19 Ekim 2016 Çarşamba

Prof.Dr. İlhami Güler ile Eğitim Kampı (l)



-Tarih boyunca “Yorum” adı altında Kur’an’ı yordular-

 Türk Eğitim Derneği’nin (TED)organize ettiği 6.Eğitim Kampı’nda (20-22 Mayıs 2016)  İlhami Güler’i dinledik. Kampa 70 kişi katıldı. 3 gün devam etti. 4 oturum yapıldı.

Birinci oturumda: Terör-Şiddet ve Barış arasında İslam, ikinci oturumda: Sünniliğin 7 büyük yanlışı, üçüncü oturumda: Kültür/Antropoloji ve Teoloji arasında İslâm. Dördüncü oturumda: Tarih boyunca “Yorum” adı altında Kur’an’ı “Yorma” stratejileri işlendi. Sunumlardan sonra sorular soruldu cevaplar alındı.

Konusuna hâkim, üretken, dinamik, ezberci değil; ezber bozan bir ilim adamı İlhami Güler.  Hatır için söz söylemiyor. Kur’an’ın ve Peygamber’in iyi anlaşılamamasından şikâyetçi. Dördüncü oturumda, Müslümanların Kur’an’ı yorum adı altında yorduklarından bahsetti ve bu süreçte yapılan 3 hatanın altını çizdi. Bu hataları şu şekilde özetlemek mümkün:

Birinci hata, Kur’an’a Kelam-ı Kadim denildi ve böylece Kur’an ilahileştirildi. Allah gibi oldu, kadim olunca böyle olur. Bu anlayış Hz. İsa’nın da ilahi olmasını gerektiren bir anlayıştır. O takdirde Müslümanların, Hristiyanların iddiasını kabul etmeleri gerekir. Onlar da Hz. İsa’nın ilahi olduğundan başka bir şey söylemiyorlar. Bu anlayış Müslümanların çelişkisidir.

Oysa Kur’an, Allah’ın Cebrail vasıtasıyla, insan diliyle, insan aracılığıyla, insan aklıyla, insanlara (Araplara) hitabıdır. Yani Mahlûktur. Yaratılmıştır.

İkinci hata, Hitabın Araplara olduğu açıkken,  hitabı bütün insanlığa yorma anlayışıdır. Bu Kur’an’ı yormadır, yanlıştır. Arabın bilmediği hiç bir şeyden Kur’an bahsetmez: Çünkü, ilk muhatabı Araptır Kur’an’ın. Mesela Kur’an, köle ile efendi eşit değildir, o halde nasıl Allahla Putları bir tutuyorsunuz der ve Arabın hayatından onlara örnekler verir. Kur’an’ın derdi önce Kendisi’ni Arabın anlamasıdır: O size kendi hayatınızdan örnek getirir: Sağ elinizin sahip olduğu kimseleri size verdiğimiz rızık üzerinde (tam yetki sahibi) ortaklarınız olarak görmeye ve böylece (onlarla) bu hakkı eşit olarak paylaşmaya razı olur musunuz? Ve (daha güçlü olan) emsallerinizden korktuğunuz gibi onlar(a danışmadan o hakkı kullanmak)tan korkar mısınız? İşte akıllarını kullanan insanlara mesajlarımızı böylece açıklarız...” (Rum 30/28).

Bir başka yerde Allah rahimlerde olanı bilir deniliyor, Arapların bilmediği ortamda söyleniyor bu söz ve Allah söylüyor: “Son Saat'in ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir; yağmuru yağdıran O'dur; rahimlerde yer alanı (yalnız) O bilir; Hâlbuki kimse yarın ne kazanacağını ve hangi topraklarda öleceğini bilmez. (Yalnız) Allah, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”(Lokman 31/34)

Bu söz bugünkü insana söylense anlamsız olur. Bugün rahimde olanın cinsiyeti dahi biliniyor.

3 vakitte çocuklarınız ve köleleriniz izin istemeden odalarınıza girmesinler. Günümüzde öğle öncesi kimse yoktur evde,  ama Arabın evinde vardır: “Meşru şekilde sahip olduğunuz kimseler, içinizden henüz ergenlik çağına varmamış olanlar, günün şu üç vaktinde, sabah namazından önce, gün ortasında soyunup dinlenmeye çekildiğiniz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girmeden önce sizden izin istesinler; bu üç vakit mahremiyetinizin korunmasız olabileceği vakitlerdir.” (Nisa 24/58)

Üçüncü hata, 2.yy dan itibaren  Kur’an’ın basit olması Müslümanlara  acayip geldi ve gelmeye başladı. Müslümanlar Kur’an’ın anlamının basit olmasını kabullenemediler. Kur’an anlaşılamaz, ulaşılamaz bir kitap olmalıydı onlar için. Kur’an mücmeldir(kapalıdır) denildi. Açık olduğunu bildiren birçok ayet olmasına rağmen böyle denildi.

Buradan hareketle kurulan 3 tezgâhtan bahsedebiliriz. 1-Sufilerin tezgâhı (Zahir, Batın) tezgahıdır. Kur’an’ın bir zahiri bir de batıni manası var dediler ve Kur’an’ı yordular.   2- Kelamcıların tezgâhı (Muhkem, Müteşabih) dediler ve Kur’an’ı yordular. Oysa Kur’an’da 50 kadar muhkem ayet vardır.  3- Fakihlerin tezgâhıdır(kıyas) onlar da kıyas dediler Kur’an’ı yordular. Kıyas tezgahıyla helalleri haram, haramları helal kılmak zor olmadı. Hukuk alanında da birçok zorlamalarda bulundular. Yani, kıyas istismar mekanizması oldu.

Evet, Allah, Ed-Din mesajıyla sırf Araplara sorumluluk yükledi. Onlar ilk muhataptır: Çünkü, çocuklar, köleler, erler (Askerler) sorumluluğu direk sözden alırlar. Yani hitaptan.

Diğerleri ise sorumluluğu idrakten alırlar ihbardan alırlar. Sonradan gelenlerin sorumluluğu idraktendir, ihbardandır. İslam’ın evrenselliği ikinciden doğuyor. Yani ihbardan, idrakten.

Bu kitap insanlığın sorununu çözer ve çözecek güçte ve kabiliyettedir. Kur’an’da değildir sorun. Sorun anlama sorunudur. Ehil olmayanların Kur’an’ı yorma hakkı yoktur. Yarım molla dinden eder, yarım doktor candan eder derler. Doğrudur. Müslümanların krizi görüp, Kur’an’a dönüş zamanı çoktan gelmiştir. Kaynağa dönmek gerekir. 1400 sene önce inen kitabın 1400 sene sonra anlaşılabilmesi  ilmi birikim gerektirir.  Bu konuda ilahiyat fakültelerine çok görevler düşüyor. Bu iş ciddi uzmanlık gerektirir. Çiftçinin tarihi yorma hakkı yoktur. Bu sözlerimden Kur’an’ı okumayın anlamı çıkmasın.

İslam dini adalet dinidir
Son 30 yıldır İslam dünyasını, günümüzde ise giderek bütün dünyayı sarsan ve adına “İslami terör” denilen ciddi bir şiddet olgusu bulunmaktadır. Bu konu üzerinde yürütülen tartışmalarda, Müslümanlar tarafından “İslam dini barış dinidir, savaş içermez” gibi biraz ezbere, gerçekçi olmayan ve savunmacı tezler ortaya atılmaktadır. “İslam’ın Teolojik özünde şiddetin yeri nedir?” sorusunu Kuran’dan takip ederek cevaplamak ve İslam tarihinde şiddetin nasıl oluşup nerede yer aldığını incelemek gerekmektedir. Ondan sonra İslam’ın bu reel şiddetin içerisinde nerede durduğunu anlayabiliriz. İslam’ın barış dini olduğu iddiası doğru değildir. Çünkü barış dini denildiğinde kategorik olarak şiddeti reddeden din algılanır. Hinduizm ve Budizm gibi. Bu dinler kurucu metinlerinde ve dönemlerinde şiddeti asla onaylamazlar. Esasen Hristiyanlık da kurucu metninde ve kurucu asrında şiddeti tamamen reddetmiştir. Çağımızdan Mahatma Gandi’nin bir barış dininin müntesibi olarak Hindistan’da verdiği mücadeleyi örnek verebiliriz. Aynı şekilde Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı barışçıl tutumu da örnek gösterilebilir. İslam dini kategorik olarak barış dini değilse nasıl bir dindir? Buna verilecek en doğru cevap şu olacaktır: “İslam dini adalet dinidir.” Adalet dini kategorik olarak şiddeti reddetmez, koşullu olarak kabul eder.

