11 Kasım 2017 Cumartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM XVIII/18



-İslâm Federasyonu’nu bugün okullarda din dersi veren bir kurum haline biz getirdik-


Rüştü Kam
Ha-ber.com

1986 yılında Berlin’e geldim. Çok kısa sürede bazı gençlerle tanıştım.  Milli Görüş Teşkilatlarına gönül veren hakikatlı gençlerdi bunlar. Kaldığım o 1 odalı ev İslâm Vakfı’nın eviydi. İslâmî İlimler Okulu’da Vakıf binasında hizmet veriyordu. Vakfın giriş kapısında da İbrahim Arsalan’ın berber dükkanı var. Vakfın önünde de bir park var. Parkta kocaman kocaman kestane ağaçlarıvar. Park ve berber salonu buluşma yeri gibiydi. İslâm Federasyonu’na, İslâm Vakfı’na, İslâmî İlimler Okulu’na ve Vakıf Camii’ne gelenlerle mutlaka bu mekanlarda  selamlaşma ve tanışma imkanımız oluyordu. Teşkilat toplantılarında yeni gelen hoca olarak ben cemaate tanıtıldığım için bu mekanlarda ayrıca kendimi tanıtmam gerekmiyordu, selam vererek yanıma gelenleri ben tanıma fırsatı buluyordum. Yahya Tel, Zeki Bina, Hasan Akyol, Bekir Taşkıran, İsmail Koçyiğit, Bahttin Savaş, Ömer Faruk Demirel, Bekir Durak, Abdurrahman Akgül, Rasül Bayram bu mekanlarda tanıdğım hakikatli gençlerdendi. Arı gibi vızıl vızıl çalışıyorlardı. Kimisinin elinde çanta, kimisinin elinde kitap, kimisinin elinde gazete- mecmua var. Almanca okuyup yazan, üniversite okuyan bir avuç genç. Bugün Berlin’de Müslümanlara hizmet verek ve varlıklarıyla övünülen kurumların altında bu gençlerin imzaları vardır. Bildiğim kadarıyla o gençlerden bugün teşkilatta hizmete devam eden kimse yoktur. Allah kimin ne yaptığını biliyor mutlaka, zaten o gençler de yaptıkları işi Allah’ın rızasını kazanmak için yapmışlardır. Ehliyet, liyakat, ahde vefa gibi kavramlar Milli Görüş teşkilatlarında kullanılmaz. Ben kullanıldığına şahit olmadım.
Bu hakikatli gençlerden  biri var ki; teşkilatın camilerinde eğitimci olarak çalışmış, Federasyonun, Vakfın ve cami derneklerinin muhasabesini yapmış, bazılarından çok cüz’i ücretler almış bazılarından ise (İslâm Federasyonu ve İslâm Vakfı)  ücret bile almadan yapmış bir genç, Bekir Durak. Bekir Durak ile 4 saat konuştuk; oldukça kırgın, özellikle bazı kişilere çok kırılmış. İki ev parasıyla bir ev almasına sebep olanlar var.  Sevdikleri bazı insanların ihanetine uğramış ama o, davasından vazgeçmemiş.  Bu 18.bölümde o hakikatli gencin yaşadıklarını, başından geçen bazı olayları kısa da olsa sizlerle paylaşmak istedim.

Bekir Durak kimdir?
Ben Balıkesirliyim. İmam Hatip Lisesi mezunuyum. Türkiye’de Kamu Yönetimi okudum. Berlin’de de İşletme okudum. Türkiye’de üniversitede okurken Diyanet işleri Başkanlığı’nda görev yaptım. Berlin’e geldiğimde hemşehrim Nail Dural’ın görev yaptığı Milli Görüş’e bağlı olan Fatih Camii’nde eğitimci olarak hizmet ettim. Bu arada cami derneğinin hesap işleriyle de ilgilendim. Bir gün üçüncü bir hocayı göreve başlattılar, cami bütçesinin üç kişiyi kaldıramayacağını anladığımdan dolayı görevimi bıraktım. ‘Neden görevi bırakıyorsun?’ diyen de olmadı.
Berlin’de de üniversiteyi bitirince, muhasebeci olabilmek için gerekli olan kursları tamamladım ve muhasebeci olarak hayatını kazanmaya başladım. Zaman zaman doktoramı da  yaparak Türkiye’ye dönmek istediğim oldu ama evlenince bu isteğimin gerçekleşmesi mümkün olmadı. 

