldırmışlar, „O hastanedeyken ben gezip eğlenemem, Adana’ya gitmem lazım.“ dedi. Gelenekle ilgili bir durum. Bazı bölgelerde gelenekleri fazla abartıyoruz gibi. Düşüncesine saygı duyduk. Uğurladık İsmail‘i Adana‘ya…

Tam otelden ayrılırken yanımızda bir binada yangın çıktı. Yurt binası dediler, ölüm haberi gelmedi. Biz yolumuza devam ettik. Allah’a ısmarladık Hopa. Bembeyaz ormanların içinden ilerliyoruz. Akşamdan kar yağmış. Dağlar gelinlik giymiş gibi. Herkes otobüsün camında. Fotograflar çekiyoruz. Mustafa Yücel muavin koltuğundan çekiyor manzarayı. Çok güzel fotograflar çekmiş. Ekibin fotoğraflarını çekmek için görevlendirmiştik onları. Ekipte başka fotoğraf çekmekle görevlendirilenler de var. Gülseren Şentürk, Sebahattin Bozkurt ve Yunus İnci. Ankara’dan Artvin’e kadar üç mevsim yaşadık. Hergün ayrı bir olağandışılık yaşıyoruz. Buna rağmen  herkes memnun geziden.
Rehberimiz Yasin Artvinli. Borçka‘lı. Borçka’ya gelince heyacanlandı, „İşte sağdaki görünen şu ev bizim, ben şuralarda oynardım arkadaşlarımla…şu köprüyü Ruslar yapmış.“ Borçka‘yı ikiye ayıran derenin üstünde devasa bir demir köprü. Sevincine eşlik ettik Yasin’in. Borçka üzerine sorular sorduk. Tur listesinde yoktu ama yine de orada durup bir çay içebilirdik.

Artvin

Artvin‘i Çoruh nehri ikiye bölüyor. Dik yamaçlı uzun vadileri, 3900 metreye kadar yükselen birbiri ardına sıralanmış yüksek dağları, balta girmemiş doğal ormanları, yüksek dağların doruklarında krater gölleri, yeşil yaylaları ile çeşitli turizm değerlerini içinde barındıran otantik bir turizm beldesiymiş Artvin. Bunları Yasin söyledi ve devam etti anlatmatya:
„Artvin eski bir yerleşim yeridir. Artvin'in ismi üç bin senelik tarihi boyunca çok defa değişmiş. 1956'da Artvin olmuş. M.Ö. 3000 yıllarında Orta Asya'dan göç ile gelen Türk kavimlerinden Hurriler, Artvin'e yerleşmişler. Alparslan'ın 1071 Malazgirt Zaferine kadar Türklerin Anadolu'ya göçleri devam etmiş.

İskitler ve Arsaklılar da gelmiş Artvin‘e, sonra Yunan kültürü ile Yunanlılaşmış Artvin. Daha sonra Pontus Krallığı gelmiş. Bizans ile Sasaniler arasında el değiştirmiş. Hazret-i Osman zamanında Emir Habib bin Mesleme emrindeki İslam ordusu, Erzurum Yaylası‘nda Bizans ordusunu yenerek, Çoruh Vadisi ve Artvin'i İslam devletine katmış. Daha sonraları Abbasi halifeliğine bağlı Oğuz Beyliği kurulmuş burada. Selçuklulardan sonra buraya sırasıyla; Moğollar, İlhanlılar, Celayirliler, Karakoyunlular, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakim olmuşlar.

Artvin, Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı Devleti sınırları içine alınmış. 1878 Osmanlı-Rus Savaşı‘nda Rusya tarafından işgal edilmiş. İstiklal Savaşı‘nda Kazım Karabekir Paşa, Ermeni ordusunu yenince, Artvin 7 Mart 1921'de yeniden Anavatan‘a katılmış. Tarihi Batum-Kars yolu üzerinde yer alan ve Osmanlı dönemindeki adı Livane olan Artvin bir Ortaçağ kentiymiş.
Artvin boğalarıyla meşhur bir ildir. Bundan dolayı simgesi boğadır. Murgul ilçesinde bakır madeni vardır. Tarihte genellikle Livane ve Çoruh adıyla bilinir Artvin. Artvin’de Gürcüler, Hemşinliler, Kıpçak Türkleri, Ahıska Türkleri ve Lazlar birlikte yaşar.