Tanrı’nın şiddete karşı tutumu
Şiddetle Tanrı arasındaki ilişkiyi şöyle bir ayrımla ifade etmek mümkündür: Şiddet konusunda Tanrı’nın bir asli görüşü bir de resmi görüşü bulunmaktadır. Kuran’daki Habil ve Kabil kıssasını incelediğimizde, Kabil’in Habil’i öldürmeye kalktığı sırada Habil’in, “Sen beni öldürsen de ben sana elimi uzatmayacağım.” (Maide 28) dediğini görürüz. Bu tutum yani Habil’in kategorik olarak şiddete başvurmaması, Kuran’da övülerek anlatılır. Bu, Tanrı’nın şiddetle olan ilişkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. İkinci olarak Hz. İsa’nın pozisyonunu örnek gösterebiliriz. Hz. İsa, kategorik olarak sürekli barışı vaaz etmiştir. Üçüncüsü ise Kuran’da Hz. İsa’nın pozisyonunu devam ettiren bir tutum olarak açıkça şöyle denilmektedir. “İyilikle kötülük bir değildir. Sen en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır, o zaman karşı tarafın son derece sıcak bir dost olduğunu görürsün.” (Fussilet 34) Bunu söyledikten sonra gelen ifade de çok manidardır. “Buna ancak sabredenler ve çok yüce gönüllü olanlar ulaşır.” (Fussilet 35) Yani, ahlaki kapasitesi yüksek olanların bu mertebeye ulaşabileceğini söyler Kuran. Bu ifadeler, Habil’in Kabil’e olan tavrı ve Hz. İsa’nın pozisyonuna ek olarak Hz. Muhammet’in Mekke döneminde asla şiddete başvurmayan tutumu toplandığında ortaya çok net bir şekilde çıkıyor ki, Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamaktır. Tanrı’nın asli görüşü barıştır.

Diğer yandan gerek Tevrat’ın yani Yahudi peygamberlerinin tarihi, gerekse Kuran’ın tarihi göz önünde bulundurulduğunda Tanrı’nın şiddete başvurduğunu da görebiliyoruz. Tanrı’nın asli görüşü şiddete başvurmamak, mümkün olan oranda sorunları şiddetsiz olarak çözmek iken, insanlığın hazır bulunuşluğu ve kapasitesi buna müsait olmadığı durumlarda Tanrı, adalet kıstasını göz önünde bulundurarak şiddete başvurmuştur. O zaman diyebiliriz ki bu da Tanrı’nın resmi görüşüdür. Yani Tanrı’nın bir asli görüşü, niyeti, temennisi vardır, bir de tarihi süreç içerisinde yapıp ettiği vardır. İşte bu yapıp ettikleri içerisinde şiddet bulunmaktadır ve bunu asla inkâr edemeyiz. Bunu Kuran’dan şöyle takip edebiliriz.

Allah, Kuran’da, Peygamberler tarihini anlatırken sonunda kavimleri nasıl halek ettiğini de anlatır. Allah önce halklara peygamberler gönderir. Onlar bu peygamberlere inanmazlar ve mucize isterler. Allah onlara mucizeler gösterir. Buna rağmen yine de inanmazlar ve peygamberlerine kötülük yaparlar, alaya alırlar ve öldürmeye kalkarlar. Daha sonra da Allah bu halkları helak eder. Ancak burada şunu çok iyi anlamak gerekmektedir. Allah, “Onlar ne zaman ki bizi kızdırdılar biz de onlardan intikam aldık.” (Zuhruf 55) der. Bütün bunlar anlatıldıktan sonra şu ifade sık sık tekrar eder. “Biz onlara asla zulmetmedik.” Yani biz onlara haksız yere şiddet uygulamadık, tersine onlar kendilerine zulmettiler, şiddeti hak ettiler biz de onları yok ettik, denir.
Allah’ın şiddete başvurduğunun ikinci örneği ise Kuran’da anlatılan cehennem tasvirleridir. Cehennem olayı baştan sona bir şiddettir. Allah, bu dünyada beklentilerine cevap vermeyip, onun sınırsızca bahşettiği nimetlere, ihsana ve ikrama nankörlük ve istiğna ile cevap verenleri ahirette sınırsız ve sonsuz bir işgenceyle cezalandıracağını anlatır.

Tehdit olarak cehennem
Kuran’da anlatıldığına göre cehennemin azap şekli yakmadır. Yani işkencedir. Bunu nasıl anlamak ve yorumlamak gerekir? Bazı kelamcıların Allah’ın cehennemi bir tehdit olarak insanlara anlattığı yönünde yorumları bulunmaktadır. “İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir.” (Taha 113) Ayrıca başka bir ayette önceki kavimlerin helakı anlatıldıktan sonra şöyle denir: “Onlar yeyüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları yerle bir etmiştir. İnkâr edenlere de bu akıbetin benzerleri vardır.” (Muhammet 10)

Kuran’da kıyametten de tehdit olarak bahsedildiği görülmektedir. “Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet gelip çatınca ögüt almaları kendilerine ne fayda verecek?” (Muhammet 18) Gerek Araplara, önceki kavimlerin başlarına geleceklerin kendi başlarına geleceği tehdidinden, gerek kıyamet alametleri anlatılırken şartlarının oluştuğu tehdidinden yola çıkarak, bazı kelamcılar, cehennnemi de 7.yüzyıl insanının işkence ve ceza algısına dayalı olarak yapılmış tehditler olarak değerlendirmişlerdir. Ve şöyle bir ilke geliştirmişlerdir: “Allah vaadinden dönmez ama vaidinden dönebilir.” Allah, vaad etmiş olduğu cennet nimetlerinden asla vazgeçmez. Her ne vaad etmişse onu yerine getirir. Fakat tehdit olarak savurduklarından vazgeçebilir. O yüzyıldaki Arap mantığına göre ki o dönemde işgence normal bir ceza tarzıydı, Tanrı insanları içinde bulundukları inattan vazgeçirmek için onları tehdit etmiş olabilir. Ancak “Cehennem tehdittir” denildiğinde insanların ahirette ceza görmeyeceği anlamı çıkartılmamalıdır. Bu olsa olsa insanların yakma tarzında bir işkence ile değil de, başka türlü bir cezayla cezalandırılabilecekleri anlamına gelebilir.

Hz. Muhammet döneminde şiddet
Hz. Muhammet’in İslam’ın mesajını anlatmaya başladığı dönemde şiddete asla başvurmadığını bilinmektedir. Bu dönemde Tanrı’nın asli görüşünü 10 sene boyunca sürdürdüğü, ısrarla şiddete başvurmaktan kaçındığı görülmektedir. Allah İslam dininin barış ortamında yayılmasını istiyordu. Müslümanlar, Mekke’de yaşanılan zorluklar neticesinde önce Habeşistan’a sonra da Medine’ye göç ettiler. Fakat ne zaman ki Müşrikler, Müslümanları kesinlikle yok etme kararı aldılar, o zaman Tanrı asli görüşünden vazgeçti. İlk defa olarak Medine döneminde “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac 39) diye ayet indi ve şiddete izin verildi. Burada şunu da çok iyi bilmek gerekir ki, Müslümanlarla Müşrikler arasındaki düşmanlığı yaratan Müslümanlar değildi. Müşrikler Müslümanları takip edip Medine’de de rahat bırakmayınca Müslümanların savaşmalarına izin verildi ve Bedir Savaşı gerçekleşti.
Bedir Savaşı’yla artık Tanrı’nın savaşmaya karar verdiğini çok net bir şekilde görüyoruz. Enfal Suresi adeta bu savaşın savaş raporudur. Sureyi dikkatli okuduğumuzda Allah’ın bizzat savaşı murat ettiğini ve stratejisini yapıp uyguladığını görüyoruz. Müslümanlar sadece kervanı vurmak istiyorlardı. Allah buna müsade etmedi, onlarla karşılaşacaksınız ve savaşacaksınız, denildi. Bu savaşın amacı 12 yıl boyunca sürekli savunma pozisyonunda kalmış Müslümanların özgüven ve cesaretlerinin artırılması ve Müşriklerin gözünün korkutulmasıdır. Bu amaçla Tanrı burada bizzat devreye girmiştir. Bu savaş başarısı sonrasında da Müslümanlar Medine’de kendilerini koruyabilir hale gelmişlerdir.