Ben halkına hizmet etmek isteyen biriyim
Ben evden işe işten eve gidecek bir yapıya sahip değilim. Halkıma hizmet için birşeyler yapmanın gerektiğine inanan birisiyim. Berlin’deki sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek kurdukları Berlin Türk Cemaati’nin kurucularındanım. Aynı zamanda daha sonraları kurulan Müsiad’ın da kurucuları arasındayım. Türk Cemaati’nin ilk muhasibiyim. (Schatzmeister).  O zamanlar cami derneklerinin dışında faaliyet gösteren dernek sayısı fazla değildi. Yararlı hizmetlerimiz oldu Türk Cemaati’nin çatısı altında. Bir gün, Türk Cemaati Türk kültürünün tanıtılması için gece balosu tertiplemek istedi. Baloya kadınların gece kıyafetiyle gelmeleri istendi. Dansöz getirilmesi istendi. Ben bu karara muhalefet ettim. Türk kültürü dansla gece kıyafetiyle temsil edilemezdi. Bana destek veren arkadaşlar da vardı. Berlin İslâm Kültür Merkezleri (Süleymancılar) temsilcisi İlyas Uzun da oradaydı ancak kendisinden istediğim desteği göremedim. Hemen sonraki toplantıda Gönenli bir arkadaş derneğe  Atatürk posterleriyle geldi ve bu posterlerin Berlin’deki camilere asılmasını istedi. Ben de cevaben kendisine” Bu güzel posterlerin eviniz asmanız daha uyguındur, camilere resim asılmaz” dedim. Anlaşmazlığa düştük arkadaşlarla. Ertesi gün baktım ki; Hürriyet’in Berlin ilavesinde beni Atatürk düşmanı olarak ilan etmişler. Konu ile ilgili olarak Berlin Başkonsolosluğu’na davet edildim ve sorgulandım. Hemen gazeteye tekzip gönderdim. Tekzip yayınlandı. Ancak bekelmediğim bir tepki oldu; İslâm Federasyonu ve Milli Görüş beni yalnız bıraktılar. Ben isterdim ki; kendilerinin Türk Cemati’nde temsiciliğini yapan birisini desteklesinler.   Tekzip yayınlandıktan sonra Nail Dural bana geldi ve “Olan biten bu tatsız olaydan sonra arkadaşlar seni aralarında görmek istiyorlar.” dedi.  

İslâm Federasyonu
Berlin’e geldiğim günden beri Milli Görüş’e bağlı camilerde hizmet ettim. Tabii ki İslâm federasyonu’nda da. Dernek muhasebesini iyi bildiğimden ve Almancayı iyi dercede yazıp okumamdan dolayı İslâm Federasyonu’na yönetici (Geschäftsführer) olarak seçildim. Oradaki arkadaşlarla birlikte  birçok başarının altına imza attık. Alman okullarında İslâm Din dersi verilmesi için gecemizi gündüzümüze kattık ve emeğimizin karşılığını almayı başardık. İslâm Federasyonu’nu bugün okullarda din dersi veren bir kurum haline getirdik. Gazete ve dergilerde televizyonlarda elde ettiğimiz bu önemli hak konusunda açıklamalar yaptık, gündem oluşturduk. Böyle bir hakkın alınması bize doping etkisi yaptı ve  İslâm Dininin Almanya’da resmen tanınması  için kolları sıvadık. Çok iyi çalışmalar yaptık, yol da aldık. Ayrıca cami derneklerinin mülkiyet edinmeleri için gerekli alt yapı çalışmaları yaptık. Bugün o çalışmaların meyvelerini topluyoruz.
Faaliyetler çoğaldı ama yeteri kadar eleman yoktu. Bu nedenle birçok faaliyeti aynı kişiler yürütmek zorundaydı. Milli Görüş’te çalışanlarla İslâm Federasyonu’nda çalışanların aynı kişi olmaları da resmi makamlarda sıkıntı doğurmaya başlamıştı. Resmi makamlar iki kurum arasında bağ olup olmadığını araştırıyorlardı. Milli Görüş’ün ve de İslâm Federasyonu’nun başındaki kişiler de yeterli düzeyde Almanca bilmedikleri için bazı şahıslara güvenmek zorundaydılar. Sonradan öğrendiğime göre başkan Nail Dural bazen çevresindeki güvendiği arkadaşlara resmi makamlarda kendisini temsil etmeleri için güven mektubu şeklinde boş kağıtlara imzalar atmış.
Bu durumdan ben oldukça rahatsız oldum: Çünkü,  sonunda iş dönüp dolaşıp bana geliyordu. Nail Dural’a ‘Ya federasyonu bırak ya da vakıf başkanlığını bırak.’ dedim.  ‘Bu işler öyle kolay olmuyor, ben bazen hangi konuda boş kağıt imzaladım onu bile bilmiyorum.’ deyince ‘Sevgili hocam ben bu durumda sizleri savunamam, beni affedin dedim ve önce vakıf muhasebesini bıraktım, daha sonra da Federasyon’un muhasebesini bıraktım.(2005) Vakfın muhasebesini bıraktığım zaman beni korkak olmakla suçladılar. Arkadaşların bu sorumsuz tavrı beni fazlasıyla üzdü...

Dernek çalışmalarının hukuka uygun olması
Ben istiyordum ki; İslâm dininin resmen tanınması için alt yapı gerekiyordu. Yapılacak işler hukuka uygun olmalıydı. Bu çalışmaları yapacak olan kadroların resmen o kurum içinde çalışıyor olmaları gerekiyordu. Bu konuda muhammen bir  bütçe hazırlanmalıydı. Bu bütçe hem içinde yaşadığımız devletin hukukuna hem de inandığımız dinin kurallarına uygun olmalıydı. Kurumun gelir ve giderleri şeffaf olmalıydı. Ben bu çalışmaları yaptım(  ). Milli görüş Genel Merkezi’ne kadar uklaştırdım ve gerekirse bu konuda birifing verebileceğimi de söyledim. Takdir ile karşılanmış, bana övgüler düzmüşler. Ancak hepsi o kadar. Uygulamaya konulacağı günü beklemeye koyuldum, nafile beklemişim, o çalışmadan söz eden bile olmadı. Buna rağmen bir ümitle uzun süre bekledim, bir haraketlilik göremeyince ben arkadaşları konuyla ilgili bilgilendireyim istedim. Belki beni anlayan birileri çıkarda ciddi çalışmalar yapabiliriz diye düşündüm. Yönetim kurulu toplantılarında konuyu göndeme getirdim. Mesela şöyle bir teklifte bulundum: Ramazanlarda uygun görülen mekanlarda iftar çadırları kuralım ve oralarda bir ay boyunca camiler yemekler versin ve kuracakları standlarda kendilerini tanıtsınlar, seminerler, sempozyumlar, açık oturumlar düzenlesinler istedim.  Oraya din, dil ve ırk ayırımı yapmadam herkes gelebilsin,  kültürel faaliyetler yapılsın istedeim.  Ancak sadece istemiş oldum. Camiler bir türlü dışarıya açılamadılar, bu beni hâlâ üzen bir şeydir. 

Selim Kuzu ve Nail Hoca
Bir gün Nail Hoca yine çıkageldi. “Bu akşam bir yerde toplacağız” dedi ve bir emlakçının adresini verdi.  Verdiği adrese gittim. O büroda Fatih Camii’nden tanıdığım bir sima var, Selim Kuzu. Konu Fatih Cami için bina satın almak. Yeri banka satıyormuş. Ucuzmuş ve kaçırılmaması gerekiyormuş. Benim de hoşuma gitti. Yer Oberbaumstr. ile Falkensteinstr.  köşesindeymiş.  Gittik baktık, gerçekten güzel ve cami için uygun. Ancak ben evrak üzerinde bazı hataların olduğunu sezdim ve ‘Bu evraklar bende kalsın, ben bir araştırma yapayım, en kısa zamanda tekrar görüşürüz.’ dedim. Sözkonusu bankanın müdürü benim üniversiteden arkadaşımdı. Hemen onu aradım. Satış teklifini (Expose) ona faksladım. Bir saat sonra bana döndü ve kendilerinde böyle bir satışi teklifinin olmadığını söyledi. Bu olay bankanın hukuk bölümünü de karıştırdı. Aradan daha 1 gün geçti ve ben Nail hoca’ya bu evrakların sahte olduğunu söyledim. Söyledim söylemesine de o 1 gün içinde cemaattan 250.000 DM’ı çoktan toplamışlar. Selim de Berlin’i terketmiş...ara ki bulasın...

