5 Aralık 2016 Pazartesi

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (IV)




-Müslümanlar Yaratan’a değil de para atana hizmet ettikleri sürece din istismarı devam edecektir-


Kalacağım ev Alışveriş yapılacak yerler

Mehmet Ali Cengizgil kalacağım evi gösterdi. Bir oda bir mutfak, tuvaleti dışarda. Karanlık, izbe bir yer, altından yol geçiyor ve de çok soğuk, rutubet kokuyor, köşede fayansla kaplı kocaman bir taş soba var, kömürle ısınıyor, yaktıktan sonra evin ısınması yaklaşık bir saat sürüyor, orta yerde üzerindeki lekelerden, duruşundan, pislikten ne zaman serildiği belli olmayan bir halı var, karyola yok, koltukta yatılacak. Onun da ayağı kırılmış, düzgün dursun diye altına taş koymuşlar, irkildim. Nereye gelmiştim ben. Oysa Avrupa’ya gidiyorum diye ne kadar da sevinmiştim. O günkü siyah beyaz televizyonlarda gördüğüm o evleri, odaları aradı gözlerim. Bulamadı ve yorgun olarak geri döndü.

Alışverişi ALDI marketten yapacaktım, yemeğimi Elif Restoran’da yiyecektim. Duş alacaksam, banyo edeceksem kocaman bir naylon leğen var, o leğende banyo alacak ve duş yapacaktım, o ısınmayan odada yapacaktım bu işi, etrafı da ıslatmamak lazımdı, yoksa kurumazdı. Naylon leğende duş yapmak sıkıntılı olacaksa, o zaman Baerwaldstr.’de bir hamam var, 1 km kadar uzakta; istersem oraya gidebilecektim. Çamaşırlarımı da Karl-Marx-Str. ’deki çamaşırhanede yıkayacaktım.
Mehmet Ali Hoca’ya bu şartlarda burada duramayacağımı hemen geriye döneceğimi söyledim ve ısrar ettim. Bir hafta uğraştı beni ikna etmek için; acilen bir ev bulacaklardı, o dert edilecek bir mesele değildi, Bekir Taşkıran’a hemen görev verilmişti, bir aya varmaz ev bulunurdu, beni kandırmışlar…
Allah selamet versin Mehmet Ali Hoca’ya. Berlin’den kurtulmak için can atıyormuş, sıkılmış A.M.G.T Berlin Bölge yöneticilerinden. O yüzden bana can simidi gibi sarılmış. Geri dönmeme ondan müsaade etmezmiş ve bir gün Berlin’i sessizce terk etmiş. Köln’den arıyor beni, “Acil bir işim çıktı. Köln’e döndüm, en kısa zamanda görüşürüz.” Gidiş o gidiş…

Berber İbrahim

Okulun giriş kapısında sağda berber dükkânı var. Urfalı İbrahim Arslan çalıştırıyor. Girdim, selam verdim, tanıştık, hoş sohbet birisi. Orası sıcak olduğu için sonraları hep orada zaman geçirirdim, sanki evim gibi oldu orası. Sağ olsun, berber İbrahim çayını hiç eksik etmezdi, hoş sohbet birisiydi. Önceden bayan berberi imiş, ünlüymüş de, bayan saçı kesmek haram demişler ve o kocaman kuaför salonunu terk etmiş, bırakmış bayan berberliğini,  şimdi erkek berberi olarak rızkını kazanma peşinde. Allah sevgisi var ki içinde, inancında samimi ki, ahirete inanıyor ki, o işi bırakmış. Mehmet Erol Hoca’yı da orada tanıdım. Tanışma faslından sonra uzunca sohbet ettik kendisiyle. Sohbet arasında, aynı zamanda hesaba çekiyor gibiydi beni. O da hoş sohbet birisi, ancak gelişimden hiç memnun olmamıştı, sohbet sırasında kullandığı kelimelerden, kurduğu cümlelerden anlıyorsunuz bunu, iddialı konuşuyor, biraz da övünmeyi seven birisi;“ Bu okulu ben kurdum, buraya yıllarımı verdim, okulu bu hale ben getirdim, onlar görecekler, ben büyük oynarım, yakında yaptıklarına pişman olacaklar.” Görevinden alınmış birisi olarak tavırlı olması normaldi, ama tavrını bana değil de bölge sorumlularına koymalıydı.
Sonradan bazı öğrencilerden duyduğuma göre, öğrencileri aleyhime kışkırtıyormuş, onlara dersleri boykot etmelerini söylermiş. Öğrenci sayısı zamanla azaldı, gelenler de sınıfta beni provoke etmeye çalışıyorlardı. Disiplini sağlamak için sert davrandığım zamanlar oldu, ama ilk gün yaptığım gibi değil. Bazı veliler de tehdit ediyorlardı “Hoca her kuşun eti yenmez ha dikkatli ol!” Allah’ım nereye gelmiştim ben, etrafta tanıdığım kimse yok, tek başımayım, evde dursam durulmaz, dışarıya gitsem nereye gideceğim, velhasıl zor zamanlar başlamıştı…

***
Mehmet Erol Hoca, dediğini yaptı ve DİTİB ile anlaşarak Wienerstr.’ de Merkez Camii’nde benzer bir okul açtı. Tekâmül kursu. 300.000 Türkiyelinin yaşadığı Berlin’de iki okul azdı bile. Bu kurs İslâmi İlimler Okulu’num öğrenci sayısını etkilemedi. Ancak ayrıştırdı. Cemaatler arasında zaten husumet vardı, bu husumet biraz daha derinleşti. Aradan yaklaşık 25 sene geçtikten sonra Mehmet vErol Hoca ile birbirimize yakınlaştık. Birbirimizi ziyaret eder hale geldik.  
***
Şarkı- Türkü