Merhamet değil adalet peygamberi
Merhamet erdemi Kuran’da bir defa geçer. Merhamet ve sevgi İsa Peygamberimizin karakteridir. Hz. Muhammet ise adalet peygamberidir. Kişisel hayatına baktığımızda bunu görmekteyiz. Buna örnek olarak Peygamberimizin Medine Sözleşmesi’nden sonraki tutumunu verebiliriz. Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman oradaki Yahudi kabileleriyle anlaşmalar yapmıştı. Ancak Yahudiler Müşriklerle işbirliği yaparak anlaşmaları bozdular ve ihanet ettiler. Medine Sözleşmesi ciddi bir sözleşmeydi ve Müslümanlar sonuna kadar sözleşmeye sadık kalmışlardı. Sözleşmeyi bozmalarından sonra Peygamberimiz iki kabileyi Medine’den sürdü üçüncüsünü de infaz etti. Çocuklar hariç olmak üzere bazı kaynaklara göre 300 bazı kaynaklara göre 900 kişiyi ortadan kaldırttı. Tarihi kaynaklarda mevcut olan bu vaka bazı son dönem Müslümanları tarafından utanılacak bir şey olarak görülüp yok kabul edilmektedir. Oysa bu olay dönemin koşulları gereği olması gerektiği gibi olmuştur ve Peygamberimizin adalet peygamberi karakteriyle çelişmemektedir.

Antropolojik açıdan Arap kültüründe şiddet
Birçok antropoloğun savunduğuna göre Arapların tabiatında çölün yaratmış olduğu bir huşunet, sertlik bulunmaktadır. Kuran’daki şiddet olayını dürüstçe anlamak istiyorsak Arapların şiddete teşni olma tabiatlarının göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Son derece zor ekonomik koşullar ve çölün yaşam şartları insanların tabiatlarına sirayet etmiştir. Bunun en güzel örneği ticar savaşlarıdır. Cahiliye dönemindeki bu savaşlar neredeyse yılın tamamını kaplıyordu ve yılın 4 ayı haram ay kabul edilip savaşsız geçmesi buna çözüm olarak bulunmuştu. Bu 4 ayı Kuran’da kabul etmiştir ancak Kuran’dan anladığımız kadarıyla Araplar bu 4 aya da riayet etmeyi başaramamışlar ve sürekli değiştirmişlerdir. Arapların bu şiddet halini -Kuran’da da geçiyor diye- İslam dinine bağlamak doğru değildir. Olayı coğrafyasını ve zeminini dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu zemini hesaba katmadan Peygamberimizi zırhlı peygamber diye eleştiriyorlar ve sanki şiddet dinin bir parçasıymış gibi addediyorlar. Oysa Allah’ın asli görüşünün şiddete baş vurmamak olduğunu Kuran’da çok net bir şekilde görüyoruz ve bu hareketin lideri olarak Hz. Muhammet’in de buna uygun davrandığını rahatça söyleyebiliriz. Ama değil mi ki Arap yarımadasından böyle bir savaş ortamı var bu dolayısıyla bir biçimde Kuran’a da yansımıştır.



Cihad kavramı
Kuran’da cihad ayetleri geçtiğinde ”Fisebilillah” kavramı kullanılır. Fisebilillah uğrunda ölenler şehadet mertebesine ulaşırlar ve cennet nimetiyle ödüllendirilirler. Bu 3 kavram Kuran’da birlikte anılır. Ancak hangi durum fisebilillah kabul edilir ve bu uğurda ölenler şehit olup cennete girerler? Bu kavramlar yoruma açık kavramlardır ve Hz. Muhammet’in ölümünden itibaren istismar edilmişlerdir. Beni Saide’de başlayan ihtilaf zaman içerisinde 2 halifenin öldürülmesi, cennetle müjdelenen sahabenin birbirine düşman olması, Cemel ve Sıffın Savaşları, Hz. Hasan ve Hüseyin’in öldürülmesi, binlerce Müslüman kadına yine Müslümanların tecavüz etmesi ve en sonunda Kabe’nin yerle bir edilmesi. İlk 100 yılda yaşanan bütün bu olaylar bu kavramların istismar edilmesinin sonucudur. Sünnilik yüz yıl süren bu iç savaşı dürüstçe ele alıp faillerini yargılamayı denememiştir. Kimin haklı kimin haksız olduğu araştırılmayıp iç savaşın failleri tespit edilmemiş ve hatta durumun içtihat farkından kaynaklandığı söylenerek üstü örtülmüştür. Kimi alimler suçu Abdullah İbni Sebe adlı bir Yahudi’ye atma yoluna giderken kimi alimler de bunu kadere bağlamıştır. Olayın, Allah’ın takdiri denilerek kadere bağlanması ise en büyük yanlıştır. Allah’ın, dinini barışla zafere ulaştıracağı yerde yüzyıllık savaş çıkararak kendi eliyle batırması gibi bir inanış Allah’a iftira atmaktır.

Arap siyasal aklı: Kabile, ganimet, akide
Muhammet Abid El Cabiri modern dönemde Arap antropolojisi üzerine ciddi analizler yapmış bir bilim adamıdır. Arap Siyasal Aklı ismiyle Türkçeye tercüme edilen kitabında özetle Arapların 3 saikle hareket ettiklerini tespit etmiştir. Cabiri’nin İbni Haldun’a dayandırarak yaptığı analizde ortaya çıkan unsurlar kabile, ganimet ve akidedir. Erken dönemde ortaya çıkan olayları anlamak için Arapların bu 3 özelliğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Kabilecilik Arapların sahip olduğu ve Hz. Muhammet’ten sonra tekrardan ortaya çıkan baskın bir özelliktir. Ganimet yapma tutkusu ise çöl şartlarında edindikleri bir diğer önemli unsurdur. Akide ise iman ve ahlak saiki demektir. Örneğin Hz. Ali tam bir akide saikiyle hareket eden bir Arap’tır. Cabiri, Arapların söyledikleri sözleri analiz ederek hangi savaşta ganimet peşinde koştuklarını, hangi savaşta kabilecilik asabiyetiyle hareket ettiklerini ortaya koymuştur. Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinden itibarin Kureyş kabile ırkçılığının devrede olduğu görülmektedir. Dolayısıyla erken dönem iç savaşta ciddi bir Arap etkisi olduğu ortadadır. İslam’ın bulunduğu coğrafyadan çıkıp kısa sürede Mağrib’e hatta Endülüs’e ulaşmasında, doğuda bir sürü fetihlerin yapılmasında, kabilecilik ve ganimet tutkusu çok ciddi düzeydedir. İslam tarihi boyunca Arapların bu özellikleri dikkate alınmayıp yapılan fetihler sadece akide özelliğiyle izah edilmiştir. Oysa dürüst bir şekilde değerlendirildiğinde diğer unsurların çok daha baskın olduğu görülecektir.

Fetih ve tebliğ kavramları
Kapı açmak anlamına gelen Fetih kavramı Kuran’da Hudeybiye Barış Antlaşması için kullanılmıştır. Fetih kavramı kullanılarak insanların ülkelerini işgal etmek Kuran’dan çıkarılacak bir anlam değildir, bu Arapların kendilerinin gerçekleştirdiği bir tasarruftur. Erken dönemde Araplar ülkeleri Darülharp ve Darülislam olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Darülharp kendisiyle sürekli savaş halinde olunan, işgal edilmeye aday ülke demektir. İslam’ın yayılmasında dinin Müslüman olmayanlara taşınması motifi kadar diğer saiklerin de rol aldığını görebiliriz. Peki, Müslümanlar Hz. Muhammet’in ölümünden sonra bu şekilde davranmayıp, tıpkı İsa Peygamberimiz ve Havarilerin yaptığı gibi şiddete başvurmadan, Kuran’ın muhtevasını bilen insanlar yetiştirip dünyanın değişik yerlerine gönderselerdi ne olurdu? Bunu yapmaya engel neydi? Ahmet Yesevi’nin müritleri Anadolu’ya böyle girmişlerdi. Malezya’ya, Endonezya’ya böyle ulaşılmıştır. Tebliğ barış ortamında yapılacak bir şeydir. Oysa erken dönemden itibaren İslam tarihinde yaşananlar tam tersi bir durum olduğunu göstermektedir.