Holdingler
Gel zaman git zaman, Milli Görüş Teşkilatları’nın camilerinde yönetim kadroları nerede kuruldukları belli olmayan holdinglerin hisse senetlerini satmaya başladılar. Bu doğru değildi. Dayanamadım yönetici arkadaşlara camilerde bu şekilde para toplanmasının doğru olmadığını söyledim. Çünkü satışa sunulan hisselerin  holdinglerin yüzde kaç hissesi olduğu açıklanmıyordu, kimse de zaten bilmiyordu. Bu konuda Nail Hoca ile Yakup Hoca’yı kendi büromda, yatsı namazından sonra  özellikle bilgilendirdim. “Sen burada çalışmana devam et gece yarılarına kadar, millet parsayı topladı.”
Aslında Müslümanlara bu şirketleri İslâmi usülle çalışan şirket modeli olarak tanıttılar, Müslümanlar da buna inandılar. Oysa bu holdingler birer şarlatanmışlar.
Ben bu konuda tez yazdım. Benim üniversite tezim İslâm Ekonomisi ve İslâm Bankacılığıdır. İslâm’da faiz yoktur. Günümüz şirketlerinde ise faiz maliyet faktörüdür, bu da karı düşürür. Daha az kar payı dağıtılır. İslâm usüllerine göre çalışan şirketlerde kapitalin maliyeti içinde faiz olmadığından dolayı kar daha yüksek olur. Cemaatimiz bu anlatımla  yetiştiği için, holdinglerin de böyle olduğunu sandı ve aldatıldı. Maalesef biz de bunu geç anladık...

Olacak ya
Yıl 2001, birgün Tümelsan Şirketler Grubu adına Ayşenur Karakaya ile Nail Hoca ve Tümelsan Yönetim Kurulu ikinci başkanı Harun Kurt kapımı çaldı. Bana ortaklık teklif ettiler. “İki ilahiyatçı arkadaş holdingin başındaymış. Diğer Holdingler gibi değillermiş, güvenilir insanlarmış bunlar, istediğim zaman paramı da çekebilecekmişim, öyle olmasalar Nail Hoca’nın ne işi varmış orada...” filan. Ortak olan diğer arkadaşlara da baktım onlar da teşkilatta görev yapan hocalar ve cemaattan tanıdığım kişilerdi. Tanıtımlarını yaptıktan sonra bazı evrakları verin inceleyeyim dedim. İncelemem biraz sürdü, ama sonunda ikna oldum. Bana verilen evraklarda A grubu ortaklığı teklif ediliyordu. Bu ortaklık sadece belirli bir hisse ortaklığı değil şirketin tamamına ve de yönetim kuruluna katılma ortaklığıydı ve ben Tümelsan Otomotiv A.Ş ‘ye ortak oldum. Ancak söylenen şekildeki ortaklığım birtürlü tescil edilmedi. Ben sadece para vermiş oldum.
Aradan uzun denecek kadar bir zaman sonra verdiğim parayı geri istedim.  Ev almak istiyordum. “Paramı çekmem gerekiyor dedim” gerçekten de çektim. Bu işlemden sonra holdinge güvenim arttı. Çektiğim o parayı bir zaman sonra tekrar benden istediler, çünkü evi henüz alamamıştım.  Güven oluştuğu için ben de verdim, ama ev alınca yine alırım dedim. “Hay hay, sorun yok ne zaman istersen paranı çekebilirsin”  dediler. 

Ev alacağım
Ev alma zamanı gelince (2001 sonu) paramı tekrar çekmek istedim ve çekemedim. Nail Hoca’ya durumu anlattım, “tamam, ödeyecekler sen evini al imzayı at” dedi. Ben onlardan paramı alamayınca bankadan yüklü bir krediyi yüksek faizle çekmek zorunda kaldım ve çektim, evimi aldım.  Yani bir ev aldım, iki ev parası ödeyerek. 
Sonra Berlin’deki diğer şirket ortakları topladım ve işin peşine düştüm, Nail Hoca
ve şirket hakkında Konya ve İzmir savcılıklarına suç duyurusunda bulundum. Değişik avukatlarla görüşmeler yaptım, onlar bana Türkiye’de böyle bir davanın sonuş getirmeyeceğini ve masraflarının da çok yüksek olacağını söylediler. Anlayacağınız, bizim alacağımız da mahşere kaldı gibi...