Gündüzleri okul, akşamları teravih öncesi vaaz derken alışıyordum Berlin’e. Ancak, eve girince hafakanlar basıyordu, neredeyse patlayacağım. Karstadt Mağazasından bir teyp aldım. Arif Sağ ve Musa Eroğlu, Âşık Mahsuni ve İzzet Altınmeşe’nin, Zeki Müren’in Bülent Ersoy’un, Belkıs Akkale’nin kasetlerini yanımda getirmiştim zaten, onları dinliyorum. Eve ziyaret için gelenlerin kasetler dikkatlerini çekiyordu. Müzik dinlemek haram değil mi hoca? Hocam değil, hoca…  Yüzüme daha fazla şeyler söylemiyorlardı ama dışarda ‘Bu hoca alevi midir nedir?’ diye konuşurlarmış. Bu dedikoduları duymamam gerekiyordu ve duymuyordum. Muhlis Akarsu’nun Gurbeti ben mi yarattım türküsünü Arif Sağ’ın sesinden dinlemeye devam, bir paket selpak mendil de yanımda hazır olurdu:
“Yokluk Beni Mecbur Etti/Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Gençliğimi Aldı Gitti/ Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Ne Mektup Ne Haber Aldım/ Yurdumdan Yuvamdan Oldum/ Her Şeyime Hasret Kaldım/
Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Akşam Olur Gölge Basar/Umuduma Yeller Eser/ Yokluk İmkânımı Keser
Gurbeti Ben Mi Yarattım/ Akarsu Sılayı Anma/ Bu Ayrılık Geçti Sanma/ Çaresizdim Geldim Amma
Gurbeti Ben Mi Yarattım.”

Sakal

Sakalsız olmam cemaati rahatsız ediyordu. “Hem hoca olacaksın hem de sakalın olmayacak.” Kabul edilir gibi değil, böyle hoca mı olurmuş, dedikodular almış başını gidiyor. Bazılarının bakışları değişik, düşmanca, yanıma gelince sakalını hilalliyeler de var... Onlara göre gelir gelmez sakalımı bırakmalıydım. Bilhassa Cuma günleri kürsüde ben konuşuyorsam arkamda namaz kılmamak için camiyi terk edenler oluyormuş. Sakalsız hocanın arkasında namaz kılınmazmış, gerekçe bu. Beni seven dostlarım da bu arada oluştu, olan biteni bana haber ediyorlardı, tedbirli olmam lazımdı. Oysa ben üniversitede sakallıydım. Memuriyet dönemimde sakalımı kestim, sakal üzerinde bu kadar ısrarcı olunmasaydı zaten bırakacaktım. Benimki biraz da inatlaşma...
Bir gün ‘Mustafa Efe Mevlana Camii’nde sohbet edecek.’ dediler. O kocaman hoca dedikleri, meşhur hocalardan, Feteva-yi Hindiye’nin mütercimi. Dinlemeye gittim.  
Konu sakal, cübbe ve şalvar. “Sakalı bırakmak sünnet, kesmek haram” hüküm bu. Sohbetten sonra sakal bırakmak için cemaat sıraya girdi. Hocanın eli öpülüyor, o da yüzünüzü sıvazlıyor sonra da sakal duası yapılıyor,…
Cemaatten biri hocaya benim ismimi arkadan bağırdı. “Hocam burada bir hoca var sakalsız.” Efe hoca ayağa kalkmamı istedi, kalktım. Başladı bana sakalın önemini anlatmaya, sonuna kadar dinledim. O günden itibaren sakalımı bırakacaktım, sakalsız hoca olmazdı, Milli Görüş Teşkilatlarında hiç olmazdı, ısrarcı oldu, söz vermemi istedi. ‘Tamam hocam anladım’ dedim ve konuşmak için müsaade istedim: “Eğer siz bu cemaate sakal bırakmanın, şalvar ve cübbe giymenin, sarık takmanın faziletinden bahsetme yerine, İslâm ahlakından, görgü kurallarından, saygıdan, sevgiden, düzgün ve ahlaklı bir Müslümanın özelliklerinden anlatsaydınız daha faydalı bir iş yapmış olurdunuz, ben sakal bırakmayacağım ve bırakanlara da gücüm yettiğince mani olacağım.” dedim. Ve ilave ettim, “Erbakan hoca ağır sanayi diyor, milli kalkınma diyor, Avrupa Ortak Pazarı’na hayır, bağımsız büyük Türkiye diyor sizler burada “kıl” ile uğraşıyorsunuz, bir Milli Görüşçü için bu tezat değil midir” dedim. Cemaat homurdandı, sesini yükseltenler oldu. Ve ben camiden ayrıldım. Bu konuşmamı destekleyenler sonraları gördükleri yerde beni tebrik ediyorlardı. Mahalle baskısı olmasa bizler de sakal bırakmayacağız falan diyenler de vardı…  

An Der Urania

Hicri yılbaşı kutlaması var. Yeni gelen hoca olarak, benim konuşmamın münasip olacağını söyledi A.M.G.T Berlin bölge başkanı Haldun (Aykut) Algan. Kabul ettim. Sıkı bir şekilde çalıştım ve hazırlandım. Takım elbisemi giydim, kravatımı taktım, sinekkaydı tıraşımla çıktım sahneye. An der Urania salonlarında yapılıyor program. Hicret’i anlatıyorum. Hicret’ten bizler nasıl bir ders çıkarmalıyız? Sorusunun cevabını veriyorum. Peygamberimiz ’in yaptığı devrimi anlatıyorum.  Peygamberimiz’le beraber yeni bir çağın kapılarının aralandığını anlatıyorum. Gençler tekbirlerle benim konuşmamı zaman zaman kesiyorlar. Heyecan doruğa çıkmış durumda. Ancak ön sırada oturanların protesto sesleri de yükselmeye başladı bu arada, o coşkuya eşlik edecekleri yerde bana hakaret ediyorlardı; “Kim çıkardı bu artisti buraya, indirin aşağıya!”
Konuşmamı kesmedim, tamamladım ama içim içime sığmıyordu, programdan sonra doğru eve gittim. Arkamdan gelen birkaç genç beni teselli etmeye çalıştılar. Bahattin Savaş ve Ömer Faruk Demirel bu gençlerdendi. Üniversite öğrencileriydi bunlar. Bu gençler sonraları benimle bilhassa ilgilendiler, parklarda yürüyüşler yapıyorduk onlarla, o zamanlar meşhur olan Emel Sayın’ın okuduğu “Yağdır Mevla’m Su” şarkısını söylüyorduk 17. Temmuz Parkı’nda, ormanların içinde. Çatlayan dudaklara/ Sararan yapraklara/ Kuruyan topraklara/ Yağdır Mevlâm su/ Alev saracak kadar/ Yandım yanacak kadar/ Suya kanacak kadar/ Yağdır Mevlâm su/ Toz duman savrulurken/ Gül çimen kavrulurken/ Cân tenden ayrılırken/ Yağdır Mevlâm su.

Gençlerin içinde aklını kiraya vermeyen, cahil-cühela takımından rahatsız, arayış içinde olanlar da vardı. Onlar beni anlıyorlardı. Daha sonraları bu gençlerle aramı açacaktı Haldun Algan.
Üniversitede bir dernek varmış, ASES öğrenci derneği. Milli Görüşçü gençler bu derneği ele geçirmişler. Ancak o gençler at gözlüğüyle hareket ediyorlarmış, daha tutarlı, ayağı yere basan faaliyetler yapmak isteyenler derneğin içinde barınamıyormuş. Bundan dolayı yukarda isimlerini saydığım gençler orada başka bir dernek kurmak için teşkilattan müsaade istiyorlar. Bölge başkanı Haldun Algan da bu gençlere yol vermiyor. Konuyu İcra Kurulu’na getirdiler. Ben Bölge Teşkilatlanma başkanıyım. Haldun gençlere olan muhabbetimi bildiği için, toplantıdan önce bana “bu derneğin kurulmasına müsaade etmeyeceğiz, sen de orada tavrını koyacaksın” diye aba altından sopa gösterdi. Haldun’un kararını kerhen kabul ettim. O kurulda bu konuda gençlerin güvendiği tek kişi bendim.  Yaptığım yanlıştı. Ve gençler haklı olarak o günden sonra benimle olan irtibatlarını kestiler. Haldun’un da böylece başı göğe değmiş oldu.

Çevrem genişliyor

Zaman geçtikçe ben insanları tanıyorum insanlar da beni. Tanıdıkça, tanıştıkça taraftar kitlem çoğaldı. Anlattığım konular gündem belirlemeye başladı. Bilhassa gençlerle olan ilişkilerim gelişiyordu.
İftarlar sofralarına davet ediliyorum, dar çerçevede yapılan sohbetler verimli oluyordu. Milli Görüş Teşkilatları Berlin Bölgesi’nin satın aldığı binanın, birinci katta kalıyorum, üst katta Recai Şentürk oda arkadaşı Şerafettin Lekesiz ile birlikte kalıyor. Recai makine mühendisliğini bitirmiş Türkiye’de, Berlin’e doktora yapmaya gelmiş. Akşamları ben onları iftara davetli olduğum yerlere götürüyorum, sahurları da beraber yiyoruz. Benim oda soğuk olduğu için Recai’nin evinde toplanıyoruz sahurlarda. Bekâr sofrasında ne olursa onları yiyoruz, sohbet sabaha kadar sürüyor.
Bir gün Recai kendi üslubuyla oda arkadaşının problemini açtı bana. Annesinin dolduruşuna gelerek hanımına “üçten dokuza şart olsun boş ol, boş ol, boş ol” demiş ve hanımını boşamış. Çünkü, dinimize göre, “Üçten dokuza şart olsun” demek, kadını üç talâk ile birden boşamak demekmiş. Yâni kadını kocaya bağlayan üç katlı bağın üçünü de bir anda koparıp atmakmış. Şerafettin de bu bağları birden koparıp attığı için hanımıyla tekrar birlikte olamıyormuş,  çocukları da varmış. Nail Dural, Yakup Taşçı ve Berlin’e gelip giden ne kadar Milli Görüş Teşkilatlarına mensup hoca varsa hepsine başvurmuşlar, “ne olacak bu durum, çaresi yok mudur” demişler. Aldıkları cevap hep aynı, “maalesef çare yoktur. Bir tek çare vardır o da “Hülle”dir.” derlermiş. Hanımı başkası ile evlenecekmiş, o eşinden de boşanırsa o zaman kendisiyle evlenebilecekmiş.

Genç, dinini burada öğrenmiş, inancı sağlam birisi, inancına muhalefet etmek istemiyormuş, ancak söylenenler, verilen fetvalar kafasına da yatmıyormuş. Bir çare vardır belki diye bekler dururmuş. O beklenen gün gelmiş ki ben oradayım. Delikanlıya: Kişilerin hanımlarını boşama haklarının olduğunu, ancak yetkilerinin olmadığını, boşama işleminin mutlaka hâkim tarafından yapılacağını, bunun için iki de şahidin olması gerektiğini anlattım. Bakara suresindeki ayetleri (2 Bakara /227-241), Talak Suresi’ndeki ayetleri (65 Talak /1-5), Nisa suresindeki ayetleri(4 Nisa /35) okudum ve kendisine okuttum. Ben anlattıkça heyecanlanıyordu delikanlı. Ama bir taraftan da bana güvenemiyor gibiydi. Genç, sakalı bile olmayan bu hocanın dediğine mi inanacağım, yoksa koca koca hocaların dediğine mi inanacağım hesaplaşmasını yaptığı belli oluyordu. Mahalle baskısından da korkuyor olabilirdi. Çok sevdiği hanımına ve çocuklarına kavuşmasına da ramak kalmıştı. Bir hafta iç dünyasıyla hesaplaştı. Sahurda başka konu konuşulmuyordu. Delikanlı bu arada hanımıyla da konuşuyordu galiba.
Bir hafta boyunca gerekli değerlendirmeleri yapmış ve ikna olmuş olacak ki; yine sahur sofrasında hocam bizim nikâhı kıyar mısın? dedi. Ramazanın bereketi işte bu dedim. Ramazan ayında inmeye başlayan Kur’an o gün Şerafettin için yeniden nazil oldu. Ben nikâha gerek yok desem de ısrarcı oldu. Kıydım nikâhlarını. Ancak, nikâhtan sonra Recai kapı dışarı edildi. Şerafettin hemen ev bulamadığı için Recai evi ona verdi ve kendisi evsiz kaldı. Recai alınmadı bu duruma, hatta sevindi, çocukların babasına ve babanın hanımına ve çocuklarına kavuşturmasına vesile olmuştu, bundan daha büyük mutluluk mu olurdu. Arkadaşının içinde bulunduğu durum zaten onu kahrediyordu.

