Çanakkale anlatılmaz yaşanır
Çanakkale
savaşı, 18 Mart 1915 - 9 Ocak 1916 tarihleri arasında olmuştur. 18 Mart 1915'te
başlayan ilk saldırı 9 ocak 1916 tarihinde düşman donanmanın ülkeyi tamamen terk
etmesi ile son bulmuştur. Çanakkale Savaşları, tarihin en kanlı savaşları
olarak bilinir. Ancak Türk'ün sayısız zafer, şan ve şerefle dolu tarihinin en
parlak sayfasıdır.
İngiliz ve Fransız gemilerinden
oluşan o donanma Çanakkale Boğaz'ından geçerek İstanbul’a ulaşacaktı. Ancak
ağır kayıplar vererek deniz yolundan İstanbul’a ulaşamayacağını anladılar ve geri
çekildiler.
Denizden Boğaz’ı geçemeyeceklerini anlayan müttefikler, karadan tepeleri
aşarak Boğaz’a inmeyi düşündüler ve 25
Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası'nın güneyinde beş ayrı noktadan karaya
çıkarma yaptılar. Osmanlı kuvvetlerinin olağan üstü direnişleriyle ve zaman
zaman giriştikleri karşı taarruzlarla kara savaşında da perişan oldular. Yeteri
kadar topu tüfeği olmayan Osmanlı askerinin bu başarısı onları çileden çıkardı.
Son kez bir hamle daha yapmak istediler ve 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla
Koyu'na üçüncü çıkarmayı yaptılar. Bu üçüncü deneme de başarısız olunca
İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadası’nı 1915 yılı Aralık
ayı içinde terk ettiler. 11 ay süren bu kanlı savaştan Osmanlı Ordusu 316
bin şehit vererek galip geldi ve Çanakkale’yi geçilmez kıldı.
Çanakkale’deyiz
Türk Eğitim Derneği
üyeleri olarak bu savaştan 102 sene sonra beş nisan 2010 tarihinde dedelerimizin
bu inanılmaz zaferinin cereyan ettiği cepheyi, Çanakkale'yi görmek için
Çanakkale’deyiz. Osmanlı ve Selçuklu Başkentlerini gezerek dedelerimizin geride
bıraktıkları tarihi mirasları görmek ve haklarında malumât sahibi olmak ve bu
malumâtları çocuklarımıza anlatmak istiyorduk. Berlin’den çıktık yola.
Kayseri’den başladık malumat toplamaya. Kapadokya bölgesinden sonra, Konya
üzerinden Bursa’ya ve oradan da Çanakkale’ye ulaştık. Daha gün batmadan
otelimize yerleştik, Anzak Oteli. Sahibi genç bir delikanlı, kendisiyle
Berlin’de Turizm Fuarı’nda tanışmıştık. Hürmet etti, ilgilendi bizimle.
Akşam yemeğinden
sonra Fatma Mıdık ve ekibi bir sürpriz hazırlamışlar kızım Dilruba’ya.
Üniversiteyi iyi bir derece ile bitirmiş kızım, haberi yolda almışlar. Beni ve
eşimi fevkalade memnun ettiler, insanın evladının başarısını görmesi ve bu
başarının sevdikleri tarafından taltif görmesi ne kadar da anlamlı bir şeymiş
meğer. Kam ailesi olarak sizlere teşekkür ediyoruz sevgili dostlar.
Bu arada
rehberimiz Ali Öztaş ile de tanıştık. Dünya tatlısı bir insan, işini çok iyi
yapıyor. Yemekten sonra deniz kenarında gezinti yaptık. Mısır yedik, Truva
atıyla fotoğraf çekildik.
Cephedeyiz
Sabah kahvaltıdan
hemen sonra yola çıktık. Savaşın cereyan ettiği mevzileri, siperleri, birer
birer rehberimiz Ali Öztaş ile birlikte gezdik, gördük, duygulandık ve gözyaşı
döktük. 316 bin vatan evladına mezar olan Çanakkale'yi görüp de, yaşananlarla
ilgili bilgi dağarcığımıza birşeyler koyup da, ağlamamak, duygulanmamak mümkün
mü? Türkiye’de hiçbir hane yoktur ki; Çanakkale'de "Kınalı Kuzusu",
şehidi olmasın. Çanakkaleye ilk gelişimizde Demet Yılmaz rehberimiz Erdoğan Bey’in
anlattıklarını dinlemiş ve ağlayamamıştı, bu ikinci gelişimizde de Ali Öztaş’ı
da anlayamayanlar oldu, anlayabilselerdi ağlayacaklardı. Bu arkadaşlarımız
ağlayanların niçin ağladıklarına bir anlam veremediklerini söylediler. Çanakkale turu bittikten sonra belki biraz
kavrayabildiler, ancak yine de ağlayacak kadar anlayabilmiş, kavrayabilmiş
değillerdi. Onlar da vatanlarını elbette seviyorlardı. Fakat vatanı vatan yapan
değerlerle ilgili tarihi malumat sahibi değillerdi.