Kredi imkanları araştırdım
Belki bunlar sıkıntı içindedir diye düşündüm ve uluslararası yatırım bankalarından kredi imkanları araştırdım, buldum da. İlgilenmediler, benimle irtibatı kestiler. Bursa’da Nail Hoca ben ve şirket yönetim kurulu ikinci başkanı Harun Kurt bir toplantı yaptık. Kurt açıkça orada “Arkadaşlar biz sizlere yalan söyledik, kandırdık, bana destek olursanız hakkınızı korurum hocam “ dedi. Nail Hoca Kurt’a inanmadı, ”Bu yalan söylüyor.” dedi. Yalan söylüyor demesine dedi ama ondan sonra kılını bile kıpırdatmadı. Oğlu Avukat olmasına rağmen bu işler için oğlundan yardım da istemedi. Ancak ben inanıyorum ki, onlar kendi paralarını aldılar. Olan bizim paralara oldu.
Birgün Nail Hoca’nın dostu  bir arkadaş kulağıma kar suyu kaçırdı, ‘ Bekir kardeş sen Hoca’nın Tümelsan Holding’in yönetim kurulu üyesi olduğunu biliyor musun? Hoca paraların nasıl toplandığını nerelere harcandığını biliyor, ama hakkınızı savunmuyor.’ dedi.
Bu uyarı üzerine ben başladım araştırmaya. Önce kendisine sordum Paşa Güven’in bürosunda. Bana açıklama yapması gerekirken, başladı seviyesizce konuşmaya. Anladım ki, Nail Hoca Tümelsan Şirketler Grubu’nun yönetim kurulu üyesi... 
Nail Hoca’ya mektup
Bu sözler benim çok zoruma gitti  oturdum kendisine bir mektup yazdım. O kadar param gitmesine rağmen saygı çerçevesinde yazılan bir mektup idi bu. Maalesef bir cevap alamadım. Maksat bizleri kendisine darıltıp kendisinden uzaklaştırmaktı. Amacına da ulaştı...

Türkiye Büyük Millet Meclisi
Bundan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi araştırma komiyonuna mektup yazdım. Tümelsan Şirketler kurumunu şikayet ettim. Bana sermaye Piyasası Kurulu Başkanlığı’ndan resmi bir cevap geldi. O cevapta; Nail Dural Hoca’nın gerçekten Tümelsan Yönetim kurulu üyeliğine getirildiği ve İzmir Ticaret siciline kaydedildiği yazılıydı. Hoca bunu tekzip etmedi. Bu nedenle de hocanın holdingle ilgili üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediğne inanıyorum. O gereken çalışmayı yapsaydı en azından bizlere destek olsaydı, bizlerden para toplayan o düzenbazlar dışarda olmazlardı. 

Devam edecek.

7 Kasım 2017 Salı

SELÇUKLU VE OSMANLI BAŞKENTLERİ (VII) ÇANAKKALE GEÇİLMEZ




Çanakkale anlatılmaz yaşanır
Çanakkale savaşı, 18 Mart 1915 - 9 Ocak 1916 tarihleri arasında olmuştur. 18 Mart 1915'te başlayan ilk saldırı 9 ocak 1916 tarihinde düşman donanmanın ülkeyi tamamen terk etmesi ile son bulmuştur. Çanakkale Savaşları, tarihin en kanlı savaşları olarak bilinir. Ancak Türk'ün sayısız zafer, şan ve şerefle dolu tarihinin en parlak sayfasıdır.
İngiliz  ve Fransız gemilerinden oluşan o donanma Çanakkale Boğaz'ından geçerek İstanbul’a ulaşacaktı. Ancak ağır kayıplar vererek deniz yolundan İstanbul’a ulaşamayacağını anladılar ve geri çekildiler.
Denizden Boğaz’ı geçemeyeceklerini anlayan müttefikler, karadan tepeleri aşarak Boğaz’a inmeyi  düşündüler ve 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası'nın güneyinde beş ayrı noktadan karaya çıkarma yaptılar. Osmanlı kuvvetlerinin olağan üstü direnişleriyle ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlarla kara savaşında da perişan oldular. Yeteri kadar topu tüfeği olmayan Osmanlı askerinin bu başarısı onları çileden çıkardı. Son kez bir hamle daha yapmak istediler ve 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu'na üçüncü çıkarmayı yaptılar. Bu üçüncü deneme de başarısız olunca İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadası’nı 1915 yılı Aralık ayı içinde terk ettiler. 11 ay süren bu kanlı savaştan Osmanlı Ordusu 316 bin şehit vererek galip geldi ve Çanakkale’yi geçilmez kıldı.