Ortadoğu’daki iki aşamalı baskı
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da seküler yapılar kurulmuştur. Ya tek parti, ya askeri ya da kabile diktatörlükleri oluşmuştur. Bu devletler Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kontrolünde olan ve yöneticilerinin sürekli olarak galip devletlerle işbirliği halinde olduğu devletlerdir. İsrail’in İngilizler tarafından getirilip Ortadoğu’ya yerleştirilmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İsrail’in güvenliğinin Amerika tarafından üstlenilmesi, daha sonra petrolün etkisiyle sanayileşmiş emperyalist ülkelerin Ortadoğu ve İslam ülkeleri üzerinde ciddi bir baskı kurmaya başlaması, bu baskının giderek fiili işgallere dönüşmesiyle birlikte bölgede asimetrik bir savaşın başladığını görüyoruz. İsrail’in işgalinden sonra Filistin Kurtuluş Örgütü, Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejimin çökmesinden sonra direnişin Sosyalizm ve Marksizm’den İslam’a transfer edilmesi ve Hamas’ın ortaya çıkması, Afganistan’ın işgal edilmesi ve Afgan direnişinin başlaması, Irak’ın işgali ve El Kaide’nin ortaya çıkması, giderek Batı’nın Kuzey Afrika’daki baskısının da artmasıyla birlikte İslamcıların iktidara gelmelerinin engellenmeleri sonucundan bölgede şöyle bir durum ortaya çıkmıştır. İlk olarak iç rejimlerin totaliter olması ve halkı ciddi düzeyde baskı altında tutmaları, ikinci aşamada Amerika, İngiltere ve Avrupa’nın bölge üzerindeki baskıları terör örgütü denen örgütlerin oluşmasına neden olmuştur. Cezayir’deki iç savaştan Hamas’a, Taliban’dan El Kaide’ye, IŞİD’den Boko Haram’a kadar bütün bu oluşumların sebebi bölgedeki bu iki katlı baskıdır. Bu baskı, bu coğrafyadaki çocukları zıvanadan çıkararak, delirterek adeta birer bombaya dönüştürmüştür. İntihar eylemlerinin altında bölgedeki savaşın, güç dengelerinin asimetrik oluşu yatmaktadır. Baskıyı yapanlar son derece konvansiyonel silahlar kullanıyorlar. Temiz, hijyenik silahlarla, son derece üstün teknolojiyle savaşı sürdürüyorlar. Şiddete maruz kalanların konvansiyonel bir savaş yürütecek güçleri olmadığından ellerinde sadece vücutları kalıyor. Vücutlarını bomba yapıp patlatıyorlar. Sivil insanların içinde vücudunu patlatarak sivil kayıpların ortaya çıkmasına sebebiyet verilmesi barbarlıktır. İslami açıdan asla kabul edilebilir bir durum değildir. Ama burada dürüst olarak şunu görmemiz gerekir ki, bu barbarlığı doğuran küresel barbarlardır.

Fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerinin günümüzdeki kullanımı
Günümüzde Ortadoğu’da 50’ye yakın örgüt bulunmaktadır. Bu örgütler kolayca fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerini kullanarak kendileriyle özdeşleştirme yapabiliyor ve 1400 yıl önceki şiddeti buraya taşıyabiliyorlar. Bunu yaparken durumu kolayca istismar ederek kendilerini Bedir’deki, Uhud’daki, Hendek’teki durumla aynı durumda görüp Kuran ve hadislerden kendilerine mesnet bulabilmekte ve cihadı yerine getirmeliyiz diyerek şiddete başvurabilmekteler. Şu andaki rejimlerin veya süper güçlerin bu kitleler üzerinde yarattığı baskı ile, Hz. Muhammet’in Medine’de Müşrikler tarafından tazyik altında bulunduğu durum arasındaki benzerlik ve farklılıkların ciddi düzeyde analiz edilmesi ve aynı şekilde şiddete başvurmanın meşruiyeti nedir diye sorgulanması gerekmektedir. Ama bütünüyle bu olayı kopararak bizimle hiç alakası yoktur demek kolaycılıktır.

SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI-

1. Sünniliğin siyasi bir pratik olarak sorunlu doğuşu
Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammet’in ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammet’in ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip hemen tekrar cahiliye dönemine dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun, vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir. Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammet’in ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır. Muaviye’nin baş kaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır.

2. Kuran’ın kadim kabul edilmesi
İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahluk olup olmadığı tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahluk olduğu tezini kabul ettiler ve mahluk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selatin camilerde bir hutbe okutulmuş ve kim bundan sonra Kuran’ın mahluk olduğunu söylerse kanı helaldir, denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahluk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor.

3. Kaynakların mumyalaştırılması
Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaaz etmiştir. “Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife, Mutezile gibi alimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammet’in söylediği bir sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi.

4. Allah, tabiat ve insan tasavvuru
Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah, tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlukuydu ama en azıdan cüzzi iradesiyle birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve iradesi yoktu. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır. “Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum. “Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüzzi iradesiyle eylem ortaya koymaz. Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur.

5. Tasavvufun doğuşu
Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin, yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kurani değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu, tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam düşünceye, fıkıh  insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkıhın duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı yoktur.

6. İman amel ilişkisine bakış
Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kafir sayarak öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır, birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır. İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi.

7. Sünniliğin dinin kendisi olarak kabul edilmesi
Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere, Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın, kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır.


BİTTİ



 

14 Ekim 2016 Cuma

İSLÂMDA MESİH VE MEHDİ İNANCI YOKTUR (lll)




- Müslümanların geleceğine inandıkları mehdi inancı beklenen kurtarıcıya olan inançtır. Kötü gidişe dur diyecek olan bir kurtarıcıdır bu. İnsanların zulüm ve işkence altında inlediği dönemlerde, ezilen ve baskı altında tutulan zavallı kitlelerin ürettiği hayali bir kahraman…-



Rüştü Kam

Ezilen kitlelerin ortak psikolojisi olan “beklenen kurtarıcı” düşüncesi, iktidarlara muhalif ve baskı gören Müslüman gruplar arasında “Mehdî” terimiyle ifade edilmiştir. İslâm tarihinde mehdilik iddialarının gündeme gelmeye başlaması, hicrî birinci asrın sonlarından itibaren, ilk olarak Muhammed b. el-Hanefiyye’nin mehdiliğini ileri süren Keysaniyye ile birlikte olmuştur. Daha sonra pek çok kişi hakkında gündeme gelen bu iddialar, zamanla daha da çoğalarak hicrî üçüncü asırdan itibaren toplum hafızasında yer etmeye başlamıştır. Mehdilikle ilgili üretilen pek çok rivayet, Sünnîler arasında kabul görmesine rağmen konuyu asıl gündemlerinde tutanlar, Şiî gruplar olmuştur. İktidar muhalifi pek çok Şiî fırka, ölen liderlerini Mehdî olarak beklemişlerdir. Ancak İmamiyye Şiasının on birinci
imam olarak kabul ettiği Hasan el-Askerî’nin vefatıyla (ö.260/873) durum yeni bir boyut kazanmıştır. Onun, ardında bir halef bırakmadan vefat etmesi, onun gizli bir oğlu olup gaybete gittiği iddialarını gündeme getirmiştir. Söz konusu fikri ileri süren İmamiyye Şiası, daha sonra da, gaybete giden on ikinci imamlarının Mehdî olarak geri döneceğini söylemiştir. Bu iddiaları zamanla bir inanç esası haline getirilerek İmamiyye Şiasının itikadî konularından biri olan imamet inancının değişmez bir
parçası olmuştur.