Avrupa'da yetişen
çocuklarımızın durumu maalesef genel olarak böyle. Kökleriyle alakalı tarihî
malumatları yok, kültürlerini bilmiyorlar, tarihî şahsiyetlerimizi
tanımıyorlar. Köksüz ağaç gibiler. Köksüz ağaç olur mu? Dallar nasıl meyveye
duracak, çiçekler nasıl açacak, bahar nasıl gelecek, kimlik nasıl oluşacak?
Velhasıl eksikliklerimiz çok. Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler, çocuklarınızı
lütfen Türkiye ile tanıştırın. Sadece köyünüzde veya deniz kenarlarında tatil
yaparak geriye dönmeyin. Allah sizlere fırsatlar vermiş, imkanlar vermiş; o
imkânları ülkenizi ve ülkenizin değerlerini tanımak için, çocuklarınıza
tanıtmak için kullanın.
En verimli yatırım
çocuklarımızın eğitimi için yapılan yatırımlardır. Taşa toprağa yaptığınız
yatırımlar faydasız ve anlamsız yatırımlardır. Çocuklarınıza yapılan yatırımlar
faydalı ve anlamlı yatırımlardır, geç meyve verir, ama mutlaka verir, bu
meyveler besleyicidir, doyurucudur, sağlıklıdır. Yemek için acele etmemek
lazımdır, sabretmek lazımdır.
Çanakkale
uzun süre sahipsiz kalmış
Reberimizin
anlattığına göre, daha dağlardaki gerçek mezarların çoğuna ulaşılamamış. Oysa
İngilizler, Fransızlar ve Anzaklar'ın mezarları çok önceden yapılmış ve
fevkalade bakımlı. Bizim şehitlerimizin mezarları ise yeni yeni yapılıyormuş.
Kasıtlı olarak Çanakkale unutturulmak istenmiş. Kut-ül Amare Savaşı’nın
unutturulduğu gibi. Rahmetli Turgut Özal iktidarında Çanakkale hatırlanmış,
Necmettin Erbakan iktidarında ziyaretler ve kazı çalışmaları başlatılmış,
Tayyip Erdoğan’ın iktidarında çalışmalar hız kazanmış. Ancak yapılanlar
yapılacakların yarısı bile değilmiş.
İnanın hâlâ orada derli toplu Çanakkale şehitlerine yakışır bir müze
bile yok. Bir vatandaşın kendi imkanlarıyla oluşturduğu derme çatma bir müze
var ama yeterli değil. Ayrıca savaşın dehşetini anlatan bir panaroma da
yapılmalı oraya.
Üsteğmen Casey
Anzak askeri,
Üsteğmen Casey'in ağzından savaşla igili bir anı anlattı Ali Öztaş, - Casey savaştan sonra Avustralya Genel
Valisi olmuş- "Conk Bayırı'nda korkunç siper savaşları oluyordu. Taarruz
sırasında yaralanan ve siperine ulaşamayan, açıkta kalan yüzbaşımız vardı,
bağırıyordu, ağlıyordu, "Kurtarın beni!” diye çığıklar atıyordu. Yardım
edebilirdik ama çıktığımızda kurşun yağmuruna tutulmaktan korkuyorduk. O sırada
garip bir şey oldu. Osmanlı siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı ve
silahsız bir Osmanlı askeri siperinden çıktı. Koşarak yüzbaşının yanına geldi
ve onu kucağına aldı. Kolunu omzuna attı ve koşarak bize getirdi, sonra da yine
koşarak siperine döndü. Gördüğümüz bu manzara karşısında şaşkına döndük,
afalladık, kendimizi toparladığımızda o asker çoktan siperine ulaşmıştı, ona
teşekkür bile edemedik. Sonradan yaptığımız yanlışlığı anlamış ve çok
üzülmüştük. Günlerce bu cesur askerin yaptığı o güzelliği ve bu Türk aserinin
insan sevgisini konuştuk aramızda."