O günden sonra, Şerafettin’inin kayınpederi yolda görse bana yol verir ceketini düğmelerdi ve ben onun o halinden utanırdım.

Bu durum Nail Dural ve Yakup Taşçı’yı oldukça rahatsız etti. Rahatsızlıklarını Haldun’a(Aykut’a) bildirmişler o da bana iletti. Tabii ki emir olarak iletti. ‘ Teşkilatın hocalarının verdiği kararı sen nasıl bozarsın…?’
Bir gün Nail Dural çağırdı ve “hangi gerekçeyle sen onlara nikâh kıydın?” dedi. Aynı ayetleri ona da anlattım. ‘Allah’ın ayetleri ortada dururken siz nasıl bu insanları boşanmış kabul ettiniz, yazık değil mi o insanlara, çocuklara, vicdanınız hiç mi sızlamadı?’ dedim.
Nail Dural olanca hiddetiyle, benim ayetleri anlayamayacağımı, müçtehit olmadığımı ve benim Müçtehitlerin, âlimlerin verdiği kararı bozamayacağımı söyledi. Tekrarı halinde başıma geleceklerden o sorumlu olmayacaktı… Ben suyumun ısınmaya başladığını anlamıştım bu konuşmadan sonra.
Yakup Taşçı da Mevlana Camii kürsüsünden ilan etmiş aynı olayı; ‘Hüdaverdi Hoca, insanlara zina yaptırıyor.’ demiş. Günlerden bir gün Mevlana Camii’nde yere oturmuş sohbet ediyorduk cemaatten birkaç kişiyle, birden bire üzerime birisi saldırdı, “Sen misin ulan o hoca?’ Araya girdiler, ayırdılar yumruklar havada kaldı… Öğrendim ki o kişi Mehmet Lekesiz’miş, Şerafettin’in amcası. Benzer bir olayla Hof’ta karşılaştım.

***
Hof’tayım

1993 yılında Nürnberg’in Hof şehrine bölge sorumlusu olarak teşkilat çalışması için gitmiştim. Çalışma bittikten sonra yanıma cemaatten birisi yaklaştı ve beni evinde misafir etmek istediğini söyledi. Cami derneği başkanı müsaade etmedi. Ancak o şahıs ısrar etti. “Başkanım durumumuzu biliyorsun, hocam ile konuşmam gereken özel meselelerim var” dedi. Başkan müsaade verdikten sonra eve gittik.
Çay kahve faslından sonra ev sahibi suç işlemiş gibi, mahcup bir şekilde elini dizlerinin üzerine koydu, başını önüne eğdi ve “Hocam bizim başımızda büyük bir bela var, her gelen hocaya soruyorum bana bir çıkış yolu göstermiyorlar. Ne yapacağımızı şaşırdık. Sizin görüşlerinizin farklı olduğunu duyuyoruz. Ayrıca Genel Merkez’den bir tanıdık, bu konuyu sizin çözebileceğinizi söyledi bana. Bugün sizi evime misafir edişimin asıl sebebi budur.”  dedi.

Anlattı olan biteni, bir taraftan anlatıyor, bir taraftan da ağlıyordu: “Müslüman çocuktur, cami cemaatindendir, evlendikten sonra meslek yapar,  bir iş tutar, geçinip giderler dedim ve kızımı verdim delikanlıya. Rahat konuşsunlar birbirlerini iyi tanısınlar diye hemen imam nikâhı da yaptık. Bir sene sonra düğün yapacaktık. Ancak bu arada, kızım evlenmekten vazgeçti, zaten gönülsüz vermiştim. Kızımın bu kararını içine sindiremeyen damat, intikam almak için kızımı bir türlü boşamıyor. “Senin nikâhın bende, asla boşamam seni diyor.” Aradan üç sene geçti. Boşanamadığı için de kızımı başkalarıyla evlendiremiyorum. Bize böyle öğretti hocalar.
Damat başka bir kızla evlendi. Çocukları bile var. Benim kızım kaldı ortada. Ne yapacağımı şaşırdım kaldım.” bana bir yol göster hocam…

Üçüncü örnek yine Berlin’den

Berlin’de doğmuş büyümüş bir çift. Evlilikleri 4 ay sürmüş. Aileler işin içine girmiş. Ayrılmışlar. Kayınvalide ve kayın baba aynı apartmanda oturuyorlar. Kız tarafı nikâh sırasında mahalle hocasının (DİTİB) tespit ettiği hediyelerini ve Mehirlerini istiyor. Dini nikâhlarını kıyan din görevlisi tespit edilen mihri kayıt altına almamış. Kız tarafı din görevlisinden o günkü konuşulanları kâğıda dökmesini istiyor, hoca yaklaşmıyor. ‘Peki mahkemede tanıklık yapar mısın?’ diyor, hoca ona da yaklaşmıyor. Kız tarafı Din Hizmetleri Ataşesi ’ne başvuruyor, o da ‘yapacağımız bir şey yok, hocayı da anlamak lazım, böyle bir durumda o mahallede daha sonra sıkıntı çeker’ diyor.
Tabiatıyla, erkek tarafı da kızın Mehirlerini ve hediyelerini vermek istemiyor. Sonunda, hem kız tarafı hem de erkek tarafı birbirlerine meydan okuyorlar. Her iki taraf da cami cemaati. Beş vakit namaz kılıyorlar.

Sadece Milli Görüş teşkilatlarında değil, diğer cemaatlerde da aynı uygulama vardır. Bu uygulamayı yapanlar Bel’amlardır. Müslümanın şerefiyle oynamak hiç bir kimsenin ve din görevlisinin haddi değildir. Din böyle bir şeye cevaz vermez.

Karaktersiz bir karakter

Kur’an’da “Bel’am” karakteri önemli bir karakterdir. Rivayetlere göre Bel’am b.Baura isimli kişi Hz.Musa zamanında yaşamış, Hz. Musa’ya iman etmiş ama daha sonraları tercihini Firavun‘un iktidarından yana koymuş, Hz. Musa’ya cephe almış ve Firavun ’un sisteminin ayakta kalması için Firavun’a dinsel anlamda dayanak olmuştur. (Araf 175-176)
-Bel’am, Allah’ın vahyi ile tanışmış, iman etmiş ama daha sonraları şeytanın ayak oyunlarına kapılmış, dünyalık çıkarı için dinini satmış, peygamberini satmış, inananları satmış bir kimsedir. Bel’am din bezirgânıdır, din pazarlamacısıdır. Karaktersiz bir şahsiyettir.
-Bel’am, bilgisi sayesinde tuğyan etmiş, ilmini paraya çevirme peşine düşmüş, az bir para karşılığı dinini tahrif etmiş bir şahsiyettir.
-Bel’am, heva ve hevesinin peşinden gitmiş, nefsinin arzularını ilah edinmiş, ilmini önceleri Allah için kullanırken sistemin çarkına dâhil olduktan sonra ilmini egemen güçlerin/ zorbaların/ müstekbirlerin hizmetine sunmuş bir şahsiyettir.
-Bel’am, cahiliye sisteminin önemli bir faktörü haline gelirken, egemen güce bağlılığını her fırsatta yineleyen, açıklayan ve sisteme karşı çıkanları dindışı ilan eden yani kraldan fazla kralcı bir şahsiyet haline gelmiştir.
-Bel’am önceleri Allah’a kul/ köle olurken, sonraki hayatında Firavun ’un, iktidar gücün kulu/kölesi olmuş bir şahsiyettir.
-Bel’am, Allah’ın ayetlerini hatırlatan kimselere karşı, köpeğin uluması, ürmesi gibi ulur ve canla başla inancın hayata hâkim olmasına engel olmaya çalışan bir karakterdir. Allah Bel’amların şerrinden bizleri muhafaza buyursun.

Çözüm

Birinci örnekte, evlilik gerçekleşmiş. Resmi daire,  onların evliliğini kayıt altına almış. Ancak erkek bir anlık öfkeyle karısını ‘boş ol, boş ol, boş ol’ diyerek geleneksel din anlayışına göre boşamış. Evlenirken iki şahit bulmak şart iken, boşanırken şahide bile ihtiyaç duyulmamış. Sonradan pişman olmuş erkek ama bu sefer hocalar araya girmiş. ‘Hanımınla tekrar bir araya gelmek istiyorsan, hanımının önce başka bir erkekle evlenmesi gerekir, o kocası da boşarsa o zaman onunla evlenebilirsin. Yoksa evlenemezsin.’ demişler.

Erkeğin hanımını boşama yetkisi olmaz. Boşanmak için mahkemeye başvurma hakkı vardır. Aynı hakka kadın da sahiptir. Bu durumda boşanma gerçekleşmez. Çünkü boşamayı kanun adamı yapar. Önce tarafların şahitlerini dinler, sonra kararını verir,  boşar veya boşamaz. Dinin emri böyledir. Erkek ‘Boşol, boşol, boşol’ demekle hanımını zinhar boşayamaz. Allah erkeğe böyle bir yetki vermemiştir. Allah zalim değildir, zalimleri de asla sevmez. En ilkel toplumlarda bile böylesine lakayt bir boşama olmamıştır. Son dinin mükemmel bir din olduğunu söyler Allah. Mükemmel bir dinin boşanma ile ilgili hükmü erkeğin insafına bırakılmamıştır. Taraf olan kişi hâkim olamaz. Erkeğin hangi olağan üstü özelliğinden dolayı böyle bir yetki verilsin ki kendisine? Cevabı olmayan bir sorudur bu.
İkinci  örnekte, evlilik gerçekleşmemiş. Çünkü resmi olmayan imam nikâhı hem İslâm Dini’ne hem de mevcut hukuka göre geçersiz bir nikâhtır. İslâm’a göre herhangi bir devlet kurumunun yapılan nikâhı/ evliliği kayıt altına alması gerekir. Kayıt altına alınmayan bir evlilik dinen ve hukuken geçersizdir. Bundan dolayı, erkeğin “Ben seni boşamıyorum.” demesinin dinen geçerliliği yoktur. Dolayısıyla kızın başka bir erkekle evlenmesine mani bir sebep yoktur” dedim. Konuyla ilgili ayetleri hep birlikte gözden geçirdik. Adam, hanımı ve kızı sevincinden ne yapacaklarını şaşırdılar, ağlıyorlardı sevinçlerinden. Elleri ayaklarına dolaştı. Uzun uzun, teşekkür ettiler bana. O aileyle, uzun süre irtibatımız devam etti.
Genel Merkez’e haber benden önce ulaşmış. Sefer Ahmetoğlu hemen fetva heyetini topladı. Birkaç hafta bu konuyu tartıştık. Maalesef sonuç alamadık.

Yukardaki iki örnekte, taraflar benim açıklamalarımdan mutmain oldular. Birisi evlendi, öbürü de hanımına ve çocuklarına kavuştu.

Üçüncü örnekte ise, işin içine aileler girmiş, yeni kurulan ailenin fertleri kendi kararlarını kendileri veremiyorlar. Söz sahibi değiller. Aileler taraf olmuşlar. Çocukların geleceği ile ilgili kararları aileler veriyor olmuş.

Erkek tarafı Mehir’i (Nisa 4) mutlaka verilmesi gereken bir hak değil de, usulen belirlenen bir bedel olarak görüyor. Laf olsun torba dolsun hesabı. Kur’an’ın şahitliğini ister gibi görünseler de, uygulamaya gelince Kur’an hemen rafa kaldırılıveriyor. Tarafların insafına kalmış bir mesele oluyor.
Nikâhı kıyan din görevlisi de zaten belirli bir süreliğine gelmiş, biraz Euro kazanıp geriye gidecek, mahallede rahatının bozulmasını istemediği için, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olmuyor. Hakikati gizlemeyi kendi çıkarına daha uygun buluyor.