İslam toplumunun içine sokulan bu nifak tohumu, öyle yeşermiş dal budak sarmış ki, artık ondan kurtulmakta neredeyse imkânsız olmuş. Birçok konuda yaptığımız yanlışlar gibi, günümüzde İslam toplumu içine sokulan hurafe ve dinde olmayan Mehdi konusu da, Rabb’in Kur’an’da hüküm vermediği bir konudur.

Bizler Kur’an’ı, din ve iman adına yeterli görmediğimiz sürece de, yanlış itikatların peşi sıra gitmekten asla kurtulamayacağız. Allah istediği kadar, sizleri Kur’an’dan sorumlu tutuyorum, Kur’an’ın ipine sarılın desin; Rabb’in sesini işiten, duyan mı var? Kur’an ile aramıza soktuğumuz veliler, şeyhler Kur’an gerçekleri ile buluşmamızı, yüzlerce yıldır engellemiştir. Hâlâ engellemeye devam etmektedir.

Kur’an anlaşılması zor bir kitap ilan edilip, onu herkes anlayamaz, veli insanlar ancak anlar fikrine inandırıldığımızdan beridir ki; Müslümanlar Rabbin orta yolundan saptırılmış ve meçhule doğru hızla yol almaktadırlar. (Geniş bilgi için bkz. Avni İlhan, Mehdilik, ss. 50-52; Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004/1, 142)

Mehdi’nin geleceğine inananlar, kıyametin kopmasından önce dünyaya geleceğini ve İslam toplumlarının içinde bulunduğu zor durumdan kurtarıp, dünyada adaleti saylayacağından bahsederler. Onun geleceğini Allah’ın buyruğu gibi gösterirler. Kıyametten önce gelecek olan Mehdi bizim ne işimize yarayacaktır? Bu soruyu kimse sormaz. Kıyametin ne zaman kopacağı belli değildir. İnsanların ömrü ise bellidir. 70 yıl 80 yıl. Bunu kimse düşünmez.

Yüzlerce yıl, birilerini beklemekle boşa geçirdik vaktimizi. Doğru yolu bulmak huzura, mutluluğa erişmek için, Kur’an’dan başka ne arıyoruz, neyi bekliyoruz? Allah Kur’an’ın ipine sarılın, sizi mutluluğa, huzura ulaştıracak Kur’an’dır diyor. Bizler bu uyarıyı duymayarak veya duymazdan gelerek, hâlâ kurtarıcı bekliyoruz.

Dini kullananların, kendi çıkarlarına alet edenlerin, toplumu Allah ile aldatanların dine verdikleri zarar, affedilemez, bağışlanamaz sonuçlar doğurmaktadır. Allah onları asla affetmeyecektir.

Müslümanları huzura kavuşturacak olan rehber elimizdedir. Kur’an. Ama bizler farkında bile değiliz. Kur’an’ı devre dışı bırakan bizlere, Allah’ın yardım edeceğini düşünüyorsak, hatta Allah’ın, Müslüman toplumların içinde bulundukları yokluk, kin, nefret, düşmanlık ve acı gerçeklerden kurtaracak birisini göndereceğini düşünüyorsak, şunu üzülerek söylemeliyim ki, daha çok bekleriz. Böyle birisi gelmeyecektir.

Müslümanların geleceğine inandıkları mehdi inancı beklenen kurtarıcıya olan inançtır. Kötü gidişe dur diyecek olan bir kurtarıcıdır bu. İnsanların zulüm ve işkence altında inlediği dönemlerde, ezilen ve baskı altında tutulan zavallı kitlelerin ürettiği hayali bir kahramandır.

Kur’an’da bahsi geçmeyen bu kahramana, ne İmam-ı Azam, İmam-ı Maturidî, İmam-ı Eş’arî gibi bilginlerin eserlerinde, ne de hadis kitaplarının en sağlamları olarak kabul edilen Sahih-i Buharî ve Müslim’deki rivayetlerde yer verilmiştir.

Bu kahramana olan inancın temelini “rüya” ve “keşif” oluşturur. Bundan dolayı tasavvuf ve tarikat çevreleri ile Şii mezhebinde revaç bulmuştur. İslâm’da zanna dayalı inanç oluşturulmaz. “Onların çoğu zandan başka bir şeyin ardından gitmiyor. Doğrusu şu ki, zan haktan hiçbir şey ifade etmez. Allah onların yaptıklarını iyice bilmektedir.” (Yunus 36)

Rabbim cümlemizi, Kur’an ı rehber alıp, onun ardı sıra giden kullarından eylesin. Yoksa işimiz çok zor.

Sonuç olarak,

1-“Mehdilik, İslâm dünyasında oldukça geniş akisler uyandırmıştır. Cemiyetin huzursuz ve karışık günlerinde, hep hadislerin gölgesine sığınarak ya kendilerine teveccüh sağlayıp siyasi çıkar yahut da bilhassa son devirlerdeki Mehdi iddiacılarında görüldüğü gibi, sömürgeci Hristiyan devletlerin İslâm memleketleri üzerindeki artan nüfuzlarını kırmak için ortaya çıkmışlar, veya tam tersine onlara yaranmak maksadıyla yeni tip mehdilikler icat etmişlerdir.
Netice itibariyle Mehdi konusundaki haberlerin kaynağı ihtida etmiş Yahudi ve Hıristiyan ravilerdir dense de, hadislerden bir kısmına bağlı kalınıp "Mehdi" ümmete, insanların ayrılığa düştüğü, din ve ahlak cihetinden zaafa uğradığı devirlerde yol gösterip onları aydınlatan herkese verilen bir isimdir, görüşüne ağırlık verilse de, kıyametten önce gelecek bir mehdi fikri bütün canlılığıyla ayakta durmaktadır.
Ancak Şiiler için bir inanç konusu olan "Mehdi", Sünni-İslâm dünyasında usul-i din'e dâhil bir akide olarak yerleşememiş olmasına rağmen, renkli ve canlı süsleriyle birtakım maceracıların, dünyevi ve siyasi emel" sahiplerinin ve' çaresiz kitlelerin alaka merkezi olmuş ve olmaktadır (Prof. Dr. Ruhi Fığlalı)
Prof. Dr. Hasan Onat ise mehdilikle ilgili görüşünü şu şekilde ortaya koyar:

2- “Sorunlara kalıcı çözüm üretebilmek için akla ve doğru bilgiye güvenmek gerekir. Kendi varlığının farkında olmayan, aklına güvenemeyen insanlar, her zaman sığınacakları bir liman ararlar; bu süreçte çoğu zaman mağaraların karanlıklarında kaybolup gitmeye mahkûm olurlar. Mevcut haliyle cemaatler, ciddi anlamda bir sığınak işlevi görmektedirler. Ancak, cemaatin varlığı ve sürekliliği birey bilincinin yok edilmesiyle, insanların itaat kültürünü dinin gereği olarak algılamasıyla ve yaratıcı yetilerin törpülenmesiyle sağlandığı için, bu sığınaklar insanları köleleştiren, toplumun geleceğini karartan tuzaklara dönüşmektedir.
Sadece Türkiye’nin değil, bir buçuk milyara yaklaşan tüm Müslümanların geleceği, eleştirel düşüncede ve İslâm’ın özgürleştirici boyutunun etkin kılınmasında yatmaktadır. Kölelerle ve köle ruhlu insanlarla ne bilimin gücü yakalanabilir, ne de medeniyet iddiası sürdürülebilir. İslâm dini iman, sorumluluk ve kurtuluş bakımından bireyi esas alır. Sağlıklı birey bilinci hem sağlıklı bir toplumsal yapılanmanın, hem de sağlıklı bir demokrasi kültürünün en temel koşuludur. Kur’an, “bir topluluk kendisini değiştirmedikçe, Allah onların durumu değiştirmez” (Ra’d, 11) buyurarak çok önemli bir toplumsal yasayı insanlara hatırlatmaktadır.”(

3- Mehdi inancının, İslâm dini ile hiçbir alakası yoktur. Mesela Mehdi ne zaman gelecektir sorusuna verilen cevaplara bakalım, İslâm inancı ile hiçbir alakasının olmadığı görülecektir: Memleket zulüm ve fesada boğulduğu zaman, hiç kimsenin zahmet edip bir çabaya girmesine gerek kalmadan Allah insanlara Mesih ya da Mehdi’yi yollayacak, o da memleketi zulümden, baskıdan, fesattan kurtaracaktır. İnsanların Mesih ya da Mehdi’nin dünyayı düzeltmesine yardım etmelerine de gerek kalmayacak, çünkü Mesih ya da Mehdi’ye yardımcı olarak Allah mağaradan Ashab-ı Kehf’i çıkaracak ve gökten İsa’yı indirecektir. Böylece insanlar tekkelerde, tarikatlarda, ellerinde doksan dokuzluk tespihlerle duaya devam edeceklerdir. Memleket böylece zulümden fesattan Mesih ya da Mehdi tarafından kurtarılacaktır.