Artvin'in ekonomisini çay, fındık ve son dönemlerde kivi tarımına dayanır. Ayrıca Yusufeli ilçesinde zeytin ve pirinç tarımı yapılmaktadır. Az da olsa narenciye üretimi mevcuttur. Aynı zamanda Karadeniz mısırı, Şavşat ve Murgul gibi ilçelerde ön plana çıkar.

Yöresel çalgılar, kemençe tulum akordiyon, davul ve zurnadır. Artvin yöresinde Bar oyunları ve adı Artvin Barı olan sonradan Atabarı olarak değiştirilen halk oyunu, Artvin ile özdeşleşmiştir.“

Artvin’in içine girmedik. Kültür ve tarih açısından görebileceğimiz fazla birşeyin olmadığını söyledi Yasin. Artvinli olan o. Yapacak birşey yok. Biz de Artvin‘i karşı tepeden seyrettik, fotoğrafını çektik.  İçimize bolbol oksijen çekmeyi de ihmal etmedik. Tepeden Çoruh’u ve Artvin’i seyretmek o kadar güzel ki, ayrılmak ne mümkün. Yasin burada da taviz vermedi prensibinden, “Geç kalıyoruz beyler, haydi otobüse”.

Borçka‘da durup bize çay içirmeyen Yasin Artvin de mi içirecekti. Bu kadarı da yetti bize. Vedalaştık Artvin’le. Biraz sonra Şavşat‘tayız. Şirin bir ilçe. Bir tek caddesi var. Yamacın böğründe kurulmuş şavşat, yokuş aşağı Çoruh’a doğru yol alıyor gibi. İlhami‘yi burada bıraktık. Kardeşi kaymakammış Şavşat’ta. İşinin çokluğundan dolayı olacak ki, önceden haber ettiğimiz halde otobüsü karşılamaya gelemedi. Benzinlikte bıraktık İlhami’yi ve yolumuza devam ettik.

Küçük küçük köylerden geçiyoruz. Damları bembeyaz. Hayvancılıkle geçiniyormuş halk. Arazi yok ki, ekip diksinler. Okuma oranının  Karadeniz’de yüksek olduğunu söyledi rehberimiz. Başka türlüsü olamazdı zaten. Zülfü Livaneli ve Cengiz Kurtoğlu Artvinliymiş.  Ancak, Zülfü Livaneli ben Artvinliyim demezmiş, Konyalıyım dermis. Onun tercihi.

Laşet

Büyük şehrin bireyi kuşatan bütün gerginlik ve gürültüsünden uzakta huzur ve sessizlik içinde çam kokusunu solumak istiyorsanız Laşet’e gitmeniz lazım. Biz köye girmedik. Laşet Motel’de sadece çay içmek için durduk. Muhlamasını da övdü Yasin Laşet‘in. Dağın eteğinde bir Motel, Laşet Motel. Tırmanıyoruz otele ulaşmak için. Bazı arkadaşlar kar topu oynadılar. “Çocuklar gibi şendik” diyorlar ya, işte tam da öyle.  Dışarda kartopu oynamak varken içeri girilir de çay mı içilir?
Doğa bembeyaz. Gökyüzünün mavisi ile doğanın beyazı birleşince çok güzel bir manzara çıkmış ortaya. Tabiata uygun bir şekilde yapılmış, eşsiz güzellikte bir moteldeyiz. Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa olmadan nasıl yaşar. Eğer birgün yolunuz Artvin’e düşerse ve de Laşet’i görürseniz bana hak vereceksiniz.

Biraz sonra kartopu oynayanlar yoruldu. Çok mutluydular. Oturduk masalara. Çaylar geldi. Köfte ekmek yiyenler de var, ama biz muhlamayı tercih ettik. Burada muhlama peynir çeşitlerinden yapılıyormuş, tava önümüze geldi. Muhlama fokur fokur kaynıyor. İçinde mısır unu yok. Farklı bir lezzet.  Hesap istedik, muhlama ve bir çay kişi başı 100 TL. O ha sesleri yükseldi arkadaşlardan. Önceden fiyat sormadığımız için, çaresiz attık elleri cebe. Ama homurtular hâlâ devam ediyor. Bu ne ya… Neye geldik ki buraya, bir muhlama 100 TL mı olurmuş…. derken, Emin çıktı sahneye, “intikam böyle alınır yaaa.” İş anlaşıldı.
Emin işletme sahibiyle anlaşmış ve böyle bir şaka yapmışlar. Çünkü; Zilkale’ye çıkarken, arkadaşlar birden ciddileşmiş, Kemal, Davut ve İsmail, turun çok kötü geçtiğini, organizenin bozuk olduğunu söylemişlerdi. Emin kıpkırmızı kesilmiş söyleyecek söz bulamamıştı. Birşeyler açıklamaya çalışmıştı, beklemediği bir tepki olduğu için toparlayamamıştı. İşin şaka olduğunu anlayınca rahatlamıştı ama, uzun bir süre kendine gelememişti. Böylece intikamını almış oldu. Laşet seni unutamayacağız. Ayla Alpman’ın okuduğu şarkısıyla veda ediyoruz Artvin‘e:

“Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim

Anadolu’m bir yanda yiğit yaşar koynunda
Aşıklar destan yazar dağlarda
Kuzusuna kurduna Yunus'una Emrah'a
Bütün alem kurban benim yurduma

Mecnun'a Leyla'sına erişilmez sırrına
Sen dost ararsan koş Mevlana'ya
Yeniden doğdum dersin derya olur gidersin
Bir başkadır benim memleketim

Gözü pek yanık bağrı türkü söyler çobanı
Zengin fakir hepsi de sevdalı
Ben gönlümü eylerim gerisi Allah kerim
Bir başkadır benim memleketim“

Ardahan

Birdenbire bıçak gibi kesildi o güzelim doğa manzarası. Karşıda bir şehir görünüyor. „Ardahan“ dedi Yasin. Cuma namazına yetişmemiz için kaptanımız Sezgin’e rica ettik „biraz pedela dokunabilir misin?“  kırmadı bizi. Ardahan’ın girişinde bir cami var, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı kalenin hemen dibinde. Eski ve Yeni Ardahan’ı birbirinden Ayıran Kür Irmağı’nın solunda ovaya hakim bir tepede kurulmuş kale, Ardahan kalesi. Kalenin aslında tam olarak ne zaman yapıldığı belli değilmiş. Bir rivayete göre de Selçuklular zamanında XII.yüzyılda yapılmış ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1556’da yenilenmiş. Yasin kale ilgili bilgilendirme yaptı:“ Kalenin duvar örgüsü ve uygulanan tekniği Rumelihisarı’nı andırmaktadır. Kalenin içerisinde mescit ve hamam kalıntıları bulunmaktadır.“
Namaza yetiştik. Cami dolu, imam hutbe veriyor. Bayanların camiye girmesi imkansız.
Bayanlar caminin karşısındaki evin kapısını çalmışlar. Namaz kılacağız müsait yeriniz var mı? demişler. Ev sahipleri çok memnun olmuşlar bu Tanrı nisafirlerinden, el ayak olmuşlar. Hepsi seferber olmuş. Namazlarını orada kılmışlar. Namazdan sonra yemek davetinde bulunmuş ev sahipleri. İşte Anadolu insanı bu. Çok duygulandık bu misafir perverlikten. Kürt Türk’ten, Türk Kürt’ten ayrılır mıymış hiç? Etle tırnak gibi. Müslümanlık gibi  ortak bir dine inanan insanları kim ayırabilir ki birbirinden.

Namazdan sonra cemat de bizleri sahiplendi, sohbet etmek istediler, ikramlarda bulunmak istediler. Sohbet ettik ayaküstü. Cami hakkında soru sorduk. Tarihi bir cami, İzzet Ağa Camii.
Genel kurmay başkanlığı tarafından tamir edilmiş. Sonra da ismi değiştirilmiş. Bu durum cemaatı pek üzmüş. Tamir ettiler diye sevinmişler ama, ismini değiştirdikleri için üzülmüşler. Eski ismi görünmez bir yerde yazılı. Herkesin gördüğü yerde Ordu Camii(1921) yazılmakta. Bu durum bizim de garibimize gitti. Cemaatle vedalaştık ve ayrıldık Ardahan’dan. Ardahanlılar kadınıyla erkeğiyle geldiler otobüsümüzün yanına ve bizi uğurladılar, duygulandık.

Kamuoyunda çokça bahsi geçmiş veya geçmekte olan Ardahanlı ünlüler bazıları şunlar:
Nihat Erim (Eski Başbakan)
Sırrı Atalay (Eski Cumhurbaşkanı Vekili, Adalet Bakanı)
Abdulkerim Doğru (Eski Bakan)
Nevzat Pakdil (TBMM Başkanvekili)
Gürsel Tekin (CHP Genel Başkan Yardımcısı)
Gürbüz Çapan (Eski Esenyurt Belediye Başkanı)
Hülya Avşar (Sanatçı)
Nuray Hafiftaş (Sanatçı)

Coğrafya

İlin kuzeydoğu kesiminde Keldağ, doğu kesiminde Akbaba Dağı, Güney de Allahuekber Dağları ve Kısır Dağları varmış.
Ardahan ilinde çayır-mera alanlarının fazla olması, sanayi merkezlerinin ilden uzak olması ve diğer nedenlerle Ardahan ilinde tarım ve hayvancılık faaliyetleri öne çıkmış.
Elma, armut, mısır, vişne gibi tarım ürünlerinin tamamına yakını Posof ilçesinde yetiştirilmekteymiş.
Ancak endüstriyel tarım yapılmamaktaymış. Tarım ürünlerinin tamamına yakını organikmiş.
Ardahan’da çok sayıda kümes hayvanı beslenmekteymiş, en çok beslenen kümes hayvanı da kazmış. İl genelinde sanayi neredeyse yok denecek kadar azmış.

Kaz

Rehberimiz Yasin’in verdiği bilgiye göre, Kars ve Ardahan kazına tat veren 6 temel özellik varmış. Bunlar; yöredeki suların soğukluğu,  minerallerin zenginliği, binbir çeşit bitki örtüsü, tuzlamada kullanılan kaya tuzuymuş.
Yaz bastırınca kazlar yaylaya çıkarılıyor, havalar soğuyup, yağmurlar düştüğünde yeniden köye indiriliyormuş. Bu dönem genellikle harman sonu olduğundan, kazlar başaklardan toprağa düşmüş tahıl taneleriyle iyice semizleşiyormuş. İlk kar yağdığında ise kesilip tüyleri ve içi temizleniyor, bütün olarak tuzlanıp 10 gün salamuraya yatırılıyormuş. Ardından açık havada, ayazda, güneş ve rüzgâr görecek biçimde asılıp, 30 ile 60 gün süreyle kurutuluyormuş. Tuzlanıp bu yörenin ayazında kalan kaz pastırma halini alıyormuş. Bu yöreye özgü nefis bir tat, Kars-Ardahan kazı. Seyfi bey ile Kars’ta kaz eti yemek istedik,  ama bu isteğimize bir türlü nail olamadık.