Ben ve erkek tarafını tanıyan bir arkadaşım, kız tarafının elçisi olarak erkek tarafına gittik. Nikâh kıyan hoca ve damadın bir arkadaşı da vardı konuşmada. Damadın babasıyla camide konuştuk. Oğul yoktu orada, baba olmasını da istemedi zaten. Olumlu bir sonuç alamadık. Damadın babası neredeyse bizi kovacaktı camiden.

Bu örnekte, bilhassa kız tarafı mahkemeye gidip haklarını aramalıdırlar. Dini işin içine sokmamak gerekiyor. Madde, çıkar bir yerde işin içine giriyorsa, orada din mutlaka istismar ediliyor. Bu istismarı, Müslüman da yapıyor, Müslümanların önüne geçip de onlara namaz kıldıranlar, din adına onlara nasihatte bulunan din görevlileri de yapıyor. Müslümanlar Yaratan’a değil de para atana hizmet ettikleri sürece bu durum devam edecektir. Kur’an böyle din adamlarına “Kitap yüklü merkep” (Cuma 5) diyor, "Allah'ın ayetlerini az bir menfaat karşılığında satanlar…"(Maide 44) diyor. Bir anlamda “Bel’am” lardır bunlar.

Devam edecek

1 Aralık 2016 Perşembe

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (III)




- Mevlana Camii kürsüsündeyim, Yakup Taşçı, yeni ismimle takdim etti beni-


Innsbruck

Bir ay sonra görev yerim olan Innsbruck’tayım. Çok şirin bir şehir. Yemyeşil, parkları oldukça düzenli. Milli Görüş mensuplarının açtıkları bir cami var, bir de Ülkücülerin. Aralarında fazla mesafe yok. 1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kellesini alan kuşatmayla Viyana’ya muzaffer olarak girilememiş, ama 1961 de Merzifonlu’nun torunları Avusturya’ya işçi olarak girmişler ve Avusturya’nın her tarafında teşkilatlanmışlar. Sekiz milyon nüfuslu bir ülkeye 80 milyon nüfusu olan bir ülkeden işçi olarak gelmek, gurur kırıcı bir geliş. O anlı şanlı Osmanlı’nın torunlarına yakışmayan bir geliş bu. Bu işçilerin, ihtiyaçları da detaylı olarak düşünülmemiş, buradan gitsinler de ne yaparlarsa yapsınlar mantığıyla gönderilmişler sanki. Mesela, o insanların dini ihtiyaçları nasıl karşılanacak, kimler karşılayacak düşünülmemiş.
Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan bu eksikliği görmüş, çok geç olmadan tedbir almak gerek demiş ve vurmuş kazmayı Avrupa’nın böğrüne. Allah rahmet eylesin. Bugün Avrupa’nın her bir şehrinde yükselen minarelerin temeli o günlerde atılmış. Erbakan Hoca’nın o gün Avrupa kulübü diye adlandırmış olduğu bugünün Avrupa Birliği Ülkeleri, nihayet bugün ağızlarındaki baklayı çıkardılar ve ‘Sizi Avrupa Birliği’ne almayacağız!’ dediler, müzakereleri dondurdular. (24.11.2016). Bu kararın alınmasına vesile olan çalışma, Erbakan’ın o gün temellerini attığı Milli Görüş düşüncesi olabilir. Avrupalılar anladılar ki; bu Türkler asimile olmayacaklar. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen hâlâ minareler dikmekle meşguller. Öyleyse biz bunların üyeliğini donduralım dediler…

Ancak Milli Görüş mensubu olduklarını söyleyen insanlar, Hoca’nın önünde arkasında dolaşanlar ne kadar Erbakan Hoca’yı anladılar o tartışılır. Bilip bilmeden yüksek perdeden konuşan Hasan Damar gibi insanların elinde Milli Görüş çok yara aldı. Beli kırıldı, omurgasızlaştı.

Innsburck’ta tartışma konularımızın arasına bir de imam nikâhı eklendi. Hararetli tartışmalar yapıldı bu konuda. Milli Görüşün Lideri Erbakan Hoca o günkü adıyla Avrupa Ortak Pazarı’ndan bahsediyor, Avrupa Hristiyan kulübünden bahsediyor, dünya İslâm Birliği’nden bahsediyor, İslâm Dinarından bahsediyor, Ağır Sanayiden bahsediyor vb. Arkasından gidenler, biz de Milli Görüşçüyüz diyenler; helal etten bahsediyor, hilale göre oruç tutmaktan bahsediyor, 4 evlilikten bahsediyor, sakal bırakmaktan, sarıktan-şalvardan bahsediyor… Bu bünye o sıkleti çekmezdi ve çekemedi.  

Innsbruck’ta, İmam nikâhı diye bir nikâhın olmadığını ve dini nikâh adı altında kıyılan nikâhların geçersiz olduğunu, tarafların zina işlediklerini anlatmaya çalıştım. Anlayanlar oldu elbet ama anlamak istemeyenler veya anlayamayanlar daha çoktu. O mavi gözlü, sıfır beden sarışın Avrupalı kızların içinde yaşayacaksın ve bir kadınla yetineceksin, nefislere zor gelen bir mesele bu. İmam nikâhıyla işi meşrulaştırmak varken, imam nikâhını İslâm dışı ilan etmek, oldukça riskli bir mesele ve ben bu riski aldım, yüksek sesle haykırmaya başladım, kürsüye taşıdım, sohbetlerimde işledim. Taraftar olanlar da vardı, karşı çakanlar da, İsmail Atasorgun, İskender, Celil ve birçok Milli Görüşçü arkadaştan destek aldım. İnatçı çalışmalarım netice vermeye başladı zamanla,  özel sohbetlerime katılan arkadaşların sayısı gittikçe fazlalaştı. Onlarla birlikte parklara gider, satranç oynar sohbet ederdik.  Innsbruck’un parkları çok güzeldir. Satranç, figürlerin arasında yürüyerek oynanır.  Alırsınız o kocaman atı, fili, veziri… elinize, yerine koyuncaya kadar yürürsünüz, sonra da oradan bakarsınız rakibinize, hangi hamleyi yapacak diye…

Tuna Nehri’nin kenarında yürümenin ayrı bir zevki vardır. Oksijeni içinize dolu dolu çekersiniz, nazlı bir gelin gibi dans ederek şırıl şırıl akıp giden Tuna Nehri’nin, yürüyüşünüze eşlik etmesi başka bir mutluluk verir insana. Osman Paşa’yı da bu vesileyle hatırlarsınız. Plevne gözünüzün önüne gelir. Kendilerinden kat kat fazla olan Rus askerlerinin üzerine yürüyen Osman Paşa’yı ve O’nun şanlı askerlerini hatırlarsınız, yürüyüşünüz bile değişir birdenbire. Tarihte yolculuk yaparsınız, Mehmet Ali Bey’in yeniden bestelediği o anonim melodiyi mırıldanırken:
“Tuna nehri akmam diyor/Etrafımı yıkmam diyor/Şanı büyük Osman Paşa/Plevne'den çıkmam diyor/Düşman Tuna'yı atladı/Karakolları yokladı/Osman Paşa'nın kolundan/Beş bin top birden patladı/Kara kazan coştu derler/Dalga boydan aştı derler/Osman Paşa'nın askeri/Gece burdan geçti derler/Kılıncımı vurdum taşa/Taş yarıldı baştan başa/Şanı büyük Osman Paşa/Askerinle binler yaşa…”
Bütün bu güzelliklere rağmen, içim içime sığmıyordu. Çoktan özlemiştim eşimi ve çocuklarımı, öğrencilerimi, öğretmen arkadaşlarımı. Hatta geriye gitmeyi bile düşünmeye başladım o güzelim doğa harikası Innsbruck’tan.

Ata baba dini

Anadolu’dan geldiği gibi saf, tertemiz olan cemaati, din adına hurafelerle beslemiş meslektaşlarım. Bugünkü Müslümanlar da hâlâ aynı kaynaktan besleniyorlar. Bildiklerine, öğrendiklerine kesin doğru olarak inanıyorlar. Köyünden değneğini atmış Avusturya’ya gelmiş olan bu insanlar samimi insanlar. Din nedir, diyanet nedir bilmezlerken Avusturya’da dinleriyle tanışmışlar. Anlatılanları da almışlar kabul etmişler. Üstelik bu bilgileri kocaman kocaman hocalar vermiş, sakalları ve sarıkları olan o kocaman hocalar. Nefse hoş gelen bu kadar nimetin içinde dinini yaşamak için karar veren o insanlar anlatılanlara dört elle sarılmışlar. Kolay olmayan bir işi başarmışlar, din nedir, kültür nedir bilmezlerken teşkilatlar kurmuşlar. Yanlışlar onların yanlışı değil, değil ama o yanlışı düzeltmek oldukça zor.

Asım bey önümü açtı. Kısa sürede bütün Avusturya beni tanıdı ve beni konuşmaya başladı. Konferanslara davet edilmeye başladım. Uzak-yakın bütün davetlere icabet ediyorum. Konferanslar, vaazlar, sohbetler… Devamlı anlattım, hep anlattım. İnsanlar meraklıydılar, öğrenmek için dinliyorlardı. Söylediklerim onların da aklına yatıyordu. Ancak cevabını bulamadıkları tek bir soru vardı: “Senden önceki kocaman kocaman hocalar bunları bilmiyorlar mıydı?” Her konferanstan sonra sorulan mutlak soru...

Zurnanın zırt dediği yer işte tam da burası; “Ata baba dini.”
Buyruk şöyle, “Ama onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde bazıları: "Hayır, biz (yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız!" diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler? (Bakara 170)

Rapor

O bölgede görev yapan diğer hoca arkadaşlarla zaman zaman toplanıyorduk. Bu toplantının birinde, Dursun Ali Ayyıldız Hoca ile bir karar aldık ve uygulamaya koyduk. Bölgede olup bitenlerin bilinmesi ve en azından gündeme alınması, konuşulması için A.M.G.T. Bölge Başkanı Asım Bey’e bilgi için de A.M.G.T. Genel Merkezi’ne bir rapor yazmalıydık. Yazdık o mektubu. Asım Başkan raporu ciddiye aldı ve hemen bir toplantı düzenledi. Toplantı Viyana’daydı. Trenle gittik. Neleri nasıl savunacağımızın çalışmasını da yaptık yolda Dursun Ali ile.

Fatih Camii’nden bir tercüman alarak, önce bazı resmi işlerimizin halli için Avusturya Diyanet İşleri Başkanlığı’na uğradık. Bizim orada olduğumuzu haber alan İrşad Başkanı Mustafa Arslan, arkamızdan başkanlığa geldi. Yazdığımız raporda Bölge İrşad Başkanı’nın, yanlış yönlendirmeleri de vardı. Asım Bey’e yazdığımız mektup önce onun eline geçmiş, okumuş raporu. Kızmış, köpürmüş, hiddetlenmiş. Hışımla girdi Diyanet İşleri Başkanlığı salonuna, biz oturuyoruz. Dursun Ali Hoca ve yanımızda getirdiğimiz tercüman var yanımızda. Biz selam vermesini beklerken o birdenbire,   “Siz beni nasıl şikâyet edersiniz Genel Merkez’e?” diye elinde bıçakla üzerimize saldırdı. Savunma refleksiyle ayağa kalktık, ilk saldırıyı uzaklaştırdık. Diyanet İşleri Başkanı gürültüden rahatsız olmuş olacak ki, çıktı geldi odasından, oldukça şaşkındı. Gördüğü manzara çok kötü; bir tarafta elindeki sustalıyla sağa sola saldıran bir hoca var ve avazı çıktığı kadar bağırıyor. Diğer tarafta bıçak darbesi almamak için onun önünden kaçan iki tane daha hoca var. İkisi önden biri arkadan, salonu turluyorlar…
Abdurrahim Zai, olayın ne olduğunu anlayamadı, çünkü Mustafa Arslan Türkçe konuşuyordu. Baktık, O da bizimle beraber dönmeye başladı masanın etrafında. Sonradan anladığımıza göre Zai saldırının kendisine yapıldığın zannetmiş. Sonra da masanın altına saklanıverdi.  Biraz kovalamacadan sonra Dursun Ali Mustafa’yı tesirsiz hale getirdi. Dursun Ali ile baş edemeyeceğini anlayan Mustafa, yere boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Bu arada araya tercüman girdi ve Zai’yi masanın altından çıkardı, olayın iç yüzünü anlattı ona, ama olan olmuştu bir kere. Ve biz kendi teklifimiz olan o toplantıya katılmadan döndük Innsbruck’a.

Berlin

Günler günleri kovaladı günler de ayları derken, bir gün kendimi Berlin’de buldum. Yakup Taşçı aldı Tegel Havaalanı’ndan beni. Hoş beşten sonra, bindik arabasına, yolda ismimin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. ‘Adet böyledir’ dedi. Hocaların devamlı takip edildiğinden bahsetti. Adımı Hüdaverdi olarak değiştirdi ve soy ismimi bulmayı da bana bıraktı. ‘Nebioğlu olsun’ dedim ve böylece oldum Hüdaverdi Nebioğlu. Uzun süre bu isme alışamadım.
O gün Yakup Taşçı’nın evinde misafir oldum. Akşam, kürsü ve mihrap benimdi, Yakup Taşçı öyle söyledi. “Adettir yeni gelen hocanın kürsüye çıkması” dedi.  Bunun için akşama kadar iyice dinlenmeliydim. ‘Oldubittiler burada da var demek ki.’ dedim ve teklifi kabul ettim.

Ramazan’ın ilk haftası. Mevlana Camii kürsüsündeyim. Yakup Taşçı yeni ismimle takdim etti beni. Biraz da övdü: Gençtim, üniversite mezunuydum, yeni bilgilerle donatılmıştım, dava adamıydım filan, hoşuma da gitti bu övgü… Kürsüye bir çıktım ki, papatya tarlası gibi aşağısı, aman Allah’ım aşağı-yukarı herkes sarıklı, sakallı, cübbeli olanlar bile var. Bizim gördüğümüz ve bildiğimiz, sakalı genelde hocalar bırakır, sarığı da hocalar takar veya yaşlılar bırakır. ‘Bu insanlara ben ne anlatacağım.’ dedim kendi kendime…
Türkiye’den ve Avusturya’dan, oradaki Müslümanların içinde bulunduğu durumdan bahsedeyim diye düşündüm ve düşüncemi uyulamaya koydum: Milli Görüş’ün önemli bir boşluğu doldurduğundan bahisle, ‘Bu konuda en büyük pay sizlerindir.’ Diye başladım söze… İlgi olağanüstü, başlarını tasdik anlamında sallayanlar bile var. 30 dakikalık bir konuşmaydı, zaman hızla akıp geçti.. Cemaat anlatılanlardan memnun olmuşa benziyordu.
Sonra teravih namazını kıldırdım, değişik makamlarla okudum Kur’an ayetlerini. Ancak sakalım yok, sarığım yok, şalvarım yok. 35 yaşında genç bir delikanlıyım. Ben bu koca koca hocalarla ne yapacaktım. Berlin’de zor günler beni bekliyordu.

Sonradan öğrendim ki, cemaatin %80’i,  Fatiha’yı bile doğru dürüst okuyamıyor. Ama hepsi mücahit olmuş. Oturduğunuz zaman sohbete, mangalda kül bırakmıyorlar, ahkâm kesiyorlar. Konuştukları hep slogan. Siyasetle yatıyor siyasetle kalkıyorlar. Dini siyasallaştırmışlar. Avusturya’da gördüğüm cemaatin sakallı, sarıklı, şalvarlı versiyonu bunlar…

İslâmî İlimler Okulu

Ertesi gün İslâmi İlimler Okulu’na gittik Yakup Taşçı’yla. Görev yerim orasıydı. Okula müdür olarak gelmiştim. Mehmet Ali Cengizgil Hoca karşıladı bizi. Haldun Algan, Nail Dural, Mahmut (Mehmet) Gül ve Bekir Taşkıran’la tanıştık orada.

Hoş beşten sonra, Nail Dural başladı anlatmaya: “Bu okul Milli Görüş’ün okuludur. Amacımız burada Milli Görüşçü insan yetiştirmektir. Ancak Mehmet Erol (Okulun müdürü) Milli Görüşçü değildir. İstediğimiz verimi bu yüzden elde edemiyoruz. Senden istediğimiz amacımıza hizmet etmendir. Biz Mehmet Erol’u görevden aldık. O derse girmeyecek bugünden sonra, sen rahat ol...”  Mehmet Ali Hoca, Haldun Algan ve Mahmut Gül sadece dinlediler.

Bu kısa nasihatten ve aba altından sopa gösterme merasiminden sonra, hemen derse girdik. Çocuklarla tanıştık. Bana karşı tavırlıydılar. Bir anlam veremedim bu duruma. 3.000 kişilik bir liseden gele gele 80 kişi mevcutlu bir okula geldim. Ne okul okula benziyor ne de öğrenciler öğrenciye. Hababam sınıfı gibi bir sınıf. Kendimi tanıttım ve öğrencileri de tanımak istedim. Beni dinleyen yok, kimisi gülüyor, kimisi öndeki arkadaşına kâğıt atıyor, kimisi ilgisiz ilgisiz duruyor. Alışmadığım bir durum. Sıraların arasında yürümeye başladım, sesler yükseldi arkamdan, geriye hızlıca döndüm ve ilk gördüğüm çocuğa bir salvo aşk eyledim. Beklenilmeyen bir hareket. Herkes sustu, buz kesildi. Haldun ve Mehmet Ali Cengizgil tedirgin oldular. Ben cezası büyük olan bir suç işlemişim meğer. Daha sonra anlattılar bana bu yaptığım işin suç olduğunu ve cezasının ağır olduğunu.
Ancak o ilk gün yaptığım aksiyon, ondan sonraki dönemlerde rahat çalışabilmenin sağlam bir temelini oluşturmuş, farkında olmadan.

Devam edecek…