Bu senaryoya göre, zulüm ve fesatla ölümüne mücadele etmiş peygamberler ve arkadaşları boşuna mücadele etmişlerdir. Oysa Allah’ın insanlardan ve de Müslümanlardan beklediği şeyler vardır. Kur’an bu senaryonun tam tersini söyler:

„Ey örtüye bürünen! Kalk, hemen uyar“( Müddessir 1, 2 )

„İçinizden hayra çağıran, doğruyu-güzeli emreden, kötü-çirkinden alıkoyan bir topluluk olsun. Kurtuluş ve zafere eren işte onlardır.“ (Âl-i İmran 104)

„Allah’a çağıran ve düzeltici işler yapan ve “ben Müslümanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır.“ (Fussılet 33)

„Fitne kalmayıncaya ve din tümüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaş. Vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, ne yaptıklarını iyice görendir.“( Enfal 39)

„Her biri için onu önünden ve arkasından izleyen gözcüler vardır ki, kendisini Allah’ın emrine bağlı olarak koruyup denetlerler. Gerçek şu ki Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri onlar iç dünyalarındakini değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için Allah dışında koruyucu bir dost da olmaz.“( Rad 11)

“Bu durum, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır. Gerçekten de Allah hakkiyle işiten, her şeyi bilendir.” (Enfal 53)

Görüldüğü gibi İslâm dinine göre Müslüman, her kötülük karşısında şartlara göre tavır almak, kötülüklerle mücadele etmek zorundadır. Çünkü insanlar hak etmedikçe, Allah onların içine düştükleri perişanlığı değiştirmeyecektir.

3- Öte yandan tarihte mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkanların dünyevî menfaatleri ön plana aldıkları, fitne fesada yol açtıkları, Müslümanlar arasında kan dökülmesine sebebiyet verdikleri ve başarısızlıklarından sonra kendilerine tabi olanları hüsrana uğratıp, inanç boşluğuna ittikleri bilinmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen, yeterli dinî eğitim alamayan, iman ve İslam’ın hakikatine vakıf olamayan kimselerin basit mülahazalarla bu nevi kişilerin peşinden gittikleri bilinmektedir.

4- Mehdi ve Mesih’i karşılaştırdığımızda, Mehdi denilen kişinin Yahudi ve Hıristiyanlık inancındaki Mesih olduğunu, diğer bir ifadeyle Mehdi’nin, Mesih’in İslamileştirilmişi olduğunu görmekteyiz.

BİTTİ

11 Ekim 2016 Salı

KURAMER NEDİR? TANIYALIM


Müslümanların son birkaç yüzyılda sadece bilim ve teknoloji alanında değil onun da gerisinde yatan temel konularda üretkenliğini ve dinamizmini yitirmesi sadece maddi gerileme, uluslararası güç ve itibar kaybı, toplumsal barış ve huzurun bozulması gibi sonuçlar doğurmadı; -belki bundan da önemlisi- özgüven kaybı, tarihi mirasa tereddütle bakma, zihin karışıklığı gibi sorunlara ve derin sarsıntılara da yol açtı. Batı’yla karşılaşmada ve genel olarak dış dünya ile ilişkilerde sergiledikleri varoluş ve kimlik mücadelesi, tabii olarak bu yüzyılda Müslümanların İslâm’la sağlıklı ilişki kurmalarını zorlaştırdı ve hatta İslâm algısını derinden etkiledi. Sonuçta ya içe kapanma ve tarihe dönüş özlemi ya da dinle aramıza mesafe koyma şeklinde savrulmalar yaşadık. İslâm’ın bir tarafta arkaik din ve inançlar gibi hayatın dışına itilerek bir tarih malzemesine dönüştürülürken öbür tarafta her türlü ideolojik ve dünyevî kavganın etkin bir aracı haline getirilmesi, içine sürüklendiğimiz çıkmazlardır.

Bu süreçte esasen Müslüman zihninin ve pratiğinin en temel kaynağı olması gereken Kur’ân-ı Kerîm’in Müslümanların İslâm anlayışı üzerindeki belirleyici konumunu belli ölçüde kaybettiğine ve ona karşı olan sorumlulukların şeklî bağlarla sınırlı kaldığına da şahit olmaktayız.
Ancak -Moğol istilalarının ve Haçlı seferlerinin İslâm dünyasında yaptığı yıkımın belli bir uyanışa sebep olması gibi- son iki yüzyılda yaşananların bugün Müslüman zihnin kendisiyle yüzleşmesine, dinî düşüncede yeni anlayışların ve arayışların ortaya çıkmasına ve aydınlar arasında tarihin yeniden okunması çabalarının artmasına yol açtığını da göz ardı etmemek gerekir. Kaybedilen değerlere ilişkin farkındalık ve bilinç güçlenmeye ve dinin eskimez temelleri üzerinde yeni bir gelecek inşasının imkânları konusunda umutlar yeşermeye başlamıştır. Müslümanlar bu süreçte Kitaplarını yeniden ve daha güçlü bir iradeyle okumaya, ona yönelmeye başlamışlardır. Kur’an’ın bütün çağlara yönelik mesajını anlamayı hedefleyen çalışmalar önemli ölçüde artmıştır. Aslında Kur’an-ı Kerîm’in insanlığa getirdiği mesajı anlamayı, anlatmayı ve onu hayat tarzı haline getirmeyi Müslümanların asli sorumluluğu olarak gören anlayış İslâm dünyasında her dönemde var olmuştur; bu doğrudur. Ancak bugün bu anlayış, Müslümanların Kur’an-ı Kerîm ile daha içten bir bağ kurarak onun üzerine bir tefekkür platformu inşa etme ihtiyacı ile birlikte daha güçlü biçimde seslendirilmektedir.

Karamsar olmak şöyle dursun, bugünün İslâm dünyasındaki büyük sorunlara rağmen özgüven tazeleyerek geleceğe umutla bakmanın birçok haklı sebebi vardır. Çünkü İslâm tarihinde belli inkıtalar yaşansa da Kur’an’ı anlamaya matuf telif, eğitim ve araştırma faaliyetleri on dört asır boyunca devam etmiş ve bugüne zengin bir miras bırakmıştır. Özellikle ilk dönemlerde Müslüman âlimlerin Kur’an, Mushaf tarihi, Kur’an ilimleri, Hadis, Siyer ve Tarih gibi alanlarda bize aktardığı zengin malzeme ve telif ettikleri özgüveni yüksek eserler, bugün araştırmacılarımızdan hak ettiği ilgiyi ve istifadeyi beklemektedir. Öte yandan bu eserler bizden önce Batılı araştırmacıların dikkatini çekmiş, bunlardan yararlanan ve kendi kutsal metinleriyle mukayeseler içeren çalışmalara ağırlık verilmiş, -farklı saiklerle de olsa- Kur’an alanında araştırma merkezleri ve çalışma ekipleri oluşturularak çeşitli yayınlar yapılmıştır ve yapılmaktadır. Batı dillerinde Kur’an araştırmaları alanında, günümüz araştırmacısının bigâne kalamayacağı devasa bir literatür ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasının didaktik, tepkisel ve savunmacı üslubu terkederek artık bu yayınların farkında olmasının, onlarla yüzleşmesinin, bu alanda yerli fakat uluslararası düzeyde projeler geliştirip hayata geçirmesinin zamanı gelmiştir.