Bir
not da bizim gaziden
Rehberimiz Öztaş
anlatmaya devam ediyor: “İlahi yardım Müslüman askerlerimizi hiçbir zaman
yalnız bırakmamıştır Çanakkale'de. Bedir'den, Huneyn'e Çanakkale'den
Sakarya'ya, oradan Kore'ye kadar birçok sıra dışı olay yaşanmıştır savaşlarda.
"Allah ve Melekleri Peygamber’ine yardım eder, siz de yardım edin..."
ayet böyledir. Türk askeri haber verilen bu yardımı her zaman görmüştür. 1915
yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan'dır ve Mehmetçik Çanakkale
Cephesi’nde oruçludur. O kurşun yağmurunun altında arkadaşının şehadetine
tanıklık eden, sıranın her an kendisine gelebileceğinin hesabını yapmadan
siperden sipere koşan o mehmetçik Çanakkale’de orucundan taviz vermemiştir. Bir
Ramazan boyu hoşafla, bir dilim ekmekle orucunu tutmuştur. Siperinden de
ayrılmamıştır.
Ramazan Bayramı
yaklaşmıştır. Mehmetçik bayram namazının kılınıp kılınmayacağını merak etmektedir.
Herkes birbirine sormaktadır, "Acaba bayram namazı kılınacak mıdır?
Kılınacaksa nerede nasıl kılınacaktır?” Olayı anlatan bir Çanakkale Gazisidir:
"Çanakkale'de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydolmuştum.
Gelibolu'dayım, siperimdeyim. Hafız olduğum için bir taraftan da devamlı Kur’an
okuyorum, dua ediyorum. Savaş süresi uzadıkça, kayıplar çoğalmaya
başlamıştı, cephedeki din görevlileriyle
irtibatlarımız da koptu, herkes ayrı bir siperde. Onlarla konuşup istişare
edemiyorduk, savaş tüm hızıyla devam ediyordu, ana-baba günüydü, dehşetli
çarpışmalar oluyordu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- cephede
savaşırken, yaşlılar geri hizmetlerde ve hastanelerde görev yapıyorlardı. Ben,
savaş bitinceye kadar Seddülbahir Cephesi'nden hiç ayrılmadım. Arefe günü idi
cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı yanına. (Miladî 1915 yılında Ramazan,
13 Temmuz Salı günü başlamış ve 11 Ağustos Çarşamba günü bitmiş) "Hafız,
askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram
namazı kılmak istiyorlar. Askerin toplu halde bir yerde bulunmaları çok
tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Ben tekliflerini kabul
etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın onlara!" dedi. Paşa’nın
yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış
arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer
yüküyle kitap okumuştu o. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar bile
dinlerler, asla sohbetini bırakıp kaçmazlardı, şimdi karşımda duruyordu,
tanıyordum onu. Bu zat o gün orada idi,
gerçek miydi Allah’ım bu gördüklerim diye düşünürken, o zat bana dedi ki:
"Sakın ola ki askerlere bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne
derse o, olur!"
Bayram
Namazı
12 Ağustos 1915
Perşembe günü, sabah erkenden kalktım. Askerler de ayaktaydı, bayram namazını
eda etmek istiyorlardı. Aynı göle dökülen sular gibi; Allah sevgisinde birleşen
yüzlerce asker saf tutmuştu. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep
beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk hevenk beyaz bulutlar gördük. Biraz
sonra da bu bulutlar olduğu gibi yere çöküverdi. Bu oağanüstü olay karşısında
herkes kendinden geçti ve "Allahü Ekber!" deyip secdeye kapandık.
Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar
arasında görünmez hale getirmişti. O dün konuştuğumuz ulu kişi de oradaydı.
Askerle birlikteydi. “Dokuz tekbirle vacip bayram namazı için, durun divana
uyun imama, Allahü ekber.” Kısa bir sessizlikten sonra; o arif kişi, tatlı ve yanık sesiyle, Fetih
Sûresi'nin 1. ayetinden 9. ayetine kadar
okudu. Sonra ikinci rekât ve bayram namazı eda edildi. Namazın bitiminde koro
halinde şahadet kelimesini yüksek sesle tekrarladık. O kadar gür sesle
okuyorduk ki şahadet kelimesini, dağ taş inliyordu. "La ilahe İllallah
Muhammeden Resûlullah".