Çanakkale’deyiz
Türk Eğitim Derneği üyeleri olarak bu savaştan 102 sene sonra beş nisan 2010 tarihinde dedelerimizin bu inanılmaz zaferinin cereyan ettiği cepheyi, Çanakkale'yi görmek için Çanakkale’deyiz. Osmanlı ve Selçuklu Başkentlerini gezerek dedelerimizin geride bıraktıkları tarihi mirasları görmek ve haklarında malumât sahibi olmak ve bu malumâtları çocuklarımıza anlatmak istiyorduk. Berlin’den çıktık yola. Kayseri’den başladık malumat toplamaya. Kapadokya bölgesinden sonra, Konya üzerinden Bursa’ya ve oradan da Çanakkale’ye ulaştık. Daha gün batmadan otelimize yerleştik, Anzak Oteli. Sahibi genç bir delikanlı, kendisiyle Berlin’de Turizm Fuarı’nda tanışmıştık. Hürmet etti, ilgilendi bizimle.
Akşam yemeğinden sonra Fatma Mıdık ve ekibi bir sürpriz hazırlamışlar kızım Dilruba’ya. Üniversiteyi iyi bir derece ile bitirmiş kızım, haberi yolda almışlar. Beni ve eşimi fevkalade memnun ettiler, insanın evladının başarısını görmesi ve bu başarının sevdikleri tarafından taltif görmesi ne kadar da anlamlı bir şeymiş meğer. Kam ailesi olarak sizlere teşekkür ediyoruz sevgili dostlar.
Bu arada rehberimiz Ali Öztaş ile de tanıştık. Dünya tatlısı bir insan, işini çok iyi yapıyor. Yemekten sonra deniz kenarında gezinti yaptık. Mısır yedik, Truva atıyla fotoğraf çekildik.

Cephedeyiz
Sabah kahvaltıdan hemen sonra yola çıktık. Savaşın cereyan ettiği mevzileri, siperleri, birer birer rehberimiz Ali Öztaş ile birlikte gezdik, gördük, duygulandık ve gözyaşı döktük. 316 bin vatan evladına mezar olan Çanakkale'yi görüp de, yaşananlarla ilgili bilgi dağarcığımıza birşeyler koyup da, ağlamamak, duygulanmamak mümkün mü? Türkiye’de hiçbir hane yoktur ki; Çanakkale'de "Kınalı Kuzusu", şehidi olmasın. Çanakkaleye ilk gelişimizde Demet Yılmaz rehberimiz Erdoğan Bey’in anlattıklarını dinlemiş ve ağlayamamıştı, bu ikinci gelişimizde de Ali Öztaş’ı da anlayamayanlar oldu, anlayabilselerdi ağlayacaklardı. Bu arkadaşlarımız ağlayanların niçin ağladıklarına bir anlam veremediklerini söylediler.  Çanakkale turu bittikten sonra belki biraz kavrayabildiler, ancak yine de ağlayacak kadar anlayabilmiş, kavrayabilmiş değillerdi. Onlar da vatanlarını elbette seviyorlardı. Fakat vatanı vatan yapan değerlerle ilgili tarihi malumat sahibi değillerdi.
Avrupa'da yetişen çocuklarımızın durumu maalesef genel olarak böyle. Kökleriyle alakalı tarihî malumatları yok, kültürlerini bilmiyorlar, tarihî şahsiyetlerimizi tanımıyorlar. Köksüz ağaç gibiler. Köksüz ağaç olur mu? Dallar nasıl meyveye duracak, çiçekler nasıl açacak, bahar nasıl gelecek, kimlik nasıl oluşacak? Velhasıl eksikliklerimiz çok. Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler, çocuklarınızı lütfen Türkiye ile tanıştırın. Sadece köyünüzde veya deniz kenarlarında tatil yaparak geriye dönmeyin. Allah sizlere fırsatlar vermiş, imkanlar vermiş; o imkânları ülkenizi ve ülkenizin değerlerini tanımak için, çocuklarınıza tanıtmak için kullanın.
En verimli yatırım çocuklarımızın eğitimi için yapılan yatırımlardır. Taşa toprağa yaptığınız yatırımlar faydasız ve anlamsız yatırımlardır. Çocuklarınıza yapılan yatırımlar faydalı ve anlamlı yatırımlardır, geç meyve verir, ama mutlaka verir, bu meyveler besleyicidir, doyurucudur, sağlıklıdır. Yemek için acele etmemek lazımdır, sabretmek lazımdır.