Kur’an’ın anlam dünyasına dair çalışmaların zamanla yoksullaşmasının sebeplerini araştırmak ve mesajının doğru anlaşılmasının önündeki fikrî, kültürel, tarihî ve modern engelleri derinliğine tahlil etmek, Kur’an’ı, günümüz insanının zihin ve ruh dünyasına seslenen yeni bir anlayışın temeli haline getirmek ve onun mesajını çağımızın insanı için referans kaynağı kılmak Müslümanların omuzunda ağır bir sorumluluk olarak hep durmaktadır. Bu sorumluluğu derinden hisseden kimselerin bir araya gelmesiyle başlayan bir arayış, yapılan ilmî çalışmaların üzerine yenilerini koyabilmek ve bu çalışmaları ilmî disipline uygun bir şekilde planlayıp gerçekleştirebilmek için İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi bünyesinde, kuruluş yönetmeliği 22 Aralık 2012 tarih ve 28505 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, “İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur’an-ı Kerim Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi”nin, kısa adıyla “Kur’an Araştırmaları Merkezi”nin (KURAMER) kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Kuramer, Batı’da örnekleri çokça görülen, hayırsever kişilerin özel bir amaca tahsis edilmiş malî desteğiyle üniversite bünyesi içinde kurulan bir araştırma merkezi olması yönüyle ülkemiz açısından öncü bir adım olma özelliği de taşımaktadır.

4 Ekim 2016 Salı

İSLÂMDA MESİH VE MEHDİ İNANCI YOKTUR (ll)


- Sayın Görmez ‘in yaptığı bu açıklamalar siyasi bir demeçten öteye geçmeyecek...-