Seslerimiz
yankılanarak geri geliyor gibiydi, ilk başta bize öyle geldi. İyice dikkat
edince anladık ki bu ses bizm sesimizin yankısı değildi, kulaklarımıza
inanamadık, bir yerlerden daha şahadet kelimesi okunuyordu, yüzlerce asker hep
birden, "La ilahe İllallah Muhammeden Resûlullah" diyordu. Hepimizin
beti benzi soldu, kül gibi oldu, herkesin yüreği ağzındaydı. Kimdi bunlar, bu sesler nereden geliyordu. Bu duruma taş
olsa dayanamazdı. Görenler mi dayanacak, anlatanlar mı dayanacak? "Allah!
Allah!" diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte kanatlanıp göklerde uçmak
istiyorlardı. O barut ve kan kokusundan bıkmış olan askerler, Allah ile bir
bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar,
kendilerinden geçmişlerdi. Zığındere'nin susuz yatağında, bir alçalıp bir
yükselen “La ilahe İllallah" sesleri, onların kalbini kâh varlığın sonsuz
ufuklarında koşturuyor, kâh yokluğun takat getirilmez güzelliğinde
dinlendiriyordu. Hak'tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu... “La ilahe
İllallah"
Sonradan anladık
ki bu sesler İngiliz sömürgesi içinde bulunan Müslüman askerlerinin
sesleriymiş... Bayram namazında okunan duaları ve tekrarlanan şahadet
kelimesini duyunca, anlamışlar ki
Müslüman Türk askeri karşısında savaşıyorlar; çılgına dönmüşler,
kandırıldıklarını anlamışlar ve isyan etmişler. Hemen geriye alınıp, cepheden
uzaklaştırılmışlar."(M.İhsan Gençcan, Ç.S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Rehberimiz elinle
işaret ederek”Bu olaydan sonra işte hepsi işte şurada kurşuna dizilmişler. Bu
mezarlar onların mezarlarıdır.”
Seyit
Onbaşı
Reberimiz
anlatmaya devam ediyor: "İngiliz'i, Fransız'ı, Avustralyalısı ne kadar
güçlü ve büyük devlet varsa toplanmışlar gelmişler Çanakkale Boğazı'na.
Gayeleri bizi geldiğimiz yere, Orta Asya'ya sürmekmiş. Çoktan paylaşmışlar bile
kendi aralarında Osmanlı toprağını. Güya, bizimle müttefik olan Almanya
Anadolu’ya Deutschland diye yazmış. Savaştan sonra onun payına Anadolu
düşecekmiş, böyle anlaşmış olmalılar. Çanakkale komutanı Liman von Sanders’in
çıkarmayı 24 saat geciktirmesi ve askeri yanlış yerde mevzilendirmesinin sebebi
budur. Birkaç bomba atarak Çanakkale'yi geçip sabah kahvelerini Marmara
Denizi'nde yudumlamak istiyorlarmış. Balkan Savaşları'nda yorgun düşen ve
hırpalanan Osmanlı'nın dayanacak gücünün kalmadığını düşünüyorlarmış.
Osmanlı'nın Boğaz'a döşedikleri mayınları, mayın temizleme gemileriyle
temizlemek zor olmamış onlar için, sonra da kendilerinden emin bir şekilde 19
Şubat sabahı başlamışlar Osmanlı tabyalarını bombalamaya. Yer yerinden oynamış,
taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış. Cesetler havada uçuşmaya başlamış.
Komutanı çıkarmış Seyit Onbaşı'yı enkazın altından, ayakta kalan üç kişi var.
Biri subay, biri er ve bir de Seyit Onbaşı. Yapabilecekleri fazla bir şey yok.
Neleri yapabileceklerinin hesaplarını yaparlarken, Seyit Onbaşı "Ya Allah
bismillah" diyerek almış yerde duran 250 kiloluk o son top mermisini,
sürmüş topun ağzına ve yollamış hedefine. Tam isabet. Bir telaştır almış düşman
donanmasını. Birbirlerini yedeklerine almaya çalışan diğer gemiler de Anadolu
yakasına paralel olarak ne zaman döşendiğini bilemedikleri mayınlara çarparak
başlamışlar birer birer denize gömülmeye. "Gerçekten inanıyorsanız ve
sabırlıysanız, Ben sizin 20 kişilik gücünüze 200 kişilik güç veririm".