Devam edecek


ARTVİNARTVİN
KAPTAN SEZGİNKAPTAN SEZGİN
LAŞET /MUHLAMALAŞET /MUHLAMA
MUHLAMAMUHLAMA
LAŞETLAŞET
ARTVİN/LAŞEDARTVİN/LAŞED
ARDAHAN CUMA NAMAZIARDAHAN CUMA NAMAZI
İZZET AĞA CAMİİ/SONRADAN İSMİ ORDU CAMİİ OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞİZZET AĞA CAMİİ/SONRADAN İSMİ ORDU CAMİİ OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞ
KANUNİ SULTAN SÜLEYMEN KALESİ7ARDAHANKANUNİ SULTAN SÜLEYMEN KALESİ7ARDAHAN
ARDAHAN/CUMA CEMAATIARDAHAN/CUMA CEMAATI
ARDAHANARDAHAN

ÇORUH NEHRİ KENARIÇORUH NEHRİ KENARI
ARTVİNARTVİN
ARTVİN'DE KARTOPU UYUNUARTVİN'DE KARTOPU UYUNU
LAŞED MOTELLAŞED MOTEL
ARDAHAN CUMA CEMAATI İLEARDAHAN CUMA CEMAATI İLE
ARTVİN'İN BİR KÖYÜARTVİN'İN BİR KÖYÜ

5 Eylül 2015 Cumartesi

Muhacirden MÜlteciye



Vahye ilk muhatap olanlardan Müslüman olanlar sıkıntılı günler yaşadılar Mekke’de. Mekkelileri vahiyle tanıştıran Hz. Muhammed başta olmak üzere ona tabi olanlar en acımasız işkencelere tabi tutuldular. Bu işkence 13 sene devam etti. Sonunda mallarını, mülklerini, sevgililerini, analarını babalarını Mekke’de bırakarak Medine’ye iltica ettiler. Tevhid bayrağı’nın altına giren insanlar için o işkence hiçbir devirde bitmedi.  En acımasız şekilde çağımızda da devam ediyor. Afganistan’da, Irak’da, Somali’de, Filistin’de, Mısır’da, Arakan’da Suriye’de … devam ediyor. Hangi sebepten dolayı öldürüldüğünü bilmeyen küçücük çocuklar, yaşlılar, savunmasız insanlar acımasızca katlediliyorlar. Dünya bu katliamı seyrediyor, hem de konulu filim gibi seyrediyor televizyon ekranlarından, internet sayfalarından.  Dün haberlerde Suriyeli bir genç feryat ediyordu, “Ülkemizdeki savaşı durdurun, biz vatanımıza dönelim, Avrupa’nız sizin olsun” diye. Bütün olan bitenleri özetleyen manidar bir feryad. Yrd.Doç.Dr. Necmettin Kızılkaya konu ile ilgili anlamlı bir makale kaleme almış. Sizlerle paylaşmak istedim. Okuyalım:

“Tarihin akışına yön veren önemli olaylar vardır. Bu olaylar sadece muhataplarını değil bir bütün olarak insanlığı etkilemektedir. Hicret de tarihin gidişatına yön vermiş bu tür hadiselerden biridir. Bu nedenle İslam Tarihi’nde Hz. Peygamber’in (a.s) risâlet ile gönderilmesinden sonraki en önemli hadisenin hicret olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Zira hicret ile beraber sadece Müslümanların değil insanlığın gidişatı değişmiş, yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin sadece Arap Yarımadası’na değil yeryüzünde mevcut olan tüm medeniyetlerin gidişatına önemli tesirlerde bulunduğuna tarih tanıklık etmektedir. 

Hicretin sahip olduğu bu genel etki Müslümanlar söz konusu olduğunda daha da somutlaşır. Bu nedenle Kur’ân ayetleri Mekkî-Medenî şeklinde bir ayırıma tâbi tutulur; Hz. Peygamber’in (a.s) başka din ve kültürlere mensup olan toplumlar ile olan münasebetlerinde iki döneme dair farklı tutumlar sergilediği kabul edilir; şer‘î ahkâmın karakterinin hicret ile beraber farklı bir şekil aldığı görülür. Müslümanların hicreti bu kadar önemsemelerinde birçok etkenden söz etmek mümkündür. Bunlardan biri, Mekke’den hicret eden ve Muhacir olarak isimlendirilen ilk Müslümanlar ile onları bağrına basan Medine mukimleri olan ve Ensar olarak isimlendirilen Müslümanlar arasındaki ilişkidir. 

Muhacir ile Ensar arasındaki ilişkiyi tarihte benzeri olmayan bir yere yükselten en temel husus hiç şüphesiz Medine yerlilerinin, vatanlarını, yuvalarını, ailelerini, akrabalarını, sahip oldukları mal ve mülkü bırakarak kendilerine yönelen Mekkeli Müslümanlara karşı takındıkları tavırdır. Zira Ensar, Mekke’de zor şartlar altındayken ilahî emirle Medine’ye gelen Muhacirleri insanlığın kıyamete kadar gıpta ile anacağı ve benzerini bir daha göremeyeceği bir fedakârlıkla karşıladı. Burada Mekkelilerin yardan ve serden geçerek arkalarına hiç bakmadan ellerinin tersiyle bütün dünyalıkları bir kenara itmeleri kadar, Medinelilerin karşılıksız ve büyük bir fedakârlıkla ortaya koydukları kardeşliğin de altını çizmek gerekir.
Ensar’ın tavrında kardeşliğin baskın gelmesi, Mekke’den Medine’ye gidişi bir göç ve iltica olmaktan çıkarmış, hicrete dönüştürmüştür. Bunda Ensar’ın, Mekke’den gelen kardeşlerine sığınmacı olarak bakmayıp onları Muhacir olarak görmelerinin büyük rolü olmuştur. Bu tutumun bir sonucu olacak ki hicret edenlerden biri olan Hz. Peygamber’i (a.s) kendilerine lider olarak görmüşlerdir. Ne Hz. Peygamber’i (a.s) ne de onunla beraber kutlu yolculuğa çıkan hemşerilerini incitecek bir tutum içerisine girmemiş; aksine onlara birçok kez iltifatta bulunarak bağırlarına basmışlardır. Zira Medineliler Mekke’den gelenlerin bulundukları yerlerde kendileri gibi bir hayat sürdürdüklerinin farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük ticari faaliyetler yaptıklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin asil insanlar olduklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük acılar sonucu kendilerine geldiklerinin farkındaydılar ve her şeyden önemlisi Medineliler Mekke’den gelenlerin ilahî takdir ile kendilerine yöneldiklerinin farkındaydılar. İşte bu farkındalık, hicret edenlerin geride bıraktıkları acıları unutmalarını sağlamıştır. 

Tarihte birçok defa evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalan nice toplumlar olmuştur. Ancak hiçbir ayrılık veya göç, hicret olarak isimlendirilmemiştir. Bunda göç edenler kadar onları karşılayan, onları yanlarına alanların tavrının belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Her göçün arkasında büyük acılar ve onulmaz yaralar bulunmaktadır. Bunları azaltan ve etkisini unutturan tek bir şey vardır: Kucak açanların tutumu. Göç edenlere sığınmacı, mülteci, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanlar gibi muamele edilmesi halinde acıların unutulamayacağı, belki de daha da artacağı aşikârdır. İslam Tarihi’ndeki hicreti iltica ve sığınmadan ayıran en temel husus, daha önce ifade edildiği üzere Ensar’ın tutumudur. Ensar, Muhacir’i çadır kentlere, mülteci kamplarına yerleştirmedi; evlerine yerleştirdi, ocaklarını paylaştı. Ensar, Muhacir’e insanî olmayan bir ücret vererek onları zor işlerde çalıştırmadı; kendi işlerine ortak etti. Ensar, Muhacir’e geri döneceklerini, geçici bir süre kendilerine sığınmacı olarak geldiklerini ima etmedi; onlara Medine’nin aslî unsurları gibi davrandı. Ensar, Muhacir’e yapılan haksızlıklara göz yummadı; hukuku onlara da teşmil ederek adaleti ayakta tutmaya çalıştı. Ensar, Muhacir’i kendi öz nefislerine tercih etti.