Mehdî meselesi, halkın dilinde çok dolaşan ve münakaşa edilen bir konudur. Kimlikleri her dinin kurucusunun özelliğini taşıyan mehdiler, kurucunun soyundan gelir. Saoşyant Zerdüşt’ün, Mesîh Davud’un, Mehdî Muhammed’in soyundan olacaktır. Bunlar ya Sünnî Müslümanlarda olduğu gibi müstakbel bir şahsiyettir veya Şiî Müslümanların inandığı gibi daha önce yaşamış, vaad edilen dönemin zamanı gelmediği için bekleme süresini insanlardan gizlenerek tamamlamaya çalışan, zamanın olgunlaşmasını bekleyen tarihî şahsiyetlerdir. Nitekim İsa bu süreyi gökte Tanrı’nın sağında oturarak beklemektedir. İnanışa göre Ahir zamanda gelecek ve İslam'ın dünya hâkimiyetini gerçekleştirecektir. 
Mehdi, "Hidayete erdirilen ya da hidayete vesile olan" anlamlarına gelir. "Kendisine rehberlik edilen", Allah tarafından yol gösterilen, hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine nail olan kişi manasındadır. (İslam Ansiklopedisi, 7/474) Mehdi, “doğru yolu bulmak; yol göstermek, rehberlik etmek” anlamındaki hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş bir sıfat olup “hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş kişi” demektir. İleride gelecek bir kurtarıcı (mesîh, mehdî) inancı büyük dinlerde olduğu gibi ilkel dinlerde de görülmektedir. Bu inanç bir bakıma tarihte ve günümüzde bazı dinî-siyasî hareketlerin güç kaynağını oluşturmaktadır. Kavramın içeriğindeki âhir zaman, hükümdarlık, dini yenileme, kurtarıcılık gibi ana özellikleri değişmemekle birlikte içinde bulunduğu dinin karakterine göre ayrıntılarda farklılıklar görülmekte, bu kavramı ifade eden kelimeler de dinlere ve kültürlere göre değişmektedir. Bazı âlimler, İslam'daki Mehdî inancının kökenlerini Mecusîlik gibi Fars inançlarında ararken bazıları bunu Yahudi-Hristiyan geleneğindeki “Mesih” öğretisine alternatif oluşturma amacına bağlarlar. Ancak tarihsel olarak Mecusi inancı daha eskiye dayandığı için, Mesih inancını geliştiren Yahudile-rin de, bu düşüncelerini Babil sürgünü zamanında dönemin etkin dini Mazdeizm’den almış olması muhtemeldir. 
Mehdi inancı Kur’an'da yer almamaktadır. Hadislere ve dini önderlerin sözlerine dayanmaktadır. Şiiliğin inanç esaslarından sayılan Mehdi inancı, tarih boyunca olduğu gibi akademik çevrede pek fazla itibar edilmese de tasavvuf ve tarikat merkezli, kendi liderlerini Mehdi, cemaatlerini de Mehdinin cemaati olarak görmek isteyen Sünni toplumlarında da yaygın bir şekilde kabul ve etki gücüne sahiptir. Kur'ân-ı Kerîm'de bahsedilmeyen "Mehdilik konusu", daha sonraki kaynaklarda Deccal, Süfyan, Melhame, Ahir zaman ve kıyamet gibi eskatolojik korku mitleri ile birlikte işlenmiştir. İmam Suyutiye göre Ashâb-ı Kehf, Mehdi’nin yardımcıları olacak, İsa O'nun zamanında gökten inecek ve Deccal ile harb ederken beraber olacaklardır. 
Mehdi, inanca göre Deccal’in olduğu bir zamanda gelecek ve Deccal’e karşı savaşacaktır. İsa Mesih gökten yeryüzüne inince onun yanında olup Deccal’i yenmesine yardım edecektir. Meselâ Avrupalı araştırmacılar, Yeni Gine ve çevresindeki halklarda görülen mehdilik hareketleri için Kargo kültü, Kuzey Amerika yerlileri için Ghost-dance tabirini kullanmışlardır. Eski Amerika yerlilerinden Aztekler mehdilerine Guetzalcoatl, Eski Mısırlılar Ameni demişlerdir. Kavram için Hinduizm kalki, Budizm maytreya (maitreya, mettaya), Mecusîlik saoşyant, Yahudi ve Hristiyanlar mesîh kelimesini kullanırlar. 
 Mehdî kavramının kökleri ve gelişmesi konusunda Batılı araştırmacılar iki görüş ortaya koyarlar. Bunlardan birincisi Mehdî inancının Sümerlerde doğduğu, Bâbillilerde ve Mısırlılarda geliştiği ve bu iki kanaldan dünyaya yayıldığı düşüncesidir ki ilk örnekleri Kral I. Sargon’da (m.ö. 2350 yılları) ve Hammurabi’de (m.ö. 1728-1686) görülmektedir. İkinci görüş Mehdî inancının her dinin kendi içinde, kendi tarihî, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğup geliştiğidir. Meselâ Hinduizm’de mehdiliğin menşei Tanrı Vişnu’nun Kalki ismiyle müstakbel avatarasına ve Hint zaman tasavvuruna dayanırken İslâmiyet’te Hulefâ-yi Râşidîn dev-rinin arkasından başlayan iç savaşların tarihî, siyasî ve psikolojik tezahürleri buna sebep olmuştur.
Mehdi gelecek, insanlığın maddî ve manevî sıkıntılarını sona erdirecek, içtimaî ve dinî hayatı ideal olgunluğa ulaştıracaktır. Geleceği beklenen ideal zamanın vakti ve süresi her dinde merak konusu olmuştur. Genelde bu süreç dünya hayatının sonlarına doğru öngörülmüştür. Mevcut durumda ideal mutluluğu bulamadıklarına inanan insanlar kendi dönemlerini güz mevsiminin son zamanlarıyla karşılaştırırlar ve hayatın daha da kötüye gideceğinden endişe ederler. Ancak mev-simlerin birbirini takibi, gece ve gündüzün periyodik akışı gibi sosyal bozulmaların da kışı sayılan karanlık devri bir aydınlık baharın ve yazın yahut karanlık bir geceyi aydınlık gündüzün takip edeceği düşünülmüştür. Karanlık süreç tabii, içtimaî ve dinî hayattaki bozulmalar olarak tasvir edilir. Meselâ Eski Mısırlılara göre Nil nehri ve göller kuruyacak, içindeki banklar ve etrafındaki kuşlarla beraber kaybolacaktır. Güneş kendini insanlardan uzaklaştıracak, günde yalnız bir saat görünecek ve öğle vaktinin olduğunu kimse fark etmeyecektir. Sosyal felâketler de yoğunlaşacak, ülkeyi bedevîler ve yabancılar istilâ edecek, ülkeye karmaşa hâkim olacaktır. İşte tam bu sırada Ameni(Mehdi) gelecek ve insanları bu kaostan kurtaracaktır. Sünni İslam'da Mehdi kıyamet öncesinde gelecek ve ümmeti birleştirerek Deccal veya yalancı Mesih'e karşı savaşacak ve İsa Mesih ile dayanışma içerisinde İslam’ın kısa süreli dünya hâkimi-yetini gerçekleştirecektir. Hz. Muhammed'in soyundan gelecektir.
Sünni ekol tarikat ve cemaat mensupları arasında Mehdi yerine daha çok eşdeğer anlamlar ifade eden kelimeler kullanılmaktadır. Bunlar Kutup’tur, Hatem-ül evliyadır. Ancak kullanılan terimler bununla sınırlı değildir. Ahir zaman ile birlikte kullanılan Halife, İmam, Devrin imamı, Kâinat ima-mı, Sahib’üz-Zaman vb. deyimler de anlamsal içerik olarak Mehdi kavramı ile ilişkilendirilirler. Mehdi’nin kendisini bilmeyeceği, kendi mehdiliğinin farkında olmayacağı ve çevresindeki kişilerin bunun farkına varacakları ve kendisine zorla biat edileceği rivayetleri dolayısıyla, önde gelen pek çok siyasi ve dini önderin, bunu dile getirmeseler, hatta şiddetle reddetmiş olsalar bile beklenen mehdi olduklarına ve zamanı geldiğinde Mehdi’den beklenen fonksiyonları eda edeceklerine inanılır. Tarikat ve cemaat merkezli birçok Sünni topluluğun Mehdi inancı böyledir. Şiilik'ten farklı olarak, Mehdi beklentisi ölmüş veya kaybolmuş bir kişinin dönmesi şeklinde değil, kıyamete yakın gelecek bir kişinin Allah tarafından seçilmesi veya görevlendirilmesi şeklindedir. Dünyayı küfür kaplamadıkça Mehdi gelmez. Mehdi devri bir "altın çağ" olarak resmedilir. (İslam Ansiklopedisi, Mehdi. Mektubat-ı Rabbani 2/68) 
 Kimileri Mehdî gelmiştir, kimilerine göre daha gelmemiştir, fakat gelecektir der. İnanç böyledir. Bu konuda hadisler uydurulmuştur. Mâlik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi titiz davranan hadis âlimleri mehdî kelimesinin geçtiği riva-yetlere yer vermezken Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler eserlerinde bu tür rivayetleri nakletmişlerdir. Hz. Peygamber’e atfedilen ve râvileri güvenilmez bulunan bazı metinlerde, “dünyanın ömründen bir gün bile kalsa Allah bu günü uza-tıp mutlaka bir mehdî gönderecektir ifadeleri yer alır. “(İbn Haldun, II, 787-789) 
Kimileri de Mehdî inancının olmadığını söyler. İmanla ilgili bu kadar önemli bir konu niçin Kur’an’da yoktur der. Bu sorgulamalarından dolayı tekfir edilirler. Dünyanın son zamanlarında adı, soyu, nitelikleri ve icraatı belli bir kurtarıcının geleceğine dair açık bir nas bulunmadığı, aklın da bunun mevcudiyetine hükmetmediği düşüncesinden hareketle mehdînin zuhurunu kabul etmeyenler arasında Kâdî Abdülcebbâr, İbn Haldun, M. Reşîd Rızâ, Ah-med Emîn, Ferîd Vecdî, Abdullah es-Semmân ve Abdullah b. Zeyd gibi eski ve yeni âlimler yer almaktadır. Bunların değerlendirmesine göre mehdî hakkında rivayet edilen hadisler ya zayıf ya da uydurmadır. (Kâdî Abdülcebbâr, eZ-Muğnî, XX/2, s. 183; Ali Sâmî en-Neşşâr, II, 227; M. Bakır el-İlâhî, XIV/53-54 (14191, s. 53-54)… 
Diyanet İşleri başkanlığı bu konuda sessizdir. Sessiz kalışıyla Mehdi’yi onaylar sanki. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı camilerde Mehdi inancı hakikatmiş gibi işlenir. Vaazlarda işlenir hutbelerde işlenir. 15 Temmuz kalkışmasından sonra Diyanet işleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez konu ile ilgili bir açıklama yapmıştır. Ancak bu açıklama yeterli değildir. Zevahiri kurtarmak için yapılmış bir açıklama gibi durmaktadır: 
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ’in konu ile ilgili açıklaması şöyledir:  
"Mesih hareketleri dinimizde hep sorun olmuştur. İslâm'dan önce de bütün dinlerde kurtarıcı beklentisi olmuştur. İslâm'da da bu vardır. 14 asır geçti, İslâm Peygamberi’nin üzerinden, yüzlerce mehdi geldi hepsinin sahte olduğu ortaya çıktı. İslâm bireysel olarak sorumluluğu her insana vermiştir. İnsanın iyiliği de kötülüğü de kendisinedir. İslâm peygamberi kızına 'Babam peygamberdir diye bana güvenme' der. Hiç kimse başka bir kimsenin üzerindeki vebali alma gücüne sahip değildir. İslâm’ın bu noktada insanın sorumluluğuyla ilgili bu temel hususu ortaya koyduğunu bilmeliyiz. Mehdilik konusu Kur'an-ı Kerim'de hiçbir ayette yer almaz. En temel hadis kitaplarımızda da bu kavram yoktur. Mehdi vardır ya da yoktur gibi bir tartışma başlatmak istemem. Ama hadis rivayetleri içerisinde mehdilik rivayetleri vardır, bazıları sahih bazıları uydurma olarak kabul edilir. Tarih boyunca birçok insan mehdiliğini ilan etmiş ama bunun sahte olduğu ortaya çıkmıştır. Bundan sonra kimsenin bunu istismar etmemesi için uyanık olmamız lazım.
" Sayın Görmez devam ediyor, “FETÖ elebaşı "Mehdi" kavramını kullanmıştır. Bu zamana kadar Diyanet neredeydi diye sormak bu topraklarda yaşayan herkesin hakkıdır. Daha önce de darbeler gördük, acı hatıralarımız var. Bu darbe daha önceki darbelere benzemiyor. Kendisini dini bir cemaat olarak adlandıran bir cemaat önderliğinde gerçekleştiriliyor. Bu dini yapı bizim zekâtlarımızı toplayarak, sadakalarımızı çalarak, evlatlarımızın beynini yıkayarak bu noktaya geldi. Dini kullanarak bu noktaya geldi. Vatandaş şunu elbette sormalı; Diyanet bizi bu tehlikeye karşı-sında neden bilgilendirmedi? Biz özeleştiri yapıyoruz. Bu yapı şiddetten söz etmemişti. Savaşı yererek, kardeşlik diyerek daha çok bir yapıyı ayağa kaldırdı. Bu tabloda bütün müesseseler özeleştiri yapmalı. Yapının elebaşı Diyanet'te görev yaptı. Diyanet'in de özeleştiri yapması gerekiyor. Son 3 yılda yalnız kaldığımızı söyleyebilirim. Son 3 yıldır Diyanet itibar suikastına uğradı. Bütün bunlar bizi mazur olmaktan çıkarmaz. Nifak hareketleriyle mücadele etmek zordur.” 
Açık yüreklilikle yapılan bu açıklamalar bizleri halkımızı elbette mutlu etmiştir. Ancak bu açıklama yeterli değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı ne zaman ilmihal kitaplarından ve hadis kitaplarından, tefsirlerden mehdi ve benzeri sapık inançların çıkarılması için irade beyan eder ve çalışma başlatır, işte o zaman söylenenlere itibar ederiz. Sayın Görmez ’in de samimi olduğuna inanır ve alkışlarız. 
Ne zaman ki, din hizmetleri personeli, imamlar, vaizler, müftüler tüm cami kürsülerinden ve minberlerinden İslâm’da Mehdi inancı yoktur, Hz. İsa ölmüştür tekrar yeryüzüne gelmeyecektir açıklamalarını yaparak, Kur’an dışı sapık inançları cemaatlerine anlatmaya başlarlar, işte o zaman Sayın Görmez ‘in samimiyetine inanır ve alkışlarız. Yoksa Sayın Görmez ‘in yaptığı bu açıklamalar siyasi bir demeçten öteye geçmeyecektir.  
Devam edecek…