Çanakkale uzun süre sahipsiz kalmış
Reberimizin anlattığına göre, daha dağlardaki gerçek mezarların çoğuna ulaşılamamış. Oysa İngilizler, Fransızlar ve Anzaklar'ın mezarları çok önceden yapılmış ve fevkalade bakımlı. Bizim şehitlerimizin mezarları ise yeni yeni yapılıyormuş. Kasıtlı olarak Çanakkale unutturulmak istenmiş. Kut-ül Amare Savaşı’nın unutturulduğu gibi. Rahmetli Turgut Özal iktidarında Çanakkale hatırlanmış, Necmettin Erbakan iktidarında ziyaretler ve kazı çalışmaları başlatılmış, Tayyip Erdoğan’ın iktidarında çalışmalar hız kazanmış. Ancak yapılanlar yapılacakların yarısı bile değilmiş.   İnanın hâlâ orada derli toplu Çanakkale şehitlerine yakışır bir müze bile yok. Bir vatandaşın kendi imkanlarıyla oluşturduğu derme çatma bir müze var ama yeterli değil. Ayrıca savaşın dehşetini anlatan bir panaroma da yapılmalı oraya.

Üsteğmen Casey
Anzak askeri, Üsteğmen Casey'in ağzından savaşla igili bir anı anlattı Ali Öztaş,  - Casey savaştan sonra Avustralya Genel Valisi olmuş- "Conk Bayırı'nda korkunç siper savaşları oluyordu. Taarruz sırasında yaralanan ve siperine ulaşamayan, açıkta kalan yüzbaşımız vardı, bağırıyordu, ağlıyordu, "Kurtarın beni!” diye çığıklar atıyordu. Yardım edebilirdik ama çıktığımızda kurşun yağmuruna tutulmaktan korkuyorduk. O sırada garip bir şey oldu. Osmanlı siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı ve silahsız bir Osmanlı askeri siperinden çıktı. Koşarak yüzbaşının yanına geldi ve onu kucağına aldı. Kolunu omzuna attı ve koşarak bize getirdi, sonra da yine koşarak siperine döndü. Gördüğümüz bu manzara karşısında şaşkına döndük, afalladık, kendimizi toparladığımızda o asker çoktan siperine ulaşmıştı, ona teşekkür bile edemedik. Sonradan yaptığımız yanlışlığı anlamış ve çok üzülmüştük. Günlerce bu cesur askerin yaptığı o güzelliği ve bu Türk aserinin insan sevgisini konuştuk aramızda."

Bir not da bizim gaziden
Rehberimiz Öztaş anlatmaya devam ediyor: “İlahi yardım Müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır Çanakkale'de. Bedir'den, Huneyn'e Çanakkale'den Sakarya'ya, oradan Kore'ye kadar birçok sıra dışı olay yaşanmıştır savaşlarda. "Allah ve Melekleri Peygamber’ine yardım eder, siz de yardım edin..." ayet böyledir. Türk askeri haber verilen bu yardımı her zaman görmüştür. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan'dır ve Mehmetçik Çanakkale Cephesi’nde oruçludur. O kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan siperden sipere koşan o mehmetçik Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle orucunu tutmuştur. Siperinden de ayrılmamıştır.
Ramazan Bayramı yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir. Herkes birbirine sormaktadır, "Acaba bayram namazı kılınacak mıdır? Kılınacaksa nerede nasıl kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir: "Çanakkale'de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum. Gelibolu'dayım, siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an okuyorum, dua ediyorum. Savaş süresi uzadıkça, kayıplar çoğalmaya başlamıştı,  cephedeki din görevlileriyle irtibatlarımız da koptu, herkes ayrı bir siperde. Onlarla konuşup istişare edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben, savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi'nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. (Miladî 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış ve 11 Ağustos Çarşamba günü bitmiş) "Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Askerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın onlara!" dedi. Paşa’nın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yüküyle kitap okumuştu o. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu, tanıyordum onu.  Bu zat o gün orada idi, gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana dedi ki: "Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!"

Bayram Namazı
12 Ağustos 1915 Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi; Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu oağanüstü olay karşısında herkes kendinden geçti ve "Allahü Ekber!" deyip secdeye kapandık. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. O dün konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı. Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için, durun divana uyun imama, Allahü ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra;  o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih Sûresi'nin 1. ayetinden  9. ayetine kadar okudu. Sonra ikinci rekât ve bayram namazı eda edildi. Namazın bitiminde koro halinde şahadet kelimesini yüksek sesle tekrarladık. O kadar gür sesle okuyorduk ki şahadet kelimesini, dağ taş inliyordu. "La ilahe İllallah Muhammeden Resûlullah".
Seslerimiz yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle geldi. İyice dikkat edince anladık ki bu ses bizm sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza inanamadık, bir yerlerden daha şahadet kelimesi okunuyordu, yüzlerce asker hep birden, "La ilahe İllallah Muhammeden Resûlullah" diyordu. Hepimizin beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar,  bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak, anlatanlar mı dayanacak? "Allah! Allah!" diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte kanatlanıp göklerde uçmak istiyorlardı. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Zığındere'nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllallah" sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak'tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu... “La ilahe İllallah"
Sonradan anladık ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerinin sesleriymiş... Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şahadet kelimesini duyunca, anlamışlar ki  Müslüman Türk askeri karşısında savaşıyorlar; çılgına dönmüşler, kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlar."(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Rehberimiz elinle işaret ederek”Bu olaydan sonra işte hepsi işte şurada kurşuna dizilmişler. Bu mezarlar onların mezarlarıdır.”

Seyit Onbaşı
Reberimiz anlatmaya devam ediyor: "İngiliz'i, Fransız'ı, Avustralyalısı ne kadar güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı'na. Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya'ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile kendi aralarında Osmanlı toprağını. Güya, bizimle müttefik olan Almanya Anadolu’ya Deutschland diye yazmış. Savaştan sonra onun payına Anadolu düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in çıkarmayı 24 saat geciktirmesi ve askeri yanlış yerde mevzilendirmesinin sebebi budur. Birkaç bomba atarak Çanakkale'yi geçip sabah kahvelerini Marmara Denizi'nde yudumlamak istiyorlarmış. Balkan Savaşları'nda yorgun düşen ve hırpalanan Osmanlı'nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünüyorlarmış. Osmanlı'nın Boğaz'a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19 Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış, taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış. Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı'yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi var. Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yok. Neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı "Ya Allah bismillah" diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini, sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak başlamışlar birer birer denize gömülmeye. "Gerçekten inanıyorsanız ve sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm". Seyit Onbaşı Allah'ın bu müjdesine mazhar olmuş Çanakkale Boğazı'nda 19 Şubat sabahı. Yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara'da düşmanlar o gün. Arkalarına bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı'nın zaferi ile sonuçlanmış.

Yahya çavuş
Deniz savaşı böyle sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Marmara’da kahve içmek olduğu için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu'ndan çıkarma yapmışlar Gelibolu'ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına 63 askerle. Gerçek bir destan yazmışlar orada müttefik ordularını karaya çıkarmamış o 63 asker ve sonunda hepsi şehit olmuş. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş die söze başladı rehberimiz Ali: Müttefikler nihayet karaya ayak asınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler, Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark emişler ve silahı çevirmişler Fransız askerlerine. Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmiş. Onların mezarları da işte, hemen orada...
63 kişiye karşı azandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı'na doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni'yle birlikte yapmışlar planı. 57'inci Alay'ın komutanıymış Hüseyin Avni. Anzaklarla girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş.
Önlerine çıkan engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah'ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal'e ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Con Bayırı'nda. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören Mustafa kemal birden askerlere "yat" komutunu vermiş. Bu komutla askerimiz yatarken, birden bire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale avaşının  kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, "Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum" komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah' nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.
Metrekareye 8.000 merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250bini şehit olmak üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915'te zaferle sonuçlanmış.
Biz diyoruz ki, Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. İzinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler, sizlere tavsiyemiz Çanakkale'yi yaşamanızdır.
Bu savaşı en iyi anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy'dur. Kendisi savaş esnasında gönüllü toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak işte böyle bir şey... Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız.

Çanakkale Destanı
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
………………………..
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Elveda Çanakkale...Bekle Edirne, sana geliyoruz...

Devam edecek