İşte bu tutum ve davranışlardır ki üzerinden onlarca asır geçmesine rağmen Müslümanların övündükleri bir kardeşlik destanı tesis edildi. Müslümanlar hicreti ve bunun sonunda ortaya çıkan Ensar-Muhacir kardeşliğini büyük bir övünç vesilesi olarak görseler de bugün onların aynı tutumu sergilediklerini söylemek oldukça güçtür. Hicret edenlere karşı ortaya konan tutum ve davranışlar bir yana, kavramsal düzeyde dahi yuvalarını terk edip kendilerine yönelen insanları mülteci ve sığınmacı olarak isimlendirip ötekileştirmekteler ne yazık ki. Hâlbuki kavramlar zihin dünyasının dile yansıyan somut göstergeleridir. İnsanlar içlerinde ve belleklerinde olanı dillerine dökerler. Dolayısıyla kimi zaman gelişigüzel kullanılan bir kelime aslında belki de bir tutumun bilinçli olmayan bir yansımasıdır. Bu bağlamda her bir kavram bir tavır ve duruşu ifade eder. Muhacir yerine sığınmacı ve mülteci kavramlarının günümüzde kullanılması bunun somut bir göstergesidir. Zira mülteci ve sığınmacı kavramları; bize ait olmayan, ötekileştiren, yüreğe basmayıp minnet ile bazı haklar tanıyan bir içeriğe sahiptir. 

Bu kavramların günümüzde hâkim hale gelmesinde, hicret ruhunun Müslüman toplumlarda unutulmaya yüz tutmasının rolü büyüktür. Zira Müslümanlar, artık muhacirleri mülteci ve sığınmacı olarak görmekte, Allah’ın arzının geniş olduğunu unutmakta ve dışlayıcı bir tutum benimsemektedirler. Oysaki hicret bazı zamanlarda kaçınılmaz hale geldiğinde, her Müslüman’ın başka hiçbir hesap yapmadan yüreğini ve kapısını kardeşlerine açması beklenir. Ancak bu ruhtan uzaklaşıldığı için tarihte örneklik teşkil eden Ensar-Muhacir kardeşliğini bırakın, mültecilerin temel haklarını koruyacak düzenlemeler dahi yapılamamaktadır.

 Müslümanlar bu konuda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (The United Nations Higy Commissioner for Refugees/UNHCR) gibi kurumların programlarını takip etmenin ötesine geçememektedir ne yazık ki! Nazi Almanya’sından kaçarak Amerika’ya sığınan mültecileri korumak için kurulan Hükümetlerarası Mülteci Komisyonu’nun (Intergovernmental Committee on Refugees/IGCR) bir devamı olarak faaliyetlerini sürdüren Uluslararası Mülteci Örgütü (International Refugee Organization/IRO) gibi kurumların yerini alan UNHCR’in, Ensar-Muhacir kardeşliği ruhunu tesis edemeyeceği de ortadadır. Bu kuruluşların tamamı, mülteci kamplarında zor yaşam şartları altında hayatlarını sürdüren insanlara yardım etmeyi ve onlara destek olmayı amaçlamaktadır. Hâlbuki problemin kaynağı, yerini-yurdunu terk edenlerin muhacir olarak görülmeyip mülteci/sığınmacı olarak algılanmasıdır. Müslümanlar için hicret eden insanların dışlanarak kötü muamele görmesi gibi bir durum söz konusu olmayıp aksine muhacirler, geldikleri toplumun asli unsurları olarak görülmelidirler. Ancak günümüzde Müslümanlar ne yazık ki bu üst düzey ahlakî tutumu yansıtmak bir yana, bahsi geçen mülteci kuruluşlarının sahip olduğu bakış açısını dahi yakalayabilmiş değiller. 

Medine’yi medeniyet beşiği ve selamet yurdu kılan, yeni sakinlerine kucak açan ve onlarla bir medeniyeti beraber inşa eden ruhtur. Müslümanlar günümüzde bu ruhtan uzaklaştıkları için artık muhacirden değil mülteciden, kardeşlikten değil sığınmacıdan söz edilmektedir. Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden tesis edilmedikçe hicretin, göçün, ilticanın neden olduğu sorunların çözüme kavuşması mümkün gözükmemektedir.”

AMAN DİKKAT YARDIM KURULUŞU ÇIKABİKLİR(!) 2015



İnsanların sıkıntılarını, zaaflarını, fırsata çevirmeyi bekleyen profesyoneller var. Yardım kuruluşu adıyla örgütlenmişler bunlar. Dikkatli olmak lazım. Almanya'ya gelen Suriyeli Mültecileri fırsat olarak görüp yardım toplamaya başladılar. Duygu sömürüsü yaparak bu işi yapıyorlar. Reklamlara başladılar. Televizyonlarda, gazetelerde yarış halindeler. İnsanları ajite edecek resimler yayınlıyorlar. Ben bu işi senden daha iyi yapıyorum diye çığırtkanlık yapmaya başladılar. Aman dikkat, kanmayın bu yol kesicilere.

Düşünmek lazım:
1-Bu insanları evlerinden yurtlarından ülkelerinden eden Avrupa, Amerika, Rusya ve 5 büyükler.
2-Bunların eline silah vererek birbirleriyle çatıştıranlar da bunlar.
3-Yardım kuruluşlarını teşvik ederek onlara müsaade vererek Müslümanların cebine el uzatanlar yine bunlar.

Müslümanların ülkelerini işgal ediyorlar, demokrasi adına işgal ediyorlar, vuruyorlar, kırıp döküyorlar, öldürüyorlar, katlediyorlar, gaz bombası atılmasına bile müsaade ediyorlar; sonra da Müslümanlar birbiriyle çatışsınlar diye ellerine silah tutuşturuyorlar. Bu arada ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların karınlarını doyurtmak için de Müslümanların yardım kuruluşu adı altında örgütlenmelerine müsaade ediyorlar. Böylece, açları doyurmak yine Müslümanlara kalıyor. Ne güzel bir oyun değil mi?

Bu senaryoyu görmek lazım. Figüran olmamak lazım. Rol alınacaksa oyunda, başrol oyuncusu olmak lazım. Bırakalım Almanya neyi ne kadar yapacak bakalım, görelim, şahit olalım. Bu konuda Birleşmiş Milletler var, onlar ne yapacak onlara bakalım. Beş büyükler ne yapacak onlara bakalım. Sazan gibi atlamaya gerek yok.

Mülteciler de biraz sıkıntı çeksinler. Acı çeksinler. Kafalarını önlerine koysunlar da biz niçin bu hale geldik? diye düşünsünler. Birbirlerinin acılarıyla acılarını sarsınlar. Sonra da asıl suçlulara sığınma yerine onlara isyan etsinler, baş kaldırsınlar, diklensinler. 12 yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğun sesine kulak verelim: "Ülkemizdeki savaşı durdurun da ben ülkeme döneyim. Avrupa’nız sizin olsun."

Bu ve benzer seslerin yükselmesi ve Avrupa semalarında çınlaması lazım. Bu seslerin kesilmemesi lazım. Çoğalması-artması lazım. Yoksa onlar da üç beş sene sonra acılarını unutacaklar, ülkelerini de unutacaklar ve sonra iyiki bizim ülkemizi işgal etmişsiniz diye Avrupalının önünde selam durmaya başlayacaklardır.

Bu mesele için sizlerden yardım talebinde bulunan yardım kuruluşlarına sakın itibar etmeyin. Onlara para vermeyin. Camilerde de para toplanacaktır muhtemelen önümüzdeki günlerde, sakın onlara da itibar etmeyin. Böyle olumsuzlukları fırsata çevirenlerin içinde maalesef camilerimiz de var.

'İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım? ' (A’râf 155)