Seyit Onbaşı Allah'ın bu müjdesine mazhar olmuş Çanakkale Boğazı'nda 19 Şubat
sabahı. Yudumlayamamışlar kahvelerini Marmara'da düşmanlar o gün. Arkalarına
bile bakmadan başlamışlar kaçmaya ve deniz savaşı böylece Osmanlı'nın zaferi ile
sonuçlanmış.
Yahya
çavuş
Deniz savaşı böyle
sonuçlanmış sonuçlanmasına da düşmanın gayesi Marmara’da kahve içmek olduğu
için pes etmemişler ve karadan boğaza inmek istemişler. Arıburnu'ndan çıkarma
yapmışlar Gelibolu'ya. Bu sefer de Yahya Çavuş çıkmış karşılarına 63 askerle.
Gerçek bir destan yazmışlar orada müttefik ordularını karaya çıkarmamış o 63
asker ve sonunda hepsi şehit olmuş. Beklenmedik bir olay da burada gerçekleşmiş
die söze başladı rehberimiz Ali: Müttefikler
nihayet karaya ayak asınca, Fransız ordusuna mensup Senegalli askerler,
Müslüman Osmanlı askerleriyle savaştıklarını fark emişler ve silahı çevirmişler
Fransız askerlerine. Fransız askerleri tarafından hepsi şehit edilmiş. Onların
mezarları da işte, hemen orada...
63 kişiye karşı
azandıkları bu mevzi başarılardan cesaret alan düşman askeri, Conk Bayırı'na
doğru başlamış ilerlemeye. Bigalı köyünde geri hizmette görevlendirilen Mustafa
Kemal çıkmış bu sefer karşılarına. Kurmay Yarbay Hüseyin Avni'yle birlikte
yapmışlar planı. 57'inci Alay'ın komutanıymış Hüseyin Avni. Anzaklarla
girişilen çatışmada hepsi şehit düşmüş.
Önlerine çıkan
engelleri birer birer aşan düşman askerleri için an meselesiymiş artık savaşı
kazanmak, böyle düşünmeye başlamışlar. Allah'ın yardımı bu sefer de Mustafa Kemal'e
ulaşmış. Mermileri bittiği için Anzaklardan kaçan askerlerle karşılaşmış Con
Bayırı'nda. Arkalarından kovalamaktaymış Anzaklar onları. Tehlikeyi gören
Mustafa kemal birden askerlere "yat" komutunu vermiş. Bu komutla
askerimiz yatarken, birden bire ne olduğunu anlayamayan Anzak askerleri de
yatmışlar o an yere. İşte Çanakkale avaşının
kırılma noktası bu komut olmuş. Hemen sonra, "Ben size taarruzu
değil ölmeyi emrediyorum" komutuyla şahlanan askerler ‘Allah Allah'
nidalarıyla hücuma kalkmışlar, püskürtmüşler Anzakları. Kara savaşında zafere
doğru gidilen yolda ilk adım işte böyle atılmış.
Metrekareye 8.000
merminin düştüğü, bir gecede on bin gencin kaybedildiği, nişanlıları
birbirinden, öğrencileri okullarından ayıran Çanakkale savaşı, 250bini şehit olmak
üzere tamamı 316 bin kayıpla 29 Ağustos 1915'te zaferle sonuçlanmış.
Biz diyoruz ki,
Çanakkale anlatılmaz ancak yaşanır. İzinlerini Türkiye’de geçirmek isteyenler,
sizlere tavsiyemiz Çanakkale'yi yaşamanızdır.
Bu savaşı en iyi
anlayan ve yaşayan kişi hiç kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy'dur. Kendisi savaş
esnasında gönüllü toplamak üzere Mısır’da görevli olmasına rağmen sanki savaşın
en kızgın yerinde savaşıyormuş gibi yazmıştır bu destanı. Mehmet Akif olmak
işte böyle bir şey... Bu destanı mutlaka okuyunuz, sadece okuyunuz, anlamaya
çalışmayınız, inanın, bitirdiğinizde anlamış olacaksınız.
Çanakkale Destanı
Şu Boğaz Harbi
nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
………………………..
Sen ki, son ehl-i
salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu
şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Elveda
Çanakkale...Bekle Edirne, sana geliyoruz...
Devam edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder